Beyhaki’nin naklettiğine göre ihtiyar bir kadın Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.)’a mirastan pay almak için geldi. Ebû Bekir (r.a.) ona dedi ki: “Senin için Allâhü Teâlâ’n kitabında bir hüküm yoktur ve Resûlullâh (s.a.v.)’in sünnetinde de senin için bir hüküm bilmiyorum. Sen dön de bunu sahabelere bir sorayım.”
Nasıl ki Hz. Ebû Bekir (r.a.), Muhâcirlerin en önde gelen şahsiyeti ise, Hz. Sa‘d (r.a.) de Ensâr’ın en önde gelen sîmâsı idi. Bu azîz sahâbî, Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz henüz Medine’yi şereflendirmeden önce Mus’ab ibni Umeyr (r.a.) vâsıtasıyla müslüman oldu. Sa‘d (r.a.), Abdüleşhel oğullarının başkanı olduğu için, o müslüman olunca bütün kabile İslâmiyet’i kabul etti.
Hâce Muhammed Pârisa (k.s.) Faslü’l-Hitâb adlı kitabında kaydedildiğine göre, Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuştur:
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ali (r.a.) arasında derin ve kuvvetli bir bağ vardır. Resûlullâh (s.a.v.) Ebû Tâlib’in evinde yetişip büyüdü. Hz. Ali (r.a.) de Resûlullâh (s.a.v.)’in evinde yetişip büyüdü. Hz. Ali (r.a.) ahlâkında ve yönelimlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkına benzer bir ahlâk sahibiydi.
Efendimiz (s.a.v.) buyururlar ki: “Sizden hiçbiriniz yaptığı iş karşılığında cennete giremez.” “Sen de mi ey Allâh’ın Resûlü!” dediler. “Evet, ben de” cevabını verdi. Ve: “Ancak Rabbim beni rahmet ve fazlı ile kuşatırsa girerim” (Müslim) buyurdu.
Rivayet olunur ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bir keresinde ashâbı (r.a.e.) ile birlikte oturuyordu. Resûlullâh (s.a.v.) konuşmasını keserek gökyüzünün derinliklerine doğru bir süre baktı. Sanki kendisine vahiy geliyor veya kulağına söylenen bir fısıltıyı dinliyordu.
Resûlullâh (s.a.v.)’in “Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu” dediği rivâyet olunmuştur: “Her kim benim dostuma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilân ederim.” Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: “Ey müstakbel (benden sonraki) müslümanlar! Ashâbıma sövmeyin, sizden birinin Uhud dağı kadar altın sadaka verdiği farzedilse, bunlardan birisinin iki avuç sadakasının fazîletine, hattâ bunun yarısına erişemez.” (Buharî)
Hz. Osman (r.a.)’in hayatını inceleyen kimse görecektir ki, onun yönetimdeki siyaseti yumuşaklık ve öğüt vermek istikâmetindeydi. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.e.) döneminde olduğu gibi keskinlik, kesin tavır ve korkutma siyaseti gütmüyordu.
Talha b. Ubeydullah, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in kabilesi olan Temimoğulları kabilesindendir. Talha kelimesinin sözlük anlamı kerem sahibi olmaktır. Talha b. Ubeydullah (r.a.) o kadar ikrâm etmekle meşhur olmuştu ki ikrâm etmek mânâsına olan “Talha” kendisine ad ve lakap olmuştur. Kubeysa b. Câbir (r.a.) onun keremi hakkında şöyle diyor: “Talha b. Ubeydullah ile bir süre beraber oldum.
Rivayet olunur ki, ilk yılda namaz vakitleri olunca Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) kendiliklerinden gelip toplanırlardı. Namaz için davet yoktu. Sonradan Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, ulu sahabelerle meşveret edip: “Halkı namaza ne şekilde dâvet edelim?” dediler. Bazıları, “Biz de Hıristıyanlar gibi çan kullanalım. Namaz vakitlerinde çanlar çalınsın” dediler. Bazıları, “Yahudilerin adeti üzere boru çalınsın” dediler. Kimisi de “Namaz vaktinde ateş yakıp yukarı kaldıralım. Halk görüp mescide gelsinler” dediler. Ondan sonra Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (r.a.)’e, birisi rüyasında ezân ve kâmeti öğretti.
Bir gün Nebi (s.a.v.) Efendimiz’e bedevi Araplar geldiler ve kavimlerinin müslüman olmak istediğini söylerek Kur’an muallimi talep ettiler. Resûlullâh (s.a.v.) de sahabenin ileri gelenlerinden yedi kişiyi gönderdi. O hain bedeviler Medine’den uzaklaştıktan sonra o yedi müslümandan beş tanesini katlettiler, diğer ikisini ise esir aldılar. Esir alınanlardan bir tanesi Zeyd bin Desise (r.a.), diğeri de Hubeyb Bin Adiy (r.a.) idi. Bu iki esiri götürüp müşriklere ile sattılar.
Hz. Zübeyr (r.a.)’in hayatı boyunca kahraman olduğu görülmüştür. O hicretten önce kahraman olduğu gibi, hicretten sonra da, bütün savaşlarda ve fetihlerde kahraman bir kimse idi. İslâmiyet’in ilk yıllarında Zübeyr (r.a.)’in müslüman olmasından sonra Mekke’de “Peygamber öldürüldü” diye bir dedikodu yayılmıştı.
Hz. Ebû Bekir’in vefatından ve Hz. Ömer’in görevini üstlenmesinden sonra Ömer (r.a.) prensibini ve nasıl bir idare yolu tutacağını açıklayan bir konuşma yaptı. “Bana ulaşan bilgilere göre insanlar benim şiddetli oluşumdan ürkmüş, katı oluşumdan korkmuşlar ve şöyle söylüyorlarmış: “Allâh’ın Resûlü sağ iken bile şiddetli davranıyordu.
Ebû Ubeyde (r.a.) katıldığı tüm savaşlarda cesur, kahraman ve atılgan bir asker olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in savaşlarının hepsinde Ebû Ubeyde (r.a.)’in güzel izleri vardır. En acı çatışma Bedir savaşında kalabalık müşrikler ordusu ile sayısı gâyet az olan müslümanlar arasında yaşanmıştır.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) bütün malını İslâm uğruna harcamıştır. Zorluk seferi olarak anılan Tebük Seferi’ne herkes elinde ne varsa getirerek katkıda bulunmuştu. Resûlullâh (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e “Ne getirdin ya Ebû Bekir?” diye sorunca “Malımın tamamını ya Resûlullâh” dedi.
İmâm-ı Âzam (r.a.), kendisine teklif edilen kadılık görevini ve devlet hazinesi bakanlığını kabul etmediğinden dolayı uğradığı çeşitli baskı ve zulümlere katlanarak âhiret sorumluluğu korkusundan dünyevî cezaları yeğler ve küçümserdi.
Saîd b. Zeyd (r.a.) uzun boylu olup, esmere çalan bir ten rengi vardı. Güzel huylu, sakin tabiatlı vera’ ve takvâ sahibi bir kimseydi. Zühd ve tevazu sahibi, derinlemesine dindarlığı olan bir zât idi. Saîd b. Zeyd (r.a.) ilk müslüman olanlarla birlikte müslüman oldu.
Cabir bin Abdullah (r.a.)’in Hendek savaşı sırasında başından geçen bir olayı şöyle anlatır: “Hendek günü yeri kazârken sert bir taşa rastladık, durumu Resûlullâh (s.a.v.)’e bildirdik. Resûlullâh (s.a.v.): “İnip onu ben kıracağım” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in asıl adı Abdullah b. Ebî Kuhâfe’dir. Annesi Ümmül Hayr Selmâ bint-i Sahr’dır. Annesi, babasının amcasının kızıdır. Hem annesi, hem babası Teymoğullarındandır. Bu kabîle zarif ahlâkı ve çok edepli olmalarıyla meşhurdur.
Ashâb-ı Kiram (r.a.e.) Resûlullâh (s.a.v.)’in gözleri önünde Allâh (c.c.) düşmanlarına karşı cihad ettiler, ilk müslümanlardan oldular. Ashâb (r.a.e.)’in fazîletini ancak onların hayatlarını düşünen, Resûlullâh (s.a.v.) hayatta iken ve onun vefâtından sonra izledikleri yolu, çalışmalarını, dini yayma, Allâh kelimesini (İ’lâ-yı kelimetullâh), farzları ve sünnetleri öğretmek hususunda gösterdikleri üstün gayretleri derin derin tefekkür eden kimseler bilir.
İslâm’ın ilk yıllarında kölelerden ve gariban takımından bazıları guruplar halinde müslüman olmuşlardı. Bunlardan özellikle köleler, müslüman oldukları için şiddetli sıkıntılar çekmekteydiler. Kölelerin sahibi bulunan efendileri, onlara türlü türlü eziyetler ediyorlardı.