İslâmiyet, diğer dinlerden farklıdır. İslâm dininin, başka din ve kültürlere uygun olması beklenemez. Aksi halde yeni bir dine gerek kalmazdı. Resûlullâh (s.a.v.)’in, gayr-i müslimlere muhâlefet edip yepyeni bir nizâm getirmesi, Yahudilerin de dikkatini çekmiş ve “Bu adam bize muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmadı” demek zorunda kalmışlardır.
Günümüzde hıristiyan dünyası tarafından resmen kabul edilen 4 İncil nüshası arasındaki farklılıklar bir yana, 325 yılına kadar hıristiyanların elinde 100’den fazla farklı İncil nüshasının mevcut olması, İncil adıyla elde bulunan kitapların Hz. İsa (a.s.)’a indirilen İncil-i Şerif ile alakasının bulunmadığını bariz bir şekilde göstermektedir.
Günümüzde İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlık mensuplarının, aynı kaynaktan gelen kitapların vârisleri ve aynı soya (Hz. İbrahim (a.s.)’a) dayanan peygamberlerin tabileri oldukları söylenerek, bu dinler arasında ortak noktalar tesis etme girişimleri bulunduğu malumdur.
Kur’ân-ı Kerîm’de: “Resûlümün size getirdiklerini alınız, men’ettiklerinden sakınınız” (Haşr s. 7) buyruluyor. O halde Peygamberimiz (s.a.v.)’e uymak farzdır, lâzımdır. Yukarıdaki âyet-i kerîme Resûlullâh (s.a.v.)’e dış görünüşte ve içte aykırı hareket etmeği yasaklamaktadır.
Ehl-i Sünnet yolunun önemini gâyet iyi bilen İslâm düşmanları, İslâm’ı dışarıdan yıkmayı başaramayacaklarını anladıkları için münâfıklar vasıtasıyla İslâm’ı içten yıkmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunda da başarılı olamayacaklardır.
Ömer bin El-Hattab (r.a.) Hazretlerinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir. “Biz bir ara Resûlullâh (s.a.v.)’in yanında oturuyorduk. Yanımıza elbisesi gâyet beyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk eseri görünmeyen ve bizden kimsenin kendisini tanımadığı bir adam çıkageldi.
“Hepimizi ve Kâinatı yaratan Allâhü Teâlâ Hazretleri tarafından Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in getirip tebliğ ettiği şeyleri, İslâm Şeriati’nin hükümlerini kalb ile tasdîk ve dil ile ikrâr etmeye imân denir. İmân tasdîk ve ikrârdan ibarettir.
Müslüman ülkeleri bilerek ve planlı olarak perişan hâle getiren Batı, bir de “Müslüman olduğunuz için dininiz sizi bu hale getirdi” diyerek suçu İslâmiyet’e yüklemektedir. Çıkış yolu olarak da, ismi İslâm olan fakat İslamiyet’le ilgisi olmayan bir ahlâk sistemini yerleştirmeye çalışmaktadır.
İslâm düşmanları, İslâm’ı dışarıdan yıkmak için on asır uğraştılar. Birçok haçlı seferleri düzenlediler. Yüz binlerce insan önlerinde papaları, papazları olduğu hâlde İslâm’a silâh çektiler. Ancak neticede bir muvaffâkiyet elde edemediler.
Kader hakkında konuşmamalı, onun sırrından bahsetmemelidir. Zîra derin bir deniz, karanlık bir yoldur. Kader, Allâhü Teâlâ’nın kimsenin bilemiyeceği bir sırrıdır. Kaderi hiç kimse yeterince anlayamamıştır.
Güya Hz. Alî sevgisi adı altında Şia’nın Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Âişe (r.a.e.) düşmanlıkları bilinen bir vakıâdır. Hz. Ömer’e söven birini işittiğinizde ona hangi Ömer’i kast ediyorsun diye sorun? Kastettiğin Hz. Alî (k.v.)’nin oğlu olan Ömer mi? Yoksa Hz. Alî (k.v.)’nin oğlu Hz. Hüseyin (r.a.)’in oğlu olan Ömer mi?
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in getirdiği dinde harâm olduğu bilinenleri helâl bilmek küfürdür. Meselâ: Şarab içmenin, kız kardeş ve benzeri mahremlerle evlenmenin câiz olduğunu iddiâ etmek, zarûret zamânları dışında ve şer’î bir şekilde kesilmeyen hayvanların eti, kanı ve domuz etinin yenmesinin câiz olduğunu iddiâ etmek küfürdür.
Dört hak mezhebi reddeden, müçtehid olmadığı halde şer’i delilleri sözde kitap ve sünnetten veya meâllerden çıkarmak sevdasında olan kimselerin büyük bir gaflet ve delâlet içerisinde oldukları şüphesizdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh fâizin bereketini tamâmen giderir. Sadakası verilen malları ise arttırır. Allâh (harâmı helâl tanımakta ısrâr eden) vebâl yüklenici kafirlerin hiçbirini sevmez.” (Bakara s. 276) buyurulmuştur.
“Eğer ehl-i kitap imân etselerdi, Allâh’dan korksalardı, şüphesiz kabahâtlerini kefâretler ve kendilerini naîm cennetlerine koyardık.” (Mâide s. 65) Âyet-i kerîmede şu hakîkatlere işaret edilmiştir: Yahudî ve Hıristiyanlar, kendisine imân etmek vâcip olan şeylere imân edip, Allâh (c.c.)’dan korksalardı, günâhlardan sakınsalardı, elbette Allâhü Teâlâ onları affeder, günâhlarını örterdi.
Efendimiz (s.a.v.)’in bütün Ehl-i Beyt’ini, Ashâb’ını ve merhum ümmetini sevmek lüzumludur. Efendimiz (s.a.v.)’in Ehl-i Beyt’ine olan sevgileri, onun yüce cenâbına yakışır bir şekilde büyüktür. Ehl-i Beyt’in sevgisi hakkında birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır.
Allâh ve Resulü (s.a.v.)’in savaştığı kimse ise asla felâh bulamaz. Allâh (c.c.) ile savaştan maksad; ya dünyada ya da âhirette olur. Dünyadaki şekli, böyle riba yiyenleri tâzir ve tevbe edinceye kadar hapsetmek, hâkimlerin görevidir.
Müçtehid olmayan bir mü’min için, bu dört mezhepten birisini taklid etmek vaciptir. Taklid, delilini bilmeden, bilmeye gerek duymadan, mezhebi müdevven, müçtehid bir imâma uymaktır.
Resûlullâh (s.a.v.) dünyada bütün insanlığı kurtuluşa erdirecek olan Allâh (c.c.)’un şeriatını insanlara tebliğ etmekle alemlere rahmettir.
Resûlullâh (s.a.v.)’in buyuruyor ki: “Sizden biriniz, ben kendisine kendi canından daha sevgili olmadıkça imân etmiş olmaz.”
“FETÖ hıyaneti”nin asıl “gövde”si, İslamiyet’e yönelik operasyonların yapıldığı “hizmet ambalajlı hıyanet” dönemidir. Devlete ve iktidara yönelik olmadığı için mücadelede “milat” olamayan “dinlerarası diyalog” adındaki “Haçlı Saldırılar” karşılıksız kaldığı sürece, FETÖ ile mücadele de “geçici etkili narkoz” mesabesinde kalmaya mahkûmdur.