ŞEHİD OLMAK İSTEYEN BİR İHTİYAR
Muhammed bin İshak der ki:
Ensarilerden Cünneh oğlu Amr (r.a.) ihtiyar bir kimseydi. Hemde ayağı inmeliydi. Dört yiğit oğlu vardı. Daima Resul (s.a.v.) hizmetinde bulunurlardı. O ne zaman bir gazaya gitse, dördü de yanında yürürlerdi. Uhud gazasına gidildiği gündü. Gaziler hazırlandılar. O mübarek ihtiyarda gazaya gitmeği diledi oğulları:
– Ey Baba! dediler. Sen özürlüsün, ihtiyarlığın var, aksaklığın var. Sen gazaya çıkacak kimse değilsin.
İhtiyar Cünneh oğlu Amr (r.a.), bu sözler üzerine Peygamberimize gitti: – Ya Resulallah! dedi. Ben senin mübarek yüzünden ayrılmamayı diliyorum. Seninle birlikte gazaya gitmeyi istiyorum. Varayım. Belki de senin önünde şehid olurum.
Hz. Muhammed (s.a.v.):
– Ya İbnül Cünneh! dedi. Senin özrün vardır. Gazaya varman lâzım değildir. Fakat, şehadet menziletine kavuşmak istersen sen bilirsin. O zaman ihtiyar Amr, silah kuşandı. Peygamberimizle birlikte gazaya çıktı, o gün o da şehid oldu. (Siyer-i Nebî, C: 2, Sh: 927)
BİR MÜNAFIK BABA
Medine şehrinde bir münafık ihtiyar vardı. Ona Rafi oğlu Ümeyye oğlu Hâtib derlerdi. Açıktan:
– Ben müslümanım! derdi. Fakat geceleri küfür ehli ile beraberdi. Bu münafığın bir oğlu vardı ki, adı Hatib oğlu Yezid’di. Bu genç sıdk ile müslüman olmuştu. Uhud gazası günü Yezid çok yaralandı. Onu aldılar, Medîne’ye getirdiler. Müslümanlardan erkek, kadın Yezid (r.a.)’i görmeye geldiler. O yiğidi ölüm halinde yatar gördüler. Müslümanlar, babası Hâtıb’a:
– Ya Hâtıb! dediler. Sana beşaret olsun ki oğlun şu saatte cennete kavuşmaktadır.
Hâtıb:
– Ha şöyle diye diye oğlumu aldattınız. Yoldan çıkardınız. İşte , bunun gibi bir belaya uğradı, dedi. O zaman müslümanlar bildiler ki Hâtıb gerçekten münafığın biri imiş. Hemen oradan ayrıldılar, gittiler…
(M.Darirî, Siyer-i Nebî, C: 2, Sh: 915)
NEBİYY-İ EKREM (S.A.V.)’İ ZİYÂRET
Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyaret etmek menduptur. Hattâ vakti olana vaciptir diyenler vardır. Farz haccı yapacak olan, işe evvelâ hacdan başlar. Nafile hacc yapacak olan, Medine’ye uğramadıkça muhayyerdir. Oraya uğrarsa, işe mutlaka Kabr-i şerîfi ziyaretten başlaması gerekir. Hacla birlikte Peygamberimiz (s.a.v.)’in mescidini ziyareti de niyet etmelidir. Hadiste haber verildiğine göre; orada bir namaz, başka yerdeki bin namazdan daha hayırlıdır. Bundan yalnız Mescîd-i Haram müstesnadır.
“Acaba Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyâret kadınlara da müstehab mıdır?” Sahih kavle göre evet, bazı ulemanın açıkladığı şartlarla kerahetsiz câizdir.
Lübâb şârihi diyor ki: “İmam Hasan’ın Ebû Hanîfe’den rivayetine göre, farz olan hacc için en iyisi hacının işe hacdan başlayarak ziyareti sonra yapmasıdır. Ama ziyaretten başlaması da câizdir.” Çünkü nafileyi farzdan önce yapmak, farzı kaçıracağından korkulmazsa bil ittifak (ittifakla) câizdir.
Hacı adayı Medine’ye uğrayarak geçerse, mutlaka işe Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyaretten başlaması îcâbeder. Çünkü yakınına gelmişken onu terk etmesi kasavet ve şekavetten sayılır.
(İbn-i Âbidîn, 5.c., 243.s.)
“Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur; Kim ki, beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” (Aclunî, Keşful-Hafâ II, Beyrut 1351, 250)
“Hac edip kabrimi ziyaret eden, beni diri iken ziyaret etmiş gibi olur.” (Taberânî)
Büreyde (r.a.)’den rivayetle Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size âhireti hatırlatır.”
(H. Şerîf, Müslim)
MESCİD-İ NEBEVÎ’NİN FAZÎLETİ
Mukaddes bir yerde namâz kılmış olmak için Tûr mescidine kadar giden Basra b. Ebî Basra, dönüşünde Ebû Hureyre (r.a.) ile rastlaştılar. Ebû Hureyre (r.a.), ona: “Nereden geliyorsun?” diye sordu. “Tûr’dan geliyorum, orada namâz kıldım.” dedi!
Ebû Hureyre (r.a.): “Eğer, Tûr’a gitmeden önce, seninle görüşmüş olsaydım, gittiğin yere hiç de, gitmezdin. Çünkü, Resûlullâh (s.a.v.)’in: ‘Üç mescidden: Mescid-i Haram’dan, benim şu mescidimden, bir de, Mescid-i Aksâ’dan başka mescidlere yük bağlanıp sefer edilmez!’ buyurduğunu işittim.” dedi.
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’in bildirdiğine göre: Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün, kendisiyle vedâlaşmağa gelen bir zâtla (Erkâm b. Ebî’l Erkâm’la) vedâlaşırken, ona: “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sormuştu.
O da: “Mukaddes bir yerde namâz kılmış olmak için Beytü’l-Makdîs’e gitmek istiyorum!” dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.): “Benim şu mescidimde kılınan bir namâz, Mescid-i Haram, müstesnâ, başka mescidlerde kılınan bin namâzdan daha efdâl ve üstündür!” buyurdu.
Hastalanan ve: “Allâh, bana şifâ verirse, gidip Beytü’l-Makdîs’te namâz kılayım!” diyerek adakta bulunan bir kadın, hastalığından kurtulunca, yol hazırlıklarını görmüş ve yola çıkacağı sırada Peygamberimiz (s.a.v.)’in zevcesi Hz. Meymûne (r.a.)’ya uğramıştı. Selâmlaştıktan sonra durumu ona anlatınca, Hz. Meymûne (r.a.): “Evinde otur. Yol için yaptıklarını ye! Namâzını da, Resûlullâh (s.a.v.)’in mescidinde kıl! Çünkü, ben, Resûlullâh (s.a.v.)’in mescidinde kılınacak bir namâzın, Kâ‘be müstesnâ, başka mescidlerde kılınacak bin namâzdan efdâl ve üstün olduğunu söylediğini işittim.” dedi.
Abdullâh b. Zeyd’e göre Peygamberimiz (s.a.v.): “Evimle minberim arasındaki sâha, cennet bahçelerinden bir bahçedir!” buyurmuşlardır.
(M. Âsım Köksal (rh.a.), İslâm Tarihi, 8-9.c. 140-142.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN MESCİDİNE
GİREN KİMSEYE…
İmâm-ı Tâberî diyor ki: “Peygamber (s.a.v.)’in kabrinin evinde olduğuna dâir bütün rivâyetlerin ma‘nâları birdir. Aralarında ihtilâf yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’in kabri odasındadır. Oda da Peygamber (s.a.v.)’in evidir.”
Peygamber (s.a.v.)’in:
“Minberim havzımın üzerindedir.”
Bu hadîse gelince, bunda birkaç ihtimal vardır:
1- Peygamber (s.a.v.)’in minberi dünyâdakinin aynıdır. Zâhir olan da budur.
2- Orada (yani Havz-ı Kevser’in yanında (minber olması).
3- Peygamber (s.a.v.)’in:
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” hadîsinin de iki ma‘nâya ihtimali vardır:
1- Orada ibâdet etmek cennet bahçelerinden bir bahçeye nâil olmaya vesîle olur. Peygamber (s.a.v.)’in evi ile minberi arasında namâz kılmak, duâ etmek cennete müstehak olacak şekilde insana sevâb kazandırır. Nitekim, “Cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” denildiği gibi.
2- Aynı yeri Allâh ta‘âlâ cennete nakleder, aynı şekilde cennette bulunur.
Bu da Davudî’nin görüşüdür.
İbn Ömer (r. anhümâ) ve sahâbe (r.a.)’den bir topluluk rivâyet etmişlerdir. Peygamber (s.a.v.) Medine’nin fazîleti hakkında şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse Medine’nin güçlüğüne, darlığına, sıkıntısına sabretmez mi ki, ben ona Kıyâmet gününde şâhid veyâhud şefaatçi olmayayım”.
Medine-i Münevvere’den başka tarafa göç eden kimse hakkında şöyle buyurmuştur, Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
– Eğer bilmiş olsalardı, Medine onlar için daha hayırlıdır.
(Kadı ‘Iyâz (rh.a.), Şifâ-i Şerîf Tercümesi, 485.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİ ZİYÂRET
Mescid-i Nebevîye vardığında Bâb-ı Selâm’dan veya Bâb-ı Cibrîl’den girilir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin minberi yakınında (kerahet vakti değilse) iki rek‘at Mescide saygı namazı kılar. Sonra Allah’a şükür olsun diye iki rek‘at daha namaz kılar ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan tevfîkinden ve o yüce makama ulaşma şerefini lûtfettiğinden şükür secdesine varır. Sonra dilediği duâyı eder. Sonra kalkıp tam bir edep ve terbiye içinde arkasını kıbleye dönerek Peygamber (s.a.v.)’in huzûrunda durur. Peygamber (s.a.v.)’in mübârek yüzünün kendisine dönük olduğunu, sözlerini işittiğini düşünerek hareket eder. Selâmını alacağını, yapacağı duâya âmin diyeceğini hatırlayarak: “es-Selâmü ‘aleyke yâ Resûlallâh! es-Selâmü ‘aleyke yâ Nebiyyallâh! es-Selâmü ‘aleyke yâ Habîballâh! es-Selâmü ‘aleyke yâ Nebiyye’r-rahmeti! es-Selâmü ‘aleyke yâ Şefî‘a’l-ümmeti! es-Selâmü ‘aleyke yâ Seyyide’l-mürselîn! es-Selâmü ‘aleyke yâ Hâteme’n-nebiyyîn! es-Selâmü ‘aleyke yâ Müddessir! es-Selâmü ‘aleyke yâ Müzzemmil! Eşhedü enneke Resûlullâhi kad bellağte’r-risâlete ve eddeyte’l-emânete ve nasahte’l-ümmete ve avdahte’l-hüccete ve câhette fî sebîlillâhi hakka cihâdihî…” der, sonra mümkünse şu duâyı yapar: “Sana ölüm gelinceye kadar dîni ayakta tutan yâ Resûlallâh! Allâh’ın salât-ü selâmı sana ve senin mübârek cisminin bulunduğu yere olsun. Hem bu salât-ü selâm devâm ededursun. (Ayrıca) Olmuş ve olacak şeylerin sayısınca (salât-ü selâm) olsun!”
Kendisine tebliğ edilmek üzere tevdi‘ edilmiş selâm varsa, emâneti yerine getirmek vâcib olduğuna göre, onu tebliğ etmek üzere: “Selâm sana falan oğlu falandan. Senden Rabbin katında şefaat istiyor. Ona ve Müslümanlara şefaatçi ol!” der ve sonra salevât-ı şerîfe getirerek dilediği duâyı yapar.
Duâların en güzel ve en kısası: Salât-ü selâmdan ve Kur’ân-ı kerîmdeki: “Onlar kendilerine zulmedildikleri zaman, sana gelip de, Allah’tan mağfiret dileselerdi, sen peygamber de onlar için bağışlanma isteyiverseydin, elbette Allâh’ı tevbeleri kabûl edici ve çok bağışlayıcı bulacaklardı.” (Nisâ s. 64) meâlindeki âyetten sonra: “Sana, günâhlarımdan dolayı istiğfar ederek geldim. Senden Rabbin katında şefaat dileyerek huzûruna vardım.” der.
(Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 674.s.)
9
RESÛLULLÂH SALLÂLLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM’İN MÜBÂREK İSİMLERİ
Nebî, Resûl, Mürsel, Muhammed, Mustafâ, Ahmed, Mahmûd, Hâmid, Câhid, Kâsım, Mukassım, Akıb, Hâşir, Mac, Sirâc-ı Münîr (Aydınlatan kandil), Beşir, Nezir, Dâî (Duâ eden), Hâdî, Mühtedî, Asîr, Yesîr, Vesîle, Safî, Sâbir, Sâhib, Sâdık, Hâzık, Nâtık, Musaddık, Müzzemmil, Müddessir, Halîl, Habîb, Celîl, Cemîl, Nesîl, Mecîd, Müçtebâ, Murtezâ, Muktedîr, Râzî, Muhtar, Nâsır, Mustansır, Mansûr, Âdil, Nûr, Hüccet, Beyân, Burhân, Mü’min, Muti’, Mutâ’, Mezkûr, Zâkir, Müzekker, Âmin, Emîn, Azîz, Kerîm, Nâsih, Mekkî, Medenî, Ebtahî, Ümmî, Hâşimî, Kureyşî, Haremî, Arabî, Tehâmî, Zemzemî, Yesribî, Ümm-ü İmâm, Rahîm, Raûf, Vedûd, Atûr, Alim, Âmil, Haris, Ganî, Cevâd, Fettâh, Muallim, Seyf, Seyfî, Zâhir, Mazhur, Mazhar, Tâb, Tayyib, Tabîb, Mutayyıb, Münîr, Fâdıl, Mufdıl, Mufaddâl, Mifdal, Hatîb, Hasîb, Nesîb, Edîb, Mücîh, Fasih, Nasîh, Sahîh, Melîh, Nakî, Takî, Vefî, Seyyid, Sened, Kaabız, Vâsıt, Mutavassıt, Hakkü’l-Mübîn, Emîn, Mekîn, Sâbık, Sâyık, Şefî, Şâfî, Müşaffâ, Müteşâffî, Hâ Mîm, Tâ-sîn, Tâ-Hâ, Yâ-Sîn, (Elif Lâm Mîm), (Elif, Lâm, Mîm, Sâd), Tenzîl, Muhallil, Muharrim, Amir, Nâî, Bâi, Şakk, Evvel, Âhir, Bâtın, Zâhir, Şekûr, Şâkir, Hâşi, Âric, Zâbit, Vâiz, Şehîd, Muîd, Müs’id, Müsa’ad, Zâyir, Birr (her şeyden müberra), Müstahlif, Müstakim, Lâtif, Âl, Âbid, Âyid, Adid, Şerîf, Hanîf, Münîf, Afîf, Nedim, Rükn, Mürteca (beklenen), Muktefî, Muktezî, Müntazır, Rahmet, Mûcize, Ârif, Zâhid, Macide, Emleş, Dahûk, Kerîm, Kaim, Hâfız, Hafîz, Marıfuz, Mutefiz, Bedî’, Refi’, Beliğ, Bâliğ, Mübelliğ, Mazhar, Mübîn, Âhiz, Mu’ti (i’tâ eden, veren), Mucevvid, ve gökten inen bazı kitâbda Bûzâ, ve Tevrat’ta Mîza, Zebûr’da Nûra, İncil’de Hûra, ve Kur’ân’da Ahmed Muhammed, gök yüzünde Mahmûd, Arz yüzünde Beşîr, cinler indinde Nezîr (korkutucu), Cennet’te Ebu’l-kâsım, Cehennem’de Dâî (da’vâ edici)’dir. (Âline, halîfelerine, soyuna sopuna Allâh’ın selâmı ve salâtı olsun).
(Mustafa Darîr (Rh.A.), Siyer-i Nebî, S. 37-38)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN SADÂKATLERİ
Sıdk, ya’ni doğru sözlü olmak, peygamberliğin bir lâzimesidir. Peygamberler doğru sözlü olurlar. Veya başka bir ifâde ile zaten doğru sözlü olmayan peygamber olamaz.,
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, peygamberliğini i’lân ettiği zaman, O (s.a.v.)’na karşı çıkanlar sihirbaz, kâhin, şâir demişler ve fakat hiçbir zaman yalancı diyememişlerdir. Çünkü O (s.a.v.)’nun doğruluğu, müşrik, kâfir, mü’min herkesçe müselleme bir gerçekti. Bu yüzden el-Emîn lâkabına lâyık görülmüştür. Hattâ İslâmın ve Resûlulah (s.a.v.) Efendimizin başdüşmanı Ebû Cehîl bile:
“— Muhammed (s.a.v.) ben sana yalancısın!” demiyorum demişti.
Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.) Efendimiz kavmini müslümanlığa çağırmakla vazifelendirildiği zaman:
— “Ey Kureyş! Size bu dağın ardında düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylersem bana inanır mısınız?” demişler.
Orada bulunanların hepsi:
“Hepimiz inanırız. Çünkü sen ömründe yalan söylemedin” cevabını vermişlerdir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, S. 9
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ÇOCUKLARA ŞEFKÂT VE SEVGİLERİ
Çocuklara olan sevgisinden dolayı onlara tesadüf ettikçe dâima selamlardı. (Ebû Dâvud)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) anne ve baba ile çocuklara dâir hâdiselerden son derece mütehassıs olurlar ve bunlan dinlemek isterlerdi. Bir gün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Âişe (r.a.)’yi ziyaret etmiş ve Hz. Âişe (r.a.) evde onlara ikram için bir hurmadan başka bir şey bulamayınca hurmayı anneye vermiş; anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirmişti. Hz. Âişe (r.a.) bu hâdiseyi Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.)’ne anlatınca Efendimiz (s.a.v.) şu sözleri söylediler:
“Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak Cehennemden kurtuluştur.”
(Buhârî)
Ashâb’dan Câbir b. Semûre (r.a.) anlatıyor:
— “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’le namazımı kıldım. Namazdan sonra Resûl-i Ekrem (s.a.v.) evlerine gidiyorlardı. Ben de kendilerini ta’kib ettim. Rsûl-ı Ekrem (s.a.v.) yolda ba’zı çocuklara rast eldiler; hepsini okşadılar, beni de onlarla beraber okşadılar…”
Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir çocuğu severlerken bir bedevi gelmiş ve Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.)’ne:
“Siz çocukları bu kadar seviyorsunuz, benim on torunum olduğu halde bir defa bile kucağıma alıp sevmedim!” demişti de Allah (c.c.)’ın Elçisi (s.a.v.) de:
“O halde Cenâb-ı Hakk seni şefkat hissinden mahrum etmiş.” cevabını vermişlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN AF VE BAĞIŞLAYICILIKLARI
Af ve bağışlama O (s.a.v.)’nun öyle bir huyudur ki, bu hususta kendilerini Kur’ân te’dib etmiştir. Cenab-ı Hakk (azze ve celle):
“Affı öne al, iyilikle emret, câhillerden yüz çevir!” (A’raf, 199) buyurmaktadır.
İntikâm almağa kudreti varken affetmek, O (s.a.v.)’nda öyle bir aynadır ki; orada temiz ruhların en güzel şekilleri, ulvi maksat, yüce gaye, nefsin arzularının üstüne yükselme gibi üstün vasıflar parıldar.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, S. 54)
***
ŞEYTANIN KİBRİ
Allah (c.c.) İblis’e:
“Ben sana secde emretmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?” buyurdu. İblis şöyle dedi: Ben Adem’den hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, Onu ise çamurdan yarattın.” Allah-ü Teâlâ:
“Hemen in oradan (Cennetten). Sana Cennette kibirlenmek gerekmez. Haydi çık. Çünkü sen hor ve bayağı kimselerdensin.” buyurdu. İblis: Bana, kıyamete kadar ömür ve müddet ver” dedi. Allah-ü Teâlâ da:
“Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurdu. İblis: Öyleyse, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, insan oğullarım saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ” dedi. (A’raf: 12-17)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN ZİKİRLERİ
Cenâb-ı Hakk (c.c.) Kur’ân’da:
“Onlar (mü’minler) ayakta iken, otururken ve yatarken (dâima) Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran, 191).
“Nice adamlar vardır ki, hiç bir ticaret, hiçbir alışveriş onlan zikrullahtan alıkoymaz.” (En-Nûr 37) buyurmaktadır.
Kur ân tebliğcisi o büyük Önder, bu emir ve sıfatların en canlı timsâli idiler. Hz. Aişe (r.a.) validemiz, bize Resûlullah (s.a.v.)’ın, hayâttan boyunca hiç bir an Hakk (c.c.)’ı tenzih ve takdisten geri kalmadıklarını haber veriyorlar. Her lâhza zikrullah ile meşgul bulunuyorlardı. Otururken, yatarken, yürürken, uyurken, abdest alırken, seyahat ederken, evinden çıkarken, mescide giderken, düşmanla mücâdele ederken dâima Allah (c.c.)’ı zikreder, dâima O (c.c.)’nun adını takdis ederlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, S. 28)
İLÂHÎ İKAZLAR
“De ki “Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanet ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle Tağuta tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır. Size geldikleri zaman “iman ettik” derler. Halbuki onlar muhakkak küfr ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır. Allah onların nelr gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir.” (Mâide: 60-61)
İBÂDET VE PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN NAFİLE İBÂDETLERİ
İbâdet ve Hikmetleri
İbâdet: Mükelleflerin (Erginlik çağına eren akıl sahibi insanların) nefislerinin arzu ve temayüllerine muhalefetle Rab’larına tizim için yapmış oldukları, yapılması sevap olan ve Allah (c.c.)’a yakınlık ifâde eden husûsî tâatlarıdır.
Tâat’ın aslı: Verâ’dır. (Haramdan kaçınma)
Verâ’nın aslı: Takva’dır.
Takvâ’nın aslı: Nefs muhasebesidir.
Nefs muhasebesinin aslı: Allah (c.c.)’ın azabından sakınmak, nimetini ummaktır.
On şey nefse gerekli görülmeyince, Verâ’ tamamlanmaz:
1- Dil, gıybetten korunmak, 2- Kötü zandan sakınmak, 3- Halkla alay etmekten geri durmak, 4- Haramlara bakmamak, 5- Doğru sözlü olmak, 6- İmân nimetinden dolayı yüce Allah (c.c.)’a minnettar olmak ve kendi kendini beğenmemek, 7- Malı, hak yolunda harcamak ve bâtıl yollarda harcamamak, 8- Yükseklik ve büyüklük dileğinde bulunmamak, 9- Beş vakit namazı –vekitlerine,rükû ve secdelerine dikkat ve riâyet ederek- korumak, 10- Sünnet ve cemâat üzere istikamet etmek.
(M. A. Köksal, İ. Tarihi, C.18, S. 328)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN MECLİSLERİ
Resûlullah (s.a.v.)’ın meclisleri, bir saray gibi hizmetçiler ve maiyyet halkı ile çevrili değildi. Hattâ evinin kapısı bile yoktu. Fakat O (s.a.v.)’nun peygamberlik vakarı herkesin kalbine haşyet verirdi. O (s.a.v.)’nu gören herkes kalbinde bir heyecan hissederdi. Huzurlarında Ashab (r.a.), o kadar sessiz ve sakin otururlardı ki, onları gören, cemaatten her birinin, başına konan bir kuşu ürkütmemek için böyle davrandıklarını zannederdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in huzurunda söz söylemek isteyenlerin haseb ve neseb, servet ve nüfuzlarına değil, ilim ve faziletlerine itibâr olunurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), önce muhtaç ve fakirleri dinler onların ihtiyacını te’min ederdi. Huzurlarında oturanlar başlarını eğerek otururlardı. Kendileri de son derece mütevazi bir şekilde otururlardı. Söze başladıklarında herkes kulak kesilirdi. Mecliste bulunanlardan birisi söz söylerken Peygamberimiz (s.a.v.) onun sözünü kesmezlerdi. Eğer kendileri konuşulan sözlerden memnun olmazlarsa, onları duymazdan gelirlerdi. Bir mesele bahis mevzuu olduğu zaman kendileri de fikirlerini ileri sürerler, müzakere esnasında bir nükte söylenirse neşelenirler, nüktelere mukabele ederlerdi.
Peygamberimizin (s.a.v.) Yüce Ahlâkı
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN ÂDET VE MEŞGÂLELERİ
İmam-ı Tirmizî: “Şemaîl”inde Hz. Ali (r.a.)’den naklen Peygamberimiz (s.a.v.)’in vaktini üç işe tahsis ettiklerini kaydeder. Bu vakitlerin bir kısmı ibadetlere, bir kısmı âmme (halkın) işlerine, bir kısmı da şahsî meşgalelere tahsis edilmişti.
Hz. Resûlullah (s.a.v.) gecenin yarısı, yahut üçte ikisi geçtikten sonra kalkarlar, yastıklarına yakın bulundurdukları misvakla dişlerini ovarlar, sonra abdest alıp teheccüd namazı kılar ve bir müddet böyle ibâdetle meşgul olurlardı. Daha sonra da sabah namazı için mescide çıkarlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her namaz için abdest tazelemeğe gayret ederlerdi. Ancak bazen bir abdestle birkaç namaz kıldıkları da olurdu. Mesela Mekke’nin fethi esnasında bir abdestle bir kaç namaza iştirak etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) sünnet ve nafile namazlarını umumiyetle evlerinde kılarlar, farz namazlarını da mescidde ve Kur’an’ın uzunca sûrelerini okuyarak kılarlardı.
İstirahate yattıklarında dâima sağ yanları üzerinde yatarlar, sağ ellerini sağ yanaklarının altına koyarlardı. Yolculuk esnasında da sağ kolları üzerinde yatarlardı.
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Yüce Ahlâkı, S.19.
PEYGAMBER (S.A.V.)’İMİZİN YEMEK YEYİŞ TARZLARI
Peygamberimiz (s.a.v.) zâhidâne bir hayat yaşadıklarından, bulduğunu yerler ve kalabalıkla yemek yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp, iki ayağı üzerine oturarak, besmele ile yerlerdi. Sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
“Sıcak yemekte bereket yoktur. Allah-ü Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyleyse yemeği soğutun” buyurmuşlardı.
Yemeği elleriyle ve üç parmak, nadiren dördüncüyü de yardımcı olarak kullanmak suretiyle ve dâima önlerinden yerlerdi. İki parmakla yemekten hoşlanmazlardı. Yemek esnasında bazen bıçak kullandıkları olurdu.
Yemekleri parmaları ile sıyırırlar ve: “Yemeğin sonu daha bereketlidir” derlerdi.
Parmaklarını temizlemeden ellerini mendil ile silmezlerdi. Yemeğin sonunda nimetleri veren Cenab-i Hakk (c.c.)’a hamd ü şükr eder ve ellerini yıkarlardı.
Su içerken üç kerede içmeyi i’tiyad edinmişlerdi. Her defasında besmele ile başlar ve hamdele ile bitirirlerdi.
Cemaat içinde su veya süt içtiklerinde, kabı hemen sağındakine verir böylece devretmesini arzu ederdi. İçtikleri kaba üflemezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirlerdi.
Evin içinde bir cariyeden daha utangaç hareket ederler, yemek istemezler; ancak sofra kurulursa yerlerdi. Yedirilenden yer, içirilenden içerlerdi. Yiyecek ve içeceği bizzat kendilerinin aldığı da olurdu.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, s.11)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN TEVÂZU’U (ALÇAK GÖNÜLLÜLÜKLERİ)
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri, tevâ’zularından dolayı her sınıf insanla görüşür dertlerini dinler, da’vetlerine icabet ederlerdi. Fukara ve kölelerle yemek yer, kendi işlerini kendi görür, en fakîr ve pejmürde insanlar arasında otururlardı.
Bir gün huzurunda bir bedevinin titremeğe başladığını gören Allah (c.c.)’ın elçisi:
— “Arkadaş titreme! Ben bir melik değilim. Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” buyurmuşlardı.
Abdullah b. Evfâ (r.a.), “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) dullarla, bîçarelerle birlikte yürümekten ve onların işlerini görmekten çekinmezdi” demiştir. (Ebû Dâvud).
Bir gün adamın biri kendilerine:
“Efendimiz! En hayırlımız! En hayırlımızın oğlu!” diye hitap edecek olmuş, O (s.a.v.) da:
“Ey insanlar! Allah’tan korkunuz, şeytana uymayınız. Ben yalnız Abdullah’ın oğlu Muhammed’im, Allah’ın kuluyum. Bir de Cenâb-ı Hakk beni elçilikle şereflendirdi. Bana, bundan fazlasıyla ta’zim göstermenizi istemem” buyurmuşlardı.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı
PEYGAMBERİMİZİN UMÛMÎ ÂDETLERİ
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz umumiyetle sağ eliyle iş görmeyi severlerdi. Ayakkabılarını giyerlerken önce sağ ayakkabılarını giyerlerdi. Camiye girerken önce sağ ayağıyla adım atarlar, şayet bir şey dağıtacak olursalar sağında bulunanlardan başlar ve bir iş yapacakları zaman besmele çekerlerdi. Elbiseyi de önce sağdan giyerler, soldan çıkarırlardı.
Hz. Enes (r.a.) diyor ki:
— “Resûlullah (s.a.v.) bir gün evine gelerek su istediler, ben de süt getirdim. Peygamberimiz içtiler. O (s.a.v.)’nun solunda Hz. Ebûbekir, önünde Hz. Ömer, sağ tarafında da bir bedevi oturuyordu. Peygamberimiz sütü içtikten sonra Hz.Ömer kabı Hz. Ebûbekir’e uzatmak istemişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kabın sağında bulunan bedeviye takdimini istemişti.
Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Ashâb (r.a.)’ını künyeleri ile çağırır, çocuğu olan kadınlara da künyeleri ile seslenirlerdi. Çocuğu olmayan kadınlara ve çocuklara da bir künye bulur ve öyle seslenirlerdi. Böylece de herkesin hatırını hoş ederlerdi.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır: “Cennete baktım da Cennet ehlinin çoğunu fakir kimseler gördüm. Cehenneme baktım da Cehennem ehlinin çoğunu kadınlar gördüm.”
(Zübdetül Buharî, s.565)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN HÜSN-İ MUAMELELERİ
Kendileriyle peygamberliğinden önce münasebette bulunanlar, dürüstlüğüne hayran olduklarından O (s.a.v.)’na “El-Emin” diyorlardı. Peygamber olduktan sonra bile Kureyş mensupları, Resûlullah (s.a.v)’ı, can düşmanı bildikleri halde emânetlerini muhâfaza için O (s.a.v)’na veriyorlardı.
Bir gün bir Bedevi, Peygamber (s.a.v.)’den alacağını almaya gelmişti. Bedevi kabalığından Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e gayet sert sözler söylemişti. Ashâb (r.a.) kızarak Bedevi’yi şu sözlerle uyarmışlardı:
“Sen kime hitab ettiğini biliyor musun?” Bedevi:
“Ben hakkımı istemeğe geldim” dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’de:
— “Siz onu tutacaktınız. Çünkü bu adam hakkını istiyor.” buyurdular.
Bundan sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Bedevi’ye hakkını fazlasıyla takdim ettiler.
Bir gün Sâib adlı bir arap taciri Peygamberimi (s.a.v.) e takdim edildi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
— “Ben onu sizden daha iyi tanırım”, demişler. Saib de:
— “Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik. Bütün hesapların gayet mükemmeldi.” demişti.
Peygamberimizin (s.a.v.) Yüce Ahlakı, s.42
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN TEMİZLİĞE RİÂYETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in en fazla önem verdikleri şeylerden biri de temizliktir. Bir gün üstü başı kirli bir adam görmüş, “üstünü başını yıkamıyor musun?” demişlerdir. Bir defa da adamın biri huzuruna pek perişan bir kıyafetle girmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) ona;
“Geçinmek için hiç bir vasıtan yok mu?” demişler.
“Var!” cevabını alınca şöyle buyurmuşlardır:
“Madem ki Allah’ın nimetlerine nail olmuşsun; o halde nimetin eseri üzerinde görülsün.”
Cahiliyet âdetlerini üzerinden atamayan bazı kimseler, yerlere tükürür, camilerde bile ibadet esnasında bu gibi hareketlerde bulunurlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), bu fena âdetten son derece tiksinirlerdi. Bir defa yine böyle bir hareketin izini görmüşler ve son derece hiddetlenerek mübarek yüzleri kıpkırmızı kesilmişti. O’nun bu hiddetini anlayan Ensâr (r.a.)’dan bir kadın ortalığı temizleyerek Resûlullah (s.a.v.)’ın teveccühünü kazanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in umûmi meclislerinde kafur veya başka tütsüler yakılır, bu suretle de cemaatın istirahatına dikkat edilirdi. Cum’a günleri mescide güzel koku saçılmasını emrederdi.
Sıcak bir günde iş sahipleri ve isçiler iş elbiseleriyle camiye gelmişler, cami de küçük olduğu için hava taaffün etmiş ve kokmuştu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:
“Yıkanarak gelmiş olsaydınız daha iyi olurdu.” buyurmuşlardır.
(R. Mahmud Sâmî(k.s.), Peygamber (sa.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN TEMİZLİĞE RİÂYETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in en fazla önem verdikleri şeylerden biri de temizliktir. Bir gün üstü başı kirli bir adam görmüş, “üstünü başını yıkamıyor musun?” demişlerdir. Bir defa da adamın biri huzuruna pek perişan bir kıyafetle girmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) ona;
“Geçinmek için hiç bir vasıtan yok mu?” demişler.
“Var!” cevabını alınca şöyle buyurmuşlardır:
“Madem ki Allah’ın nimetlerine nail olmuşsun; o halde nimetin eseri üzerinde görülsün.”
Cahiliyet âdetlerini üzerinden atamayan bazı kimseler, yerlere tükürür, camilerde bile ibadet esnasında bu gibi hareketlerde bulunurlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), bu fena âdetten son derece tiksinirlerdi. Bir defa yine böyle bir hareketin izini görmüşler ve son derece hiddetlenerek mübarek yüzleri kıpkırmızı kesilmişti. O’nun bu hiddetini anlayan Ensâr (r.a.)’dan bir kadın ortalığı temizleyerek Resûlullah (s.a.v.)’ın teveccühünü kazanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in umûmi meclislerinde kafur veya başka tütsüler yakılır, bu suretle de cemaatın istirahatına dikkat edilirdi. Cum’a günleri mescide güzel koku saçılmasını emrederdi.
Sıcak bir günde iş sahipleri ve isçiler iş elbiseleriyle camiye gelmişler, cami de küçük olduğu için hava taaffün etmiş ve kokmuştu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:
“Yıkanarak gelmiş olsaydınız daha iyi olurdu.” buyurmuşlardır.
(R. Mahmud Sâmî(k.s.), Peygamber (sa.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı)
PEYGAMBERİMİZ ALEYHİSSELAM’IN ÜMMETİ HAKKINDAKİ DUASININ KABUL OLUNUŞU
Yüce Allah (c.c), Arafat’ta Peygamberimiz Aleyhisselam’ın: “Sen istersen, uğradığı zulümden dolayı, mazluma Cennet verip, zalimi de, yarlığamağa kadirsin!” diyerek yaptığı duasına o akşam icabet buyurmamıştı.
Peygamber Aleyhisselam ertesi günü, Müzdelife sabahında bu husustaki duasını tekrarladı. Sonra da güldü.
Eshabdan bazıları, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.):
“Ya Rasûlallah! Babam anam sana feda olsun! Sen bu saatte şurada hiç gülmezdin!
Seni güldüren nedir? Allah seni hep güldürsün!” dediler. Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Yüce Allah iyi olanlarınızı yarlığadı. İyilerinizin, iyi olmayanlar hakkındaki şefaatim kabul buyurdu. İnen ilâhî rahmet onları da içine aldı. Sonra yeryüzüne dağıldı. Tevbe edip dilini ve elini günahtan koruyan ve sakınan herkesin üzerine düştü!
Şeytanla askerleri ise, Arafat dağlarının üzerinde “Allah onlara, bakalım ne yapacak?” diye gözlüyorlardı.
Yüce Allah’ın, benim duamı kabul buyurduğunu ve ümmetimi yarlığadığını öğrenince şeytan, başına toprak saçtı.
“Biz, zâten uzun zamandan beri onlar hakkında korkup duruyorduk. Nihayet rahmet ve mağfiret gelip onları bürüdü! Eyvah! Mahv olduk!” diyerek çığlıklar Kopardılar, dağıldılar.
Onun yaptığına güldüm.
Şeytanın, Bedir günü dışında hiç bir gün Arefe gününde olduğu kadar Allah’ın rahmetini indirip büyük günahlardan geçtiğini görünce zelîl, hayrdan uzak, hor ve hakîr, öfkeli bir duruma düştüğü görülmemiştir!” buyurdu.
“Şeytan, Bedir günü ne görmüştü?” diye sorulunca, Peygamberimiz Aleyhisselam: “Cebrail’in çarpışmak için Melekleri, sıraladığını görmüştü” buyurdu.
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN GİYİNİŞLERİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v,) Hazretleri, giyinişlerinde muayyen bir tarz takip etmez; izâr, ridâ, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sade giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Habeş Kralı Necâşî’nin gönderdiği çoraplar, Resûlullah (s.a.v.) tarafından kullanılmıştır.
Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyaz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı. Elbiselerini topuklarından aşağı uzatmazlardı. İzan ise daha yukarıda olurdu. Sarığının taylasanını omuzları arasına sarkıtırlardı. Zaferan ile boyanmış bir de çarşafı vardı ki yalnız bunun içinde namaz kıldığı da olurdu.
Bazı rivayetlere göre Allah’ın Resulü (s.a.v.) Hulle-i Hamrâ denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan Yemen kumaşı kullanırlardı. Umûmiyetle keçi kılından örme elbiseler giyerlerdi. Resûlullah (s.a.v.)’ın irtihâlini müteakip Hz. Âişe (r.a.) O (s-a.v.)’nun son dakikaları esnasında giydikleri elbiseyi halka göstermişti. Bunlar yamakh bir örtü, el dokuması sert bir entariden ibaretti.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağlanıp bu suretle ayaklarını tutarlardı.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, s. 14-15
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN MÜLÂKAT VE ZİYARETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.), kendileriyle görüşmeğe gelen ziyaretçileri kabul ederler, onlarla musafaha etmek için önce davranırlar, musafaha esnasında ellerini daha önce çekmek itiyatında değillerdi. Biri kulaklarına bir şey söylemek istese söz bitmeden yüzünü çevirmezlerdi.
Kendilerini ziyarete gelen misafirleri, önce selam verir, müsaade ister, ancak ondan sonra huzura girerlerdi. Kendileri de birini ziyarete gittikleri zaman kapının sağ veya sol kanadı önünde dururlar “Esselâmü aleyküm” derler içeri girmek için izin isterler, müsaade edilirse girerler, edilmezse geri dönerlerdi.
Ashâb-ı Kiram (r.a.)’dan biriyle karşılaştıkları zaman onunla musahafa ederler, iyice ellerini birbirine geçirerek sıkıştırırlardı.
Yolda rastladığı erkek, kadın, çocuk, köle, herkese selam verirlerdi. Bir defa yolda münafıklarla müslümanların bir arada oturduklarını görmüşler, hepsini selamlamışlardı.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)’İN MUHÂKEME USÛLÜ
Peygamberimiz (S.A.V), Medine’de kendisine Müslimler, gay-r-i Müslimler tarafından arz edilen her çeşit dâvaları ve münâzaaları adalet dâiresinde (Nisa: 58-59) hall ve fasal etmekte idi.
Peygamberimiz, kadılık ve hâkimliğin, çok nâzik ve tehlikeli bir vazife olduğuna Ashabının dâima dikkatini çekerdi.
“Üç kısım kadı vardır: Bir kısmı, Cennet’tedir, iki kısmı da, Cehennem’dedir!
Cennet’te olanlar Hakkı tanımış ve ona göre hüküm vermişlerdir.
İkinci kısma dâhil olanlar ise: Bilmeden, insanlar hakkında hüküm vermiş ve Cehennem’i boylamışlardır.”
“Zulme ve haksızlığa sapmadıkça, Allah (c.c.), kadı ile beraberdir. Haksızlığa saptığı zaman, onu kendi haline bırakır!”
“Sizin hayırlınız, en güzel en iyi hüküm vereninizdir!”
“Bir hâkim, hüküm vereceği zaman, ictihâd eder ve içtihadında isabet ederse, ona, (doğruyu arama ve bulma mükâfatı olarak) iki ecir vardır.”
Peygamberimiz (S.A.V), muhakeme edeceği zaman, davacıyı dâva olunanı önünde oturturdu.
Davacıyı ve dâva olunanı dinlemekdikçe, hüküm vermez, hâkimlik yapacak olanlara da, bu şekilde hareket etmelerini tavsiye ederdi.
(İslâm Tarihi M. A. Köksal, C. 8, Sh. 241)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN YÜKSEK AHLÂKI
Resûl-i Ekrem (S.A.V), yüksek ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş, kendilerinde en güzel ahlâk örneğinin bulunduğu Kur’ân lisanıyla haber verilen bir peygamberdir. Şu âyeti kerimeler O (S.A.V)’nun şefkat ve merhametini, güzel ahlâkını dile getirmektedir.
“Andolsun ki, Allah’ın Resul (S.A.V)’ünde Allah (c.c.)’ı ve Ahiret Günü’nü umanlar ve Allah (c.c.)’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21)
“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem ,4)
“Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”
(Âl-i İmran, 159)
Allah (c.c.)’ın Resulü (S.A.V) hiç bir müslümanı ismiyle lanetlememiş, hiç bir kadını, köle, cariye, hizmetçi ve hayvanı dövmemiştir.
Kimsenin kimseye karşı küçük düşmesine meydan vermeden nasihatta bulunurlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN SEVDİKLERİ RENK VE KOKULAR
Resûlullah (S.A.V) beyaz, yeşil ve sarı renkten hoşlanırlar ve beyazın en güzel renk olduğunu söylerlerdi. Kendileri beyazdan başka bazen baştan başa sarı elbiseler de giyerlerdi. Kırmızı renkten hoşlanmazlardı.
Resûl-i Ekrem (S.A.V) güzel kokulardan hoşlanırdı. Çünkü güzel koku, Peygamberimiz (S.A.V)’e sevdirilen üç şeyden biri idi. Araplar arasında “sükk” adı ile anılan bir koku kullanırlardı. Ashâb-ı Kiram (R.A), Resûl-î Ekrem (S.A.V)’in geçtiği yerde güzel bir koku bıraktığını beyan etmişlerdir. Peygamberimiz (S.A.V)’in güzel kokuları misk ve anberden ibaretti.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN YATAKLARI
Resûl-i Ekrem (S.A.V)’in yatağı, içi hurma yaprakları ile dolu bir deri ile örtülü veya iki katlı bir kumaş parçasından ibaretti.
Resûl-i Ekrem (S.A.V)’in Arabistan’ın tek hakimi durumuna geçtikleri bir devrede bile evinde ufak bir sedirden, su tulumundan başka bir eşyaları yoktu.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN GİYİNİŞLERİ
Resûl-i Ekrem (S.A.V) Hazretleri, giyinişlerinde muayyen bir tarz ta’kip etmez; izâr, cidâ, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sade giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Elbiselerini topuklarından aşağı uzatmazlardı, izanı ise daha yukarıda olurdu. Sarığının taylasanını omuzlan arasına sarkıtırlardı.
Umumiyetle keçi kılından örme elbiseler giyerlerdi.
Allah’ın Resulü (S.A.V) Hulle-i Hamrâ denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan Yemen kumaşı kullanırlardı.
Peygamberimiz (S.A.V)’in ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağları bağlanıp bu suretle ayaklarını tutarlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN TEMİZLİĞE RİAYETLERİ
Peygamberimiz (S.A.V)’in en fazla önem verdikleri şeylerden biri de temizliktir. Bir gün üstü başı kirli bir adam görmüş “Üstünü başını yıkamıyor musun?” demişlerdir. Bir defa perişan birini görmüş (S.A.V) ona:
“Geçinmek için hiç bir vasıtan yok mu?” demişler.
“Var!” cevabını verince, şöyle buyurmuşlar:
“Madem ki Allah’ın nimetlerine nail olmuşsun; o halde nimetin eseri üzerinde görülsün.” (Ebû Davud)
Cuma günleri mescide güzel koku saçılmasını emrederdi.
Sıcak bir günde işçiler iş elbiseleri ile cumaya gelmişler ve bunun üzerine Resûl-i Ekrem (S.A.V):
— “Yıkanarak gelmiş olsaydınız daha iyi olurdu” buyurmuşlardı.
Ondan sonra da cuma günleri yıkanmak sünnet olmuştur.
Peygamberimiz (S.A.V), turp, soğan, sarımsak, pırasa gibi fena kokulu yiyeceklerin camiye gelinirken yenmemesini buyurmuşlardır.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN YÜRÜYÜŞLERİ
Allah’ın Resulü (S.A.V) yolda yürürlerken sağa, sola bakmadan âdeta bir yokuştan aşağı iner gibi süratle yürürlerdi.
Bir şeye veya bir tarafa bakmak i’câb ederse bütün vücûdları ile dönüp öyle bakarlardı.
Yürüme esnasında küçük ve sık, düzenli adım atarlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN HASTA ZİYARET VE TA’ZİYETLERİ
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz, hastaları ziyarete önem verirler ve bunun müslümanlar için bir vazife olduğunu söylerlerdi.
Hasta ziyareti esnasında hastaya ümid verirler, nabzını ellerine alıp mübarek elleriyle dokunurlardı. Şifâ bulması için de Cenâb-ı Hakk (c.c.)’a dua ederlerdi. Hastaya da “inşallah kurtulacaksın” derlerdi. Şayet birisi fena lâkırdı edecek olursa ondan memûn olmazlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN OTURUŞ TARZLARI
Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz otururken dizlerini dikip elleri ile dizlerini bağlarlardı. Kimseye darlık vermemek için Ashâb (R.A)’ı içinde ayaklarını uzatıp oturduktan vakî değildir.
Umumiyetle kıbleye müteveccih otururlardı. Yanlarına gelen misafirlerinin altına çoğu zaman sırtlarındaki abayı serer ve oturturlardı. Bazen de misafirlerine kendi minderlerini verirlerdi.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) EFENDİMİZİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:
“Bana, beş şey -başka rivayette altı şey- verildi” ki, bunlar, benden önceki peygamberlerden hiçbirisine verilmemiştir.
Ben, düşmanın kalbine korku düşüren bir heybetle yardımlandım o kadar ki, ismim, bir aylık yerde herkesin kalbi üzerinde tesir eder.”
“Bütün yeryüzü, benim için rnescid ve temiz, temizleyici kılınmıştır.
Ümmetimden, namaz vaktini idrâk eden kimse, namazını olduğu yerde kılıversin.”
Bütün yeryüzünün Peygamberimiz (S.A.V)’e secdegâh olması, İslâm dininin yeryüzüne yayılacağını ifade eder.
Peygamberimiz (S.A.V)’den önceki peygamberler ve ümmetleri, ibâdetlerini ancak mâbed dahilinde yapabilir, mâbed dışında ibadet yapamazlardı.
3) “Savaş ganimeti bana helâl kılınmıştır.
Halbuki, benden önce peygamberlerden hiç birisine helâl değildir.
4) “Benden önce, her peygamber yalnız kendi kavmine gönderilmişti.
Ben ise, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmişimdir.”
5) “Peygamberler silsilesi benimle son bulmuştur.”
“Bana, Cevâmiülkelim verilmiştir.” Cevâmiülkelim’den maksad, Kur’ân-ı Kerîm’dir.
“Bana, şefaat yolları verilmiştir.” buyurmuşlardır.
Sohbetler (M. Asım Köksal)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN ZİKİRLERİ
Cenâb-ı Hakk (c.c.) Kur’ân’da: “Onlar (mü’minler) ayakta iken, otururken ve yatarken (daima) Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmran 191)
“Nice adamlar vardır ki, hiçbir ticaret, hiç bir alışveriş onları zikrullahtan alıkoymaz.” (En-Nûr 37)
Kur’ân tebliğcisi o büyük önder, bu emir ve sıfatların en canlı timsâli idiler.
Her zaman, daima Allah (c.c.)’ı zikreder daima O’nun adını takdis ederlerdi.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN ÂDET VE MEŞGALELERİ
İmâm-ı Tirmizi, “Şemâil”inde Hz. Ali (R.A)’den naklen Peygamberimiz (S.A.V)’in vaktini üç işe tahsis ettiklerini kaydeder. Bu vakitlerin bir kısmını ibâdetlere, bir kısmı âmme (halkın) işlerine, bir kısmı da şahsî meşgalelere tahsis edilmişti.
Hz. Resûlullah (S.A.V) gecenin yansı, yahut üçte ikisi geçtikten sonra kalkarlar, dişlerini misvakla ovarlar, sonra abdest alıp Teheccûd namazı kılar, daha sonra da sabah namazı için mescide çıkarlardı.
Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar istirahat ederlerdi. Onlara vaaz ve nasihatta bulunurlardı. Kuşluk vakti dört veya sekiz rekât namaz kılarlar, buna müteakip evlerine giderler, evlerinin işiyle meşgul olurlardı. İkindi namazından sonra zevcelerini teker teker ziyaret ederlerdi.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN HİTABET VE BELAGATLERİ
Peygamberimiz (S.A.V), arap kabilelerinin en fasihi olan Kureyş’te doğmuşlardır. Kendileri “En fesâhatliniz benim” buyururlardı. Cennet ehli de onun bu fesîh ve beliğ lisanı ve şivesi ile konuşacaktır.
Mescidde konuştukları zaman asaya, harb meydanında ise yaya dayanırlardı.
Bir din dâvetçisi olarak konuşmalarında dini vecd ve heyecanın coşkunluğu görülürdü.
En katı yürekler O (S.A.V)’nun sözlerinin tesiriyle yumuşardı. En heyecanlı zamanlarda O (S.A.V)’nun sözleri, alevlenen, köpüren duygulan teskin eder, birbirine en müthiş düşmanlık hisleriyle dolu olanları yumuşatırdı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN MÜLAKAT VE ZİYARETLERİ
Peygamberimiz (S.A.V) kendileriyle görüşmeye gelen ziyaretçileri kabul ederler, onlarla musafaha etmek için önce davranırlar, musafaha esnasında ellerini daha önce çekmek itiyadında değillerdi. Söz bitmeden diğer söze cevap vermezlerdi.
Birilerini ziyarete gittikleri zaman kapının sağ ve sol kanadı önünde dururlar. “Esselâmü aleyküm” derler. İçeri girmek için izin isterler, müsaade edilirse girerler, edilmezse geri dönerlerdi. Yolda gördüğü herkese selam verirlerdi.
RESÛL-İ EKREM (S.A.V)’DE ALLAH KORKUSU
Hz. Muhammed (S.A.V), Peygamberlerin sonuncusu, insanların en ekmeli ve Allah (c.c.)’ın habibi olduktan halde Allah (c.c.)’tan o derece korkarlardı ki, zaman zaman “Mahşer günü ne olacağım?” buyurdukları ve yine Allah (c.c.) korkusundan mübarek gözlerinden yaşlar geldiği olurdu. Hz. Übey b. Kâ’b (R.A) der ki: “Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v,):
—”Ey imân edenler, Allah’ınızı hatırlayınız. Allah’ınızı zikrediniz. Zelzele yaklaşıyor. O’nun arkasından neler gelecek. Ölüm bütün maiyyeti ve neticeleri ile önünüzdedir” buyururlardı. Mişkât Ağlama Bahsi (40).
Peygamberimiz (S.A.V) ayrıca “siz benim bildiğimi bilseniz az güler, çok ağlardınız” buyururlardı. (Buhari-Miislîm)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN İBÂDETLERİ
Allah (c.c.)’ın terbiye ettiği ve devamlı olarak O’nun kontrolü ve murakabesi altında bulunduğu Şanlı Peygamber (S.A.V), mütemadiyen ibâdet hâli içinde idiler. Kendileri “Allah (c.c.)’a lâyıkı veçhile ibâdet nasıl icra edilir” bunu tebliğ ve tatbik etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem (S.A.V), fıtraten ibâdeti sevenler, gözünün nurunu, gönlünün huzur ve sürûrunu onda bulurlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN KONUŞMALARI
Peygamberimiz (S.A.V)’in konuşmaları tatlı ve te’sirli idi. Söz söyledikleri zaman gür ve yüksek sesle, kelimeleri tane tane söylerlerdi, hattâ dinleyenler sözlerini ezberleyebilirlerdi.
Sözlerini umumiyetle üç defa tekrar ederler, konuşmaları esnasında başlarını yukarıya kaldırırlardı. Kimseye fena söz söyleme ve kimsenin sözünü kesmezlerdi. Boş söz asla konuşmazlardı.
Nadiren güler, fakat ekseriya tebessüm ederlerdi:
Bazı rivayetlere göre de Peyamberimiz (S.A.V) hiç bir zaman kahkaha ile gülmemişlerdir. Daima hakkı konuşurlardı. Konuşulması ve anlatılması gereken bazı şeylere kinaye yolu ile işaret ederlerdi.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN MİSAFİRPERVERLİKLERİ
Muhtelif yerlerden Peygamberimiz (S.A.V)’e bir çok ziyaretçi ve misafir gelirdi. Resûl-i Ekrem (S.A.V) bunların hizmetini bizzat görür ve ağırlarlardı. O (S.A.V)’nu görmeye gelen hiç bir kimse ağırlanmadan bırakılmazdı.
O (S.A.V) ihsan ve ikramlarında müslimi, gayr-i müslimden tefrik etmez ve herkesi ağırlardı.
Ba’zen misafirler çok gelir, evdeki bütün yiyecekler biter, ev halkı aç sabahlardı.
Ba’zen o kadar kalabalık oluyordu ki, Resul-i Ekrem (S.A.V) oturacak yer bulamaz ve çömelirdi.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN YEMEK YİYİŞ TARZLARI
Peygamberimiz (S.A.V) zâhidâne bir hayat yaşadıklarından bulduğunu yerler ve kalabalıkla yemek yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp iki ayağı üzerine oturarak besmele ile yerlerdi. Sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
“Sıcak yemekte bereket yoktur. Allahü Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyleyse yemeği soğutun” buyurmuşlardı.
Meyvelerden en çok yaş hurma, kavun, karpuz ve üzümü severdi. Karpuzu şeker ve ekmekle yerlerdi. Kabağı da severler ve onun hakkında “O, kardeşim Yûnus’un sebzesidir” buyururlardı. Avlanan kuş eti yerler fakat kendileri avlamazlardı. Yemekleri parmakları ile sıyırırlar ve; “Yemeğin sonu daha bereketlidir” derlerdi.
Parmaklarını temizlemeden ellerini mendil ile silmezlerdi. Yemeğin sonunda nimetleri veren Cenâb-ı Hakk (c.c)’a hamd-ü şükr eder ve ellerini yıkarlardı. Su içerken üç kerede içmeyi i’tiyad edinmişlerdi.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN UMÛMÎ ÂDETLERİ
Peygamber Efendimiz (S.A.V), umumiyetle sağ eliyle iş görmeyi severlerdi. Ayakkabılarını giyerlerken önce sağ ayakkabılarını giyerlerdi. Camiye girerken önce sağ ayağıyla adım atarlar, şayet bir şey dağıtacak olursalar sağında bulunanlardan başlar ve bir iş yapacakları zaman besmele çekerlerdi. Elbiseyi de önce sağdan giyerler, soldan çıkarırlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN MECLİSLERİ
Resûlullah (S.A.V)’ın meclisleri, bir saray gibi hizmetçiler ve maiyyet halkı ile çevrili değildi. Hattâ evinin kapısı bile yoktu. Huzurlarında Ashâb (R.A), o kadar sessiz ve sakin otururlardı ki, onları gören, cemaatten her biri başına konan kuşu ürkütmemek gibi davrandıklarını zannederlerdi.
Söz söylemek isteyenlerin ilim ve faziletlerine itibar olunurdu. Peygamberimiz (S.A.V) önce muhtaç ve fakirleri dinler onların ihtiyacını te’min ederlerdi. Huzurlarında oturanlar başlarını eğerek otururlardı. Kendileri de son derece mütevazi bir şekilde otururlardı.
Mecliste bulunanlardan birisi söz söylerken Peygamberimiz (S.A.V), onun sözünü kesmezlerdi.
Bazı zevata karşı aşırı hürmet ve muhabbetlerinden ayağa kalkarak karşılarlardı.
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZİN SABIR VE ŞÜKÜRLERİ
O (S.A.V)’nun hayatı, O (S.A.V)’nun bütün ilâhi emirleri harfiyyen yerine getirdiğinin şahididir.
O (S.A.V), felâketlere, hezimet ve musibetlere sabreder; lütuf ve nimete erince de şükrederdi. Resûl-i Ekrem (S.A.V) bu iki vasfı eşit olarak hâizdi.
Kur’ân’da O (S.A.V)’na sabretmeyi emretmektedir.
“Peygamberlerden şeriat sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret. (Ahkâf, 35) O (S.A.V) da bütün sıkıntılara, Allah (c.c.)’a dayanarak sabretmiştir.
(S.A.V.) EFENDİMİZİN HİTABETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.) “En fesâhâtliniz benim.” buyururlardı. Cennet ehli de onun bu fasih ve beliğ lisanı ve şivesi ile konuşacaktır.
Peygamberimiz (s.a.v.) hutbelerinde fasih bir lisan kullanırlardı. Hutbe vermek için hücrelerinden tek başlarına, üzerlerinde sadece bir elbise ile çıkarlardı. Hutbe esnasında bazen ellerinde bir yay, bazen bir asa bulunur ve buna dayanarak hutbe irâd buyururlardı. Mescidde konuştukları zaman âsâya, harb meydanında ise yaya dayanırlardı. Cuma ve bayram hutbelerini, tâyin edilen vakitlerde, diğerlerini ise gayr-ı muayyen zamanlarda verirlerdi. Hutbelerinde daha çok haber cümlelerini tercih ederlerdi. Sözlerinin te’sirini artırmak istedikleri zaman, cümleleri sual-cevap tarzına sokarlardı. Hutbelerinin te’sirli yerlerinde, bütün vücûdlarının tepeden tırnağa kadar titrediği olurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.), dîne davet eden bir peygamber, bir fâtih, bir vaiz, bir kumandan, bir hâkim ve bir devlet reisi idiler. Bir din dâvetçisi olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in konuşmalarında dînî vecd ve heyecanın coşkunluğu görülürdü.
O (s.a.v.)’nun hitabeleri, dinleyiciler üzerinde mucîzevi bir te’sir icra eder, en katı yürekler, O (s.a.v.)’nun sözlerinin te’siriyle yumuşardı. En heyecanlı zamanlarda O (s.a.v.)’nun sözleri, birbirine en müthiş düşmanlık hisleriyle dolu olanları yumuşatırdı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, Sh.: 26)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN GÜZEL AHLÂKI
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in mübarek sözleri arasında öyle güzel ve hikmet dolu sözler vardır ki, bunlara “Bedayi’ül Hikem” denilir
Şu mealdeki Hadis-i Şerifler, bu Ahlâk ve Hikmet esaslarından bazısıdır:
* Hikmetin başı Allah korkusudur.”
* “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir”
* “İnsanlar, tarak dişleri gibi hukuk bakımından eşittirler.”
* “Kendi değerini bilen kişi helak olmaz.”
* “Kendisi için istediğini senin için de istemeyen kimsenin dostluğunda hayır yoktur.”
* “Kendisi için sevdiğini, kardeşi için de istemedikçe, kişinin imanı kamil olmaz.”
* “Yalan yere yemin etmek yurdları harabeyeçevirir.”
* “Emaneti sana güvenen kimseye teslim et. Sana hıyanet edene sen hıyanet etme.”
* “Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.”
* “Alışverişde en çok ziyan eden o kimsedir ki, başkasının dünyası uğrunda kendi ahiretini yitirir.”
* “Kardeşinin uğradığı musibetten dolayı sen sevinç gösterme; yoksa, yüce Allah onu kurtarır da seni musibete düşürür.”
* “Cezası en çabuk verilen şey, zulümdür.”
* “İnsanlara kendini sevdirmek aklın yarısıdır”
* “Kanaat tükenmez bir hazinedir.”
* “Pişmanlık bir tevbedir.”
(Ö. N. Bilmen, Büyük İslam İlmihali)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN AZİM VE CESARETLERİ
Cenâb-ı Hakk (azze ve celle), Kur’ân’da peygamberini methederken onlar hakkında: “azim sahibi peygamberler” buyurmuştur. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu sıfata kemâliyle lâyık ve sahip idiler. On üç sene devam eden felâket ve haksızlık demleri O (s.a.v.)’nun azim ve cesaretini asla sarsmamıştır.
Mekke’nin ileri gelenleri O (s.a.v.)’na tatbik ettikleri zulüm ve haksızlıktan bıktıktan zaman, O (s.a.v.)’na, Arabistan’ın hükümdarlığını, zenginlik ve en güzel kadınlarını teklif etmişler ve bu da’vâdan vazgeçmesini söylemişlerdi. Onlar bütün bu iğfal edici va’dlerin bir fayda vereceğini sanmışlardı. Aslında bu va’dlar, en sağlam inşânı bile sarsıp, da’vâsından vazgeçirebilirdi. Fakat O (s.a.v.), bütün bunlara ikrah nazarı ile bakmış, bütün bu aldatıcı va’dlere mukavemet etmişti. Bu şartlar altında amcaları Ebû Tâlib, kendilerini himayeden feragat edeceğini hissettirdiği zaman, gösterdikleri azim ve cesaret, insanlık târihinde benzerine rastlanmayan bir numunedir
“Amca! Bir elime ayı bir elime güneşi koysalar, ben bu hak davâdan vazgeçmem!” buyurmuşlardı.
Hayâttan boyunca müşriklerle ve diğer gayr-ı müslimlerle olan mücâdelelerinde azim ve cesaretin en güzel örneklerini vermişler, ordulan sayıca az olmasına rağmen büyük sayıdaki müşrik ordularını azim ve cesaretleri sayesinde perişan etmişlerdir.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin YüceAhlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN AHDE VEFAKÂRLIKLARI
Peygamberler ve bahusus Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), ahdine ya’nî verdiği söze son derece vefakâr ve riayetkar idiler. Birkaç misâl:
Ebû Râfi (r.a.), Kureyş tarafından Medine’ye gönderilen bir köle idi. Medine’de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’i gördükten sonra O (s.a.v.)’na gönülden bağlanmış, müslümân olmuş ve Medine’de kalmayı arzûlamıştı.
Resûlullah (s.a.v.):
“Elçileri alıkoymak doğru değildir. Kalk Mekke’ye git. Oraya vardıktan sonra bize dönmek istersen gelebilirsin.” diyerek bu teklifi reddetmişlerdi.
O da Mekke’ye dönmüş bilâhere Medine’ye gelerek müslümânlara iltihâk etmişti.
(Ebû Dâvud)
Peygamberimiz (s.a.v.) peygamberliğinden önce Abdullah b. Ebû Amsâ ile bazı ticari işler görmüştü. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bazı hesabları tesviye etmek için bu adamla bir yerde buluşmağa söz vermişlerdi. Abdullah bu sözü unutmuş ancak üç gün sonra verdiği sözü hatırlayarak geldiğinde Resûlullah (s.a.v.)’ı, hâlâ kendini bekler bir halde bulmuştu. Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.), Abdullah’ı görünce:
( “Abdullah! Üç gündür seni burada bekliyorum.” demekle yetinmiş, başka bir şey söylememişlerdi. (Ebû Dâvud)
(Peygamber(s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, Sh.: 73)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN YÜCE AHLAKI
Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine peygamberlik gelmeden önce de, kavmi arasında ahlakının güzellik ve üstünlüğü ile övülür parmakla gösterilirdi. Bu gerçeği, Muhammed b. İshâk ile Muhammed b. Sad ve daha başkaları, şöyle dile getirirler:
«Resûlullah (s.a.v.), erlik çağına erinceye kadar ve insanlıkça, kavminin en üstünü Ahlakça en güzeli, soy sopca, en şereflisi, komşuluk haklarını, en çok gözeteni, hilimce en büyüğü, doğru sözlülükte, en başta geleni, eminlik ve güvenirlikte, en büyüğü, kötülükten ve insanları alçaltan huylardan da, en uzak bulunanı idi. Allah (c.c.), O (s.a.v.)’nda, bütün iyi haslet,ve meziyetleri toplamıştı. Bunun için, kendisi kavmi arasında «El’Emin» ismi ile anılırdı.
Ebu Abdullahülcedeli (r.a.) der ki: «Âişe (r.a,)’a Peygamber (s.a.v.) ahlakı nasıldı?» diye sordum. “İnsanların en güzel ahlaklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiç bir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı pazarda bağırıp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Affeder ve bağışlardı.” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in dokuz on yıl hizmetinde bulunmuş olan Enes b. Malik (r.a.)’te «Resûlullah (s.a.v.) insanların en güzel ahlaklısı idi.» der.
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi, C. 11, Sh.: 431)
***
«Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak “ol” der ve olur.» (Bakara Sûresi: 117)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN GÜZEL AHLAKI
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek sözleri arasında öyle güzel ve hikmet dolu sözler vardır ki, bunlara “Bedayi’ül-Hikem” denilir. Şu mealdeki Hadis-i Şerifler, bu Ahlak ve Hikmet esaslarından bazısıdır:
«Hikmetin başı Allah korkusudur.»
«İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir.»
«İnsanlar, tarak dişleri gibi hukuk bakımından eşittirler.»
«Kendi değerini bilen kişi helak olmaz.»
«Kendisi için istediğini senin için de istemeyen kimsenin dostluğunda hayır yoktur.»
«Kendisi için sevdiğini, kardeşi için de sevmedikçe, kişinin imânı kâmil olmaz.»
«Yalan yere yemin etmek yurtları harabeye çevirir.»
«Emaneti sana güvenen kimseye teslim et; sana hıyanet edene sen hıyanet etme.»
«Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.»
«Alışverişde en çok ziyan eden o kimsedir ki, başkasının dünyası uğrunda, kendi ahiretini yitirir.»
«Kardeşinin uğradığı musibetten dolayı sen sevinç gösterme, yoksa yüce Allah onu kurtarır da seni musibete düşürür»
«Cezası en çabuk verilen şey, zulümdür.»
«İnsanlara kendini sevdirmek aklın yarısıdır.»
«Kanaat tükenmez bir hazinedir.»
«Pişmanlık bir tevbedir…»
(Ö.N. Bilmen – Büyük islâm İlmihali)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN YATIŞI
Berâ b. Azib der ki: “Resûlullah (s.a.v.), bana yatacak yerine varacağın zaman, namaz için abdest aldığın gibi, abdest al; sonra sağ yanının üzerine yat ve sonra da “Allahım, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. Sırtımı sana dayadım. Ben senin azabından korkar, rahmetini umarım. Senden, senin rahmetinden başka sığınılacak yok, Senin azabından korunulacak yok. Ancak Senin rahmetine sığınılır, ancak Senin rahmetinle kurtulunur. Ben senin indirmiş olduğun kitabına ve göndermiş olduğun Pepgamberine inandım.” de! O gecede ölürsen, İslâm fıtratı üzere ölürsün.”
Yine rivayete göre: Peygamberimiz (s.a.v.): “Sizden biriniz geceleyin döşeğinden kalktıktan sonra, ona dönüp yatacağı zaman, onu izarının eteği ile üç kere çırpsın. Çünkü kendisinden sonra neler olduğunu, nelerin gelip yatak üzerinde yerini aldığını bilemez. Döşeğine yattığı zaman sağ yanının üzerine yatsın. Yanını döşeğe koyduğu zaman da “Allah’ım seni tesbih ve tenzih ederim. Ya Rab! Yanımı, döşeğe senin izninle koydum. Senin isminle de kaldırırım. Eğer ruhumu tutar, alıkorsan, ona rahmet ve mağfiret ihsan buyur. Eğer geri salarsan salih kullarını koruduğun gibi onu koru.” Uyandığı zaman da “Hamdolsun Allah’a ki, beni cesedimde afiyetli kıldı. Ruhumu bana geri çevirdi. Ve zikri için bana izin verdi,” desin.»
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi C. 11, Sh.: 395)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MEŞGALELERİ
Peygamberimiz (s.a.v.), evine girişinden itibaren vaktini, Allah (c.c.)’a ibadete, ev halkının işlerine ve kendi şahsi islerine aid olmak üzere üçe ayırmıştı. Şahsına ayırdığı vakti de, kendisi ile insanlar arasında bölüştürmüştü.
O vakitte yanına, insanlardan ancak seçkin sahabiler girerdi. Halka dini meseleleri, onlar aracılığı ile tebliğ eder, halkı ilgilendiren hiç bir şeyi yanında tutmaz, biriktirmezdi. Peygamber (s.a.v.), ümmetine ait vakti, fazilet sahiplerine, dindeki üstünlük derecelerine göre bölüştürüp kendilerini ona göre huzuruna çağırmak âdeti idi. Onların dini hacetleri ile meşgul olur, sorularına gereken cevapları verir, sonra da «Bunları, burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Bana kendisi gelip hacetini arz edemeyen kimsenin hacetini siz bana arz ediniz. Muhakkak ki, sultana hacetini arz edemeyenin hacetini arz eden kimsenin ayaklarını, kıyamet gününde Allah (c.c.) sırat üzerinde sabit kılar.» buyururdu.
Peygamber (s.a.v.)’in yanında başka bir şey anılmaz, dile getirilmezdi. Zaten kendisi de, hiç kimseden bundan başkasını kabul etmezdi. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna girenler, talib olarak girerler, en büyük ilim zevkini tatmış ve onlara dalalet edici oldukları halde çıkarlardı.
(M.A. Köksal, İslâm Tarihi, C. 11)
***
“Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir.”
(El-Mülk Sûresi: 30)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN DÖŞEĞİ
Hz Âişe (r.a.)’nin bildirdiğine göre: Peygamberimiz (s.a.v.)’in, üzerine yatıp uyuduğu döşeğin, yatağın yüzü derindendi, içi hurma lift doldurulmuştu. Kendisi de, zevcesi de onun üzerinde yatardı. Yastığının da, yüzü deridendi, içi hurma lifi doldurulmuştu.
Ensari bir hanımın getirdiği yün döşeği geri göndermiş ve «Vallahi ey Aişe, isteseydim Allah (c.c.) altın ve gümüş dağlarını benim yanım da yürütürdü.» buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in minderi de iki abadan ibadetti. Bir gece yanıma geldiği zaman, bu abayı katlayıp daraltmış idim. Onun üzerinde uyudu. Sonra:
“Ey Âişe! Bu geceki döşeğim, ne için her zamanki gibi değildi?” diye sordu.
“Yâ Resûlallah! Onu senin için katlayıp daralttım.” dedim. “Sen onu eski haline çevir.” buyurdu.
Hz Âişe (r.a.) der ki: “Resûlullah (s a.v.)’ın bir hasırı vardı ki geceleyin onun üzerinde namaz kılar, gündüzün de serip üzerinde halk ile otururdu.”
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi, C. 11, Sh.: 153)
***
“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”
(Er-Rûm Sûresi: 22)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YEMEK YİYİŞLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.), ne kapalı kapılar ardına çekilir, ne perdeler arkasına dikilir, ne de kendisinin önüne, tabaklarla yemek taşınırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) toprak üzerine oturur, yemeğini de yerde yerdi
“Ben, kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediği gibi yerim. Ben ancak bir kulum.” buyururdu. Ebu Cuhayfe (r.a.) der ki: Resûluüah (s.a.v.): «Ben, bir şeye dayandığım halde yemek yemem.» buyurdu.
Dayanmak üç türlüdür:
«Yemeğin bereketi; yemekten önce ve sonra el yıkamaktır.» «Sizden biriniz, yemek yiyeceği zaman, çanağın ortasından yemesin. Fakat kıyılarından yesin. Çünkü, bereket onun ortasına iner.» buyurdu. Yemek ortaya konulduğu zaman, Peygamberimiz (s.a.v.): «Allahümme barik lenâ fima rezaktana vekına azabennar. Bismillah» diyerek dua ettikten sonra yemeğe başlardı.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Yemeğe başlaınadan önce, besmeleyi unutursan (yemeğin evveli ve ahiri için bismillah) desin.» “Kim, elindeki et, yağ kokusunu, bulaşığını yıkamadan uyur da, kendisinin başına bir şey gelecek olursa kendisinden başkasını suçlamasın.” buyurdular.
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi. C. 11, Sh.: 399)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN KONUŞMALARI
Hind b. Ebi Hâle, Peygamberimiz (s.a.v.)’i anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.v.), daima düşünceli idi. Kendisinin susması, konuşmasından uzun sürerdi. Resûlullah (s.a.v.), lüzumsuz yere konuşmazdı. Söze başlarken de, sözü bitirirken de Allah (c.c.)’ın ismini anardı. Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle konuşurdu. Resûlullah (s.a.v.)’ın sözleri, hep gerçek ye yerinde idi. Resûlullah (s.a.v.) konuşurken ne fazla ne de eksik söz kullanırdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi. En ufak bir nimete bile şükreder, hiç bir nimeti yermezdi. Bir nimeti, ne hoşuna gittiği için över ne de hoşlanmadığı için yererdi.
Dünya için, dünya işleri için kızmazdı. Bir hak çiğnenmek istenildiği zaman onun öcünü almadıkça, hiç bir şey, kızgınlığının önüne geçemezdi. Kendi şahsı için asla kızmaz ve öç almazdı. Bir şeye işaret edeceği zaman parmağı ile değil, bütün eli ile işaret ederdi. Hayret ve teaccüp ettiği zaman, elinin duruşunu tersine çevirir, yani avucu göğe doğru ise, onu yere doğru, avucu yere doğru ise onu göğe doğru çevirirdi. Konuşurken el hareketi yapar, sağ elinin avucunu, sol elinin baş parmağının iç tarafına vurur dururdu.
Kızdığı zaman, kızgınlıktan hemen vaz geçer, kızgınlığını belli etmezdi. Neşelendiği ferahlandığı zaman, gözlerini yumardı. En fazla gülmesi, gülümsemekti. Gülümserken de, ağzındaki dişleri inci taneleri gibi görünürdü.»
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi, Cil 11, Sh.: 416)
Peygamberimiz (s.a.v.). Peygamberlikten önce de, hilm sıfatının üstünlüğü ile kavminin en büyüğü idi. Her hilm sahibinden bir sürçme sadır olmuştur. Fakat Resûlullah (s.a.v.) bundan masûn bulunmuş, eza ve işkencelerin çoğalması, kendisinin, ancak sabrını artırmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.), şahsına karşı işlenmiş olan suçlardan dolayı asla öç almazdı. O (s.a.v.) insanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve suç bağışlayanı idi.
Hz. Ali (r.a.), “Peygamber (s.a.v.), meclisine gelen yabancıların sözlerinde ve sorularındaki kabalık ve kırıcılığa, Esbabı da kendisi gibi katlansınlar diye, katlanırdı.” demiştir.
Enes b. Malik (r.a.)’in rivayetine göre: Peygamber (s.a.v.)’a her kim gelirse, ona vaadda bulunur, istenen şey, yanında bulunursa onu yanına getirirdi. Namaz için ikamet getirildiği sırada, bir bedevi gelip, Peygamber (s.a.v.)’in elbisesinden tutarak: «Görülecek işimden az bir şey kaldı. Namazdan sonra, onu unutursun diye korkuyorum.» dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), işini görüp bitirinceye kadar badevi ile birlikte ayakta durdu, sonra dönüp namaz kıldı.
Yine Enes b. Malik (r.a.) der ki; Peygamber (s.a.v.)’e on yıl hizmet ettim. Bana ne «öf» dedi, ne de yapmadığım bir iş için «Keşki onu yapmasaydın,» ne de yaptığım bir iş için «Bunu ne diye yaptın» dedi.
(M.A. Köksal – İslâm Tarihi, C. 11, Sh.: 451)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN AZİM VE CESARETLERİ
Cenâb-ı Hakk (azze ve celle), Kur’ân’da peygamberini methederken onlar hakkında: “azim sahibi peygamberler” buyurmuştur. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu sıfata kemâliyle lâyık ve sahip idiler. On üç sene devam eden felâket ve haksızlık demleri O (s.a.v.)’nun azim ve cesaretini asla sarsmamıştır. Mekke’nin ileri gelenleri O (s.a.v.)’na tatbik ettikleri zulüm ve haksızlıktan bıktıkları zaman, O (s.a.v.)’na, Arabistan’ın hükümdarlığını, zenginlik ve en güzel kadınlarını teklif etmişler ve bu da’vâdan vaz geçmesini söylemişlerdi. Onlar bütün bu iğfal edici va’dlerin bir fayda vereceğini sanmışlardı. Aslında bu va’dler, en sağlam, insanı bile sarsıp, da’vâsından vazgeçirebılirdi. Fakat O (s.a.v.), bütün bunlara ikrah nazarı ile bakmış, bütün bu aldatıcı va’dlere mukavemet etmişti. Bu şartlar altında amcaları Ebû Tâlib, kendilerini himayeden feragat edeceğini hissettirdiği zaman, gösterdikleri azim ve cesaret, insanlık târihinde benzerine rastlanmayan bir numunedir:
— «Amca! Bir elime ayı bir elime güneşi koysalar, ben bu hak da’vâdan vazgeçmem!» buyurmuşlardı.
Hayâtları boyunca müşriklerle ve diğer gayr-ı müslimlerle olan mücâdelelerinde azim ve cesaretin en güzel örneklerini vermişler, orduları sayıca az olmasına rağmen büyük sayıdaki müşrik ordularını azim ve cesaretleri sayesinde perişan etmişlerdir.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.)EFENDİMİZİN KADINLARA HÜSN-İ MUÂMELELERİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in etrafında dâima erkekler toplandığı için kadınlar Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e suâl sormağa fırsat bulamıyorlardı. Bunun için kadınlar Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e müracaat ederek kendilerine bir gün ta’yîn edilmesini istemişlerdi. Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.) de bu müracaatı kabul ederek kadınlara bir gün tahsis etmişlerdi. (Buhari)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e müracaat eden kadınlar, gayet sarîh ve açık bir ifâde ile suâller sorarlar; Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Ashâb (r.a.)’ı onların cesaretine hayret ederdi.
Kadınların tabîatındaki nezâket ve kalbindeki za’f dolayısıyla Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onların hissiyatını rencide etmemeğe bilhassa dikkat gösterirler ve kadınlara mülâyemetle muamele ederlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v.), büyük bir inkılâb gerçekleştirerek kadınlara gerçek kadınlığın şahsiyet ve vekârını bahsetmiştir. Kadınları hürmat ve i’tibâr nokta-i nazarından erkeklerle aynı seviyeye çıkaran O (s.a.v.)’dur; O (s.a.v.)’nun getirdiği sistemdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in âlemlere rahmet olarak gönderilişinin bir eseri olarak da herkese merhametle muamele buyurmalarıdır.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
***
“(O akıl sahipleri) ki onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar.” (Ra’d Sûresi: 20)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ÇOCUKLARA ŞEFKAT VE SEVGİLERİ
Çocuklara olan sevgisinden dolayı onlara tesadüf ettikçe dâima selâmlardı (Ebû Dâvud).
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) anne ve baba ile çocuklara dâir hâdiselerden son derece mütehassıs olurlar ve bunları dinlemek isterlerdi. Bir gün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Âişe (r.a.)’yi ziyaret etmiş ve Hz. Âişe (r.a.) evde onlara ikram için bir hurmadan başka bir şey bulamayınca hurmayı anneye vermiş; anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirmişti. Hz. Âişe (r.a.) bu hâdiseyi Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.)’ne anlatınca Efendimiz (s.a.v.) şu sözleri söylediler:
— “Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak Cehennemden kurtuluştur.” (Buhari)
Ashâb’dan Câbir b. Semûre (r.a.) anlatıyor:
— «Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’le namazımı kıldım. Namazdan sonra Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) evlerine gidiyorlardı. Ben de kendilerini ta’kîb ettim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yolda bazı
çocuklara rast geldiler; hepsini okşadılar, beni de onlarla beraber okşadılar…»
Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir çocuğu severlerken bir bedevi gelmiş ve Allah (c.c)’ın Resulü (s.a.v;)’ne:
— «Siz çocukları bu kadar seviyorsunuz, benim on torunum olduğu halde bir defa bile kucağıma alıp sevmedim!» demişti de Allah (c.c.)’ın Elçisi (s.a.v.) de:
(«O halde Cenâb-ı Hak seni şevkât hissinden mahrum etmiş.» cevabını vermişlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN AHDE VEFÂKÂRLIKLARI
Peygamberler ve bahusus Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), ahdine ya’nî verdiği söze son derece vefakâr ve riayetkar idiler. Birkaç misâl:
Ebû Râfi (r.a.), Kureyş tarafından Medîne’ye gönderilen bir köle idi. Medine’de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’i gördükten sonra O (s.a.v.)’na gönülden bağlanmış, müslümân olmuş va Medîne’de kalmayı arzûlamıştı. Resûlullah (s.a.v.):
—«Elçileri alıkoymak doğru değildir. Kalk Mekke’ye git. Oraya vardıktan sonra bize dönmek istersen gelebilirsin.» diyerek bu teklifi reddetmişlerdi.
O da Mekke’ye dönmüş ve fakat bilâhare Medine’ye gelerek müslümânlara iltihâk etmişti. (Ebû Dâvud)
Peygamberimiz (s.a.v.) peygamberliğinden önce Abdullah b. Ebû Amsâ ile ba’zı ticarî işler görmüştü. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ba’zı hesabları tesviye etmek için bu adamla bir yerde buluşmağa söz vermişlerdi. Abdullah bu sözü unutmuş ancak üç gün sonra verdiği sözü hatırlayarak geldiğinde Resûlullah (s.a.v.)’ı, hâlâ kendini bekler bir halde bulmuştu. Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.), Abdullah’ı görünce:
—«Abdullah! Üç gündür seni burada bekliyorum.» demekle yetinmiş, başka bir şey söylememişlerdi. (Ebû Dâvud)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)Sh.: 73)
PEYGAMBER (S A.V.) EFENDİMİZ’İN AF VE BAĞIŞLAYICILIKLARI
Af ve bağışlama O (s.a.v.)’nun öyle bir huyudur ki, bu hususta kendilerini Kur’ân te’dib etmiştir. Cenâb-ı Hakk (azze ve celle):
«Affı öne al, iyilikle emret, câhillerden yüz çevir!» (A’raf, 199) buyurmaktadır.
İntikam almağa kudreti varken affetmak, O (s.a.v.)’nda öyle bir aynadır ki; orada temiz ruhların en güzel şekilleri, ulvî maksat, yüce gaye, nefsin arzularının üstüne yükselme gibi üstün vasıflar parıldar.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, (Sh.: 54))
***
ŞEYTANIN KİBRİ
Allah (c.c.) İblis’e:
«Ben sana secde emretmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?» buyurdu, İblis şöyle dedi: «Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, O’nu ise çamurdan yarattın»
Allah-û Teâlâ:
«Hemen in oradan (Cennetten). Sana Cennette kibirlenmek gerekmez. Haydi çık. Çünkü sen hor ve bayağı kimselerdensin.» buyurdu, İblis:
“Bana, kıyamete kadar ömür ve müddet ver”. dedi.
Allah-û Teâlâ da:
«Sen mühlet verilenlerdensin.» buyurdu. İblis:
«Öyleyse, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, insan oğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım…» dedi. (A’raf: 12-17)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN MİSAFİRPERVERLİKLERİ
Muhtelif yerlerden Peygamberimiz (s.a.v.)’e birçok ziyaretçi ve misafir gelirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bunların hizmetini bizzat görür ve ağırlardı. O (s.a.v.)’nu görmeğe gelen hiç bir kimse ağırlanmadan bırakılmazdı.
O (s.a.v.), ihsan ve ikramlarında müslimi, gayr-i müslimden tefrik etmez ve herkesi ağırlarlardı. Bir defa müşriklerden biri O (s.a.v.)’nu ziyarete gelmiş ve misafirleri olmuştu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) misafirlerine doyuncaya kadar keçi sütü ikram etmişlerdi.
Ba’zen misafirler çok gelir, evdeki bütün yiyecekler biter, ev halkı aç sabahlardı. Yine bir gün Gıfarîler’den biri Peygamberimiz (s.a.v.)’e misafir olmuş, evde bir miktar sütten başka bir şey yoktu. Onu da misafire ikram ederek bütün ev halkı aç kalmışlardı.
Ashâb (r.a.) içinde en fakiri Suffelî’ler (Suffa Ashabı) idi ki, bunlar cemâatin devamlı misafiri idiler. Resûlullah (s.a.v.), bunların ağırlanmasını zaman zaman Ashâb (r.a.)’ına ikâz buyururlardı. Kendilerinin ancak dört kişi tarafından taşınabilecek bir kazanı vardı ki, öğle zamanı bu kazan getirilir ve suffa Ashâb (r.a.)’ı dizilerek Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’le birlikte ondan yerlerdi. Ba’zen o kadar kalabalık olurdu ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) oturacak yer bulamaz ve çömelirlerdi. (Müslim)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, (Sh.: 53))
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN İYİLİK VE MERHAMETLERİ
O (s.a.v.), ümmetine dâima iyilik ve merhametle muamele etmiş, köle ve cariyelere, çocuklara, düşkünlere ve canlılara merhametle muamele etmelerini emretmişlerdir. O (s.a.v.)’nun msrhâmeti düşmanlarına bile şâmil idi. Meselâ: Uhûd’da kendileri yaralı, amcası parçalanmış, yardımcıları ölmüş, yaralanmış ve dağılmış bir halde iken, düşmanlarına beddua etmssi istenince dua ettiren bu rahmetti. O (s.a.v.)’na işkence eden ve de kendilerini kovan sakîflere, Taîf günü dua ettiren yine o merhametti.
Açlıklarından şikâyet ederek, akrâbalık haklarına riâyet etmesini isteyen ve daha dün O (s.a.v.)’nu Mekke’den çıkarmış, Medine’de muhasara etmiş bulunan Kureyş’e Şam ve Yemen’e ticâret yollarını açtıran yine o merhamettir…
Hz. Âişe (r.a.) der ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir bedevi geldi ve dedi ki:
( “Sen çocukları öpüyormuşsun? Biz onları öpmeyiz.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) cevaben:
( «Allah kalbinden merhamet hissini almışsa ben sana ne yapabilirim?» buyurmuşlardı.
O (s.a.v.)’nun kalbi rahmetle dolup taşmıştır. O (s.a.v.)’nun rahmeti, dilinde müjde, gözlerinde yaş elinde ihsan olmuştur. Böylece merhamet ve iyilikte de önder olmuşlardır.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, Sh.: 52)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN SEHÂVET VE CÖMERTLİKLERİ
Ebu Zerr (r.a.)’in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.v.):
—«Bütün Uhûd dağı altın olsa ve bana verilse —borcumu ödemek için ayırdığım müstesna— onun bir dinarını üç gün yanımda bırakmak istemezdim.»
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), üzerlerinde bulunan parayı son kuruşuna kadar infâk etmedikçe evlerine girmezlerdi. Bir defasında Fedek Reisi hediye olarak dört deve yükü hububat göndermişti. Hz. Bilâl (r.a.) bunlan çarşıda satmış Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir yahûdîye olan borcunu ödemişti.
Resûlullah (s.a.v.) bir şey kalıp kalmadığını sormuş, Hz. Bilâl (r.a.) de kaldığını söyleyince:
— «Onları da sadaka olarak dağıt, yoksa evime gidemem.» buyurmuşlardır.
Hz. Bilâl (r.a.) de parayı verecek kimse bulamamış ve bunun üzerine Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.) evine gidememiş ve mescidde yatmışlardı. Nihayet ertesi sabah kalan parayı Hz. Bilâl (r.a.) dağıtmış ve Cenâb-ı Paygamber (s.a.v.)’e:
— «Cenâb-ı Hakk seni kurtardı» demişti. Rssûl-i Ekrem (s.a.v.)’de şükrederek evine gidebilmişlerdi. (Ebû Dâvud)
(Peygamber (s a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 49)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN SEHÂVET VE CÖMERTLİKLERİ
Kerem ve cömertlik, Peygamberimiz (sav)’in tabîat-ı aslîyelerindendir. Peygamberimiz (s.a.v.), insanların en âlicenâb ve en asîli idiler. Bilhassa Ramazân aylarında O (s.a.v.)’nun kerem ve sehâvetine sınır olmazdı.
Bir gün bir adam Resûl-i Ekrem (s.av) mer’ada otlayan keçilerini sayarken gelmiş ve bir kaç keçi istemişti. Resül-i Ekrem (s.a.v.) de ona bütün sürüyü vermişti. Adam sürüyü kabilesine götürdüğünde:
(«Hepiniz müslümân olunuz. Muhammed (s.a.v.) o kadar cömerd ki, fakirlikten hiç korkmuyor.» demişti. (Buhârî)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ba’zen birinden bir şey satın alır, sonra onu yine hediye ederlerdi Kendilerine bir şey geldi mi derhâl onu başkalarına hediye ederlerdi. Yanlarında bir şey gece kalacak olsa ondan üzüntü duyarlardı
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hanımı Hz. Ümm-ü Seleme (r.a.) validemiz anlatıyor:
«Resûlullah (s.a,v.)’ın yüzünde bir değişiklik hissettim. Sebebini sorunca:
«Dün aldığım yedi dinarı veremedim yanımda kaldı.» dedi.» (Müsned-i İbn-i Hanbel)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 48)
***
“Din kardeşinin ihtiyacını gideren bir mü’minin hacetini de Cenab-ı Allah giderir.”
Hadis-i Şerif (Camiussağir)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDlMİZ’İN HÜSN-İ MUÂMELELERİ
Hz. Câbir b. Abdullah (r.a.), bir sefer esnasında Resûlullah (s.a.v.)’la beraber bulunuyorlardı. Câbir (r.a.)’in devesi yorulmuş ve ise yaramaz hale gelmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) bu deveyi Câbir (r.a.)’den satın alarak parasını vermiş ve deveyi tekrar:
( «Deve de para da senindir.» diye iâde etmişlerdi. (Buharı)
Yine bir defa Resûl-i Ekrem (s.a.v.) birinden bir deve almış yerine de daha mükemmel bir deve vermiş ve «Borçlarını daha iyi ve daha mükemmel ödeyenler faziletli kişilerdir.» buyurmuşlardır.
Yine bir gün Medine hâricinde, bir kervan konaklamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) kervanın yanından geçerken kırmızı bir deve görmüşler, fiâtını sormuşlar ve hiç pazarlık yapmadan deveyi alıp gitmişlerdi. Bir müddet sonra kervân halkından bir kaç kişi arasında endişe başlamış ve deveyi, parasını almadan verdiklerinden pişmanlık duymuşlardı.
Kervanın içinden bir kadın:
( «Üzülmeyin, bu havalide bu kadar nur yüzlü bir adam görmedik, böyle bir adam yalan söyleyip bizi aldatmaz.» demiş, kervan halkını teskin etmişti.
Akşam üzeri Resûl-i Ekrem (s.a.v.) devenin parasıyla birlikte kervanın yiyecek ve içeceğini de göndermişlerdi. (Darekutnî)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı. Sh: 43)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN HÜSN-İ MUAMELELERİ
Kendileriyle Peygamberliğinden önce münasebette bulunanlar, dürüstlüğüne hayran olduklarından, O (s.a.v.)’na «El Emîn» diyorlardı Peygamber olduktan sonra bile Kureyş mensupları, Resulullah (s.a.v.)’ı can düşmanı bildikten halde emanetlerini muhafaza için O (s.a.v)’na veriyorlardı.
Bir gün bir bedevi, Peygamber (sav)’den alacağını almağa gelmişti. Bedevî kabalığından Resul-i Ekrem (s.a.v.)’e gayet sert sözler söylemişti. Ashâb (r.a.) kızarak bedeviyi şu sözlerle uyarmışlardı:
«Sen kime hitab ettiğini biliyor musun?.
Bedevî:
«Ben hakkımı istemeğe geldim, dedi
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de:
(«Siz onu tutacaktınız. Çünkü bu adam hakkını istiyor» buyurdular.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem (sav) Bedevî’ye hakkını fazlasıyla takdim ettiler. (İbn-i Mace)
Bir gün Sâib adlı bir arap taciri Paygamberimiz (s.a.v.)’e takdim edildi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
— «Ben onu sizden daha iyi tanırım.» demişler.
Sâib de:
— «Evet, ticârette arkadaşlık etmiştik. Bütün hesapların gayet mükemmeldi.» demişti.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı Sh.: 42)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YÜKSEK AHLÂKI
«Hz. Peygamber (s.a.v.), güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir vakit kaba ve sert huylu değildi. O (s.a.v.)’nun ağzından hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkid veya takbih etmez; sevmediği bir hareket veya durum karşısında bir şey söylemez, böyle bir harekette bulunan adam kendi hareket tarzının tasvibini isteyecek olursa, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu kınamadan, kalbini kırmadan bundan vaz geçirirler, yahut susarak muhatablarına memnun olmadığını hissettirirlerdi.»
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kendi hesabına üç şeyden sakınırdı:
— Münakaşa ve mücâdele etmekten,
— Kimseye lüzumundan fazla söylemekten,
— Kendilerini alâkadar etmeyen işlerle meşgul olmaktan.
Başkaları hesabına da üç şeyden sakınırdı:
— Kimseyi tenkid etmezdi.
— Kimseye hakarette bulunmazdı.
— Başkalarının sırlarına muttali olmak istemezdi. (Tirmizî, Şemâil)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bütün işlerini, bütün vazifelerini tâyin etmişler, tesbih ve tehlîl zamanlarını ayırmışlar, uyku ve istirahat, misafir ve ziyaretçilerin kabul saatlerini tesbit etmişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kimseye karşı hareket tarzını değiştirmezlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 41)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YÜKSEK AHLÂKI
Şu âyeti kerîmeler O (s.a.v.)’nun şefkat ve merhametinin, güzel ahlâkını dile getirmektedir:
«Andolsun ki, Allah’ın Resul (s.a.v.)’ünde Allah (c.c.)’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah (c.c.)’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.» (Ahzâb. 21)
«Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin.» (Kalem, 4)
«Sen kaba ve katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.» (Âl-i İmran, 159)
«Size kendinizden bir peygamber geldi ki müşkilât çekmeniz O’na pek ağır gelir, üzerinize son derece titizdir. Bütün mü’minlere gayet şefkatli ve merhametlidir.» (Et-Tevbe, 128)
Yine Hz. Âişe (r.a.) validemiz O (s.a.v.)’nun hakkında:
«Hz. Peygamber (s.a.v.) hiç kimseyi azarlamazdı, kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan fenalıklara göz yumar, faillerini affederdi. Bir kimse hakkında iki şıktan birini seçmek durumunda kalınca günaha düşmemek şartı ile en şefkatli olanı tercih ederdi. İlâhî emirlere isyan edenlere müstahak oldukları cezayı verirdi.» (Buhari, Müslim, Ebû Dâvud)
Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.) hiç bir müslümanı ismiyle lanetlememiş, hiç bir kadını, köle, cariye, hizmetçi ve hayvanı dövmemişlerdir.
Hiçbir şahsın da haram olmayan isteğini reddetmemişlerdir. (Buharı, Müslim, Ebü Dâvud)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜKSEK AHLAKI
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yüksek ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş, kendilerinde en güzel ahlâk örneğinin bulunduğu Kur’ân lisanıyla haber verilen bir Peygamberdir. Zâten ced’leri, beşeri kemâle eriştirmek ve doğru yola koymak, hayatları kusursuz, gönülleri temiz; kalpleri günah lekesinden beri, hidâyet dâvetçilerine ve mürşidlere bağlıdır.
Peygamberimiz (s.a.v.), kendi ifadeleriyle kendilerini Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın terbiye ettiğini söylemektedirler. Bu ifâde Peygamberimiz (s.a.v.)’in ne büyük bir ahlâkî kemâlâta nail olduğunu. gösterir. Çünkü O, söylediğini önce kendi nefsinde ve şahsında tatbik eden bir vaiz idi. Başkalarına îzah edip öğrettiği edeb ve ahlâki umdelerini en mükemmel surette yaşardı.
Hayatının en mahrem sırlarına vâkıf olan zevceleri Hz. Âişe (r.a.) ve Hz. Hatice (r.a) vâlidelerimizdir.
Hz. Aişe (r.a.):
— “O (s.a.v.)’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” diyor.
Hz. Hatice (r.a) de, ilk vahy anında heyecanlanan Resûl-i Zişân (s.a.v.)’ı, ahlâk ve meziyetlerini sayarak O (s.a.v.)’nu şöyle teskin etmeğe çalışıyordu:
— «Cenâb-ı Hakk seni asla mahcûb etmeyecektir. Çünkü Sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fukaraya yardım ediyor, misafirleri ağırlıyor, doğruları destekliyor, muhtaçlara yardımcı oluyorsun.» (Buharî)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN SABIR VE ŞÜKÜRLERİ
O (s.a.v.)’nun hayâtı, O (s.a.v.)’nun bütün ilâhi emirleri harfiyyen yerine getirdiğinin şahididir. O (s.a.v.), felâketlere, hezimet ve musibetlere sabreder; lütuf ve nimete erince de şükrederdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu iki vasfı eşit olarak hâizdi. Ashâb (r.a.)’ından biri bir gün en büyük musibetlere kimlerin hedef olduklarını sordu. Peygamberimiz (s.a.v.):
( «Her türlü musibete herkesten ziyâde peygamberler ma’rûz kalırlar. Diğer insanlar da ruhanî mertebelerine göre imtihana ve musibete uğrarlar.» (İbn-i Mâce) buyurdular.
Kur’ân da O (s.a.v.)’na sabretmeyi emretmektedir:
«Peygamberlerden şeriat sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret!» (Ahkâf. 35).
O (s.a.v) da bütün sıkıntılara, Allah (c.c.)’a dayanarak sabretmişlerdir.
Bütün bu sıkıntılara ancak Resûl-i Ekrem (sa.v.) gibi bir Peygamber-i Zişân sabredebilir.
Büyük işler başarmış dâhiler, kumandan ve fâtihler bu başarılarını kendi akıl basiret ve bilgilerine hamlederler. Fakat Allah (c.c.)’a yakın olanlar bu başarının kendilerine Allah (c.c.)’ın bir lütfu olduğunu bilir ve O’na hamdederler. Peygamberimiz (s.a.v.) de kendilerine bir nîmet, bir muzafferiyet nail olunca; derhal şükran secdesine kapanırlardı.
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ZİKİRLERİ
Cenâb-ı Hakk (c.c.) Kur’ân’da:
«Onlar (mü’minler) ayakta iken, otururken ve yatarken (dâima) Allah’ı zikrederler.»
(Âl-i İmran, 191)
«Nice adamlar vardır ki, hiç bir ticaret, hiçbir alışveriş onları zikrullahtan alıkoymaz» (En-Nur 37) buyurmaktadır.
Kur’ân tebliğcisi o büyük Önder, bu emir ve sıfatların en canlı timsâli idiler. Hz. Aişe (r.a.) validemiz, bize Resûlüllah (s.a.v.)’ın, hayâtları boyunca hiç bir an Hakk (c.c.)’ı tenzih ve takdisten geri kalmadıklarını haber veriyorlar. Her lâhza zikrullah ile meşgul bulunuyorlardı. Otururken, yatarken, yürürken, uyurken, abdest alırken, seyahat ederken, evinden çıkarken, mescide giderken, düşmanla mücâdele ederken dâima Allah (c.c.)’ı zikreder, dâima O (c.c.)’nun adını takdis ederlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 28)
İLÂHÎ İKAZLAR
«De ki «Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanet ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle Taguta tapanlardır ki işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır. Size geldikleri zaman «imân ettik» derler. Halbuki onlar muhakkak küfr ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır. Allah onların neler gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir.» (Mâide: 60-61)
HZ PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’E VERİLEN BEŞ HASLET
“Câbir bin Abdullah (r.a.)’dan rivayet edilmiştir ki, Peygamber (s.a.v.):
— Benden önce kimseye verilmeyen beş şey bana verildi. Bir aylık yoldan «düşmana» korku verilmekle zafergâh oldum. Ve yer bana mescid ve temizleyici kılındı. Binâenaleyh hangi kimseye namaz vakti gelirse namazını kılsın. Bana ganimetler helâl kılındı. Şefaat da verildi. Eskiden peygamber hususî olarak kavmine gönderilirdi; ben ise insanların hepsine gönderildim.” buyurdular.
İki aylık mesafeden düşmanın kalbine korku, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yalnız dahi olsa. mutlaka doğacaktır.
Yeryüzünün her tarafı Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve ümmetine mesciddir. Namazın sahîh olması için hususî bir yer yoktur. «Önceki peygamberlerden hiç biri mihrabına varmadıkça namaz kılamazdı.»
Hattabî diyor ki: «Geçmiş peygamberler iki kısımdır. Bir kısmına hiç cihad farz olmamış, bir kısmına ise cihad için izin verilmiş, lâkin ganimet olarak aldıkları şeyden istifâde kendilerine helâl kılınmamıştı.»
Kıyamet gününde şefaat etmek hakkı verilenlerin başında hiç şüphe yok ki. (Şefâat-i Uzmâ) sahibi Peygamberimiz (s.a.v.) gelir.
Diğer peygamberler yalnız kendi kavmine gönderilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise bütün insanlara peygamber gönderilmiştir.
(Selâmet Yolları. C. 1, Sh.: 166-168)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN İBÂDETLERİ
Allah (c.c.)’ın terbiye ettiği ve devamlı olarak O’nun kontrolü ve murakabesi altında bulunduğu şanlı Peygamber (s.a.v.), mütemadiyen ibâdet hâli içinde idiler. Her an O’nun rızâsına muvafık işlerle meşgul bulunuyorlardı. Kendileri «Allah (c.c.)’a lâyıkı vechile ibâdet nasıl icra edilir» bunu tebliğ ve tatbik etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), fıtraten ibadeti severler, gözünün nurunu, gönlünün huzur ve sürûrunu onda bulurlardı. Hattâ peygamber olmadan önce, Mekke haricindeki Hirâ Mağarası’nda bir ay yalnız başına kendilerini ibâdete verdikleri olurdu.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı,Sh.: 28)
***
MÜSLİM ŞERHİ’NDE BUYURULUYOR Kİ:
«Hz. Ali (r.a.)’nin Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e yakınlığını, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Hz. Ali (r.a.)’ye olan sevgisini, Hz. Ali (r.a.)’nin harblerdeki zaferlerini ve İslâm’a hizmetlerini düşünerek onu sevmek, İslâm’ın meydana çıkıp yayılmasında, Allah-û Teâlâ’nın ve Resulünün beğendikleri işlerin yapılmasında büyük emeğinin olduğunu görerek onu büyük bilmek, ancak mü’minlerin yapacağı iştir. Bunun aksine, saydığımız sebepler yüzünden Hz. Ali (r.a.)’ye düşman olan, buğz eden kimselerin nifakının şiddetli, fesadının çok olduğu anlaşılır. Böyle düşüncelerden Allah-ü Teâlâ’ya sığınırız.»
(Hz. R.M. Sâmi (k.s.), Hz. Ali (r.a.), Sh.: 256)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN HİTÂBET VE BELÂGATLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.) «En fesâhâtliniz benim» buyururlardı. Cennet ehli de onun bu fasîh ve belîğ lisanı ve şivesi ile konuşacaktır.
Peygamberimiz (s.a.v.) hutbelerinde fasih bir lisan kullanırlardı. Hutbe vermek için hücrelerinden tek başlarına, üzerlerinde sadece bir elbise ile çıkarlardı. Hutbe esnasında bazen ellerinde bir yay, bazen bir asa bulunur ve buna dayanarak hutbe îrad buyururlardı. Mescidde konuştukları zaman asaya, harb meydanında ise yaya dayanırlardı. Cuma ve bayram hutbelerini, tâyin edilen vakitlerde, diğerlerini ise gayr-ı muayyen zamanlarda verirlerdi. Hutbelerinde daha çok haber cümlelerini tercih ederlerdi. Sözlerinin te’sirini artırmak istedikleri zaman, cümleleri sual-cevap tarzına sokarlardı. Hutbelerinin te’sirli yerlerinde bütün vücûdlarının tepeden tırnağa kadar titrediği olurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.), dîne davet eden bir peygamber, bir fâtih, bir vaiz, bir kumandan, bir hâkim ve bir devlet reisi idiler. Bir dîn dâvetçisi olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in konuşmalarında dînî vecd ve heyecanın coşkunluğu görülürdü.
O (s.a.v.)’nun hitabeleri, dinleyiciler üzerin de mucizevi bir te’sir icra eder, en katı yürekler, O (s.a.v.)’nun sözlerinin te’siriyle yumuşardı. En heyecanlı zamanlarda O (s.a.v.)’nun sözleri, birbirine en müthiş düşmanlık hisleriyle dolu olanları yumuşatırdı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı Sh.: 26)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN MECLİSLERİ
Resûlullah (s.a.v.)’ın meclisleri, bir saray gibi hizmetçiler ve maiyyet halkı ile çevrili değildi. Hattâ evinin kapısı bile yoktu. Fakat O (s.a.v.)’nun Peygamberlik vakârı herkesin kalbine haşyet verirdi. O (s.a.v.)’nu gören herkes kalbinde bir heyecan hissederdi. Huzurlarında Ashâb (r.a.), o kadar sessiz ve sakin otururlar di ki, onları gören, cemaatten her birini, başına konan bir kuşu ürkütmemek için böyle davrandıklarını zannederdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in huzurunda söz söylemek istiyenlerin haseb ve neseb, servet ve nüfuzlarına değil, ilim ve faziletlerine itibâr olunurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), önce muhtaç ve fakirleri dinler onların ihtiyacını te’min ederlerdi. Huzurlarında oturanlar başlarını eğerek otururlardı. Kendileri de son derece mütevâzi bir şekilde otururlardı, söze başladıklarında herkes kulak kesilirdi. Mecliste bulunanlardan birisi söz söylerken Peygamberimiz (s.a.v.), onun sözünü kesmezlerdi. Eğer kendileri konuşulan sözlerden memnun olmazlarsa, onları duymazdan gelirlerdi.
Meclislerinde bulunan herkese ayrı ayrı teveccüh gösterirler, herkese sohbetten nasibini verirlerdi. Meclisleri bir tevazu ve huzur meclisi idi. Bu meclislerin hedefi irşâd ve terbiye idi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı Sh.: 25)
PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZ’İN UMÛMÎ ÂDETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v) umûmîyetle sağ eliyle iş görmeyi severlerdi. Ayakkabılarını giyerlerken önce sağ ayakkabılarını giyerlerdi. Camiye girerken önce sağ ayağıyla adım atarlar, şayet bir şey dağıtacak olurlarsa sağında bulunanlardan başlar ve bir iş yapacakları zaman besmele çekerlerdi. Elbiseyi de önce sağdan giyerler soldan çıkarırlardı.
Hz. Enes (r.a.) diyor ki:
— «Resûlullah (s.a.v.) bir gün evine gelerek su istediler, ben de süt getirdim. Peygamberimiz (s.a.v.) içtiler. O (s.a.v.)’nun solunda Hz. Ebûbekir (r.a.), önünde Hz. Ömer (r.a.), sağ tarafında da bir bedevi oturuyordu. Peygamberimiz (s.av.) sütü içtikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kabı Hz. Ebûbekir (r.a.)’e uzatmak istemişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kabın sağında bulunan bedeviye takdimini istemişti.»
Peygamberimiz (s.a.v.) Ashâb (r.a.)’ını künyeleri ile çağırır, çocuğu olan kadınlara da künyeleri ile seslenirlerdi. Çocuğu olmayan kadınlara ve çocuklara da bir künye bulur ve öyle seslenirlerdi. Böylece de herkesin hatırını hoş ederlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 24)
***
“Çok uyumak, kalbi öldürür, unutmayı arttırır. Çok gülmek gönlü öldürür, vekarı giderir. Çok günâh işlemek kalbi karartır, pişmâlık verir.”
(Dört Büyük Halife (Bedir Yayınları), Sh.: 299)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN HASTA ZİYARETİ VE TA’ZİYETLERİ
Resûlullah (s.a.v.), hastaları ziyarete önem verirler ve bunun müslümanlar için bir vazife olduğunu söylerlerdi.
Hasta ziyareti esnasında hastaya ümid verirler, nabzını ellerine alıp alnına mübarek elleriyle dokunurlardı. Şifâ bulması için de Cenâb-ı Hakk (c.c.)’a dua ederlerdi. Hastaya da «İnşallah kurtulacaksın.» derlerdi. Şayet birisi fena lâkırdı edecek olursa ondan memnun olmazlardı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
MÜNAFIKLARIN HALLERİ
“Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla “inandık” diyen (münafık)’larla, Yahudilerden o küfür içinde (alabildiğine) koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavm hesabına casusluk eden (kimse)lerdir. Kelimeleri (Allah tarafından) yerlerine konduktan sonra (tutub) bir tarafa atarlar onlar. «Eğer size şu (fetva) verilirse onu alın, şayet o verilmezse onu (kabul etmekden) çekinin» derler. Allah kimin sapıklığını irâde ederse artık Sen Allah’ın ona âid (meşîyyetini) önlemeye hiç bir vech ile muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, kalblerini temizlemek düşmemiştir. Dünyada hor ve hakir olmak onların hakkıdır. Ahirette de onlara pek büyük bir azab vardır.” (Maide 41)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN TEMİZLİĞE RİAYETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in en fazla önem verdikleri şeylerden biri de temizliktir. Bir gün üstü başı kirli bir adam görmüş, «üstünü başını yıkamıyor musun?» demişlerdir. Bir defa da adamın biri huzurlarına pek perişan bir kıyafetle girmiş, Peygamberimiz (s.av.) ona:
( «Geçinmek için hiç bir vasıtan yok mu?» demişler.
«Var!» cevabını alınca şöyle buyurmuşlardır:
«Mademki Allah (c.c.)’ın nimetlerine nail olmuşsun; o halde nimetin eseri üzerinde görülsün.» (Ebu Dâvud)
Cahiliyet âdetlerini üzerinden atamayan bazı kimseler, yerlere tükürür, camilerde bile ibâdet esnasında bu gibi hareketlerde bulunurlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), bu fena âdetten son derece tiksinirlerdi. Bir defa yine boyla bir hareketin izini görmüşler ve son derece hiddetlenerek mübarek yüzleri kıpkırmızı kesilmişti (Nesâi). O (s.a.v.)’nün bu hiddetini anlayan ensâr (r.a.)’dan bir kadın ortalığı temizleyerek Rasûlûllah (s.a.v.)’ın teveccühünü kazanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in umûmî meclislerinde kâfur veya başka tütsüler yakılır, bu suretle de Cemaatın istirahatına dikkat edilirdi. Cuma günleri mescide güzel koku saçılmasını emrederdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, Sh.:17)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDlMİZ’İN YATAKLARI
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yatağı, içi hurma yaprakları ile dolu bir deri ile bir örtü veya iki katlı bir kumaş parçasından ibaretti.
Hz. Hafsa (r.a.) anlatıyor (ki; hanımlarındandır): «Bir defasında Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in, üzerinde daha rahat etmeleri için bir kumaş parçasını dört kat yaptım, fakat kendileri istirahatları hakkında bu kadar çok meşgul olmamdan memnun kalmadılar.» (Tirmizî)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Arabistan’ın tek hâkimi durumuna geçtikleri bir devrede bile evinde ufak bir sedirden, su tulumundan başka bir eşyaları yoktu.
(Peygamber (s.a.v) Efendimizin Yüce Ahlâkı, Sh.: 16)
–
HİCRETİN VACİP OLMASI
«Bir beldede ehl-i İslâm’ın azlığından dolayı dinini muhafaza edemeyen kimseye dinini ikâme edecek bir İslâm beldesine hicret etmesi vacip olur. Şu halde hicretin sebebi, hicrete ihtiyaçtır. Hicrete ihtiyaç hâsıl olursa, hicret kıyâmete kadar bâki’dir.»
(Hz. R.M. Sâmi (k.s.), Musâhabe: 6)
***
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZDEN:
«Küçüğümüze şefkat göstermeyen, büyüğümüzün hakkını tanımayan kimse, bizden (Bizim Sünnetimize uymuş olanlardan) değildir.»
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN GİYİNİŞLERİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, giyinişlerinde muayyen bir tarz ta’kip etmez; izâr, ridâ, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sade giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Habeş Kralı Necâşî’nin gönderdiği çoraplar, Resûlullah (s.a.v.) tarafından kullanılmıştır.
Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyaz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı. Elbiselerini topuklarından aşağı uzatmazlardı, izârı ise daha yukarıda olurdu. Sarığının taylasanını omuzlan arasına sarkıtırlardı. Zaferan ile boyanmış bir de çarşafı vardı ki yalnız bunun içinde namaz kıldığı da olurdu.
Bazı rivayetlere göre Allah’ın Resulü (s.a.v.) Hulle-i Hamrâ denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan Yemen kumaşı kullanırlardı. Umumiyetle keçi kılından örme elbiseler giyerlerdi. Resûlullah (s.a.v.)’ın irtihalini müteakip Hz. Âişe (r.a.) O (s.a.v.)’nun son dakikaları esnasında giydikleri elbiseyi halka göstermişti. Bunlar yamalı bir örtü, el dokuması sert bir entariden ibaretti.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağları bağlanıp bu sûretle ayaklarını tutarlardı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı, Sh.: 14)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN BERAAT GECESİ İBADETİ
Hz. Aişe validemiz (r.anha), yüce Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu geceki hallerini şöyle naklediyor:
«Peygamber (s.a.v.) namaza kalktı. Secdeye kapanıp uzun müddet kaldı. Süre o kadar uzadı ki ruhunu teslim etti zannettim. Elimle parmağına dokundum, kımıldadı, ben de sevindim. Secdede şöyle dua ediyordu: «Allah’ım azabından affına, gazabından rızana sığınırım. Senden yine sana iltica ederim. Şânın yücedir. Seni, lâyık olduğun şekilde medh ü sena edemem. Sen, kendini sena ettiğin gibisin.» Sabah olunca bunları Resûlullah (s.a.v.)’a söyledim O da: «— Ya Aişe bunları öğrendin mi?» buyurdu. «— Evet Ya Resûlallah.» dedim. Resûlullah (s.a.v.) da: «— Bunları hem öğren hem de başkalarına öğret. Çünkü bunları bana Cebrail öğretti ve secdede öyle dua etmemi istedi.» buyurdu. (Et-Tergib ve’t-Tergib)
İşte bu suretle Resûlullah (s.a.v.) sabaha kadar ibadet ve taattan ayrılmadı. Ben Resûlullah (s.a.v.)’in ayaklarını oğuştururken:
«Anam babam sana feda olsun; Allah-ü Teâlâ evvel ve âhir günahlarım mağfiret etmedi mi? Seni geçmişte ve gelecekte günah işlemekten muhafaza etmedi mi? Öyle değil mi? Öyle olmadı mı?» derdim. Resûlullah (s.a.v.):
«Ya Aişe ben Rabbimin (c.c.) bunca nimetine şükreden bir kul olmayayım mı? Hem sen bu gecede ne olduğunu biliyor musun.» dedi…
(Üç aylar ve Faziletleri)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN DOĞRULUK HAKKINDAKİ EMİR VE TAVSİYELERİ
Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’inde: «Ey İman edenler! Allah’dan korkunuz (Allah’ın farzlarını yerine getiriniz! Yoksa sınırlarına yaklaşmaktan sakınınız.) Bir de sadıklar (peygamber aleyhisselam ve eshabı) ile birlikte olunuz!» buyurmuştur. Peygamber (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde: «Doğruluğa devam ediniz. Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik ise cennete götürür Doğruyu araştıra araştıra kişi en sonunda Allah katında sıddık olarak yazılır. Yalandan sakınınız! Çünkü yalan, fücura (sapıklığa) götürür. Şüphesiz ki, fücur da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye, yalanı araştıra araştıra, en sonunda Allah katında kezzap (yalancı) olarak yazılır.» buyurmuşlardır.
PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V.) DOĞRULUĞU HAKKINDA MÜŞRİKLERİN İTİRAFLARI
Peygamberimiz (s.a.v.) peygamberliğinden önce de, kavmi arasında doğrulukta en başta gelmekte idi. Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden ve Peygamberimizin (s.a.v.) en azılı düşmanlarından Ebu Cehil, peygamber (s.a.v.)’e: «Seni yalanlamıyoruz! Fakat senin getirdiğin şeyleri yalanıyoruz» demiştir. Müşriklerden Ahnes b. Şerik’in Bedir yolunda kendisine «Ey Ebul Hakem! Şurada benden ve senden gayrı, konuşmamızı işiten yok. Sen bana Muhammed (s.a.v.) hakkındaki kanaatini haber ver. O doğru sözlü müdür?!Yoksa yalancı mıdır?» sorusuna da «Vallahi Muhammed (s.a,v.) doğru sözlüdür, hiç yalan söylememiştir» diye cevap vermiştir.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN YEMEĞİ
Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) der ki: “Resûlullâh (s.a.v.)’e dâima akşam yemeği yapıp gönderirdik. Kalanını, bize geri çevirdiği zaman, ben ve Ümm-ü Eyyûb, Resûlullâh (s.a.v.)’in elinin değdiği yerleri araştırarak oralardan yer ve bununla teberrük ederdik.
Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resûlullâh (s.a.v.) geri çevirmişti.
Onda, elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim.
“Yâ Resûlallâh (s.a.v)! Babam anam Sana feda olsun! Sen, akşam yemeğini geri çevirdin. Fakat, onda elinin izini göremedim.
Halbuki ben ve Ümm-ü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla teberrük etmekte idik.” dedim.
Resûlullâh (s.a.v.): “Bu sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, sizin görüşmediklerinizle görüşen, melekle fısıldaşan bir kişiyim. Ben, sizler gibi değilim. Arkadaşımı (Cebrâîl’i) rahatsız etmekten korkarım. İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de, rahatsız olurlar.” dedi.”
Bunun üzerine, Ebû Eyyûb: “Haram mıdır o yemek?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.): “Hayır! Fakat, ben, kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım” dedi.
Ebû Eyyûb: “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de, hoşlanmam!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), ona: “Siz, onu yiyiniz!” dedi. Ebû Eyyûb der ki: “Bunun üzerine, biz de, ondan yedik ve bir daha Resûlullâh (s.a.v.)’e o sebzeden yemek yapmadık.”
Birgün, Ümm-ü Eyyûb’a: “Resûlullâh (s.a.v.), kocanın evinde yedi ay oturmuştu. Resûlullâh (s.a.v.)’in, en sevdiği yemek hangisiydi?” diye sordular. Ümm-ü Eyyûb da:
“O (s.a.v.)’in, kendisi için ne bir yemeğin yapılmasını emrettiğini gördüm, ne de, bir yemeği zemm ettiğini gördüm. Kendisine herise (keşkek) yapar, hoşuna gittiğini görürdük de, O (s.a.v.)’e bu, beş altı, on günde bir hazırlanırdı.” dedi.
(M. Âsım Köksal (rh.a.), İslâm Tarihi, 8-9.c. 28.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)lN RIZASI ALINMADAN AĞZINA İLAÇ AKITILMASI
Hz. Aişe (r.anha) der ki: «Resûlullah (s.a.v.) baygın bir hâlde hasta iken ağzına ilaç koymağa başlamıştık. O da bize (Bana ilaç vermeyiniz) diye işaret etmiş durmuştu.
Biz ise (Resûlullah (s.a.v.)’ın ağzına ilaç, akıtılmasını istememesi, hastalar ilaçtan hoşlanmadığı içindir) demiş ve ilaç vermeğe devam etmiştik. O sırada Şam seferine hazırlanan ordunun başkumandanı Üsame b. Zeyd (r.a.) gelip Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına girdi. Eğilip Resûlullah (s.a.v.)’ı öptü. Resûlullah (s.a.v.) konuşamıyordu. Ellerini semaya kaldırdıktan sonra Üsame (r.a.)’nin üzerine indirdi. Üsame (r.a.) bundan, Resûlullah’ın kendisi için dua ettiğini anladı.
Resûlullah (s.a.v.) ayıldığı zaman (Ben sizi bana ilaç vermekten men etmedim mi idi? diye hitap etti. Biz yine kendi kendimize (hasta ilaçtan hoşlanmaz) dedik.»
Esma bint-i Ümeysin (r.a.) bildirdiğine göre: Peygamberimiz (s.a.v.): «Bunu kim yaptı bana?» diye sordu. Peygamberimizin zevceleri de Habeş ülkesi tarafına işaret ederek «Oradan gelen şu kadın yaptı!» diye Esma bint-i Ümeysi gösterdiler. O da: «Ya Resûlallah (s.a.v.)! biz sendeki hastalığın zatülcenb olmasından korkmuştuk.» dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) «Bu şeytandan gelen bir şeydir. Yüce Allah (c.c.) bana o hastalığı bulaştırmış değildir. Ben Allah (c.c.) katında zatülcenb ile mübtelâ kılınmaktan üstün tutulmuşumdur. Allah (c.c.) onu bana musallat kılmamıştır.» buyurdular. (İslâm Tarihi A. Köksal)
ALLÂH RESÛLÜ (S.A.V.)’İN YÜCE MEVKİÎ
İbn-i Vehb’den gelen bir rivayete göre; Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: Allâh (c.c.) bana buyurdu ki:
– İste ey Muhammed!
– Ya Rabbi ben ne isteyeyim; Sen İbrahim’i dost edindin! Musa ile konuştun, Nuh’u (peygamber olarak) seçtin. Süleyman’a ondan sonra hiç kimseye lâyık olmayan bir mülk (hakimiyet) verdin, dedim.
– Sana bunlardan daha iyisini verdim: Sana Kevser’i verdim… Göğün ortasında adın adımla anılıyor… Yeryüzünü hem senin için hem de ümmetin için Tahûr (ziyadesiyle temizleyici) kıldım. Gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış bir halde (pîr ü pak olarak) geziyorsun. Oysa ben bunu senden önce hiç kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini birer Mushaf ezberleyicisi yaptım. Şefaat payesini senin için sakladım. Senden başka hiçbir peygambere saklamadım, buyurdu.
Huzeyfe (r.a.)’in rivâyet ettiği bir Hadîs-i şerîfte:
“Bana müjdeledi (Rabbini kastediyor): Ümmetimden benimle ilk yetmiş bin kişi cennete girecek. Her bin kişiyi yetmiş bin kişi daha takip edecek. (Bunlardan) hiçbiri hesap görmeyecek… Yine bana ümmetimin asla açlık çekmeyeceğini, hiç yenilmeyeceğini (bir müjde olarak) verdi. Yardıma yetişti, bana izzet ve ümmetime de bir aylık yoldaki düşmanın kalbine korku vererek zafer ihsan etti. Gerek bana ve gerekse ümmetime ganimetleri helâl kıldı. Bizden öncekilere şiddetle yasak kıldığı birçok şeyi bize helâl kıldı ve bize güçlük kılmadı.”
Ebu Hureyre (r.a.)’den:
“Bütün peygamberlere -beşeri emin kılmak ve inandırmak gibi- birçok mucizeler vermiştir. Bana verilen (en büyük mucize ise) Allâh’ın bana vahyettiği ilâhi vahiy (yani Kur’ân)’dır. Umarım ki Kıyamet günü en çok ümmeti olan ben olurum!”
(Kâdı İyaz, Şifa-i Şerif Tercümesi, 170.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) KENDİ
HEVÂSINDAN HİÇBİRŞEY SÖYLEMEZ
Resûlullâh (s.a.v.) ancak Allâh (c.c.)’ün emrettiğini emreder. Bu da ya kendisine vahy olunanları insanlara okuması veya Allâh (c.c.) tarafından Resûl olarak görevlendirildiğinden bunları ameli olarak pratiğe aktarması şeklinde olmuştur. Şu hadisler buna delildir.
Buhârî ve Müslim (r.a.), “Zina eden kişi” hakkında naklettikleri “Sizin aranızda Allâh’ın Kitab’ı ile hükmedeceğim” sözünden sonra Resûlullâh (s.a.v.)’in uygulamasında, sopa atmak ve sürgün cezaları ile hüküm verdiğini haber vermişlerdir. Oysa Kur’an da sürgün cezası mevcut değildi. Buhârî ve Müslim (r.a.) Ya’la b. Umeyye’den naklettiler ki: Resûlullâh (s.a.v.) Ci’rane (Mekke’ye yakın bir yer)de iken, cübbesine güzel bir koku sürünmüş bir adam geldi. Bu kişi Umre için ihrama girmişti. Dedi ki: Ya Resûlallâh (s.a.v.), bir kişinin cübbesine güzel bir koku sürdüğü halde umre için ihrama girmesini nasıl görürsün? Resûlullâh (s.a.v.) bir müddet soru soran kişiye baktı ve biraz sustu. Vahy gelerek şu âyet nâzil oldu: “Allâh için haccınızı ve umrenizi tamamlayın…” (Bakara s. 196) Resûlullâh (s.a.v.) o an orada bulunmayan adam için “Benden az önce umre hakkında soru soran kişi nerede? Sendeki kokuyu üç sefer yıka ve cübbeni de çıkar. Sonra da haccında yaptığın şeyleri umrendede yerine getir.” buyurdu.
Beyhakî, kendi isnadı ile Hasan bin Atıyye’den nakletti ki: Hasan şöyle dedi: “Cebrâil (a.s.) Resûlullâh (s.a.v.)’e Kur’an’ı indirdiği gibi, sünneti de indiriyordu. Kur’an’ı Resûlullâh (s.a.v.)’e öğrettiği gibi, sünneti de öğretiyordu.” Bunu Dârimî (r.a.) de nakletmiştir:
İmam Şafiî (r.a.) dedi ki: İlim ehlinin, Resûlullâh (s.a.v.)’in bize varan sünnetleri hakkındaki değişik görüşleri bu tariflerin dışına taşmamaktadır. Resûlullâh (s.a.v.)’in bütün sünnetlerine tabi olmayı Allâh (c.c.) bize farz kıldı. Bu sünnete bağlı olmayı Allâh (c.c.)’e itaât, karşı gelmeyi Allâh (c.c.)’e isyan olarak nitelendirdi. Bu sünnetlere bağlanmamak için özür kabul etmedi.
(İmam-ı Suyutî, Akidede Sünnetin Yeri, 20.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) KÂİNATA RAHMETTİR
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizi, doğduğunda Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmiştir. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin velâdetini beşaret ettikte Ebû Leheb onu âzâd eylemişti.
Ebû Leheb öldükten sonra bir gece vakıa (rü’yâ)’da gördüler. (Dedi ki):
“Cehennemdeyim. Amma düşenbe (pazartesi) geceleri geldiği zaman azabım tahfif olunur. Parmaklarımın arasını emerim, su çıkar onu içerim.” dedi.
“Sebebi budur ki; düşenbe (pazartesi) gecesi Resûlullâh (s.a.v.) dünyâyı teşrif ettikte, Süveybe gelip bana haber vermişti. Ben de âzâd etmiş idim. Hakk te‘âlâ onun mukabelesinde düşenbe (pazartesi) geceleri azabımı tahfif edip bu ihsanı kıldı” dedi.
İbn-i Cezerî (rh.a.) der ki:
“Ebû Leheb, Resûlullâh (s.a.v.) Hazretlerinin doğduğu gece bu ihsanı etmekle (Ebû Leheb gibi bir kâfirin Cehennem içinde fâidesini müşahede etmesine,) kıyas ile, bir kimse mü’min ve muvahhid ola, o gecelere ta’zîm edip, Resûlullâh (s.a.v.) hürmetine in’âm ve ihsanlar eyleye. Hakk sübhânehû ve te‘âlâ canibinde ne kadar lûtf u keremlere müstehakk olur!”
İşte mü’minlere lâyık olan budur ki Mevlid ayında Resûlullâh (s.a.v.) hürmetine Mevlid-i şerif okutup hayrât ve fukaraya vereler, demişlerdir.
Ve mücerrebdir ki, bir kimse Mevlid ayında Resûlullâh (s.a.v.) hürmetine cem’iyyet ve ziyafet ile Mevlid-i şerîf okutsa o yıl içinde belâdan emîn olup muradı ne ise hâsıl olur demişlerdir.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.),
Bedir Gazvesi ve Sûre-i Enfâl Tefsîri, 80.s.)
PEYGAMBER (A.S.)’LARIN DÎNİ İSLÂM
“Allâh (c.c.) katında makbul din, İslâm dînidir.” (Âl-i İmran s. 19) “Kim, İslâm’dan başka bir dîn ararsa, ondan, bu dîn, asla kabul olunmaz ve o âhirette de, en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Âl-i İmran s. 85) İnsanların, ilk zamanlardan beri tuttukları, bağlandıkları tek ve umûmî dîn, İslâm dînidir.
Nuh (a.s.), müslümandı. Doğru yola kılavuzlamakla görevlendirildiği kavmine şöyle demişti: “Eğer, benim davetimden ve öğütlerimden yüz çeviriyorsanız, ben, sizden, bu hususta, zâten bir şey istemedim ki! Benim ecrim, Allâh’dan başkasına ait değildir. Ben, Ona, boyun eğen Müslümanlardan olayım diye emir olundum!” (Yunus s. 72)
Peygamberlerin atası İbrahim (a.s.) da, Onun oğulları ve torunları da, Müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’ân-ı kerimde şöyle açıklanır: “Kendini bilmeyenden başka, kim, İbrahim’in dîninden yüz çevirir? And olsun ki: Biz, Onu, dünyada beğenip seçmişizdir. O, şüphe yok ki, âhirette de, muhakkak, sâlihlerden, yüksek derece Ashâbındandır. Rabbi Ona (Kendini, Hakka teslim et!) dediği zaman, O (Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum!) demişti. İbrahim, bunu, Oğullarına da, tavsiye etti. Onun torunu Yâkub da, öyle yaptı. (Ey Oğullarım! Allâh, sizin için İslâm dînini beğenip seçti. O halde, siz de, başka değil, ancak, müslümanlar olarak can veriniz!) dedi. Yoksa, ölüm Yâkub’un önüne geldiği vakit, siz de, orada hâzır mı idiniz? O, oğullarına (Benden sonra, neye ibâdet edeceksiniz?) dediği zaman, onlar (Senin İlâhına ve Babaların İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın İlâhı olan Allâh’a ibadet edeceğiz! Biz, Ona teslim olmuşuzdur!) demişlerdi.” (Bakara s. 130-133)
Yûsuf (a.s.) da “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın Yâkub’un dînine uydum. Allâh’a, her hangi bir şeyi şerîk koşmamız bizim için, doğru olamaz. Bu Tevhide, bize ve insanlara Allâh’ın lütuf ve inâyetindendir. Fakat, insanların pek çoğu buna karşı şükür etmezler.” (Yusuf s. 38) “Benim canımı, müslüman olarak al! Beni, Sâlihler zümresine kat!” demişti.” (Yusuf s. 101)
(M. Asım Köksal (k.s.), İslam Tarihi, 3.c. 53.s.)
Cenâb-ı Hakk: “And olsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Bütün mü’minleri cidden esirgeyicidir, onları bağışlayıcıdır, O.” (Tevbe s. 128)
“Kim O Peygambere itaat ederse, muhakkak Allâh’a itaat etmiştir.” (Nisa s. 80)
“Biz Seni (Habibim) âlemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiya s.107) buyurmuştur.
Ebu Bekr b. Tahir der ki: Allâh (c.c.) Muhammed (s.a.v.)’i Rahmet süsü ile süslemiştir; O (s.a.v.)’in (her şeyden önce) varlığı rahmettir! Bütün şemail ve sıfatı (nitelikleri) tüm mahlûkata rahmettir. O (s.a.v.)’in rahmetinden kim nasibini almışsa, hem dünyada, hem ukbada felaha kavuşanlardan, her türlü kötülükten de kurtulanlardan olmuştur. Ancak O (s.a.v.)’in sayesinde bütün sevgililere kavuşabilir insan. O (s.a.v.)’in hayatı Rahmettir, mematı da Rahmettir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) bu gerçeği şu mübarek hadîsi ile tescil buyurmuşlardır:
“Hayatım sizin için hayırlıdır! Memâtım da sizin için hayırlıdır!”
O (s.a.v.), hem insanlara, hem de cinlere rahmet olarak gönderilmiştir. O (s.a.v.), bütün varlıklara rahmettir. Müminlere rahmettir; çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Münafıklara rahmettir; onları öldürülmekten kurtarmıştır.
“Allâh bir ümmete hayır murad etti mi, Peygamberini ondan önce alır ve onu o ümmet için bir şefaatçi ve selef kılar.” (Müslim)
Kâfirlere rahmettir; çünkü onların azablarının ertelenmesine vesîle olmuştur. (Zira eski milletlerde kâfirlerin cezası daha dünyadayken verilirdi.)
İbni Abbas (r.a.): “O (s.a.v.) hem mü’minlere rahmettir, hem de kâfirlere. Zira onlar (eski) yalanlayıcı milletlerin uğradıkları akıbetten (dünyada) muaf tutuldular.”
(Kadı ‘Iyaz (rh.a.), Şifâ-i Şerîf, 24-25.s.)
Rivayet olundu ki: Âdem (a.s.) cennetden ihraç olunduğu zamanda nazar edip gördü ki; arşda ve cennetin her mevki’inde Hakk te‘âlânın ism-i şerîfi yanında Muhammed (s.a.v.) ism-i şerîfi yazılı idi.
Dedi: Ya Rabb! Bu Muhammed (s.a.v.) kimdir?
Allah te‘âlâ ve tebareke hazretleri buyurdu ki: Bu senin evlâdından O kimsedir ki, eğer O olmasaydı seni halk etmezdim.
Âdem (a.s.) dedi ki: Ya Rabb! Beni bu oğlumun hürmetine afvedip esirge! Hakk te‘âlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki:
-Ya Âdem! Eğer gökler ve yerler halkı hakkında bu oğlun hürmetine benden şefaat dilesen şefaatin makbul olur.
Hazret-i Ömer (r.a.)’den mervîdir ki: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu:
-Âdem (a.s.) hatayı işleyip günahkâr olduğu zaman;
-Ya Rabb! Muhammed (s.a.v.) hakkı için beni mağfiret eyle, dedi. Hakk te‘âlâ:
-Yâ Âdem sen Muhammed’i nice bildin ki ben Onu henüz halk etmedim! diye buyurdu. Âdem (a.s.) dedi:
-Oradan bildim ki, sen beni yed-i kudretinle halk edip bana ruh nefhettiğin zamanda başımı kaldırıp arş üzerinde;
“Lâ İlâhe İllallah Muhammedun Resûlullâh” yazılmış gördüm. Bildim ki sen ism-i şerifini ancak sana cemi’ halkın en sevgilisi olan bir kimsenin ismine muzaf eylersin, dedi. Hakk te‘âlâ ve tekaddes hazretleri:
-Yâ Âdem! Doğru söyledin. O bana halkın en sevgilisidir. Madem ki O’nun hürmetine benden mağfiret istedin, muhakkak ben seni afv eyledim. Eğer Muhammed (s.a.v.) olmasaydı, seni halk etmezdim buyurdu.
(Hz. Mahmûd Sâmî RAMAZÂNOĞLU (k.s),
Musahabe 4, 13-14.s.)
KIZI FÂTIMÂ (R.ANHÂ)’YA ÖĞRETTİĞİ DUÂ
Hz. Fâtımâ (r.anhâ) bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.)’e giderek işinin çokluğundan şikâyetle “Ey Allâh’ın Resûlü! Ellerim değirmen çevirmekten yara içerisinde kaldı. Her gün bir defa un öğütüyor ve bir def‘a da hamur yoğuruyorum” dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:
“Eğer Allâhü Te‘âlâ sana birşey vermek isterse o şey seni mutlaka bulacaktır. Fakat ben sana bundan daha hayırlısını haber vereceğim: Yatağına girdiğinde otuzüçer kere Sübhânallâh ve Elhamdülillâh, otuzdört kere de Allâhüekber demen senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.
Sonra sabah ve akşam namazlarının arkasından şu kelimeleri on def‘a söyle:
“Lâ ilâhe illallâhu vahdehû la şerike leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît, biyedihi’l-hayr ve hüve âlâ külli şey’in kadîr.
(Allâh’tan başka ilâh yoktur. O tektir. O’nun ortağı yoktur. Mülk yalnızca O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O diriltir ve öldürür. Hayır O’nun elindedir ve O’nun herşeye gücü yeter.)
Bu kelimelerin her birisi için sana on hasene yazılır ve günâhlarından da on tanesi silinir. Bunların her birisi İsmâil’in zürriyetinden bir köle âzâd etmek gibidir. Şirk müstesnâ o gün işleyeceğin hiç bir günah bu kelimelerin sevâbına yetişip onu sildirmez.”
(M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 4.c., 49.s.)
“Kur’ân okumak ve zikir îmânı kuvvetlendirir.”
(H.Şerîf, Deylemî)
“Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle mutmaîn olur.
(Ra‘d s. 28)
20
RESÛLULLAH (S.A.V.)’IN TA’LİM ETTİĞİ DUA
«De ki: Allah’ım! Senden yalvararak diliyorum. Ey gizliyi bilen; Ey semâ kudreti ile bina edilen; Ey, yer izzeti ile döşenmiş olan; Ey Celâlinin nuru ile Güneş’i ışık saçıcı, Ay’ı da parlayıcı kılan; Ey; her inanmış temiz nefese teveccüh eden. Ey, korkanların, rnüttakilerin korkuşunu sükuna erdiren; Ey, yaratıkların ihtiyaçları ve dilekleri indinde yerine getirilen; Ey, Yusuf’u kölelik boyunduruğundan kurtaran; Ey kullarının ihtiyaçlarını zatına arzetmek için araya bir vasıta koymayan, her dilek sahibinin münacatlarını doğrudan doğruya kendisi dinleyen ve alıp veren bir veziri olmayan Rabbim! Bir Rab ki, kendisine her müracaat edene vermekle ni’metlerinde bir azalma olmaz; hattâ dilek ve ihtiyaç sahiplerinin çokluğu O’nun kerem ve ihsanını artırır. Allah, Muhammed (s.a.v.)’e ve Âline (ailesi ve çocukları ve dostları) salât (dua) ve selam etsin. Duamı kabul buyur, isteğimi ver. Çünkü Sen, her şeye kadirsin.»
SEFERİN HÜKÜMLERİ:
Yolculara verilen kolaylıklardan bazıları:
— Ramazan-ı Şerifte müsaferette bulunan için orucunu tehire bırakmak mubahtır. Mukîm olduğu zaman tutması gerekir.
— Mesh müddeti üçgün üç gecedir.
— Misafir dört rekatlı farz namazları iki rekat kılar. Dört rekat kılması mekruhtur. Sünnetleri isterse kılar.
Bu şekilde namazın kısaltılması mevzuu Kitap, Sünnet ve ümmetin icması ile sabittir.
PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V.) MEDİNE’LİLERE İLK TAVSİYELERİ
Abdullah b. Selâm (r.a.) der ki: “Resûlullah (s.a.v.), Medine’ye geldiği zaman, halk O (s.a.v.)’na üşüştü. (Resûlullah, geldi) denilince, O (s.a.v.)’nu görmek için ben de halkın arasına karıştım. Resûlullah (s.a.v.)’ın yüzünü görünce, anladım ki: O (s.a.v.)’nun yüzü, yalancı yüzü değildi!
Resûlulah (s.a.v.)’dan ilk işittiğim söz:
(Ey insanlar! Selâmı, selamlaşmayı yayınız! Yemek yediriniz! Akrabalık haklarını gözetiniz! Halk uyurken siz namaz kılınız. Selâmetle Cennete girersiniz!) sözü idi.
Selâmın Sevişme ve Kaynaşmaya Sebep Oluşu:
Peygamberimiz (s.a.v.)in, Medine’ye gelir gelmez selamlaşmayı tavsiye etmesi, bunun Müslümanlar arasında tanışma ve kaynaşmaya biricik sebep oluşundandı.
Nitekim, bir gün Peygamberimiz (s.a.v.), “Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki: Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz! Birbirinizi sevmedikçe de gerektiği gibi iman etmiş olmazsınız.
Ben, sizi, yaptığınız takdirde sevişebileceğiniz bir şeye kılavuzlayayım mı?” demiş.
“Evet, Yâ Resûlullah! Kılavuzla!” dedikleri zaman, “Selâmı aranızda yayınız!” buyurmuşlardır.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)’İN HABEŞ KRALI NECAŞİ’YE GÖNDERDİĞİ MEKTUP
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allah’ın Rasûlû Muhammed’den Habeş Kralı Necaşî Ahsam’a!
Senin, temelli selâmet içinde olmanı diler, sana olan nimetinden dolayı Allah’a hamd ü sena ederim. Ki O’ndan başka ilâh yoktur.
Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min ve Müheymin olan O’dur.
Şehâdet ederim ki, İsa b. Meryem Allah’ın çok temiz, iffetli, dünyadan el etek çekmiş olan Meryem’e ilka ettiği Ruh’u ve Kelimesi’dir ki, Meryem, böylece ona gebe kalmış, Yüce Allah onu Ruh’dan nefh edip yaratmıştır. Nasıl ki Âdem’i de kudret eliyle ve nefhiyle öyle yaratmıştı. Ben, seni, bir olan, eşi ortağı bulunmayan Allah’a ve O’na ibadet ve taata, bana tâbi olmağa ve Allah’dan getirip tebliğ etmiş olduğum şeylere iman etmeğe davet ediyorum. Çünkü ben Allah’ın Rasûlüyümdür. Seni ve askerlerini, Yüce Allah’a ibâdet ve tâata davet ediyorum. Ben, sana gereken tebligatı yapmış, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak öğütü vermiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul ediniz!.. Doğru yola uyan, gidenlere selâm olsun!”
Peygamberimizin bu mektubu Necaşî’nin huzurunda okundu. Necaşî’ mektubu elçi Amr bin Ümeyye’den alıp gözlerine sürdü, öpüp başına koydu. Hemen tahtından indi, tevazu ile yere oturdu ve Müslümanlığını açıkladı. Şahadet getirdi ve “Eğer yanına kadar gitmeğe imkân bulsaydım, muhakak giderdim” dedi.
(M. A. Köksal, İslâm Tarihi, VII. Sh.: 23-25)
Peygamberimiz (S.A.V) İran Kisrası’na, Abdullah b. Huzâfetüssehmi (R.A)’yi elçi göndererek ona bir mektup gönderdi. Besmele ile başlayan Yazı’nın meali şöyle idi:
“Allah’ın Resulü Muhammed’den, Farslar’ın ulu’su Kîsrâya!
Hidayete uyan, doğru yolu tutanlara, Allah (c.c.)’a ve Resulüne iman edenlere, Allah (c.c.)’dan başka ilâh bulunmadığına, onun eşi, ortağı olmadığına ve Muhammed (S.A.V)’in, Allah (c.c.)’ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet getirenlere selâm olsun! Ben seni, Allâh (c.c.)’a imana davet ediyorum. Çünkü, ben, Allah (c.c.)’ın, kalbleri diri, akılları başında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da o azap sözü gerçekleşmek için bütün insanlara göndermiş olduğu peygamberiyimdir. Öyle ise, Müslüman ol, selâmeti bul! Eğer davetimden yüz çevirir, kaçınırsan, bütün Mecûsîlerin günâhı senin boynuna olsun!”
İran’ın mağrur Şah’ı, Peygamberimiz (S.A.V)’in yazısına hususile kendi adının önce zikr edilmeyişine son derece kızdı. Yazıyı yırttı.
Yemen Valisi Bazan’a da, Peygamberimiz (S.A.V)’i bağlayıp İran’a göndermesi için şiddetli emirler verdi. Bunun üzerine Bazan, Medine’ye iki adam saldı. Bunlar, Peygamberimiz (S.A.V)’e maksadlarını anlattılar, kendileri ile birlikte gelmediği takdirde İran ordusunun bütün Hicaz’ı istila edeceğini söylediler.
Peygamberimiz (S.A.V), onlara, hükümdarlarının öldürülmüş olduğunu bildirdi ve “Benim dinim ve hâkimiyetim, Kisra’nın mülk’ü saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!” buyurdu.
Elçiler, bu müthiş cevapla yurtlarına döndükleri zaman, haber verilen gecede Kisra’nın kendi oğlu tarafından öldürülmüş olduğunu öğrendiler.
Bu ihbar, Yemen Valisi Bazan’ın da, müslüman olmasına sebep oldu.
RESULULLAH (S.A.V.)’İN MEKKE’NİN FETHİ HİTABESİ
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, Mekke’nin fethi günü Kabe’nin kapısının eşiğinde Kureyş reislerine hitaben buyurdu ki:
“Kendisinden başka hiç bir ilah olmayan bir olup şeriki bulunmayan (Allah) vadinde sadık oldu. Kuluna yardım etti. Vahid olan Allah (c.c.), bütün hizipleri hezimete duçar etti. Agah olun! Herbir tesir, kuvvet, mal ve dem şimdi iki ayağımın altındadır. Ancak beytin muhafaza ve hacılara su temini vazifesi başkadır.
Ey Kureyş cemaati! Muhakkak Allah (c.c.) cahiliyet ahlakını, babalarla öğünmeyi giderdi, insanlar hep Adem (a.s.)’den Adem (a.s.) de topraktandır. Sonra şu ayeti okudu: “Ey nas biz sizi bir kadınla, erkekten yarattık. Ve sizi tanışasınız diye kavim ve kabilelere ayırdık. Allah (c.c.) katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak Allah Teâlâ Alîm ve Habir’dir.”
“Ey Kureyş cemaati Benim size ne yapacağımı umarsınız?” Dediler ki “Hayır umarız sen kerim kardeş kerim kardeşin oğlusun.” Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben de size Yusuf (a.s.)’un kardeşlerine söylediğini söylerim. Benden size başa kakma yoktur. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”
(M. gA. Köksal, İslâm Tarihi, c.10)
***
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZDEN
“İnsanlara merhamet etmeyen kimseye yüce Allah rahmet etmez.” (Kenzül İrfan)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN HZ. ALİ (R.A.)’A VASİYETİ
Yâ Ali! Beş şey gönlü öldürür:
Beş şey kalbi karartır:
Beş şey unutma meydana getirir:
Beş şey kalbi parlatır :
Beş nesne kalbi aydınlatır:
Beş şey gözün nurunu arttırır:
Yâ Ali! Beş şey insanın kocamasına sebeptir:
Yâ Ali! Cennet kapısında gördüm: «Nefsinin hevasına, arzularına muhalefet edenlerin yeri Cennet olur.» yazılıydı.
(Dört Büyük Halife. Sn.: 192 -193)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MUAZ B. CEBEL (R.A.)’E EMİR VE TASVİYELERİ
«Sen kitap ehli olan bir kavme gidiyorsun. Onları Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim de Resûlullah olduğuma şehadet getirmeğe davet et. Eğer bu hususta sana itaat ederlerse sakın mallarının en kıymetlilerini alma.
Eğer sana bu hususta itaat ederlerse kendilerine bildir ki: Allah onlara hergün ve gecede beş vakit namaz farz kılmıştır. Allah onlara zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır.
Mazlumun duasından sakın! Çünkü bu dua ile yüce Allah arasında perde yoktur.»
***
Başka bir vakit, Muaz b. Cebel (r.a.): «Ya Resûlullah! Bana tavsiyelerde bulun.» dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Her ne halde ve nerede olursan ol Allah’tan kork» buyurdu.
Muaz (r.a.): «Bana tavsiyeni artır.» dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Günahın arkasından hemen haseneyi yetiştir ki, onu yok etsin» buyurdu.
Muaz (r.a.): «Bana tavsiyeni biraz daha arttır.» dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): «İnsanlara güzel ahlâkla muamele et. Ey Muaz! Sen ki kitap ehli bir kavim üzerine gidiyorsun. Onlar senden cennetin anahtarının ne olduğunu soracaklardır. Onlara (Cennetin anahtarı; Lâ ilâhe illallâhü vahdehü lâ şerike leh) de.» buyurdu.
BÜTÜN PUTLAR YIKILMAYA MAHKUMDUR
Peygamberimiz (s.a.v.) Havâzinleri bozguna uğratıp
Taif üzerine yürümek istediği sırada, Tufeyl b. Amr: “Yâ
Rasûlallah! Beni Amr b. Hümeme’nin putu olan Zülkeffeyn’e
gönder de, onu yıkayım?” dedi. Peygamberimiz Aleyhisse-
lam: “Olur!” buyurdu. Onu Zülkeffeyn’i yıkmaya, yok etmeye
gönderdi. Tufeyl b. Amr, hemen kavminin yanına gitti. Zül-
keffeyn; Huzâaların ve Devsîlerin putu idi. Bunlar, hac yap-
tıktan sonra Zülkeffeyn’in yanına uğrayıp tazim vazifelerini
yerine getirmedikçe, evlerine gelmezlerdi. Zülkeffeyn putu
tahtadan yapılmıştı. Tufeyl b. Amr onu yıktı. Üzerinde ateş
yaktı. Ateş birden alevlenip tutuştu. Tufeyl b. Amr, onu böyle
ateşe verip yakarken, şöyle diyordu: “Ey Zülkeffeyn! Ben se-
nin kullarından değilim. Bizim doğumumuz, senin doğumun-
dan daha eskidir! Ben senin içine ateş doldurdum!”
Zülkeffeyn yakılıp ortada tapılacak bir şey kalmayınca,
Devs kabilesi halkı topluca Müslüman oldular. Yüce Allah
(c.c.) onlardan razı olsun! Tufeyl b. Amr, yanına kavminden
400 kişi alarak acele yola çıktı. Gelişinden dört gün sonra,
Peygamberimiz Aleyhisselama kavuştu. Yanında, ağır sa-
vaş aracı olarak debbabe ile mancınık da getirdi. Kur’ân-ı
Kerîm’de Huneyn Savaşında Allah (c.c.)’ın müslümanlara
olan yardımı şöyle anlatılır: “Andolsun ki; Allah (c.c.), bir-
çok yerlerde ve Huneyn gününde, size yardım etmiştir.
(O Huneyn gününde ki) çokluğunuz size kibir ve gurur
vermişti de, bu, size gelecek şeyden bir şeyi gidermeye
yaramamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen, başınıza
dar gelmişti. (Düşman karşısında) bozguna uğrayarak
gerisin geri dönüp gitmiştiniz. Sonra, Allah Resûlü ile
mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Görmediğiniz or-
dularını indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin
cezası idi. Sonra, Allah (c.c.), bunun ardından kimi di-
lerse tevbesini kabul eder.Allah (c.c.) çok yarlıgayıcı ve
esirgeyicidir.” (Tevbe s. 25-27)
(M.Asım Köksal, İslam Tarihi)
CENNETÜ’L BAKİ’ MEZARLIĞI
Malûm ola ki, Baki’ denilen yer sur (kale duvarları) dışında mübarek bir yerdir ki, vasfa gelmez. Medine kalesinin Bab-ı Cum’a tarafındadır. Bütün mevtaları o kapıdan çıkarırlar. İşte Baki’ dedikleri yer surların dışında etrafı duvarla çevrili bir mezarlıktır, içinde başka başka kubbeler, türbeler, kapılar vardır. Asıl Baki’ mezarlığının dört beş yerde kapısı vardır. Rivayete göre yalnız Ashab-ı kiramdan yetmiş bin kişi gömülüdür bu kabristanda. Hele şehidlerin adedi hiç belli değildir.
Orada taaffün (kokuşma) olmaz. Hem, ilk büyüklerden öyle rivayet olunmuş ki, yarın mahşer günü hesapsız ve azapsız gül sepeti silkeler gibi Baki’ kabristanında yatan mü’minleri Cennete silkeleseler gerektir. O mübarek mahalle defnolunmak değme bir kişiye mukadder olmaz. Eğer olursa bundan büyük saadet olmaz.
Baki’deki kubbelerin altında yatan yüce zatlar: Hazret-i Osman, Cennetü’l Baki’de müstakil bir kubbededir. (r.a.)
Onun karşısında Peygamber (s.a.v.) Efendimizin süt annesi Halime hatun validemiz bir kubbe altındadır. Baki’nin ortasında (s.a.v.) Efendimizin amcası Hazret-i Abbas (r.a.) yatar. Yine ortalarında Hazret-i Hasan, Hazret-i İmam Bakır, İmam Zeyne’l-Âbidin yatarlar (r.a.e.). Yine rivayete göre Hazret-i Fatımatü’z Zehra (r.anhâ) da onlarla aynı kubbe altındadır. Abdullah bin Mes’ud, Osman bin Maz’un (Resûl (s.a.v.) Efendimizin süt kardeşi), Peygamberimiz (s.a.v.)’in oğlu Hz. İbrahim bir kubbe altındadır. Hazret-i Ukayl ibn-i Ebî Talib (Hz. Ali’nin kardeşi) bir kubbededir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin kızları Rukıyye, Zeyneb, Ümmü Külsum ile Peygamber (s.a.v.) zevcelerinden yedisi bir kubbe altındadır.İmam-ı Malik bir kubbededir. Hz. Ömer (r.a.)’in oğlu Abdullah (r.a.) bir kubbededir. Bunlar Baki’ kabristanı içindedirler. Hariçte Baki’ ile Kale kapısı arasında iki kubbe daha vardır. Birisi Sa’d bin Mu’az ve öteki Ebû Said el-Hudri hazretlerine aittir.
(Derviş Ahmet Peşkarî, Tayyibetü’l Ezkâr, 49-51.s.)
cemâate namaz kıldırsın” buyurmuş. Hz. Ebû Bekir (r.a.)
de on yedi vakit namaz kıldırmış idi. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz irtihâlinden dört gün evvel Müslümanları
ihtilâftan korumak üzere bir şey yazdırmak isteyerek kalem
kâğıt istemişti. O gün öğle üzeri sıhhatinde biraz iyilik
hisseylemiş, Hz. Alî ve Abbâs (r.a.)’nın yardımıyla mescide
gelmiş fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.) namaza başlamış idi.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in geldiğini Ebû Bekir (r.a.)
hissedince çekilmek istemiş, yerinden çekilmemesini işaret
buyurmuş, sonra Ebû Bekir (r.a.)’in yanında oturmuştu. Hz.
Âişe (r.anhâ)’nın hücresine döndükten sonra Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz’in hastalığı şiddetlenmişti. Nihayet
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Allah (c.c.)’nun nimetine nail olan
peygamberler, sıddî klar, şehîdler ve sâlihlerle beraber,
bunların refakati ne hoş refakattir” buyurdular. Sonra
elini kaldırdı parmağıyla üç kere semâya işaret etti, “Reffk-ı
A’lâ’ya” dedi ve bu kelimelerle mübarek eli düştü. Mübarek
gözleri a’lâya dikildi.
Ve Sallallâhu alâ Seyytdinâ ve Nebtyyinâ Muhammedin
ve alâ âlihi ve sahbihî ve sellim.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s), Hz. Ebübekir (r.a.), 109-110.s.)
ASHÂB (R.A.E.)’İN PEYGAMBER (S.A.V.) SEVGİSİ
Uhud Gazâsı’nda Hz. Peygamber (s.a.v.) cenkte düştü diye
Medîne’nin içinde yalan haberler yayıldı. Halk arasında öyle bir
söylenti yayıldı ki bunun üzerine bağırıp çağırmalar, ağlama ve
sızlanmaları göklere vardı. O anda Ensâr hâtûnlarından Sümeyrâ
Hâtûn şehirden çıkıp savaş yerine gitti. Oraya vardığında
kardeşinin, oğlunun ve kocasıyla atas ının dördünün birden şehîd
olduklarını gördü. Fakat onlarla ilgilenmedi ve:
“Resûlullâh (s.a.v.) nasıl oldu, nerededir?” diye sordu.
“ileridedir” dediler. Tâ yan ına varıncaya kadar o tarafa koştu ve
mübarek eteğini eline aldı ve:
“Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Hepsi yoluna feda olsun. Allah (c.c.)’ya
çok şükür, Seni sağ salim gördüm. Şimdi artık olan musîbetlerden
gam yemem, üzülmem” dedi.
Deniliyor ki Ashâb-ı Kirâm’dan Zeyd bin el-Desîne (r.a.)’i,
Mekke müşrikleri tutup Harem’den dışarıya öldürmeye çıkardıkları
zaman Ebû Süfyân ona:
“Ya Zeyd, Allah’ını seversen doğru söyle şimdi senin yerine
Muhammed (s.a.v.) olsaydı da O’nun boynunu vursaydık ve sen
ailenin yanına dönseydin sevinir miydin? dedi. Zeyd (r.a.):
“Vallahi Muhammed (s.a.v), şimdi durduğu yerde O’na bir diken
batsaydı ve ben de ailemin yan ında olsaydım katiyyen
sevinmezdim” diye cevâb verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyan:
“Muhammed (s.a.v.)’in Sahâbeleri’nin O’nu sevdikleri kadar
Âdemoğulları’ndan bir kimsenin diğer bir kimseyi sevdiğini
görmedim” dedi.
“Ey Habî bim, o hicreti terk edenlere de ki: “Babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız
mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza
giden meskenler, size Allah ve Resulünden ve O’nun yolunda
cihâddan daha sevgili ise artık Allah’ın emri (azabı) gelinceye
kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”
(Tevbes. 21)
Not: Ashâb-ı Kirâm’ın Ahlâkı serisinin birsonraki yazısı 24 Aralık
tarihindedir.
(Lâm -, Kastalânî (r.h.), İlâhi Rahmet Hazret-/ Muhammed (s.a.v.), 2.0,156-166)
İLK CUMA NAMAZI VE HUTBESİ
Peygamberimiz (s.a.v.), bir Pazartesi günü geldiği
Küba’dan; Cuma günü, güneş doğup ortalığı aydınlattıktan
sonra ayrıldı. Dostu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile iki
taraflarını kuşatan islâm ehlinden yüz kişilik bir toplulukla
Medîne’nin yolunu tuttu. Medîne’ye girerken, sol tarafa
meylederek, Rânûna denilen vadinin üst tarafına indiler.
Peygamberimiz (s.a.v.), burada bulunan mescidde, Cuma
namazının farz kılındığını teblîğ buyurup, çok etkileyici bir
hutbe îrâd ederek, Mü’minlere ilk Cuma namazını kıldırdı-
lar. Bu mescid, bundan böyle, “Cuma mescidi” diye anıldı.
Resûlullâh (s.a.v), buradaki ilk Cuma hutbesinde şöyle
hitab ettiler:
“Ey insanlar!.. Sağlığınızda kendiniz için âhiret azı-
ğını hazırlayınız, tedârik görünüz ve onu, kendinizden
önce gönderiniz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gü-
nünde kişinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı
koyunundan sorulacaktır. Sonra Cenâb-ı Hakk, arada
bir tercüman ve perdadâr bulunmadan, bizzat, ona;
“Sana benim Peygamberim gelip de emirlerimi
teblîğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsan ve
lütuf-ta bulundum. Sen, bu ni’metlerden, kendin için
âhirete ne ayırdın?” buyuracak.
Sonra o kimse, sağına soluna bakacak, birşey göre-
meyecek. Sonra önüne bakacak, ancak cehennemden
başka birşey göremeyecek!. Öyle ise, kişi, yarım hur-
ma ile de olsa, cehennemden kendisini kurtarabilecek
ise, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, kelime-i
tayyibe (güzel, hoş söz) ile, kendisini kurtarsın. Zîrâ
onunla bir hayra; on mislinden, yedi yüz misline (katı-
rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” Âmîn.
ALLAH (C.C.) ONLARLA BERABERDİ
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve Hz. Ebûbekir (r.a.)
Sevr mağarasının önüne geldiklerinde Ebû Bekir (r.a.)
pek ziyâde mahzun olarak: “Yâ Resûlallâh (s.a.v.)!
Beni öldürürlerse ne gam. Ben bir şahısım, amma Allah
(c.c.) göstermesin sana bir ziyan eriştirecek olursa
bütün ümmetin helâkına sebeb olur” deyince Resûl-i
Ekrem (sav.) “Gam çekme, Allah (c.c.) bizimle
beraberdir” diye teselli etti. Mağarada bulundukları
vakitte Resûlullâh (s.a.v.), arkadaşı olan Ebû Bekir
(r.a.)’e “Mahzun olma zîrâ Allah’ın inayeti bizimle
beraberdir.” buyurdular. Müşrikler dönüp gittikten sonra
Ebû Bekir (r.a.), “Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Eğer içlerinden
birisi şöylece önüne bakıverseydi bizi görürdü” deyince
Resûl-i Ekrem (sav.) “Ya sen o iki refik hakkında ne
zannedersin ki onların üçüncüsü Allah (c.c.) ola!”
diye buyurdular. Ebû Bekir (r.a.) mağaraya girdi de bir
delik gördü. Oradan yılan ve çıyan gibi bir muzır hayvan
çıkıp da Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e zarar vermesin diye o
deliği ayağıyla tıkayıp oturdu. Resûlullâh (s.a.v.) de ona
dayanıp uykuya vardı. Hâlbuki o delikten bir yılan çıktı,
Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a.)’in ayağını soktu. Ebû Bekir
(r.a.), Fahr-i Âlem (s.a.v.) uyanıp rahatsız olmasın diye
ayağını çekmedi. Lâkin canı acıyıp gözlerinden yaş aktı
ve göz yaşları Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in mübârekyüzüne
damlamakla uykudan uyandı. “Ne var yâ Ebâ Bekir?”
diye sordu. O dahi “Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Ayağım.
bir şey soktu amma beis yok. Anam, babam sana
feda olsun.” diye cevâb verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
kalktı yılanın soktuğu yere tükürüğünü sürdü derhâl
acısı geçti ve Hz. Sıddîk (r.a.) de şifâ buldu.
(Hz. Mahmûd Sami Ramazânoğlu (fcs), Hz. Ebûbekir (r.a.), 30-31)
BÜTÜN İNSANLIK NEBİ (S.A.V.)’E MUHÂÇTIR
Kabirden önce Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, üzerinde Cennet
elbisesi ile kalkacaklar. Burak üzerinde, elinde Livâü’l-hamd isimli
bayrakla mahşer yerine gidecek, peygamberler ve bütün insanlar
bu bayrağın altında duracak, hepsi, beklemekten çok sıkılacak,
önce peygamberlerden Hazret-i Âdem, sonra Hazret-i Nuh, sonra
Hazret-i ibrâhîm, Hazret-i MÛsâ ve Hazret-i îsâ (a.s.)’a gidip, hesaba
başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür
bildirerek, Allâhü Te’âlâ’dan utandıklarını söyleyecekler, şefaat
edemeyecekler, sonra Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e gelip yalvara-
caklardır. Resûlullâh (s.a.v.):
“- insanlar bana gelirler. Dertlerini söylerler ve onlara:
“Evet, Allah’ın izin verdiği dilediği ve razı olduğu kişiler için,
şefaat ederim. Kalan da kalır.
Allâhü Te’âlâ, mahlûkâtı arasında hüküm vermeye başladığı
zaman, bir münâdi şöyle seslenir:
– Muhammed (s.a.v.) ümmeti nerede?
Evet, biz ümmetlerin sonuncusu olarak dünyaya geldik.
Ama, K ıyamet Günü, ilk hesaba çekilecek kimseleriz. Ben
kalkarım, ümmetim de benimle beraber kalkar. Diğer ümmetler,
bize yol açarlar. Temizlik eseri olarak parlak, nurlu bir şekilde
yol alırız. Biz geçip giderken, diğer ümmetler, bizim için şöyle
derler:
– Nerede ise, bu ümmetin hepsi peygamber olacakmış!…
Bundan sonra cennetin kapısına gider; kapının açılmasını is
terim. Bir ses der ki: – O kimdir? Ben:
-Allah’ın Resulü Muhammed’im, derim. Kapı açılır, içeri gi-
rer; Rabbime secdeye kapanırım. O’na öyle bir hamd ederim ki;
benden evvel hiç kimse, O’na öyle bir hamd etmemiştir. Ben-
den sonra hiç kimse böyle bir hamde muvaffak olamaz. Sonra
bana şöyle denir:
– Başını kaldır, söyle, dinleneceksin; iste, istediğin verile
cek. Şefaatçi ol, şefaatin kabul olunacak.
Bundan sonra başımı kaldırırım. Kalbinde bir arpa tanesi
kadar, yâhûd zerre miktarı îmânı olana şefaatçi olurum. Yâni
“Allah’tan başka ilâh olmadığına; Muhammed’in Allah’ın Resulü
olduğuna şahadet edip yakî n derecesinde îmân edenlere.”
Not: Nebî (s.a.v.)’e Mahsûs Faziletler serîsinin bir sonraki
yazısı 29 Kasım tarihindedir.
(Ebû’l Leys Semerkandî, Tenbihü’l Gafilin, 57.s)
Resûl-i Ekrem (s.a.v), halkı bizimle beraber olmaktan, görüşüp
konuşmaktan men’etti. Aynı hâldeki üç kişi, evlerimize kapandık,
gözyaşları dökerek tevbemizin kabulü için yalvarıp durduk. Nihayet
hakkımızda inen Âyette beyan olunduğu gibi, yeryüzü bütün
genişliğine rağmen bize dar geldiği, kalblerimi-zin kederden iyice
sıkıldığı biranda Sel Dağı’ndan birinin:
Ey Ka’b! Müjde! diye bağırdığını duyar duymaz, secdeye
kapandım. Büyük bir ferahlık ve huzura kavuştum. Allâhü Te’âlâ,
bizim tevbemizin kabulüne dair ilâhî hükmünü, Tevbe Sûresi’nin
117 ilâ 119’uncu Âyetleri ile bildirmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in emriyle, bizden yüz çeviren
Müslümanlar, bu afv karşısında, haberi bir an önce bize ulaşt ırmak
için, yarışa girmişlerdi. Allah’ın Resulü (s.a.v), verdiğim selâmıma
neş’e ile karşılık verdiler. “Anandan doğduğundan beri, en
hayırlı günün!” buyurdular.
Beni bu ilâhî lûtfa nail eden doğruluktan hiçbir zaman ay-
rılmayacağıma dâir, Allah Resulü (s.a.v.)’e söz verdim. Yalan
özürde bulunup bu hususta yemîn edenlerin de, helak olup gittikleri,
Tevbe Sûresi’nin 95 ve 96. Âyetlerinde beyân buyu-ruldu.
Not: Ashâb-ı Kirâm’ın Ahlâkı serîsinin bir sonraki yazısı 22
Kasım tarihindedir.
(K.Nİşâncızâde, Seydîşehrî , A. Cevdet Paşa, islâm Tarihi, 511 -513. s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN AİLESİNE TA’ZÎM
Resûlullâh (s.a.v.) bu hususu teşvîketmişlerdir. Selef-i Sâlihîn
(r.a.e.) de bu yolu takib etmişlerdir. Allâhü Te’âlâ buyuruyor ki:
“Hem evlerinizde oturun ve evvelki câhiliyet (zamanında
süslenerek, açılıp saçılarak sokağa çıkan kadınların) çıkışı gibi
çıkmayın. Namazı gereği gibi kılın. Zekâtı verin. Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin. Ey ehl-i beyt (Peygamber ailesi)! Allah
sizden sırf günâhı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
(Ahzâb s. 33)
Nebî (sav.) üç kere: “Allah için ehl-i beytime (ihsan et-
menizi, onları hoş tutmanızı) istiyorum” buyurdular.
Biz, Zeyd b. Erkâm (r.a.)’e Resûlullâh (s.a.v.)’in Ehl-i Beyti’nin
kimler olduğunu sorunca şöyle cevâb verdi: “Alî’nin ailesi,
Ca’fer’in ailesi, Akî l’in ve Abbâs’ın aileleri.” Resûlullâh (sav.)
buyuruyorlar ki: “Ben size öyle büyük bir şey bırakıyorum ki
eğer siz ona sımsıkı yapışırsanız, asla sapıtmazsınız; Allah’ın
kitabı ve ehl-i beytim. Düşünün, onlar hakkında bakalım bana
nasıl uyacaksınız. (Kur’ânı Kerîm’e uymak, O’nun emirlerini
yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmak ile olur.
Resûlullâh (s.a.v.)’in Ehl-i Beyti’ne uymak ise, onları
mek ile olur).”
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Muhammed
(s.a.v.)’in hanedanını bilmek, cehennemden kurtulmaktır.
Muhammed (s.a.v.)’in hanedanını sevmek, sırat köprüsünden
kolay geçmeye vesiledir. Muhammed (s.a.v.)’in hanedanına
yardım etmek ise azâbdan emin olmaktır.”
Ömer b. EbÛ Seleme (r.a.) der ki: ‘Ey Ehl-i Beyt (Peygamber
ailesi)! Allah, sizden sırf günâhı gidermek ve sizi temiz yapmak
istiyor.” (Ahzâb s. 33) Âyet-i Celîle nazil olduğu vakit -ki Ümmü
Seleme (r.anhâ)’nın evinde nazil oldu- Resûlullâh (s.a.v.), Fât ıma,
Hasan ve Hüseyin (r.a.e.)’i çağırdı. Hz. AİT (r.a.) de, Resûlullâh
(s.a.v.)’in arkasında iken Resûlullâh (s.a.v.) ince bir bez örterek
şöyle buyurdular:
“Ey Allah’ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunların
günâhlarını gider, bunları temizle.”
Not: Nebî (s.a.v.)’e karşı görevlerimiz serîsinin bir sonraki
pazısı … Kasım’dadır.
(Kadı lyâz, Şifâ’, Şerif, 432-433.s.)
NEBİ (S.A.V.)’E TA’ZÎ M ETMEK, EDEBLİ OLMAK ALLAH (C.C.)’NUN EMRİDİR
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de diğer Peygamberlere adlarıyla
hitab edip (yâ Âdem, yâ Nuh, yâ Zekeriyya, yâ Yahya, yâ Mûsâ, yâ
îsâ) diye buyurmuşlardır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yâ
Eyyuhe’r-Resûl, yâ Eyyühe’n-Nebî, yâ Eyyühe’l-Müzzemmil, yâ
Eyyühe’l-Müddessir diye hitâb etmiştir. Bu gayet ulu bir mertebedir.
Bir de, bağırarak onunla konuşmak ümmetine haram kılındı.
Nitekim Cenâb-ı Hakkmeâlen:
“Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamberin sesinden
yüksek çıkarmayın, Ona sözle birbirinize bağırdığınız gibi
bağırmayın ki siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.”
(Hucurats. 2) buyurmuşlardır,
ibn-i Abbâs (r.a.) diyor ki Bu Âyet-i Kerîme indikten sonra Hz.
Ebû Bekir (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)’le gizli konuşanlar gibi
konuşmaya başladı. Hz. Ömer (r.a.) de öyle yavaş konuşuyordu ki
Hz. Peygamber (s.a.v.) ondan sormadıkça sözünü tam
işitemezlerdi.
Resûlullâh (s.a.v.)’ı İsmi İle Çağırmamak:
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ismiyle çağırmak haram kılınmışt ı.
Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen:
“(Ey inananlar!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda
birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın.” (Nurs. 63) Belki ya
Resûlullâh, yâ Nebîyyallâh diye izzetle ve alçak gönüllülükle ve
alçak sesle çağırın demektir.
Bazıları da şu mânâyı verdiler: “Hz. Peygamber (s.a.v.) sizi
yanına çağırdığında onun çağrısını birbirinize yaptığınız
çağrıya benzetmeyin, yâni birbirinizi çağırdığınızda yüz çevirip
varmamak ve işitmezliğe kalkışmak gibi bir davranışa sakın
Resûlullâh (s.a.v.) çağırınca yeltenmeyin demektir” dediler.
Not: Nebî (s.a.v.)’e karşı görevlerimiz serisinin bir sonraki
yazısı 7 Kasım’dadır.
(imâm-, Kastalânî (r.h.), ilâhi Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 1 .c, 500-510)
NEBÎ-Yİ EKREM (S.A.V.)’E TÂBİ OLMANIN GEREKLİLİĞİ 2
Yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Peygamberin çağırışını,
aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın. İçinizden birbirini
siper edip sıvışıp kaçanları Allah muhakkak biliyor. Bunun
için, Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir
belâ inmesinden, veya elem dolu bir azaba uğramaktan
sakınsınlar.” (Nûrs.63)
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan
sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve Mü’minlerin
yolundan başkasına giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız,
Âhirette de kendisini cehenneme koyarız ki o ne kötü bir dönüş
yeridir” (Nisâ 115).
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Yemin ederim ki birçok
insan (âhirette), başı boş olan hayvanın sudan uzaklaştığı gibi,
benim havz-ı kevserimden uzaklaşırlar. (O benim Ashabımdan
sanarak) onları çağırırım ve şöyle derim: Uyanın gelin (buraya
yönelin), uyanın gelin, uyanın (buraya) gelin. (Onları benim
havz-ı kevserimden uzaklaştıranlar) derler ki: Onlar senden
sonra dinlerini değiştirdiler. Bunun üzerine: Kahrolsun
cehennemlikler, kahrolsun cehennemlikler, kahrolsun
cehennemlikler”
Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular ki: “Benim Sünnetimden yüz
çevirenler, benden (benim ümmetimden) değildir. Kitâb ve
Sünnette bulunmayanı bizim dî nimize kim sokarsa, o
reddolunmuştur.” Mikdam (r.a.)’den rivayet ettikleri Hadîs’te şu
ziyadeyi zikrettiler: “Uyan ın, Allah’ın Resulünün haram kıldığı şey,
Allah’ ın haram kıldığı şey gibidir. Resûlullâh (s.a.v.)’e, (bir hayvan)
sırtında kitâb gelince şöyle buyurdular: “Kendi
peygamberlerinden başkasına veyâhûd kendilerine gönderilen
kitâbdan başka kitaba meyledip kendi peygamber ve
kitâblarından yüz çevirmeleri bir kavmin aptallığına ve
cahilliğine yeter de artar.” Ebû Bekir (r.a.) şöyle buyurmuşlardır:
Resûlullâh (s.a.v.)’in yaptıklarından hiçbirini terk etmedim. Hepsini
işledim. Eğer Resûlullâh (s.a.v.)’in Sünnetini terk edersem, hak ve
hidâyetten sapmaktan korkar ım.
Not: Bu serînin bir sonraki yazısı 5 Ekim tarihindedir.
(Kadı İyâz, Şifâ-i Şerif, 395-397.s)
NEBÎ-Yİ EKREM (S.A.V.)’E TÂBİ OLMANIN GEREKLİLİĞİ 1
iki cihan saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.)’e tâbi olmaya bağlıdır. O’na tâbi olmak
için îmân etmek ve islâm ahkâmını öğrenmek, bunu hakkıyla
tatbîk etmek lâzımdır.
Âhirette cehennemden kurtulmak, yalnız Nebî (s.a.v.)’e
tâbi olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bü-
tün keşifler, bütün haller ve bütün ilimler, Resûlullâh
sallala-hü aleyhi ve sellem Efendimiz’in yolunda bulunmak
şartı ile âhirette işe yarar. Yoksa, Peygamberimiz (s.a.v.)’e
uymayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ona âhirette
fayda vermez.
Allâhü Te’âlâ (bu hususu beyan sadedinde) şöyle bu-
yuruyor: “(Resulüm), şöyle de ki: “Eğer siz Allah’ı sevi-
yorsanız, hemen bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günâhlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir.” (Âi-i imran: 31) Yine Allah (c.c.) buyuru-
yor: “Onun için hem Allah’a, hem de bütün kelimelerine
imân getiren O ümmi peygambere, Resulüne imân edin.
Ve O peygambere uyun ki doğru yolu bulaşınız.” (Araf: 158)
Muhammed b. AlîTirmizîder ki: Resul (s.a.v.)’de takip edile-
cek örnek, O’na uymak, O (s.a.v.)’in Sünnetine tâbi olmak ve
söz ve fiilde O (s.a.v.)’e muhalefeti terk etmektir. Resûlullâh
(s.a.v.) Bilâl b. el- Haris (r.a.)’e şöyle buyurmuşlardır: “Ben-
den sonra terk edilen Sünnetimden bir Sünneti kim ihya
ederse, O Sünnet ile amel edenlerin sevabından hiçbir
şey noksan olmadan onların sevabı gibi kendisine sevâb
verilir. Kim ki kötü bir bid’at icâd ederse, ondan Allah
ve Resulü razı olmazlar (kitâb ve Sünnete uygun olmaz),
ona o bid’atı işleyen insanların günâhlarından bir şey
noksan olmadan aynı günâh yazılır.”
No, 1: Bu serinin bir sonraki yaz,, 18 Ehindir
Not2: Bu gece (22 Ramazân’ı 23 Ramazân’a bağlayan gece)
Ankebût ve Rûm Sûrelerinin okunması çok faziletlidir.
MÜSLÜMAN KADINLARIN BİAT ETMESİ
Resûlullâh (s.a.v.) Medîne’yi teşrîflerinde, sâdece Ensâr
erkeklerinden değil, Ensâr kadınlarından da biat aldı. Hz.
Ümmü Atiyye (r.anhâ)’nın bu husustaki rivayetine göre, Pey-
gamberimiz (s.a.v.), Ensâr kadınlarını bir evde toplattı ve
kendilerine Hz. Ömer (r.a.)’i gönderdi. Evin kapısında dikilip
kadınlara selâm veren ve kendisinin Allah Resulü (s.a.v.)
adına geldiğini bildiren Hz. Ömer (r.a.), onlara, O (s.a.v.)’in
selâmını teblîğ etti. Sonra: “Allâhü Te’âlâ’yaşirk
koşmaya-caklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını
öldürmeye-ceklerine, iftirada bulunmayacaklarına,
cenaze peşinden gitmeyeceklerine, Cumadan
sakındırdıklarına, Şeritte Peygambere karşı
gelmeyeceklerine, feryad ile ağlama-yacaklarına ve
nâmahremleri (evlenmeleri caiz) olan er-keklerle
konuşmayacaklarına” dâir kesin söz istedi.
Selmâ binti Kays (r.anhâ) rivayetinde; “Ayrıca bize ko-
calarımıza hile yapmamamızı” da söyledi. Bundan sonra
ona biat edip döndük. Ben o hanımlardan birisine:
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tekrar git ve ona kocalarımıza
hfle yapmamızdan ne kasdettiğini sor!” dedim. Kadın Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den bunu sorduğunda O (s.a.v.) şöyle
buyurdular: “Malını ondan habersiz alıp başkalarına
ver-menizdir.”
Hufeyle binti Ubeyd b. el-Hâris şöyle anlatıyor: Ben ve
annem Karîre binti el-Hâris, Muhacir kadınlardan bir
cemâatle birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’e giderek biâtta bu-
lunduk. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisi için kurulmuş kıldan
yapılma bir çadırda oturuyordu. O bizden Âyette belirtildiği
şekilde biat aldı. (Mumtehine, 12) Biz bunları kabul ettiğimizi
söyleyip ellerimizi ona uzattığımızda Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Ben kadınların ellerine dokunmam!” buyurdular. Bunun
üzerine bizi bağışlamasını istedik, işte bizim biatimiz bu şe-
kilde gerçekleşmişti.
Kitâblarda Peygamberimiz (s.a.v.)’e biat eden Müslüman
kadınlardan 400 kadarının isimleri zikredilmiştir.
Not: Muamelelerserisinin bir sonraki yazısı 28 Ağustos’tadır.
(M. Yûsuf Kandehlevf, Hayatüs Sahâbe.c.l. 19.sj)
NEBÎ (S.A.V.) HİÇBİRZAMAN DOYASIYAYEMEDİLER
Zaman olurdu ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in han ımlarına âid
hücrelerin hiçbirinde, aylarca ne ışık yanar, ne de ateş yak ılırdı.
Zeytinyağını buldukları zaman, onu merhem yerine kullan ır ve
içyağını bulurlarsa da onu yerlerdi.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Allah Resulü (s.a.v.)’in
ailesine âid hiç bir evde ne ekmek ne de yemek pişirmek için ateş
diye bir şey yak ılırdı. Bu hâl bazen bir ay, bazan da iki ay böyle
devam ederdi. Dinleyenler “Peki ne ile yaşıyorlar-dı, ey Ebû
Hüreyre?” diye sordular. Ebû Hüreyre (r.a.), “Hur-ma ve suyla
geçinirlerdi. Bir de, Ensârdan bir kaç komşuları vard ı. Allah onları
mükâfatland ırsın. Ara sıra Hz. Peygamber (s.a.v.)’e süt
gönderirlerdi” dediler. Hz. Âişe (r.a.) şöyle rivayet ediyorlar:
“Resûlullâh (s.a.v.) hiçbir zaman doyasıya yemedi-ler. isteseydik
yiyebilirdik. Fakat Resûlullâh (s.a.v.) başkalarını nefsine tercîh
ederlerdi.”
Hz. Fât ımâ (r.anhâ), Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir parça arpa
ekmeği takdim ettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona “Ba-banın üç
günden beri yediği ilk yemek bu oluyor.” buyurdular. Biz Resûlullâh
(s.a.v.)’e aç olduğumuzu söyledik ve elbisele-rimizi kaldırıp,
karınlarımızın üzerine bağladığımız taşı gös-terdik. Hz. Peygamber
(s.a.v.) de elbisesini kaldırdı, karnına bağladığı iki taşı bize gösterdi.
Peygamber (s.a.v.) bir gün çok acıktılar. Karnına bir taş bağladıktan
sonra “Dikkat edin, çok nefis vardır ki toktur, yumuşak yatakta
yatar. Fakat kıyamet günü aç ve çıplaktır. Dikkat edin, çok kişi
vardır ki görünüşte nefsine önem verir. Gerçekte ise, nefsini
rezil etmektedir. Yine dikkat edilsin ki bazı kimseler görünüşte
nefsini rezil ediyor, gerçekte ise onu ikrama boğmuşlardır.”
Hz. Âişe (r.anhâ)’dan rivayetle; “Peygamberinden sonra bu
ümmetin başına ilk gelen belâ doyasıya yemektir. Çünkü
insanlar karınlarını doldurduklarında bedenleri seni izleşiyor,
böylece kalbleri zayıflıyor, şehvetleri azıyor.”
Not:Nebî (s.a.v.)’in yüce ahlâkı serisinin bir sonraki yazısı 30
Eylül’dedir.
(Yûsuf Kandehlevî (r.h.), Hayâtu’s-Sahâbe,1.c. 299.S.)
NEBİ (S.A.V.)’İN SAFA TEPESİNDEKİ HİTÂBLARI
Resûlullâh (s.a.v.) bir gün Safa Tepeciğine kadar gittiler.
Orada, yüksekçe bir taşın üzerine çıktılar.
Şehâdet parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Yüksek sesle:
“Yâ Sabâhâh! Ey Kureyş Cemâati!” diyerek seslendiler. “Kim
bu seslenen?” diye sordular. “Muhammed (s.a.v.), Safa
Tepesinden sesleniyor!” dediler, işitenler, gelip Peygamberi-
miz (s.a.v.)’in karşısında toplandılar. Gelemeyenler de, top-
lantının sebebini anlamak için, yerlerine adam gönderdiler.
Yanına gelen Kureyşliler Peygamber (s.a.v.)’e: “Yâ Muham-
med (s.a.v.)! Ne haber var?” diye sordular. Peygamberimiz
(s.a.v.): “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce ailesini
haberdâr etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendi-
sinden önce ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak ‘Yâ
Sabâhâh! diye bağıran bir adamın hâline benzer. Ne der-
siniz? Ben, size şu dağın eteğinden veya şu vadiden, sizi
yağmalamak isteyen bir takım atlıların çıkıvereceğini, yâhûd
akşama, sabaha, düşman baskınına uğrayacağınızı haber
verirsem, beni tasdîk eder, doğrular mısınız?” diye sordular.
“Evet! Seni tasdîk eder, doğrularız! Çünkü, biz seni bütün
tecrübelerimizde doğru sözlü bulduk! Sen, bizim katımızda
herhangi bir suçla suçlanmış bir kişi değilsin! Hakkındaki
tecrübelerimizde, sende hiçbir yalana rastlamış değiliz!”
dediler.
Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.): “Öyle ise, ben
sizi şiddetli bir azâb önünde inzâra, korkutup uyarmaya me-
murum” EyAbdulmuttalib oğulları! Ey Abdi Menâf Oğulları!
Ey Zühre Oğulları! Ey filanoğulları! Ey filanoğulları! diyerek
birer birer Kureyş kabilesinin bütün ailelerine seslenip:
“Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azâb ile korkutmamı bana
emretti. Sizler “Lâ ilahe illallah; Allah’tan başka hiçbir ilâh
yoktur” demedikçe; ben size ne dünyada bir yarar, ne de
âhirette bir nasîb sağlayabilirim” buyurdular.
(M. Asım Koksal, islâm Tarihi, 1.c, 264-270.S.)
NEBÎ-Yİ EKREM (S.A.V)’İN MÜBAREK KOKULARI
Güzel koku kullanmaksızın güzel kokmak Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz’in nübüvvet özelliklerindendir. Hattâ Enes (r.a.)’in;
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’nin kokusundan güzel, misk ve
amberden bir şey koklamadım, buyurduğunu imâm Ahmed b.
Hanbel rivayet etmiştir. Câbir b. Abdullah (r.a.)’den rivayete göre,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in mübarek vücûdlarında öyle bir
güzel koku var idi ki, her hangi bir yoldan geçseler, o yolu gayet
güzel bir koku kaplad ığın-dan, kendisini o civarda görmemiş
olanlar, güzel kokularının delaletiyle, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in o
yoldan geçmiş bulun-duklarına hükmederlerdi. (Beyhâkî)
Taberâni rivayet eder ki: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in huzuruna
sahabelerden biri gelip kızının çeyizi hususuna yardım etme-sini
istedi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, mübarek terle-rinden bir
şişeye iki damla koyarak: “Bu şişeyi kızına götür ve söyle ki
içindeki şeyle kendisine koku sürünsün.” buyurdular. O zât ın
kızı her ne zaman o şişeden süründü ise, kokusunu bütün Medîne
ahâlisi kokularlar idi ve hattâ onun evine “güzel kokular evi” denilirdi.
Müslim, Enes (r.a.)’den rivayet ediyor ki: Bir gün Enes b. Mâlik
(r.a.)’in evine Peygam-ber (s.a.v.) Efendimiz şeref verdiler.
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle hafif bir uykuya dald ıkları esnada mübarek
vücûdlarında terler belirdi. Hz. Enes (r.a.)’in annesi, Ümmü Selim
(r.anhâ), bir şişe bulup vücûd-i saadetlerinde ortaya çıkan terden
alıp şişeye koyarken Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, uyanıp Ümmü
Selim (r.anha)’nın hareketini gördüler ve “Yâ Selim, ne yapıyor-
sun?” diye sordular. Korkularımıza ilâve için mübarek terini-zi
alıyordum, cevâbını alınca: “Evet! Ondan daha güzel bir koku
olmaz” buyurdular.
ibn-i Ömer (r.a.) rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Efendi-miz
şöyle buyurdular: “Üç şey vardır ki, hediye edilirse reddedilmez:
Yastık, güzel koku ve süt.”
Not: Nebî (s.a.v.)’in yUce ahlâkı serisinin bir sonraki yazısı 25 Temmuz’dadir.
(Şemail-i Şerîf, İmâm Tirmizi (r.h.),sf.231-232-234)
AY’IN NEBİ (S.A.V.)’E SELÂM VERMESİ
Avf Oğulları kabîlesinden Habîb b. Mâlik’in Ay’ı ikiye bölmesini
Allah Resulü (s.a.v.)’den taleb etmesi üzerine Cebrail (a.s)
Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek “Yâ Resûlullâh! Hakk Te’âlâ
sana selâm gönderiyor. Yâ Resûlullâh! Haşini oğullarından
dört büyük seyyidi yanına al ve Ebû Kubeys dağına çık. Allâhü
Te’âlâ gökteki aya, senin emirlerini yerine getirmesini
buyurdular. Sen ne hükmedersen o yerine getirecektir”
dedikten sonra tekrar makamına çıktı.
Bundan sonra hâdiseyi Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle anlat ırlar:
“Ebû Kubeys dağının altında duruyorduk. Ay doğu tarafından
göründü. Yükselerek yukarı çıktı. Nuru bütün âlemi doldurmaya
başladı. Göğün ortasında kâmil bir dolunay hâline geldi. Kabe’nin
üstüne dikildi. Bütün insanlar ayın nasıl doğduğunu ve yukarı nasıl
çıktığını gördü. Sonra Kabe’nin üstüne indi. Burayı yedi defa tavaf
etti. insanlar yaptığı tavaf ı saydılar. Ardından Kabe’ye karşı Allâhü
Te’âlâ’ya secde etti. Sonra gökyüzüne çıktı. Aydan bütün insanların
işiteceği şekilde bir seda duyuldu. Allah Resulü (s.a.v.)’e selâm
verdi. Fasîh bir Arapça ile “Selâm sana olsun, Ey öncekilerin ve
sonrakilerin Efendisi! Selâm sana olsun, Ey Peygamberlerin
sonuncusu! Selâm sana olsun, Ey Âlemlerin Râbbi’nin Resulü!
Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur. Onun ortağı ve
benzeri de yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.)
Onun kulu ve Resulüdür” dedi. Ay, Allah Resulü (s.a.v.)’in
karşısında durmuşken iki parça oldu. Yarısı doğu diğer yarısı da
batıdan tarafa yürüdü. Sonra ikisi bir araya gelerek kâmil bir ay oldu.
Ard ından Allah Resulü (sav.) bu aya selâm verip. “Selâm sana
olsun ey dolunay! Ey karanlıkların lâmbası!” dediler.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in anlattığı bu büyük mucizeyi bütün
insanlar gözleriyle gördüler.
NotıNebî (s.a.v.)’e mahsus faziletler serisinin bir sonraki
yazısı 16 Kasımdadır.
(Mustafâ Darir(r.lv), Siyer-i Nebi (s.a.v.), 1.0, 715-726.S.)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN DÜNYADAN YÜZ ÇEVİRMESİ
Abdullah ibn Ömer (r.a.) şöyle anlat ıyor: Resûlullâh (s.a.v.) ile
beraber çıktık. Ensârın bahçelerinden birisine girdik. Resûlullâh
(s.a.v.) hurmaları toplayarak yedi. Bana da “Ey İbn Ömer! Niçin
yeniyorsun?” diye sordu. Ben de “Ey Allah’ ın Resulü! iştahım
çekmiyor” dedim. Hz. Peygamber (sav.) “Benim iştahım çekiyor.
Çünkü bu dördüncü gündür ki ben bir şey tatmadım. Eğer,
Allah (c.c.)’den de isteseydim, Allah (c.c.) bana Kisra ve
Kayser’in serveti gibi servet verirdi. Ey Ömer’in oğlu! Bir
senelik azığını derle-yen ve Allah (c.c.)’ye güveni zayıf olan
kişiler içinde kaldığında hâlin ne olacaktır?” dedi. Allah (c.c.)’ye
yemîn ederim ki, biz daha oradayken “Nice canlı vardır ki, rızkını
sırtında taşımıyor. Allah ona da rızık verir, size de. Allah semi
ve alîmdir.” (Ankebûts. 60) Âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (sav.) “Kesinlikle, Allah (c.c.) bana dünya malını
biriktirmeyi ve şehvetlerin peşinde koşmayı emret-medi. Kim
ki dünya malını biriktirir ve onunla ebedî hayâtı isterse, bilsin
ki hayât Allah (c.c.)’nun elindedir. Dikkat edin ki ben herhangi
bir dinarı, herhangi bir dirhemi birik-tirmem ve yarın için rızık
da derlemem” diye buyurdular.
Nebî (s.a.v.)’e içinde süt ile bal bulunan bir bardak getirildi. Hz.
Peygamber (sav.) “Çok güzel. Aynı bardakta hem iki içecek,
hem de iki katık bir arada. Hayır, benim buna ihtiyacım yoktur.
Yanlış anlamayın. Ben bunun haram olduğunu söylemiyorum.
Fakat Allah’ın dünya fazlalık-larından dolayı beni sorguya
çekmesinden korkuyorum. Allah’a karşı tevazu gösteriyorum.
Kim ki Allah’a karşı tevazu gösterirse Allah onu yüceltir. Kim
ki, gurura kapı-hrsa Allah onu düşürür. Kim ki, geçimde orta
yollu davra-nırsa, Allah onu zengin kılar. Kim ki ölümü çok
hatırlarsa Allah onu sever” buyurdular.
Not:Nebi (s.a.v.)’in yüce ahlâkı serisinin bir sonraki yazısı
12Haziran’dadır.
(M. Yûsuf Kandshlsvî(r.h.), Hayatü’s Sahâbe, 2.c, 312.S.),
Allâh (c.c): “(Hâbibim) de ki: «Ey insanlar şübhesiz
ben göklerin ve yerin mülk (ü tasarrufuna mâlik olan,
kendisinden başka hiçbir Hakk bulunmayan hem
diril-ten, hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği
Pey-gamberim.” (A’raf s.168) buyurmuşlardır. Bu Âyet-i
Kerîme Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bütün insanlara
gönderildiğine delîldir.
Hz. îsâ (a.s.)’a inanan bir topluluk (ki onlara Nasrânî der-
ler) Hz. Muhammed (s.a.v.) hakktır, doğru söylüyor. Fakat
o Arab kavmine gönderilmiştir. Benî israil’e gönderilmedi
dediler. Bu Âyet-i Kerîme onların bu sözlerinin gerçek olma-
dığına delîldir. Zîrâ Allah (c.c.)’nun «Yâ eyyühennâsü» «Ey
insanlar» buyurdukları bütün Âdemoğluna sesleniştir. Ondan
sonra meâlen :
«Sizin hepinize (gönderilmiş) Resûlullâhım»
buyrul-maktadır. Bu da Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bütün
insanlara peygamber olarak gönderildiğini isbât etmektedir.
Şimdi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hak Peygamber olduğunu
kabul edenlerin, onun bütün insanlara gönderildiğine
inanmaları gerekir.
Müslim, Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet etmiştir ki Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: «Gönderildiğimi
işiten herferde getirdiğim Kur’ân’a ve İslâm’ın Seri ât hü-
kümlerinin hepsine îmân etmesi vâcibtir (mecburiyettir).
İşittikten sonra îmân etmeden ölse, cehennem ehlinden
olur. İşitmemiş ve İslâm’a çağrılmamış olanlar (Fetret
devrinde) mazurdurlar.»
imâm Müslîm’in (r.h.) Ebû Hüreyre (r.a.)’den alıp bildirdiği
bu Hadîs-i Şerîf’te Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in gönde-
rilmesiyle diğer dinlerin hükümlerinin kalktığına delîl vardır.
Not: Nebî (s.a.v.)’e mahsus faziletler serisinin bir sonraki
yazısı 21 Hazirandadır.
(İmâm-ı KastalânM(r.h.), ilâhi Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 2.0, 94-96.S.)
Mekke’nin fethi esnasında Mahzûm oğullarından bir
kadın hırsızlık yaptı. Kavmi onun elinin kesilmemesi için
Üsâme b. Zeyd (r.a.)’i Hz. Peygamber (s.a.v.)’e aracı
gön-derdiler. Üsâme (r.a.) gidip onun affını isteyince Hz. Peâ
-gamber (s.a.v.) mübarek yüzleri kıpkırmızı kesildi ve “Allh
(c.c.)’nun koymuş olduğu cezalardan birini kaldırmam
için mi bana ricada bulunuyorsun?” buyurdular. Bunun
üzerine Üsâme (r.a.) “Ey Allah’ın Resulü! Bağışlanmam için
Allah’a duâ et; ben çok pişmanım” dedi. Akşam olunca Hz.
Peygamber (s.a.v.) kalkarak Allah (c.c.)’ya hamdü senalar
ettikten sonra Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)’e buyurdular ki:
“Ey insanlar! Önceki ümmetlerin helak sebebleri,
içlerindeki soylu ve şerefli kimselerin herhangi bir suç
işlemesi hâlinde onlara ceza tatbik etmemeleri; zayıf ve
sıradan kimselerin suç işlemesi durumunda ise onları
cezalandırmalarıdır. Muhammed’in (s.a.v.) nefsini kudret
elinde tutan Allah (c.c.)’ya yemin ederim ki kızım Fâtıma
hırsızlık yapacak olsa onun da elini kestirirdim.” Sonra
Hz. Peygamber (s.a.v.) kadının elinin kesilmesini emretti.
Bir bedevî, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelerek ondan
ala-cağını istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’i çok sıkıştırdı ve
“Ala-cağımı ödeyinceye kadar yakanı bırakmayacağım”
dedi. Orada bulunan Sahâbîler onu bu yaptığından
vazgeçirmek amacıyla “Azâb olunasıca! Sen kiminle
konuştuğunu biliyor musun?” dedilerse de bedevî “Ben
hakkımı istiyorum!” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bedevînin
borcunu fazlasıyla verdi. Bunun üzerine adam “Sen nasıl
alacağımı hakkıyla verdin-se Allah (c.c.) de sana hakkıyla
mükâfaat ını versin!” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle
buyurdular: “İnsanların en hayırlısı onlara haklarını
verendir. Haksâhiblerinin, hak-larını zahmetsizce
alamadığı bir millette hayır yoktur ve o millet iflah
olmaz.”
Not:Nebî (s.a.v.)’in yüce ahlâkı serisinin bir sonraki yazısı 9Haziran’dadır.
(M. Yûsuf Kandehlevf (r.h.), Hayâtü’s-Sahâbe, 2.O., 136.s)
19 Mayıs, Mevtana Takvimi
VARAKA B. NEVFEL KISSASI
Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Cebrâîl (a.s.) ile olan ilk
görüşme-lerinden sonra yüreği titreyerek eve gelince, Hz.
Hatîce’ye: “Beni sarıp örtünüz! Beni sarıp örtünüz!”
buyurdular. Korkusu, titremesi geçinceye kadar, vücûdunu
sarıp örttüler. Hz. Hatîce (r.a.)’e: “Uykuda, rüyada görüp de
sana söylemiş, anlatmış olduğum şeyi, Rabbim bana
Cebrail’i göndererek açıkladı” buyurup, Yüce Allah
tarafından gelenleri ve Cebrâîl (a.s.)’dan işittiklerini haber
verdi.
“Doğrusu, kendim hakkında, korktum!” buyurdular.
Hz. Hatîce (r.anhâ) Validemiz: “Öyle söyleme. Vallahi, Allah
seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye düşürmez. Çünkü,
sen akrabanı görür gözetirsin, işini görmekten âciz olanların
yükünü taşırsın. Yoksula verir, hiç kimsenin
kazandırama-yacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak
yolunda kar-şılaştıkları musîbet ve felâket hâdiselerinde,
halka yardımcı olursun. Sözü doğru söylersin. Emâneti
yerine verirsin. Gü-zel huylusun da!” dedi. Sonra da,
Peygamberimiz (s.a.v.)’i yanına alıp amcasının oğlu Varaka
Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka b. Nevfel: “Ne
gördün kardeşimin oğlu?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.)
gördüklerini, işittiklerini haber verince, Varaka: “Senin bu
gördüğün, Allah tarafından, Mûsâ (a.s.)’a indirilmiş olan
NâmÛs-ı Ekber (Cebrâîl)’dir! Âh! Keş-ke kavminin seni
(yurdundan) çıkaracakları zaman, ben sağ ve genç, dinç
olsaydım!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Demek, onlar
beni yurdumdan çıkaracaklar ha?!” deyince, Varaka b.
Nevfel: “Evet! Çıkaracaklardır! Çünkü, senin gibi birşey
getirmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa ve işkenceye
uğramasın! Eğer ben senin davet günlerine erişirsem, sana
son derecede yardım ederim!” dedi ve kendisi çok geçme-
den vefat etti.
Not: Siyer serisinin bir sonraki yazısı 11Haziran tarihindedir.
(M. Âsim Koksal, islâm Tarihi, 1.c, 173- 176.S.)
NEBİ (S.A.V.)’İN MUHTEREM EBEVEYNİ
Seleften büyük bir cemâat ve âlimlerin çoğu Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’nin anne ve babalarının îmân üzere vefat ettikleri
görüşündedirler. Şunu delîl getirdiler. Efendimiz (s.a.v): “Ben
mütemadiyen (devamlı olarak) temiz babaların sulbünden,
temiz anaların rahmine nakloluna geldim.” diye buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk Tevbe Sûresinde “Şübhesiz ki müşrikler, necistir
(pistir).” buyurmuşlardır. Temizlik ile pislik; îmân ile şirk birbiriyle
tezad teşkil eder. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yüce ecdâdından her
birisi temizdir ve onların müşrik olmadıklarını kabul etmek vaciptir.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin nesebi, şirkin kirinden, küfrün
aybından ve her türlü pislikten arınmışt ır. O dönemde Kureyş’in
putlara taptığı meşhurdur. Amma, onların içinde Hz. ibrâhîm
(a.s.)’ın Dîni üzere olup putlara tapmayanlar da vard ı. Ve aynı
zamanda Hz. ibrâhîm (a.s.) şöyle duâ etmişti: “Beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut!”
Mâliki Mezhebi’nin büyük âlim ve kadılarından Ebû Bekir ibn-i
Arabî Hazretleri’ne, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin ebeveynlerinin
cehennemde olduğunu söyleyen kişinin hâlini sordular. O zât da
şöyle fetva verdi: “Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin anne ve
babalarının cehennemde olduğunu söyleyen kişi mel’ûndur. Zîrâ
Allâhü Te’âlâ: “Şübhesiz ki Allah ve Resûlü’ne ezâ edenler;
muhakkak ki Allah onları dünyada ve âhirette la’netlemiş
(rahmeti sahasından kovmuş) ve onlara pek hakareti i bir azâb
hazırlamıştır”, buyurmaktadır. (Ahzâb s.57)”
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de: “Ölülerden dolayı, hayâtta
olanlara eziyet etmeyin (onları üzecek sözler söylemeyin)”
buyurdular.
Efendimiz (sav.) Hazretleri: “Ashabım anıldığı zaman susun
(dilinizi tutun)” buyurdular. Biz Sahâbe-i Kiram (r.a.e) Hazretleri
hakkında noksanlık ve ayıp verecek bir şeyle konuşmaktan men
olunduk. Peygamberler (a.s.) hakkında ayıp ve noksanlık veren bir
şeyle konuşmamak daha önce gelir. Not:Nebî (s.a.v.)’e mahsus
faziletler serisinin bir sonraki yazısı 15 Eylüldedir.
(Not: Daha fazla Bilgi için bkz. Sahih-i Buhâri, 4.c, 539-551.s.)
(İsmail Hakkı Bursevî(k.s.), Rûh’ul Beyân, 1.c, 767-672.S.)
NEBİ (S.A.V.)’İN MUHTEREM EBEVEYNİNİN ÎMÂN ETMELERİ
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, bir gün, anne ve babasının
kabri başında çok şiddetli bir şekilde ağladılar. Anne ve ba-
Ve ağaç yeşerdi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin duasının
bereketiyle anne ve babası diriltildi Efendimiz (s.a.v.) Haz-
retleri, onları îmâna davet etti. Onlar îmân ettiler, sonra yine
irtihâl (vefat) ettiler.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin anne ve babasının
ye-niden diriltilip îmân etmeleri imkansız değildir. Aklen ve
şer’an caizdir, israiloğulları zamanında öldürülen maktulün
yeniden dirilmesi ve katilini haber verme hâdisesi Kur’ân-ı
Kerîm’de yer almaktadır. îsâ (a.s.)’ın duasının bereketi ve
Allah (c.c.)’nun izniyle ölüler diriltiliyordu. Yine Efendimiz
(s.a.v. Hazretleri’nin duasının bereketiyle bir ölü cemâat ye-
niden diriltildi. Bütün bunlar biliniyor iken Efendimiz (s.a v.)
Hazretleri’nin anne ve babasının yeniden diriltilmeleri ve
onların îmân etmeleri neden mümkün olmasın? Anne ve
ba-balarının yeniden diriltilip îmân etmeleri, Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri’nin şeref ve fazîletinin ziyâdeliği sebebiyle
olmuş-tur.
Allâhü Te’âlâ Hazretleri, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin
anne ve babasına belirli bir ömür yazdı. Sonra o ömürleri
sona ermeden önce Yüce Allah onları vefat ettirdi.
Ömür-lerinin geride kalan biranı geçirmeleri ve îmân
etmeleri için onları bir lahza diriltti. Onlar ömürlerinin o
süresi içerisinde îmân ettiler. Ömürlerini îmân ile bitirmiş
oldular. Bu şekilde Allah (c.c), Peygamberi (s.a.v.)’e ikramda
bulundu.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin anne ve babasının îmânl,
olduklarını gösteren delîllerden biri de şudur: Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri’nin babasının adı: Abdullâh’dır. Allah’ın
zâtına mahsûs isme izafe edildi. Yâni Allah (c.c.)’nun kulu
demektir. Abdullah’ın ismi, herhangi bir putla alâka kurulmadı
. O dönemde, Lât ve Üzzâ ismiyle alâka kurularak isim
veriliyordu.
(Not: Daha fazla Bilgi için bkz. Tecrtd-i Sarth, 4.C., 539-551 .s.)
(İsmail Hakkı Bursevî (ks.), Rûhu’l Beyân, 1.c, 769-670.S.)
EFENDİMİZ (S.A.V.) İLE CEBRAİL (A.S.)’IN İLK GÖRÜŞMELERİ
Ramazân ayının 17’sinde, Pazartesi günü, Hira mağara-
sında, seher vakti, uyanık bulunduğu sırada Peygamberimiz
(s.a.v.)’e Hakk’ın emri geldi. Vahiy meleği Cebrail (a.s.) bir
insan suretine girmiş, en güzel bir surete bürünmüş, en güzel
kokular sürünmüş olduğu hâlde göründü. Cebrail (a.s.)’ın
üzerinde sırmalı atlastan elbise vardı. Peygamberimiz
(s.a.v.)’e: “Oku!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v): “Ben, oku-
ma bilmem!” dedi. O zaman, melek Peygamberimiz (s.a.v.)’i
tutup takati kesilinceye kadar s ıktı. Sonra bırakıp, “Oku!”
dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Ben, okuma bilmem!” dedi.
Yine, melek, Peygamberimiz (s.a.v.)’i tutup, ikinci kez, ta-
kati kesilinceye kadar sıktı. Sonra, bıraktı ve “Oku!” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Ben, okuma bilmem!” dedi. Son-
ra, melek, Peygamberimiz (s.a.v.)’i tutup üçüncü kez sıktı.
Sonra da, bırakıp: “Oku! Herşeyi yaratan Rabbinin ismiyle
ki O insanı bir alâktan (pıhtılaşmış kan) yarattı. Oku! Ki
senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana
bilmediğini bildiren, bol kerem ve ikram sahibidir” (Mâks.
1-5) dedi. Cebrail (a.s.): “Yâ Muhammed (s.a.v.) Yüce Allah,
sana selâm söylüyor ve senin için ‘Sen, Benim, bütün cin-
lere ve insanlara Resûlümsün! Onları ‘La ilahe illallah;
Allah’tan başka ilâh yok’ kelime-i tevhidine davet et’ bu-
yuruyor” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) de, bir Hadîs-i Şerîflerinde: “Ben
den önce, her peygamber münhasıran (özel olarak)
kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise, bütün beyaz
lara ve karalara (insanlara ve cinlere) gönderildim” bu
yurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.v.); Yüce Allah tarafından
Cebrail (a.s.)’ın getirip teblîğ ettiği peygamberlik vazîfesiyle
evine dönerken, hiçbir ağaç ve taşa rastlamadı ki kendisini
selâmlamasın. Not: Siyerserisinin birsonrakiyazısı 15 Ma
yıs tarihindedir.
(M. Asım Koksal, islâm Tarihi, 1.c, 173-176. sj)
O (S.A.V.) TAVAF ETMEDEN ASLA..
Hicretin altıncı yılında müslümanlar, umre yapmak için
Mekke’ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman (r.a.) de onların
arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları
Mekke’ye sokmama kararı almışt ı. Bunun üzerine Hudeybiye’de
karargah kuran Resûlullâh (s.a.v.), müşriklere diyalog kurarak,
maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek
istiyorlardı. Resûlullâh (s.a.v.) elçilik görevini Hz. Osman (r.a.)’e
verdiler. Daha önce elçi gönderilen Hıraş b. Umeyye el-Ka’bî’yi
Mekkeliler öldürmek istemişlerdi. Müşriklerin hırçın davranışları
böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Resûlullâh (s.a.v),
Hz. Osman (r.a.)’e şöyle buyurdular: “Git ve Kureyş’e haber
ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sade
ce şu Beyt’i ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek
için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip dönece
ğiz.” Hz. Osman (r.a.), Mekke’ye gidip, müşriklere bu hususları
bildirdi. Ancak onlar; “Bu asla olmaz. Mekke’ye giremezsiniz.”
karşılığını verdiler. Onlar ın red cevâbı islâm karargahına Hz.
Osman (r.a.)’in öldürüldüğü şeklinde ulaşt ı. Onun dönüşünün
gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine
Resûlullâh (s.a.v), yanındaki bütün müslümanları, ölmek pa
hasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey’ata (söz vermeye) ça
ğırdılar. Bey’atu’r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey’atlaşmada
Resûlullâh (s.a.v.) sol elini sağ elinin üzerine koyarak, “Osman
Allah’ın ve Resulünün işi için gitmiştir.” buyurdular ve onun
adına da bey’at ettiler. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıl
dıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi. Hz. Osman (r.a.),
bu arada Mekke’deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve on
ları islâm’ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti.
Müşrikler, Hz. Osman (r.a.)’e isterse Kâ’be’yi tavaf edebileceği
ni bildirmişler, ancak o, Resûlullâh (s.a.v.) tavaf etmeden, ken
disinin de tavaf etmeyeceği cevâbını vermişti. Hudeybiye’de
bulunan sahâbîler ise Resûlullâh (s.a.v.)’e: “Osman Beytullah’a
kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona” dediklerinde Resûlullâh
(sav); “Beytullah’ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf
etmez.” buyurmuşlardır. Not: Dört Halîfe serisinin bir sonraki
lyazısı 8 Mayıs’tadır.
(ibn Sa’d, Tabakatül-Kübra, 2.c, 96-870)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN ŞEMÂİL-İ ŞERİF’LERİ
Rivayet olunmuştur ki Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz
Hazretleri’nin mübarek vücûdlarındaki gizli güzelliklere delil olan
zahirî güzellikler, kendisinden başka hiç bir kimsenin vücûdunda bir
arada bulunmam ışt ır. Hattâ Imâm-ı Kurtubî rivayet eder ki
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin güzelliklerinin tamâmı açıkça
ortaya konmam ışt ır. Eğer bütün zahirî güzellikleri görülebilseydi,
Sahâbe-i Kiram (r.a.e.) ona bakmaya güç ve kuvvet bulamazlar,
takat getiremezlerdi. Enes b. Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
“Peygamber (s.a.v.) Efendimizin, boyları ne aşırı uzun, ne de
kısa idi, tenlerinin rengi, kireç gibi beyaz veya esmer olmayıp hafif
kırmızılıkla karışık nûranî bir beyazlıkta idi, mübarek kılları, ne fazla
kıv ırcık, ne de tam düzdü; Allâhü Te’âlâ O’na peygamberliği 40
yaşının başında gönderdi. Mekke’de 10 sene ikâmet ettiği gibi
Medine’de de 10 sene ikâmet ettiler. Altmış yaşlarına bastıklarında,
Allâhü Te’âlâ, mübarek ruhlarını kabzedip en yüce makama
kaldırdı. Âhirete intikâl ettiklerinde mübarek saç ve sakallar ında
ancak yirmi kadar beyaz k ıl vardı.
Nebî (s.a.v.), kısa veya uzun boylu değillerdi. Mübarek el ve
ayakları büyükçe idi, başları da irice idi. Kemik başları iri ve kuvvetli,
göğüsten göbeğe kadar uzanan k ılları uzundu. Yürüdükleri zaman
sanki yukarıdan aşağıya doğru iniyor gibi önlerine eğik bir vaziyette
yürürlerdi. O’ndan önce ve sonra, Onun gibisini görmedim.” Hz.
Câbir (r.a.) rivayet ediyor: “Ben mehtaplı bir gecede âlemlerin
baştâcı olan Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) Efendimiz’i gördüm,
üzerinde k ırmızı bir elbise vardı. Peygamberimizin parlak yüzü ile
ayın yüzünden hangisinin daha güzel olduğunu tesbit etme
gayesiyle önce Allah’ın Resulü (s.a.v.)’in yüzüne baktım, daha
sonra ay’ın yüzüne baktım, vallahi bana göre Peygamberimiz
(s.a.v.)’in o mübarek yüzleri aydan çok daha güzel idi.” Not: Nebî
(s.a.v.)’in Yüce Ahlâkı serisinin bir sonraki yazısı 19 Nisan
tarihindedir.
(İmâm Tirmizi, Şemail-i Şerif s. 16-18-29)
NEBİ (S.A.V.)’İN TEMİZ SOYU VE ATALARI
Peygamberimiz (s.a.v.), soyları ve kendileri hakk ında şöyle
üoİAMah, ibrâhîm oğullarından, İsmail’i seçti, ismâîl oğullarından
Kinâneoğullann, seçti. Kinâneoğullanndan
İ K İm0gUİIanm S6ÇtL
SgU,n dan =;çti “Ben
Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalibiml (s.a.v.)
B,nl lar,n ha,,r
,, ,«r,»Kürjsü”*” ™ – °” •” –
l
BâsBSBüar—- – …… –
Sonra, onları ailelere ayırdı ve Beni, onlar ın en hayırlısı
de en hayırımızım nefeSHE=
‘
yö
gelinceye kadar soy şerefliliğinin kesintisiz devam ettiğinin
görülmediği”ni bildirir. Not: Nebî(s.a.v.)’e Mahsus
Faziletlerse-risinin birsonraki yazısı 25 Mayıs tarihindedir.
(M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, 1 .c, 24-25.s)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ALLAH (C.C.) KATINDAKİ YÜCE DEĞERİ
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de: “Hâlbuki sen içlerinde iken,
Allah onlara azâb edecek değil idi. İstiğfar ettikleri hâlde de
Allah onlara azâb edecek değil.” (Enfais. 33) şeklinde
buyurmuşlardır.
Bu Âyet-i Kerîme, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin yüksek
şereflerine ve O’nun Allâhü Te’âlâ Hazretleri katında olan ihtiram ve
yüce değerine delâlet eder. Allâhü Te’âlâ Hazretleri, Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri’ni kullarının her türlü görünür ve görünmez;
musîbet, belâ, sıkıntı ve kötülüklerden muhafazasına sebeb olan bir
emniyet sebebi kılmışt ır ve azabın inmemesine sebeb kılmışt ır.
Bu Âyet-i Kerîme’lerde şu işaret vardır: Kişinin, sâlih ve takva
ehline yak ınlığı ve evNyâ ile beraber olması sebebiyle, Allâhü
Te’âlâ Hazretleri ondan azabı kaldırır.
Üftâde Efendi (k.s.) Hazretleri buyurdular ki: “Bütün nizâm ve
intizâm, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin şerefli vücûdları
sebebiyledir. Ma’nen diri olduklarından dünyadaki tasarrufları
devam etmektedir.”
Hattâ îsâ (a.s.) cesediyle beraber semâya yükseltildiği hâlde;
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin mübarek ve şerefli cesedlerinin
yeryüzünde kalmasının sebeb ve hikmetleri hakkında denilmiştir ki:
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin temiz cesedlerinin yeryüzünde
kalması, cesedler âlemini ıslâh etmek, âlemin nizam ve intizâmı
içindir.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri her varlığın, kâinatın yaratılması ve
vücûda gelmesi için yaratılış sebebidir. Onun şerefli vücûdları ve latîf
unsurları, yaratılan mevcudatın en fazîletlisidir. Temiz ruhları, kudsî
ruhların en güzelidir. Kabîlesi, kabilelerin en fazîletlisidir. Dili, dillerin
en hayırlı-sıdır. Kitabı, ilâhî kitâbların en hayırlısıdır. Aileleri, ailelerin
en hayırlısıdır. Ashabı, ashâbların en hayırlısıdır. Doğum zamanı,
zamanların en hayırlısıdır. Ravza-ı Münevvereleri, mutlak olarak
mekânların en yücesidir. Hatta Arş-ı A’lâ’dan da yücedir, k ıymetlidir.
Not: Nebi (s.a.v.)’e Mahsus Faziletler serisinin bir sonraki yazısı 23Mart tarihindedir.
(İsmâîl Hakkı Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, 9.c, 820-821.s)
NEBİ (S.A.V.)’E MAHSÛS HUSUSİYETLER – II
Şerifte şu fazlalık vardır: “…Benim şeytânım kâfirdi, Rabbim
bana yardım etti, şeytânım İslâm’a geldi.”
berlerden ve mahlûkâttan öncedir. “Âdem rûh ile cesed arasında
iken, ben peygamberdim” buyurdular.
rabbınız değil miyim?” hitabına ilk cevâb veren Nebi (s.a.v.)’dir.
ratılmışt ır. Hadis-i Kudsl’de “Habibim sen olmasaydın, eflâki
(felekleri) yaratmazdım” buyurulmuştur.
Nebi (s.a.v.)’e gelinceye kadar ne kadar peygamber gönder-
diyse hepsinden and ve mîsak (söz) almıştır ki sağlıklarında
Resûlullâh (s.a.v.) nübüvvetle gönderilecek olursa ona îmân
edip yardım etsinler ve kendi ümmetlerinden de böyle yap-
maları için and ve mîsak alsınlar.”
kat göklere, cennet ve cennette bulunan her şeyin üzerine
nakşetmiştir.
salâvât ını Resûlullâh (s.a.v.)’e arzeder.
Peygamberlerin mucizeleri yok olup sözünden başka bir şey
kalmamışt ır. Kur’ân-ı azîm kıyamete kadar bakîdir.
den çoktur.
oldular. Şeytânlar göklere çıkıp haber getiremez oldular.
gün üç defa tutup göğsünden sıkmışt ır. Diğer peygamberlerden hiç
birine ilk vahiy geldiğinde böyle yap ılmamışt ır.
en yücesidir ve Nebî (s.a.v.)’e mahsûstur.
Bâzı âlimler Nebî (s.a.v.)’e hususiyet ve mucizelerden üç bin
adet verildiğini söylemiştir. Not: Nebî (s.a.v.)’e Mahsus Faziletler
serisinin bir sonraki yazısı 2Mart tarihindedir.
(Imâm-ı Kastalânî(r.h.),Mera/ı*ö’/tedönn;ye,1.c,460-621.s)
NEBİ (S.A.V.)’E MAHSÛS HUSUSİYETLER -1
imâm-ı BuhârT (r.h.) Câbir (r.a.)’in şöyle anlatt ığını yazıyor: Hz.
Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlardır ki: “Bana beş özellik verildi ki
benden önce gelen Peygamberlerin hiçbirine verilmemiştir:
siyah, kızıl renkte bütün Âdem oğullarına Peygamber
gönderildim.
helâl kılınmamıştı.
temiz olur. Ümmetimden herkes namaz vakti nerede bulunursa
orada namazını kılar.
kunun düşmesiyle onları yenerim.
Müslim’de geçen Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetinde şu fazlalıklar vardır:
“Bana Cevâmiu’l-kelîm (Az söz ile çok ma’nâyı ifâde etme)
verildi. Peygamberlik (silsilesi) benimle son buldu.” buyur-
muşlardır.
Bezzâr’da Ebû Hureyre (r.a.)’in şöyle anlatt ığını yazıyor:
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdular:
Livâu’l-hamd (Hamd sancağı) sahibidir. O binanın altında
Âdem Peygamberden sonrakilerin hepsi haşrolunurlar.
“Sarflarımız meleklerin saffları gibidir.”
Sûresi’nin sonunda olan Âyetler verildi” buyurmuşlardır.
Maksad ümmetin bu Âyetlerde belirtilen teklifler, zorluklar, belâlar
ile işkenceler yüklenmeden ve unutma ile hata ile sorumlu tutul-
madan afvedildiler demektir.
15,16. Nebî (s.a.v.)’e mahsûs faziletlerden imâm-ı Ahmed’in
rivayet ettiği Hz. Alî (k.v.) rivayetinde şu fazlalıklar vardır:
“Bana arzın (yeryüzünün) anahtarları verildi. Ahmed adı ve
rildi.”
(İmâm-ı Kastalânî (r.h.), Mevâhibü’l Ledünniye, l.c, 4e0-621.s.)
ALLAH RESULÜ (S.A.V.)’İN MUHTEREME VALİDELERİ
Allah Resulü (s.a.v.)’in valideleri Hz. Âmine (r.anhâ)
hanîf dînine mensûbdu. Ümmü Semâa’nın annesinden
naklettiği bir rivayet hanîf olan Hz. Âmine (r.anhâ)’nın
oğlunun peygamber olacağını da bildiğine delâlet etmek-
tedir. Delâilü’n-Nübüvve’de nakledildiğine göre Ümmü
Semâa’nın annesi şöyle demektedir: “Âmine’nin vefat ettiği
hastalığında yanındaydım. O, beş yaşında olan ve baş
ucunda duran oğlu Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yüzüne baktı
ve şu şiiri inşâd etti:
Ey başının vurulacağı sabah, Allah’ın yardımıyla
ölü-mün şiddetinden yüz deve karşılığında kurtulan zâtın
oğlu! Allah seni mübarek eylesin. Rüyada gördüğüm
doğ-ru çıkarsa eğer, sen yücelik ve ululuk sahibi Allah
tarafın-dan insanlara ve cinlere gönderileceksin.
Hacc bölgelerinde İslâm’ı tebliğ etmek, hakkı
gerçek-leştirmek ve baban İbrahim’in dînini tasdik etmek
üzere gönderileceksin. Allah sakındırdı seni milletlerle
devam edip gelen putlardan.
Sonra şöyle devam etti:
Her canlı ölür.
Her yeni eskir.
Her yaşlanan, yok olur.
Ben de öleceğim.
Fakat, hâtıram bakî kalacak.
Çünkü geride hayır bıraktım; temiz bir oğul dünyaya
getirdim.
Şiirde Hz. Âmine (r.anhâ)’nın; Hz. ibrâhîm (a.s.)’ın
dîninden, Yüce Allah tarafından oğlunun peygamber olarak
gönderileceğinden ve putlara tapmaktan alıkondu-ğundan
bahsetmesi, tevhîd akîdesine sâhib bir Mü’mîne olduğunu
göstermektedir.
(inkişâf Dergisi, 10. Sayı, 14-31.s)
MEVLÎ D-İ ŞERÎ F’İ KUTLAMAK SÜNNETTİR
Bilindiği üzere, kulun Allah (c.c.)’a şükrü, secde, oruç, sadaka,
Kur’ân-ı Kerîm okumak gibi çeşitli ibâdetlerle olur. Hz.Mûsâ (a.s.)’ın
ümmeti, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kurtulması ve Fir’avn’ ın boğulması
nimetini onlara ihsan eden Allah (c.c.)’ya oruç tutarak fiilî şükürde
bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan
Allah Resulü (s.a.v.)’in mevlîdini çeşitli ibâdetlerle Allah (c.c.)’ya
şükrederek ihya etmektedirler. Bazı âlimler, Mevlîd’in Hz. Mûsâ
(a.s.) ile ilgili hâdiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü
(s.a.v.)’in doğumunun tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün dışa
vurulmas ı gerekir, demektedir. Fakat şükrün yerine getirilmesi için
yap ılacak ibâdetler için bir gün söz konusu olmad ığından Mevlîd’i
de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (s.a.v.) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini
açıklarken: “Bugün dünyaya geldim” buyurmuşlardır. Buna göre
Mevlîd-i Nebî’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allâhü Te’âlâ’ya
şükreden Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’dir.
Günümüzde Müslümanların mevlîd merasimleri şekil açısından
bazı farkl ılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz
(s.a.v.)’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen ör-tüşmektedir. Zîrâ
hepsi ilâhî rızâyı kazanmak için îfâ edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm Müslümanlara islâm’ın ulvî değerleriyle meşru
ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedir: “De ki:
‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyle; yalnız bunlarla sevinsinler.’
(Yûnus s. 58) Allâhü Te’âlâ mü’mînlere “rahmetle sevinmelerini
emretmektedir.
Efendimiz (s.a.v), şu Âyet’in delâlet ettiği gibi bizzat rah
mettir: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiyâ s.107) Nitekim ibn Abbâs (r.a.) “rahmet” kelimesini
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) olarak tefsîr etmiştir. Mü’minler Allah
Resulü (s.a.v.)’in varlığıyla her zaman sevinç duyarlar. Fakat
doğduğu ay ve gün sevinç daha yoğun bir şekilde yaşanır. Not:
Mübarek Gün ve Geceler serisinin bir sonraki yazısı 20 Nisan
tarihindedir.
(inkişaf Dergisi, 10. Sayı, 34-39.s)
HADÎS-İ ŞERİFLERDE NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Cebrail (a.s.) geldi ve şöyle dedi: Gerçekten benim ve
senin Rabbin sana diyor ki: “Hâbibim zikrinin nasıl yüksel-
tildiğini biliyor musun? “Ben dedim ki Allah daha iyi bilir.
Cenâb-ı Hakk buyurdular: “Ben nerede zikr olundumsa be-
nimle beraber sen dezikdedildin.”
“Müezzinin sesini duyduğunuz zaman, onun söyledikleri
gibi siz de söyleyiniz. Sonra bana salevât getiriniz. Kim bana
salevât getirirse, Yüce Allah o kimseye on merhamet eder.
Sonra benim için Allâh’dan vesileyi isteyiniz. Vesile cennette
öyle bir değerli makamdır ki, o ancak Allah’ın kullarından
birisine verilecektir. O kulun da yalnız ben olacağımı Umid
ediyorum. Kim benim için vesileyi isterse şefaatim ona helal
olsun.”
“Dikkat, Yüce Allah’a and olsun ki, şübhesiz ben semâda
ve yerde emin (güvenilir kişi lakabıyla) çağrılırım.”
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim’dir.
Hidâyet yollarının en üstünü Hz. Allah’ın yolundan giden,
Muhammed’in yoludur. İslâm’a uymayan her şey bidattir. Her
bidat sapıklık, her sapıklığın yolu da cehennemdir. Kıyamet
ansızın gelecektir. (Şahadet parmağı ile orta parmağının ara-
sındaki yakınlığı göstererek) Ben ve Kıyamet işte böyleyiz.
(birbirimize çok yakınız) Kıyamet sabah akşam ansızın ge-
lecektir. Ben her MU’min’e öz nefsinden daha yakınım. Çünkü
malını terk ederek ölen bir kimsenin malı onundur. (Yani
vârislerindir.) Geride bıraktığı bütün borcunun ödenmesi,
çocuklarının bakılıp yetiştirilmesi ise bana âiddir. Çünkü ben
MU’minlerin velisiyim.”
“Şübhesiz Yüce Allah siz MU’minleri Uç tehlikeden kur-
tarmıştır.
etmesinden. Eğer beddua etseydi helak olurdunuz.
“Şübhesiz Yüce Allah beni cömert ve yumuşak huylu bir
insan olarak yaratmış, zâlim ve kindar olarak yaratmamıştır.”
(İmâm-ı Sûyûti, Câmi’us-sağîr, Hadis No:715-716,720-722,724)
HADÎS-İ ŞERİFLERDE NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ 1
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Şübhesiz ben iyikliklerin kapısını açmak, kilitli kalbleri
fethetmek için gönderilen son peygamberim.”
“Hikmetleri toplayan ve o hikmetleri çözen Kur’ân-ı Kerîm
bana verildi. Bana verilen Kur’ân’da ( ve î lka edilen vahiyde )
sözün özü verildi, bildirildi.”
“Ben Mekke’de öyle taşlar bilirim ki, ben peygamber olarak
gönderilmezden önce beni selâmlarlardı.”
“Ben bedduâcı olarak değil, âlemler için rahmet olarak
gönderildim.”
“Gerçi ben latîfe yapmaktayım. Ancak, benim latifelerim
başkası gibi yalan taşımaz, gerçeği ifâde eder.”
“Cenâb-ı Hakk, bana her şeyin anahtarlarını verdi. Ancak,
beş şeyi bildirmedi. (Bunlardan biri) Kıyametin ne zaman
kopacağını Allah bilir.”
“Biraz önce cennet ve cehennem bana şu duvarın üzerinde
gösterildi. Hayrı ve şerri bugünkü gibi görmedim. Şayet sizin
benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler çok ağlardınız.”
“Ümmetimin hâli, iyi ve kötü amelleriyle birlikte bana
gösterildi. Ümmetimin güzel amellerinden olan yoldan taş
atmayı (yolu İslah etmeyi) de gördüm. Kötü amellerden de
mescide (ve civardaki) atılıp, gömülmeyen tükürüğün cezayı
gerektiren suç olduğunu gördüm.”
“Medine’nin ufuklarında ki melekler beklerken, taun has-
talığı ve Deccâl Medine’ye hiç bir zaman giremez.”
“Aydınlık gecelerde ve ışıklı günlerde bana salevât oku-
yunuz. Bu salevâtlar bana arz edilecektir.”
“Cennet kapısına gelir ve açılmasını isterim. Cennet baş
kapıcısı bana kim olduğumu sorar ben de, Muhammed deyince
şöyle cevâb verecektir: Bu kapıyı sana açmaya ve senden
önce kimseye açmamaya emrolundum.”
“Yüce Allâh’dan bana bir gelen geldi. Beni, ümmetimin
yarısının cennete girmesi ile tamâmına şefaat etmem arasında
muhayyer bıraktı. Ben şefaat etmeği tercî h ettim. Şefaatim,
Allah’a şirk koşmadan ölen kimseler için olacaktır.”
(İmâm-ı Sûyûtî (r.h.), CâmVus-sağîr, Hadîs No: 694,698,700,702,703, 704,706,708,709,711,712)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.)’E SAYGI – II
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e eziyet edenlerin akıbeti:
Yüce Allah, Resûlulah (s.a.v.)’e eziyet edenleri de uyara-
rak onların akıbetinin çok kötü olacağını haber vermektedir:
“Allah’a ve Resulüne eziyet edenler (yok mu !) Allah onla-
ra hem dünyâda ve hem de âhirette la’net etmiş ve onlar
için alçaltıcı birazâb hazırlamıştır.” (Ahzabs.57)
Görüldüğü gibi Yüce Allah, Resûlullâh (s.a.v.) ‘e karşı ya-
pılacak bir eziyeti çok sert ve net müeyyidelere bağlamak-
tadır. Böylece Peygamberi (s.a.v.)’i ne kadar yücelttiğini de
ortaya koymuş olmaktadır.
Bu cümleden olarak, Kur’ân’da Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
yapılan bazı eziyetlerden de söz edilir. Bunlardan birisi,
münafıkların Hz. Peygamber (s.a.v.) için her duyduğuna ina-
nan ma’nâsında “kulak” demeleridir. Halbuki Hz. Peygam-
ber (s.a.v.), onların suçlarını yüzlerine vurup dönüş yapma
f ırsatlarını kapatmış olmamak için söylediklerini kabul etmiş
gibi görünüyordu. Böylece zarif bir insan olarak, diğer
Mü’mînlere gösterdiği inceliği onlara da göstermiş oluyordu.
Âyet-i Kerîme’de bu hususlara işaret edilerek Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’e eziyet edenleri elim bir azabın beklemekte olduğu
haber verilir ve ardından gelen Âyet’te de Allah’la birlikte
Resûlullâh (s.a.v.)’i de razı etmenin şart olduğu belirtilir.
Başka bir örnek de; yahûdîlerin “râinâ” kelimesini istismar
etmeleridir. Bu kelime normalde “bizi gözet, teenni buyur,
müsâade et ki iyi anlayalım” demek iken, onlar bunu
ibrânice’deki bir küfür ve hakaret kelimesine benzeterek
söylüyorlardı. Yüce Allah onların bu küstah davranışlarına
mahal bırakmamak için bundan böyle Mü’mînlerin Resûlullâh
(s.a.v.)’e karşı “râinâ” kelimesi yerine aynı ma’nâya gelen
“unzurnâ” kelimesini kullanmalarını emretmekte ve bu emrin
ciddiyetini belirtmek üzere de Âyet-i Kerîme’yi “ve kâfirler
için can yakıcı birazâb vardır” (Bakaras. 104) cümlesi ile bitir-
mektedir. Bu da şübhesiz Allah (c.c)’nun Peygamber (s.a.v.)’e
ne kadar yüce makamlar verdiğini gösteren açık bir delildir.
(Diyanetilmî Dergi, 475.s)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.)’E SAYGI -I
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e muhabbet, elbette ona derin bir ta’zîmi
de gerektirir. Kur’ân bu konuda da detaya kadar inen ilginç atıflarda
bulunmuştur. Bizzat Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ayr ı bir
önem ve değer verdiğini çeşitli vesflelerle ortaya koymuştur. Bu
cümleden olarak O’nun şanını yücelttiğini “Senin sânını da
yükseltmedik mi!” (inşirah s. 4), kendisine pek çok nimetler
verdiğini “Biz sana bol nimetler verdik.” (Kevser s. 1), onun
dâima kendi gözünün önünde olduğunu “Şübhesiz ki sen bizim
gözlerimizin önündesin.” (Tür s. 48), ona dâima yardım edeceğini
“Ve Allah sana kuvvetli şekilde yardım edecektir.” (Fetih s. 3)
ve onu insanlann her türlü düşmanlığından koruyacağını “Allah
Seni insanlardan koruyacaktır.” (Mâide s. 67) ona itaat etmenin
kendisine itaat demek olduğunu “Kim Resule itaat ederse Allah’a
itaat etmiş olur.” (Nisa s. 80) ifâde etmiştir.
Bundan başka Yüce Allah Resûllulah (s.a.v.)’e ayrı bir yer ve
değer verdiğini gösteren ve detaya kadar inen bazı hususlara da
temas etmiştir.
Bunlardan birisi Allâhü Te’âlâ’nın, meleklerin ve Mü’mînlerin
Resûlullâh (s.a.v.)’e salât etmesidir:
Yüce Allah, aşağıdaki Âyette, kendisinin ve meleklerin Hz.
Peygamber’e “salât” ettiğini yani onu hayırla yâd edip övdüklerini
belirttikten sonra buna bütün Mü’mfnleri de katılmaya ve ona
içtenlikle esenlik dilemeye çağırmaktadır: “Şübhesiz ki Allah ve
melekleri, Peygambere salât etmekte (yani, onun şerefini gö-
zetmekte ve sânını yüceltmekte) dirler; o hâlde siz de îmân
edenler ona salât edin (yani, onun sânını yüceltmeye özen
gösterin) ve ona içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin).” (Ah-zab
Yüce Allah böylece Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ne kadar müstes
na olduğunu çok açık olarak bildirmektedir. Allah (c.c.)’nün di
ğer peygamberlerden bu kadar istisna tutup O (s.a.v.)’i yücelttiği
Nebfsi (s.a.v.)’e ta’zfmde bulunmak, onu incitmekten son derece
sakınmak ve elbette Allah (c.c.)’nun bu teşvfk edici ve açık emri
ne uyarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dâima salât ve selâm etmek
gerekir.
(Diyanet ilmî Dergi, 474-475.s)
ALLAH (CC.) İLK ÖNCE NEBİ (S.A.V.)’İN NURUNU YARATTI
Allâhü Te’âlâ bir HadTs-i Kudsrde Peygamberimiz (s.a.v.) için;
“Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım” buyurdu. Câbir b.
Abdullah (r.a.) bir gün Nebî (s.a.v.)’e şöyle sordu: “Ey Allah’ ın
Resulü (s.a.v.)! Allah (c.c.) mahlûkâtı yaratmadan önce neyi
ya-rattı?”
Nebî (sav.) “Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Yüce
Allah, tüm mahlûkâtı yaratmadan önce, Peygamberinin (Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in) nurunu kendi nurundan yarattı. O nûr,
Allah’ın dilediği kadar o hâli ile kaldı. O nûr, yaratıldığı zaman,
mahluklardan hiçbir şey yoktu. Levh-i Mahfuz, kalem, cennet,
cehennem, melekler, yerler ve semâlar, güneş, ay, insan ve
cin… Kısacası hiçbir şey mevcûd değildi. Hz. Allah mahlûkâtı
yaratmak istediği zaman, o nuru dört kısma ayırdı. Birinci
bölümünden kalemi, ikinci bölümünden Levh-i Mahfûz’u,
üçüncü bölümünden ise Arş-ı A’zam’ ı yarattı.
Allah (c.c.) kalemi, yarattığı zaman, yüz boğum halinde
yarattı. Öyle ki, bir boğumla diğer boğum arasında elli yıllık bir
mesafe vardı. Ve Hz. Allah o kaleme yazmasını buyurduğu
zaman, kalem: “Ne yazayım ya Rabb?” diye sordu. Yüce Allah
da “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullâh” yaz, diye
buyurdular. Bunun üzerine kalem şöyle dedi: “Bu Muhammed
ismi ne kadar güzel ve yüce bir isimdir ki, onu kendi isminizle
birlikte andınız. Bu isim, hangi kudsî kişinin ismidir?”
Hz. Allah: “Ey kalem onu büyük bir edeble yaz. O isim,
benim Habîbimin ismidir ki; Arş’ı, Lehv’i ve ey Kalem seni dahi
onun nurundan yarattım. Eğer onu yaratmasaydım, şu anda
hiçbir mahluku yaratmazdım” deyince, Allah (c.c.)’nun
heybetinden kalem çatlayıp yarıldı” buyurmuşlardır.
Kalemin o sözü söyleyen k ısmı kesildi. Herhalde bunun için-dir
ki, kalem yarılıp kesilmedikçe onunla hiç bir şey yazılama-makta.
Buradan çıkarılan ve önde gelen bir ma’nâ da, Muham-med (s.a.v.)
ümmetinin Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e karşı her türlü durumda
son derece edebli olmaları gerektiğidir.
Not: Yaratılış serisinin bir sonraki yazısı 26Ocak tarihin-
dedir.
(Muhammed Kara Davud (rh.a.), Delâil-i Hayrat Şerhi, 119.S.)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.) EFENDİMİZ-II
“Andolsun, biz sana tekrarlanan yedi Âyeti ve büyük
Kur’ân’ı verdik.” (Hicrs. 187)
“Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsûs fazla bir
ibâdet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki Rabbin seni
Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırsın.” (isrâs. 79)
“(Ey Ekreme’r-Rusül!) Biz Kur’ân’ı Sana sıkıntı çekesin diye
değil, ancak (Allah’ın azabından) korkacaklara bir öğüt (bir
uyarı) olsun diye indirdik.” (Tâ-hâs. 2-3)
“Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha önce
gelir. Onun eşleri de Müminlerin analarıdır. Aralarında
akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (miras
konusunda) birbirleri için (diğer) Mü’minlerden ve
Muhacirlerden daha önceliklidirler. Ancak dostlarınıza bir iyilik
yapmanız başka. Bu (hüküm) Kitâb’da yazılıdır.” (Ahzâb s. 6)
“Şübhesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar.
Ey imân edenler! Siz de ona tam bir teslimiyetle salât u selâm
getirin.” (Ahzâbs. 56)
“Yâ-sin. Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun ki Sen elbette
dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.”
(Yâ-sin s. 1-4)
“Şübhesiz biz Sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah,
Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, Sana olan
ni’metini tamamlasın, Seni doğru yola iletsin ve Allah Sana,
şanlı birzaferle yardım etsin.” (Fetihs. 1-3)
“(Ey Nebi-yi Zişân!) Şübhesiz biz Seni birşâhid, bir müjdeci
ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ey insanlar! Allah’a ve
Peygamber’ine inanasınız, Ona yardım edesiniz, Ona ta’zim
edesiniz ve sabah akşam Allah’ı teşbih edesiniz diye
(Peygamber’i gönderdik.) Sana bi’ât edenler ancak Allah’a bi’ât
etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği
sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği
sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfaat verecektir.”
(Fetihs. 8-10)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.) EFENDİMİZ -1
“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara
Âyetlerini okusun, Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her
kötülükten arındırsın. Şübhesiz, sen mutlak güç sahibisin,
hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara s. 129)
“Allah’ın rahmeti sayesinde Sen onlara karşı yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin et-
rafından dağılıp giderlerdi. Artık Sen onları afvet. Onlar için
Allah’tan bağışlanma dile. İş konusunda onlarla müşavere
(istişare) et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a
tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şübhesiz Allah, tevekkül
edenleri sever.” (Ali imrâns.159)
“Allah, Mü’mî nlere kendi içlerinden; onlara Âyetlerini
okuyan, onları (her türlü şirkten maddî manevî çirkinliklerden,
pisliklerden) arıtıp tertemiz yapan, onlara Kitâb ve hikmeti
öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütûfta
bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde
idiler.” (Âl-iimrâns. 164)
“Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve Seni de onların
üzerine bir şâhid yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice
olacak!” (Nisa s. 41)
“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çe-
kişmeli işlerde Seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçeîmân etmiş olmazlar.” (Nisas. 65)
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim
yüz çevirirse (bilsin ki) biz Seni onlara bekçi göndermedik.”
(Nisa s. 80)
“(Ey Nebî-yi Zîşân!) Eğer Allah’ın Sana lütuf ve merhameti
olmasaydı, onlardan bir grup Seni saptırmaya çalışırdı.
Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, Sana hiçbir zarar
veremezler. Allah Sana Kitabı (Kur’ân’ı) ve hikmeti indirmiş ve
Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın Sana lütfü çok
büyüktür.” (Nisa s. 113)
“Oysa Sen onların içinde iken Allah onlara azâb edecek
değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azâb ede-
Icek değildir.” (Enfâl s. 33)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜCE AHLÂKLARI, KONUŞMALARI VE SUKÛTLARI
Hz. Hasan bin Alî (R.A.)’den, derler ki: Dayım Hind bin Ebû Hâle (R.A.)’e:
“-Bana, Resûlullâh (S.A.V.)’in konuşmalarını anlat.” dedim. Dayım Hind bin Ebû Hâle (R.A.), dediler ki:
“-Resûlullah (S.A.V.), dâimâ düşünceli olur ve konuşmazlardı. Susmağı tercîh ederlerdi. Söze tok bir ifâdeyle başlar; yine tok bir ifâdeyle bitirirlerdi. Az ve öz; ama ma’nâlı konuşurlardı. Sözlerini tane tane söylerlerdi. Lüzûmundan fazla ve eksik konuşmazlardı. Güzel huyluydular. Kaba ve hafif meşrebli değillerdi. Az da olsa, iyiliği küçümsemezlerdi. İyilikleri ne yerer; ne de överlerdi. Hakka bir hücûm olunca intikâmını almadıkça öfkeleri teskin olmazdı. (Bir başka rivâyette) Dünya ve dünyâ için olan hiçbir şey, Resûlullâh (S.A.V.)’i, öfkelendirmezdi. Hakk’a bir hücûm olduğu zaman, O’nu kimse tanıyamaz ve onun intikâmını almadıkça, öfkesinden dolayı, O’nu hiçbir şey yerinden kımıldatamazdı. Kendilerine yapılan hücûmdan dolayı, öfkelenmezler; intikâm almazlardı. İşâret ettiklerinde, mübârek elleriyle işâret ederler; hayret ettiklerinde de ellerini çevirirlerdi. Konuştukları zaman, ellerini bir araya getirir; sol ellerinin başparmakları, sağ ellerinin avucuna vururlardı. Öfkelendiklerinde yüz çevirirler, sevindiklerinde de gözlerini kırparlardı. En fazla gülümsemeleri tebessüm idi. Çok tatlı gülümserlerdi.”
Hz. Hüseyin (R.A.) derler ki:
“Babam Hz. Alî (R.A.)’e Resûlullâh (S.A.V.)’in susmalarının (sükûtlarının nasıl olduğunu sordum.” Babam Hz. Alî (K.V.), dediler ki:
“-Resûlullâh (S.A.V.), dört şey sebebiyle susarlardı: Ya ağırbaşlılıklarından, ya ihtiyâtlarından; ya isâbetli konuşmak istediklerinden, ya tefekkürlerinden. O’nun ağır davranması, dikkatli düşünmek ve insanları dinlemek gâyesini gütmüş olmalarındandı. Ebedî ve geçici olan şeylerde düşünürlerdi. Hilim ile Sabır, Resûlullâh (S.A.V.)’de birleşmişti. Hiçbir şey, O’nu öfkelendirmez ve korkutmazdı. Dört husûsta ihtiyâtlı davranırlardı. Uyulması için en iyiyi almak, uzak durulması için kötüyü terk etmek, ümmetin hayrına olan şeyde görüş ileri sürmek, dünya ve âhireti birleştiren şeylerde onları (ümmeti) için hareket etmek.”
(M. Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.),
Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 36-39)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜCE AHLÂKLARI (3)
Arzu etmedikleri bir şeyi görmemezlikten gelirler; O’ndan bir şey isteyen mahrûm kalmaz, pişmân olmazdı. İnsanları üç şey yüzünden terketmişlerdir: Hiç kimseyi kötülemezler, ayıplamazlar ve o kimsenin kötü taraflarını öğrenmek istemezlerdi. Sevâb olan husûslarda konuşurlardı. Konuştuklarında, arkadaşları, sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi, çok dikkatli olarak O’nu dinlerlerdi. (S.A.V.) konuştuklarında, arkadaşları susarlar; arkadaşları, konuştuklarında da Nebî (S.A.V.) susarlardı. O’nun yanında münâkaşa yapılmazdı. Arkadaşlarının güldüklerine, Nebî (S.A.V.) de gülerler; onların hayret ettiklerine Nebî (S.A.V.) de hayret ederlerdi. Bir garîb için konuşurlarken ve isterlerken karşılaştıkları kabalığa sabrederlerdi. Hattâ konuşurken sert çıkışanlara, ses çıkarmazlardı. Muhtâç bir kimseyi görürseniz, hemen ona yardım edin, buyururlardı. Ancak mükâfatlandırdığı bir kimse tarafından olursa medhî kabul ederlerdi. Sözünü bitirmedikçe kimsenin sözünü kesmezlerdi. Konuşan kimsenin sözünü bitirmesi ya da kalkıp gitmesiyle söze başlarlardı.”
(M.Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.), Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 37-38)
EBÛ ZERR (R.A.)’İN VEFÂTI
İbn-i Esmak’ın rivâyetine göre İbn-il Kayyım diyor ki:
– Ebû Zerr Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında Rebeze’ye nefyedilmişdir. Orada vefât ederken yanında haremi ile kölesinden başka kimse yoktu. Ebû Zerr (R.A.) bunlara şöyle vasiyyet etmiştir:
– Ben ölünce beni gasledip kefenleyiniz, sonra yolun ortasına bırakınız. Oraya gelen ilk kervana:
– Bu ölü, Peygamber’in dostu Ebû Zerr’in cenazesidir. Defnetmek üzere bize yardım ediniz, deyiniz. Kadınıyla kölesi Ebû Zerr’in vasiyyetini yerine getirdiler. Bu sırada Irak’tan bir kâfile geldi. İçlerinde Abdullah İbn-i Mes-ûd (R.A.) da bulunuyordu. Az kalsın kafilenin develeri yol üstündeki cenazeyi çiğneyecekti. Köle hemen ayağa kalktı:
– Bu ölü, Resûlullah’ın dostu Ebû Zerr’in cenazesidir, dedi. Bu sözü işiten İbn-i Mes’ûd (R.A.) hüngür hüngür ağlamağa başladı. Abdullah İbn-i Mes’ûd hem ağlıyor, hem de Resûlullah’ın:
– Ebû Zerr yalnız gezer, yalnız ölür, yalnız haşr olur buyurduğunu naklediyordu.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Ashâb-ı Kirâm (R.A.) S. 410)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜCE AHLÂKLARI (2)
Ashâbı (R.A.) ile yakından ilgilenirler; insanlara, aralarında olan şeylerden sorar; güzeli teşvîk eder, onun yapılmasını işâret ederlerdi. Kötüden asla hoşlanmaz; ondan herkesi sakındırırlardı. İşleri çok tertipliydi, hiç karışık değildi. İnsanların gaflete düşüp hakk’tan sapacaklarını hesâba katarlardı. Her hâle hazırlıklı olurlar, hakk’tan asla ta’vîz vermez ve şaşmazlardı. O’nun yakınları insanların en seçkinleriydi. O’nun yanında insanların en üstünü, herkese öğüt veren; en şereflisi de, insanlara en çok yardım edendi.”
Hz. Hüseyin (R.A.) derler ki: “Babam Hz. Alî (K.V.)’e, Resûlullâh (S.A.V.)’in nasıl oturduklarından sordum.” dediler ki:
“-Resûlullâh (S.A.V.), otururlarken de, ayakta dururlarken de dâimâ zikir hâlinde bulunurlardı. Kendilerine mahsûs bir makâmları yoktu. Herkesi, husûsî makâm edinmekten men’ ederlerdi. Bir topluluğa geldiklerinde, boş buldukları bir yere otururlar ve herkese de bunu emrederlerdi. Meclisteki her arkadaşıyla yeteri kadar ilgilenirler, herkese eşit muâmelede bulunurlardı. Kiminle bir yere oturur, kimin bir ihtiyâcını gidermek îcâb ederse, yanındaki, Nebî (S.A.V.)’i terk etmedikçe Nebî (S.A.V.), o kimseyi terk etmezlerdi. Kim, Nebî (S.A.V.)’in, bir ihtiyâcını görmesini isterse, Nebî (S.A.V.), o kimsenin ihtiyâcını görürler veyâ o kimseye tatlı sözler mukâbelede bulunurlardı. Ashâbına çok müsâhamalı ve babacan davranırlardı. Nebî (S.A.V.), çok müsâmahalı ve babacan davranırlardı. Nebî (S.A.V.), onların babası; onlar da Nebî (S.A.V.)’in çocukları sayılırdı. Yanlarında hakta herkes, müsâvîi idi. Meclisleri, hayâ’, ağırbaşlılık, sabır ve emniyyet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, gürültü yapılmaz, harâm söz söylenmez ve hatâya meydân verilmezdi. O’nun meclisinde üstünlük takvâ ile idi. O mecliste herkes mütevâzî idi, büyüğe, ta’zîm edilir; küçük sevilir; ihtiyâc sâhibleri, tercîh edilir; garîb korunurdu.”
Hz. Hüseyin (R.A.), derler ki: “Babam Hz. Alî (K.V.)’e, Resûlullâh (S.A.)’in, arkadaşları arasındaki yaşayışlarının nasıl olduğunu sordum.” dediler ki:
“-Resûlullâh (S.A.V.) dâimâ güler yüzlü, iyi ve yumuşak huylu idiler. Kötü huylu, kaba, herkesi ayıplayan, herkesle alay eden, şarlatan bir kimse değillerdi.
(M. Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.), Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 38-39)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
YÜCE AHLÂKLARI (1)
Hz. Hüseyin (R.A.), derler ki: “Babam Hz. Alî (K.V.)’e, Resûlullâh (S.A.V.)’in hâne-i sa’âdetleri’ne nasıl girdiklerini sordum.” Dediler ki:
“-İstirâhât etmek için Ashâbı (R.A.)’den müsâade isteyerek evlerine girerlerdi. Evdeki zamanlarını üçe taksîm ederlerdi: Bu vaktin bir kısmını Allâh için, bir kısmını âileleri için, bir kısmını da kendileri için ayırırlardı. Kendilerine âid olan kısmı da kendileri ile insanlar arasında ikiye ayırırlardı. İnsanlar için ayırdıkları vakitte, halkın husûsî işlerini görürler, onlardan hiçbir şey esirgemezlerdi. Ümmetine ayırdıkları zamanlarında edebleriyle temâyüz etmiş seçkin kimseleri tercîh etmek, dîndeki derecelerine göre onlarla meşgûl olmak âdetlerindendi. Onlardan bir kısmının bir ihtiyâcı, bir kısmının iki ihtiyâcı, bir kısmının birkaç ihtiyâcı olurdu. İhtiyâcı çok olanlarla meşgûl olurlardı. Halkı, kendilerine fâideli işlerle meşgûl ederlerdi. Ümmet mes’elelerini sorar, Nebî (S.A.V.), onlara gerekenleri söylerler, buyururlardı ki: “Burada bulunan, bulunmayana sözümü duyursun. İhtiyâcını bana duyurmayanın ihtiyâcını, bana duyurunuz. Kim, ihtiyâcını duyurmayan birisinin ihtiyâcını ilgili olana duyurursa, Allâh Kıyâmette onu felâkete düçâr etmez.”
Resûlullâh (S.A.V.)’in yanında fuzûlî şeyler konuşulmazdı. Konuşan olursa, dinlemezlerdi. Ziyâretçi olarak Huzûr-ı Âlî-i Nebevî (S.A.V.)’e çıkanlar, hiç boş ayrılmazlardı. Huzûr-ı sa’âdetleri’nden birçok mes’eleyi öğrenmiş olarak çıkarlardı.
Hz. Hüseyin (R.A.) derler ki: “Babam Hz. Alî (K.V.)’e, Resûlullâh (S.A.V.)’in, hâne-i sa’âdetleri’nden dışarıya çıkışlarında nasıl davrandıklarını sordum.” dediler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.), ancak ümmetini ilgilendiren husûslarda konuşurlardı. Ümmetini birbirinden uzaklaştırmaz; onları birbirleriyle kaynaştırırlardı. Her kavmin şereflisine iyilikte bulunur; onu kavmine başkan yaparlardı. İnsanları kötülüklerden sakındırırlar; bir kimseyi geri çevirseler bile, ona surat asmazlardı.”
(M.Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.), Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 37-38)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ, GÜZEL VE HAKK MUÂMELEYİ EMİR BUYURMUŞLARDIR
Zeyd bin Su’ne (R.A.) derler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in entarilerinin yakalarından tutup öfkeyle yüzlerine baktım:
“-Yâ Muhammed (S.A.V.)! Hakkımı ödeyecek misin? Allâh’a yemîn ederim ki Abdülmuttalib oğullarından daha ihmâlkârını görmedim. Bunu sizin aranıza girince öğrendim!” dedim. Bu arada Hz. Ömer (R.A.)’e baktım, gözlerinden ateş fışkırıyordu, bana bakarak:
“-Ey Allâh’ın düşmanı! Resûlullâh (S.A.V.)’e karşı nasıl konuşuyorsun, nasıl böyle davranabiliyorsun? Allâh’a yemîn ederim ki, eğer müslüman olman ümidi olmasaydı, şu kılıcımla kafanı uçururdum!” dediler. Resûlullâh (S.A.V.) ise sâkin sâkin bana bakıyorlardı. Hz. Ömer (R.A.)’e, buyurdular ki:
“-Yâ Ömer, bana ve ona başka türlü davranman gerekirdi. Bana borcumu ödememi, ona da alacağını güzellikle istemesini söylemeliydin. Onu götür ve hakkı ne ise ver. Ayrıca onu korkuttuğun için de yirmi sa’ (üç litre su alan kab) hurma fazla ver.” buyurdular. Hz. Ömer (R.A.) beni götürdü. Hakkımı ve fazladan da yirmi sa’ (altmış litrelik) hurma verdiler. Ben, Hz. Ömer (R.A.)’e: “-Bu fazlalık niçin?” deyince Hz. Ömer (R.A.):
“-Resûlullâh (S.A.V.), seni korkuttuğum için bu kadar fazla vermemi emir buyurdular.” dedi. “-Sen beni tanıyor musun?” dedim de Hz. Ömer (R.A.) “-Hayır.” dediler. “-Ben, Zeyd bin Su’ne’yim.” dedim. Hz. Ömer (R.A.): “-Âlim olan mı?” dediler. “-Evet.” dedim. Hz. Ömer (R.A.): “-Resûlullâh (S.A.V.)’e niçin böyle davrandın ve o sözleri söyledin:” dediler. Ben de: “-Yâ Ömer, Resûlullâh (S.A.V.)’in yüzüne baktığımda, mübârek yüzlerinde nübüvvet alâmetlerinin hepsini görüyordum. Ama iki tânesini henüz görememiştim. Bunlar da: Tevâzu’unun gazâbı yenmesi ve karşılarındakinin gazâbı arttıkça O’nun tevâzu’unun artmasıydı. Artık onları da anladım. Yâ Ömer, seni şâhid tutuyorum ki ben şu andan i’tibâren Rabb olarak Allâh’ı, Dîn olarak İslâm’ı, Nebî olarak da Resûlullâh (S.A.V.)’i seçtim. Benim malım çoktur. Yarısı da ümmet-i Muhammed (S.A.V.)’e şu andan itibâren sadakadır.” dedim. Hz. Ömer (R.A.) ise: “-Bir kısmı sadaka olsun, de; çünkü onların hepsine yetiremezsin.” dediler. Ben de: “-Peki!” dedim. Berâberce Resûlullâh (S.A.V.)’e gittik. Ben îmân edip biât ettim.” dedi. Zeyd (R.A.) Resûlullâh (S.A.V.) ile birçok harblere katıldı ve Tebük Gazvesi’ne giderlerken irtihâl ettiler.
(M. Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.),
Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.) Tercemesi, C. 1, S. 150-151)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜKSEK “ZÜHD”LERİ
Enes (R.A.)’in şöyle dedikleri rivâyet olundu:
“Resûlullâh (S.A.V.), kaba yünden elbise ve yamalı ayakkabı giyerlerdi. Bazen de kıldan dokunmuş sert elbise giyerlerdi. Arpa ekmeği yerler, kuru olduğu için su içmeden yutamazlardı.” (İbn-i Mâce ve Hâkim’den)
Ebû Bürde bin Ebû Mûsâ El-Eş’arî (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu: “Hz. Âişe (R.A.), bize kaba kumaştan yapılmış yamalı bir hırka ve entâri çıkararak:
“-Resûlullâh (S.A.V.), irtihâl-i dâr-ı bekâ’yı teşrîf ederlerken üzerlerinde bu elbiseleri vardı.” dediler. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
Sehl bin Sa’d (R.A.)’in şöyle dediği rivâyet olundu:
“Resûlullâh (S.A.V.), Peygamber ba’s oluşundan Dâr-ı bekâyı teşrîflerine kadar elenmiş hâlis undan ekmek yemediler. Sehl (R.A.)’a:
“-Resûlulâh zamanında elek var mıydı?” diye sordular:
“-Resûlullâh (S.A.V.), Peygamber oluşundan Dâr-ı bekâyı teşrîflerine kadar elek görmediler.” dedi.
“-Arpa ununu elemeden, nasıl ekmek yapıyordunuz?” diye sorduklarında da:
“-Arpayı öğütüyor, unu üfleyerek savuruyorduk. Kepeklerden uçanlar uçuyor, kalan ununu hamur yapıp ekmek ediyorduk.” (Buhârî’den)
Ümmü Eymen (R.A.), şöyle anlattı:
“Unun kepeğini çıkararak Nebî (S.A.V.)’e ekmek yaptım. Beyaz ekmeği görünce:
“-Bu nedir?” diye buyurdular.
“-Sana Habeşistan’da yaptığımız ekmek gibi, elenmiş undan ekmek yapmak istedim.” dedim. Bunun üzerine:
“-Çıkardığın kepekleri, tekrar una karıştırdıktan sonra hamur yoğur, ekmek yap.” buyurdular. (İbn-i Mâce ve İbn-i Ebi’d-Dünyâ’dan)
Ebû’d-Derdâ (R.A.) der ki:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in unu elenmezdi. Bir kattan da fazla elbisesi yoktu.” (Taberânî’den)
Ebû Hüreyre (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu:
“Aylar geçerdi, Resûlullâh (S.A.V.)’in evlerinde ne kandil yanardı, ne de ocak. Bir parça zeytinyağı bulurlarsa; vücûdlarına sürerlerdi. İçyağı (veya kuyrukyağı) bulurlarsa yemek yaparlardı.” (Ebû Ya’lâ’dan)
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
BÜTÜN CANLI VE CANSIZ VARLIKLAR, BİTKİLER VE TAŞLAR NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ’E SELÂM VERMİŞ, TA’ZİMDE BULUNMUŞTUR
Hz. Ali (K.V.) buyurmuştur ki: “Mekke’de Resûlullâh (S.A.V.) ile beraberdik. Mekke’nin bazı semtlerine doğru çıktılar ki O’nu (S.A.V.)’i karşılayan hiçbir ağaç ve hiçbir dağ yok ki O’na (S.A.V.)’e şöyle demiş olmasın: “Esselamü aleyke ya Resûlallah!” (Tirmizî, Darimî)
Câbir bin Semûre (R.A.) Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını naklediyor: “Şüphesiz ben, Mekke’de bir taş biliyorum ki bana selam verdi.” (Tirmizî, Müslim) bu taşın Hacerü’l Esved olduğu söylenir.
Hz. Aişe Sıddîka (R.A.) Validemiz, Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını rivâyet etmişlerdir: “Cebrail (A.S.) bana Risalet’i tebliğ ettiği zaman, yanından geçtiğim her taş ve ağacın” –Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! dediklerini duymaya başladım.” (Bezzâr)
Câbir bin Abdullah (R.A.)’dan rivâyet olunmuştur ki şöyle demiştir: “Nebî (S.A.V.)’in yanından geçtiği her taş ve ağaç, O’na (S.A.V.)’e tazimde bulunmuştur.” (Beyhakî, Suyûtî)
Hz. Abbas (R.A.)’in rivâyet ettiği bir Hadîs-i Şerîf’te haber veriliyor ki: “Resûlullâh (S.A.V.) amcası Abbas (R.A.) ve çocuklarına bir yorgan (veya çarşaf) örtüp de duâ buyurduklarında kapı eşikleri ve duvarlar “Âmin, âmin!” derlerdi.”(Beyhakî Suyûtî, Ebû Naim)
Caferü’s Sâdık bin Muhammed (R.A.) babaları Muhammed Bakır (R.A.)’den rivâyet ediyorlar ki: “Nebî (S.A.V.) rahatsızlandılar. Cebrail (A.S.) Nebî (S.A.V.)’e, içinde nar ve üzüm bulunan bir tabak getirdi. Nebî (S.A.V.) onlardan yediler. Tabaktakiler, Nebî (S.A.V.) onları yerlerken, onlar durmaksızın tesbih ediyordu.” (Kadı İyaz, Kastalanî, Suyûtî)
Enes (R.A.)’den rivâyet edildiğine göre: “Nebî (S.A.V.), Ebû Bekirü’s Sıddîk, Hz Ömer ve Osman (R.A.) Efendimiz ile Uhud Dağı’na çıktılar. Uhud, Onlar’dan korkusundan sallanmağa başlayınca Nebî (S.A.V.) Efendimiz, Uhud’a: “Korkma, kendine gel ve metin ol! Çünkü üzerinde, bir Nebî, bir Sıddîk ve iki de şehid bulunmaktadır.”(Buhârî, Tirmizi, İmam-ı Mâlik)
(Kadı İyâz (R.H.) Şifâ-yı Şerîf Tercemesi, S. 304 – 306)
BÜTÜN HAYVANAT, (A’RAF: 179’DA
HALLERİ BEYÂN EDİLEN CİNN VE
İNSANLAR HARİÇ) NEBÎ (S.A.V.)
EFENDİMİZ’E TA’ZİMDE BULUNMUŞTUR.
“And olsun ki biz, ins ve cinnden bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir. “
(A’raf Sûresi, Âyet: 279)
Hz. Ömer İbn-i Hattab (R.A.) şöyle rivâyet ederler ki: “Resûlullâh (S.A.V.), Ashabı (R.A.)’dan bir cemaatle otururlarken kertenkele avlanmış bir bedevi çıkageldi: Oturanlara Nebî (S.A.V.) Efendimiz’i kasdederek, “-Bu şahıs, kimdir?” diye sordu. Ona, “-Bu zat, Allâh’ın Nebîsi (S.A.V.)’dir?” denildi: Nebî (S.A.V.)’e yönelip: “-Lat ve Uzza hakkı için, bu kertenkele seni tasdik etmedikçe ben, sana îmân etmem, dedi. Bunun üzerine Nebî (S.A.V.) Efendimiz, kertenkeleye: “Ey kertenkele! Oradaki cemaatin duyabileceği açık bir lisanla, diye hitab ettiler. Kertenkele: “Buyur, buyur ey gelenlerin (yaratıkların) süsü!.. diye cevab verdi. “-Söyle bakalım, sen kime kulluk edersin?” diye kertenkeleye sual edince, kertenkele: “-Ben, semada Arş’ı, yerde saltanatı, denizde yolu, Cennet’te rahmeti, Cehennem’de azâbı yaratan Allâh’a ibâdet ederim.” dedi. Nebî (S.A.V.) Efendimiz, tekrar sordular: “-Peki ben, kimim?” Kertenkele: “-Sen, Âlemlerin Rabbi’nin Resûlüsün, Nebîlerin hatemi (sonuncususun)sin, Seni doğrulayan felâha kavuşmuştur. Seni yalanlayan da perişan olmuştur.” diye cevab verince bedevî, hemen müslümân oldu.”
(Taberâni, Beyhakî, Suyûtî, İbn-i Asâkir)
Abdullah bin Ca’ferü’t Tayyar (R.A.)’dan rivâyete nazaran denilmiştir ki “Bir kimsenin bir bostanı vardı ki buraya hiç kimse giremezdi; çünkü orada herkese saldıracak bir deve vardı. Resûlullâh (S.A.V.) bostana girdiler ve deveyi çağırdılar. Deve burnunu yerde sürüyerek geldi ve Nebî (S.A.V.) önlerinde yere çöktü. Nebî (S.A.V.) devenin yere sarkan yularını, devenin başına dolayıp buyurdular ki: “Gök yer arasında hiçbir şey yoktur ki benim Allâh’ın Resûlü olduğumu bilmesin. Yalnız cinn ve insanlardan âsî olanlar müstesna.”
(Müslim, Ebû Dâvud)
(Kadi İyaz (R.H.) Şifa-yı Şerîf Tercemesi S. 307 – 311)
HUDEYBİYE MUSÂLAHASININ NETİCESİ
Câbir (radiyallahu anh)’den rivâyete göre, Hudeybiye günü Resûlullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) bize:
– “Ey Hudeybiye Seferi’nde bulunan Ashâb’ım! Siz yeryüzündeki insânların en hayırlısısınız!” buyurdular.
Biz ise bu seferde bindörtyüz (1400) kişi idik. Bugün gözlerim a’mâ olmayıp da görebilse idim, altında bey’at ettiğimiz ağacın kendisini değil, yerini size muhakkak gösterirdim. (Tecrîd-i Sarîh, 10/264)
Ömer ibnü’l Hattab (radiyallahü anh)’in rivâyet ettiği uzun bir Hadîs Buhârî Şerhi’nde, Tecrîd’de beyân olunduğu üzere:
Müslümanlar’ın mukadderâtı, müstakbel hayâtı, Hudeybiye sulhu ile açılmış ve inkişâfa başlamıştır. Hudeybiye sulhü ile İslâm câmiâsının siyâsî varlığı hall ü akde muktedir bir devlet olduğu düşmânları tarafından kabûl ve tasdîk edilmiş bulunuyordu.
Bu târîhe kadar Hicaz kıt’asında Kureyş, arabların en yüksek siyâsî nüfûzu hâiz bir kabîlesi idi. Diğer arab kabîleleri Müslümânlar ile Kureyş’in bu iki hasmının müstakbel mukadderatına bakıyorlardı.
Resûlullah (S.A.V.)’in, Kureyş’i hiçe sayarak silâhsız 1400 kişi ile Mekke’nin kapısına gelmiş ve netîcede Kureyş’i bir sulh akdine ve bunu bir muâhedenâme ile tevsîka mecbûr etmesi Kur’ân-ı Kerîm’in beyânı veçhîle bir Feth-i Mübîn, en parlak bir zafer idi.
Her ne kadar yazılan muahedenâme maddesinde şart Müslümanlar’a pek ağır gelmiş ise de umûmî mâhiyeti i’tibâriyle arab kabîleleri arasında Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Kureyş üzerinde müessir olduğunun siyâsî bir vesikası telâkkî olunmuştur. Bu târihten i’tibâren arab kabîleleri hey’etler göndererek küme küme İslâm Dîni’nin adâlet ve medeniyet câmiasına girmeğe başlamışlardır.
Bu musâlaha târihinde Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslümânlar’ın sayısı, İslâm Dîni’nin zuhûru zamânından Hudeybiye musâlahasına kadar geçen 19 veyâ 20 yıl içinde İslâm’a girenlerden birkaç misli kadar çoktur.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.),
Hz. Osmân ve Alî (R.A.), S. 53-54)
TEK HİDÂYET REHBERİ’NİN KUR’ÂN VE NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN OLMASI
Kur’ân-ı Kerîm’in Rehber olması:
Cenâb-ı Hakk’ın (Şûrâ: 52)’de buyurduğu: “Bununla, kullarımızdan dilediğimize hidâyet ederiz…” cümlesinde kasdedilen “hidâyet”in Cennet yoluna iletme ma’nâsında olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Fakat Biz Onu bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidâyet ederiz.” (Şûrâ: 52) buyurmuştur ki bu, “Biz, Kur’ân’ı, sâyesinde, dilediğimiz kullarımızı hidâyete erdirdiğimiz bir nûr yaptık” demek olup, bu, ancak dünyada tahakkuk eden “hidâyet”e (ya’ni mü’min olmak şerefine) uygun düşer. Mu’tezile’nin “Bazıları hakkında Cennet’e hidâyet etmek vâcib,diğer bazıları hakkında Cennet’e hidâyet etmek de yasaktır” şeklindeki i’tikâdı, Âyet’te beyân edilen ifâdeye göre bâtıldır. Böylece bu Âyet (Şûrâ: 52) ile “Cenâb-ı Hakk’ın, dilediği kullarını hidâyete erdirdiği ve dilediği kullarını da saptırdığı ve bu husûsta da kendisine aslâ i’tirâz edilemeyeceğinin” kasdedildiği sâbit olmuş olur.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in Rehber Olmaları:
Âyet’in sonunda (Şûrâ: 52) Allâh-ü Teâlâ, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e: “Şübhesiz ki Sen, mutlakâ doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun.” diye hitâb ederek Kur’ân-ı Kerîm gibi “Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in de hidâyete erdireceğini” bütün kullarına haber vermiştir. Bu “dosdoğru yolun da (Şûrâ: 53’te) “O dosdoğru yol, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh’a döner.” hitâbıyla olduğu haber verilmiştir. Ve böylece de, kendisine ibâdet edilecek olan zât-ı Ecelle-i A’lâ’nın “göklerin ve yerlerin mâliki olan Allâh-ü Teâlâ olduğu”na dikkat çekilmiştir ki bundan maksad da, Allâh’tan başkasına ibâdet edenlerin görüşünü iptâl etmektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hakk: “Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh’a döner.” buyurmuştur ki bu hitâb, bir tehdîd ve caydırıcılık husûsiyeti arz etmektedir. Böylece Cebâb-ı Hakk, bu mükellefiyetleri kabûl etmeyenlerin işlerinin, Allâh’a ya’ni kendisinden başka bir hâkimin olmadığı o yüce makâma varıp dayanacağını böylece de O hâkimin bütün insanlığı, hakk ettikleri mükâfât ya da cezâ ile mükâfâtlandıracağını ya da cezâlandıracağını haber vermiştir.
(Fahrüddîn Er-Râzî (R.H.), Tefsîr-i Kebîr Tercemesi, C. 19, S. 481-489)
RESÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜCE AHLÂKLARI, DOĞRULUK VE HAYÂLARI
Ebû Cuhayfe (R.A.)’den: “Nebî (S.A.V.)’i güneşin en sıcak zamanı, gün ortasında Batha mevkiinde namaz kılarken gördüğü ve karşısında ucu demirli bir harbe bulunduğu” rivâyet olunduktan sonra, şunları da söylediği rivâyet olunmuştur: “Halk, Resûlullâh (S.A.V.) Efendimizin iki mübârek ellerini tutmağa ve mübârek ellerini yüzlerine sürmeğe başladılar. Ben de Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin mübârek ellerini tuttum ve yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim, mübârek elleri (o sıcak zamanda) kardan daha serindi. Koku cihetiyle de miskten daha hoş kokulu idi.”
Ebû Said-i Hudrî (R.A.) den: “Nebî (S.A.V.) hayâ cihetiyle kendi köşesinde oturan bâkire kızdan daha çok utangaçtı.” dediği rivâyet olunmuştur. Bu Hadîs-i Şerîf’te de Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in yüce sıfatlarından hayâ sıfatı en beliğ bir şekilde bildirilmiştir. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in, bunlardan da utangaç olmaları, benzetilenin kendisine benzeyenlerden üstünlüğünü ifâdedir ki çok beliğ bir teşbihtir.
Ebû Hüreyre (R.A.)’den: “Nebî (S.A.V.), hiçbir zaman, hiçbir yemeği beğenmezlik etmezlerdi. Arzu ederlerse yerler; arzu etmezlerse yemeyip bırakırlardı.” dediği rivâyet olunmuştur.
Alâmet, Peygamberlik da’vası eden zatın davasında doğruluğuna ve Allâh (C.C.) tarafından insanların hayırlarına, saadetlerine ait kaideleri, esasları, tebliğe memur bulunduğuna delâlet eden delil (burhan) demektir.
Mu’cize Nübüvvet mevzûunda, delilleri olan o i’câzkar hârikalar, Peygamberleri inkâra kalkışan hasımlarını, aciz ve kudretsiz bırakmak için izhâr olunan olağanüstü olaylardır. Her asırda mütefekkirler, Peygamberler (S.A.V.) Efendimiz’in seciyye ve şahsiyetleriyle, tebliğ ettikleri Kur’an-ı Mübin’i tedkik ederek sıdk-ı nübüvvetleri’ne istidlâl etmişlerdir. İlk Müslüman olan Hz. Hatice (R.A) Validemiz, Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in nübüvvetleri’ne âfâkî hiçbir delil aramadan (S.A.V.) Efendimiz’in yüksek seciyyeleriyle istidlâl ederek inanmışlardı. Ve : “Yâ Resûlallah, Sen akrabanı ziyâret edersin, âcizlere yardımda bulunursun, yoksullara kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hakk yolunda halka yardım edersin.” demişlerdi.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı
Tecrîd-i Sarih Tercüme ve Şerhi, C.9 , S. 271 – 283)
Bera’ (R.A.)’nın şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
“Resûlullâh (S.A.V.), sîmâca insanların en güzeli; ahlâk i’tibâriyle de en güzeli idiler. Vücûdlarının yaratılışı cihetiyle de insanların en güzeli idiler. Mübârek boyları ne çok uzun idi; ne de çok kısa idi.”
Ebû Hüreyre (R.A.) Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in: “Ben, devirden devre ve aileden aileye intikal ile istıfâ eden (halis hale gelen, seçilen) Ademoğulları soylarının en temizinden naklolundum. Nihayet şu içinde bulunduğum Haşimi camiasından neş’et ettim.” diye buyurduklarını rivâyet etmiştir.
Ebû Hüreyre (R.A.)’ın rivâyet ettikleri bu Hadîs-i Şerîf’e göre, “Ademoğullarının teşkil ettikleri soylar, batından batına, aileden aileye temiz bir intikal ile istıfâ edeceği (tertemiz hale geleceği) ve Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in Şerefli mukaddes zatları da aralarına hiç sifah (karışıklık) karışmayarak, temiz babaların sulbünden, helâl annelerin pakize (tertemiz ) rahmine intikal ettiği ve en sonunda da bütün kabilelerin hürmet ettiği en temiz Haşimî Soyu’ndan neş’et ettiği (doğduğu, meydana geldiği) bildirilmiş oluyor. Ma’lum olan bir hakikattir ki Nûr-ı Muhammedî (S.A.V.)’in intikâli keyfiyyeti, tarihen mazbut olarak İsmail (A.S.) evladının sulbünden başlar. Sonra Kinâne’den, sonra Kureyş’ten, sonra Haşimi Oğulları’ndan intikal ederek gelir.
Abdullah İbn-i Amr İbn-i As (R.A)’dan şöyle dedikleri rivâyet olunmuştur:
“Nebî (S.A.V.); sözlerinde, fiil ve hareketlerinde taşkınlık yapacak seciyyede (ahlâkta, huyda) değildirler. Taşkınlık da yapmış değildirler. “İyi biliniz ki sizin en güzel huylunuz, en hayırlı olanınızdır.” diye buyururlardı.”
Enes İbn-i Malik (R.A.)’den şöyle dedikleri rivâyet olunmuştur:
“Ben, hayatımda Nebî (S.A.V.)’in mübârek ellerinden daha yumuşak hiçbir ipeğe, hiçbir dibağa yapışmadım. Yine ben ömründe Resûlullâh (S.A.V.)’in kokusundan daha hoş bir koku da ebediyyyen ve kat’iyyen koklamadım.”
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercümesi ve Şerhi, C. 9 S. 268 – 276)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN HİLYE-İ SA’ÂDETLERİ VE YÜCE AHLAKLARI
Hz. Hasan bin Alî (R.A.)’dan, derler ki:
“Dayım Hind bin Ebû Hâle (R.A.)’den Resûlullâh (S.A.V.)’i gözümün önünde canlandırmasını istedim. O gâyet güzel anlatırdı. Resûlullâh (S.A.V.)’in yüce vasıflarından, birazcık olsun, bana anlatılmasını isteyişimin sebebi, Resûlullâh (S.A.V.)’in yolundan gitmek ve O’na benzemeğe çalışmak isteyişimdendi.” Dayım Hind bin Ebû Hâle (R.A.), dediler ki:
Resûlullâh (S.A.V.), iri ve dolgun cüsseliydiler. Yüzleri, ayın on dördü gibi parlardı. Orta boylu bir kimseden biraz uzun, çok uzun boylu bir insandan da biraz kısa boylu idiler. Mübârek başları, büyük; saçları da çok hafif dalgalıydı. Mübârek saçlarını ikiye ayırmazlar; ancak kendiliğinden ayrılınca öyle bırakırlardı. Mübârek saçlarının uzunluğu, kulaklarının memelerini biraz geçerdi. Mübârek saçları, gür ve parlak idi. Mübârek alınları geniş, kaşları, hilâl gibiydi ve çatık değildi. Mübârek iki kaşı arasındaki bir damar, öfkelendiklerinde şişerdi. Mübârek burunları, hafif eğri ve zarîf idi. Mübârek burunları dâimâ parlardı, iyice dikkat etmeyen biri, mübârek burunlarının ortasını çıkık zannederdi. Mübârek gözleri, kara; yanakları yumuşak ve çıkıntısız idi. Mübârek ağızları geniş; dişleri zarîf ve hafif seyrek idi. Göğüsleri kıllı; mübârek boyunları sanki gümüşten idi. Kusursuz bir yaratılışları vardı. Vücûdları dolgun; a’zâları yerli yerinde idi. Mübârek karınları ile göğüsleri aynı hizada idi. Göğüsleri geniş; omuzları arasındaki mesâfe uzundu. Kemikleri iri; tenleri parlak; gerdânları açıktı. Kolları, omuzları ve göğüslerinin üstü kıllıydı. Bilekleri uzun; avuçları geniş; uylukları; elleri ve ayakları iri; parmakları uzun idi, Düztaban değildiler. Mübârek ayakları düzgündü; üzerlerinde su durmazdı. Ayaklarını sürtmezler; sağlam adım atarlar; mütevâzî yürürlerdi. Sanki yukardan aşağıya iniyorlarmış gibi sür’atli yürürlerdi. Bir tarafa döndüklerinde, bütün vücûdlarıyla dönerlerdi. Mübârek gözleri dâima yerdeydi. Gökten çok yere bakarlardı. Ekseri bakışları, bir inceleme mâhiyyetindeydi. Ashâbı (R.A.) arasında giderlerdi. Ashâbı (R.A.)’den bir kimseyle karşılaştıklarında, ilk sözleri selâm vermek, olurdu.”
(M. Yûsuf Kandehlevî (Rh.A.), Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 36)
ALLAH-Ü TEÂLÂ’NIN, EFENDİMİZ (S.A.V.)’E İHSAN VE İKRAM ETTİKLERİ
Allâh-ü Teâlâ’nın, “Kimini de çok üstün derecelere yükseltmiştir.” (Bakara: 253) beyânından murâd, Peygamberler (A.S.)’in mertebelerinin farklı olduğudur. Allâh-ü Teâlâ, Hz. İbrahim (A.S.)’ı “Halîl” dost ittihaz edinmiş ve bunu, bir başka Nebîsi (A.S.)’a vermemiş; Hz. Dâvud (A.S.)’a hem hükümdarlık ve hem peygamberlik vermiş ve bunları bir başka Nebîsi (A.S.)’a vermemiş, Hz. Süleyman (A.S.)’a insanları, kuşları, cinnleri ve rüzgârı müsahhar kılmış ve bunları bir başka Nebîsi (A.S.)’a vermemiştir.
Allâh-ü Teâlâ, Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’i de hem insanlara ve hem cinnlere Peygamber göndermiş ve (S.A.V.) Efendimiz’in Şerîatı da bütün şerîatleri neshetmiştir.
Âyet’te geçen “dereceler” ifâdesi, mucizeler olarak tefsîr edilirse, Allâh-ü Teâlâ, her Nebîsi (A.S.)’a, kendi zamanında revaçta olan mucize Resûllullah etmiş; Habîbi (S.A.V.) Efendimiz’e ise, hükmü ve belâğati bâki olan Kur’an-ı Kerim mucizesini ihsan ve ikram etmiştir.
Âyet’te geçen “dereceler” ifâdesi, dünya ile ilgili mertebeler olarak alınırsa, yine Habîbullah (S.A.V.) Efendimiz, ümmetinin, sahabelerinin çokluğu, üstünlüğü ve devletinin güçlülüğü ve mükemmelliği, şerîatinin mükemmelliği, kalıcılığı ve hakimiyeti vb. diğer Enbiyâ (A.S.)’dan kat be kat efdâldirler.
Bakara: 253’ün başına Allâh-ü Teâlâ, “Allâh, onlardan bir kısmıyla konuşmuş” ifâdesiyle Hz. Mûsâ (A.S.)’nın, Âyet’in devâmında “Meryem’in oğlu İsâ’ya apaçık deliller verdik ve O’nu Rûhu’l Kudüs (Cebrail) ile destekledik.” İfâdesinde de Hz. İsâ (A.S.)’ın zikredilmesininin tefsîri şöyledir:
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’le de vasıtasız Mi’raçta, Allâh-ü Teâlâ konuşmuştur ki bu husus Necm Sûresi’nde apaçık beyân edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in inzaline ise Cebrail (A.S.)’ı vasıta kılan Allâh-ü Teâlâ, Habîb-i Kibriya (S.A.V) Efendimiz ile konuşmuştur. Hz. Mûsâ ve Hz İsâ (A.S.)’ın mucizeleri diğer Enbiyâ (A.S.)’ın mucizelerinden daha aşikar ve daha güçlüdür. Onların ümmetleri, Kur’an inzal olurken de mevcud idiler.
Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ (A.S.)’ın derecelerinin yüksek olması ve mucizelerinin de çok olmasına rağmen, ümmetleri, Nebîleri (A.S.)’a inkıyâd etmemiş; aksine Nebîleri (A.S.) ile çekişmişlerdir.
(Fahrüddin Er Razi (R.H.) Tefsîr-i Kebir Tercümesi, C.5 S. 376 – 392)
ALLÂH-Ü TEÂLÂ’NIN, HABİB-İ EKREM (S.A.V.)’ İNİN YÜCE VASIFLARINI, MAHLÛKÂTA İLK TAKDİM EDİP TANITIŞI
İbn-i Abbas (R.A.)’dan rivâyet olunduğuna göre, Nebî (S.A.V.) Efendimiz, bir gün Hadîcetü’l Kübrâ (R.A.)’ya haber vermeden Hira Mağarası’na çekip gittiler. Hadîcetü’l Kübrâ (R.A.) Nebî (S.A.V.) Efendimiz’i aradılar; fakat bulamadılar. Bir müddet sonra Nebî (S.A.V.) Efendimiz’i herhangi bir toz duman olmadığı halde renkleri değişmiş olarak gördüler. Bunun üzerine, Hz. Hadîcetü’l Kübrâ (R.A.) Validemiz, “Sana ne oldu?” deyince Nebî (S.A.V.) Efendimiz: “Cebrail (A.S.) geldi ve “Rabbinin adıyla oku!” dedi. Daha sonra Cebrail (A.S.) beni, bulunduğum yerden, düz bir yere götürdü; abdest aldı ve ben de abdest aldım. Sonra Cibril (A.S.) namaz kıldı; ben de O’nunla O’nun gibi iki rekat namaz kıldım. Sonra Cibril (A.S.) bana : “Yâ Nebiyallah, namaz işte bu şekildedir.” dedi.” Bunun üzerine Hz. Hadîcetü’l-Kübrâ (R.A.) Validemiz, kavminin dini olan putperestlik üzere olmayan ve Hz. İsâ (A.S.)’nın dini üzere yaşayan amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gittiler. O’na, Nebî (S.A.V.) Efendimiz’in durumunu anlattılar. Nebî (S.A.V.) Efendimiz, bilâhare Varaka’ya gidince, Varaka, Nebî (S.A.V.) Efendimiz’e : “Cibril (A.S.) sana herhangi bir kimseyi, Allâh’a îmân etmeğe da’vet etmeği emretti mi?” dedi. Nebî (S.A.V.) Efendimiz, de Hayır! diye cevap verdiler. Bunun üzerine Varaka: “Allâh’a yemin olsun ki, eğer senin davet günlerine kadar yaşarsam, sana çok büyük destek verir ve sana yardımcı olurum.” dedi. Fakat Varaka’nın, Nebî (S.A.V.) Efendimiz’in davet günlerine erişmeğe ömrü kâfi gelmedi.
İşte bu hâdise, Kureyş müşriklerinin diline düşüp yayıldı. Ve müşrikler, Nebî-yi Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’e: “O, bir deli (mecnun)” dediler de, Allâh-ü Teâlâ, işte bu Kalem Sûresi’nin ilk beş Âyeti’yle “Habib-i Ekrem (S.A.V.)’in deli olmadığına yemin etti.”
Allâh-ü Teâlâ, Habîb-i Edib-i (S.A.V.) Efendimiz’i taltîf buyurup şu üç yüce vasıfla tavsîf etmiştir ki:
(Fahrüddin Er- Râzî (R.H.), Tefsîr-i Kebir Tercemesi, C.22, S. 40-41)
Cerîr bin Abdillâh bin Câbir el-Becelî (Radıyallahu anh)’in künyesi “Ebû Amr”dir. Mensûb olduğu Becîle Kabîlesi (“kabîle” vezninde) Yemen aşâirindendir.
Cerîr (Radıyallahu anh) Yemen’in eşrâfından uzun boylu nûrânî yüzlü bir zât olup Hicret-i Seniyyenin onuncu senesi Ramazan ayında yüz elli kişi ile Medîne-i Münevvere’ye gelib Şeref’i İslâm ile müşerref olmuşlardır.
Cerîr (Radıyallahu anh)’in vürûdundan evvel Hazret-i Peygamber (Sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz ashâbına haber verib:
“Size şu tarafdan hayırlı bir kimse geliyor ki yüzünde mesha-i melek ya’ni melek nişânesi vardır” buyurmuşlardır.
Geldiğinde İslâm’a mazhar olduğunda mazhar-ı ikram-ı nebevî olmuşlardır. Ve hakkı- sâmîlerinde:
“Size bir kavmin şerîfi geldiği vakitde ona ikrâm ve ihtirâm edin” buyurmuşlardır.
Hâce-i Âlem (Sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretleri ona ahkâm-ı şer’ıyyeyi ta’lîm ve Zül-halesa denilen puthânenin hedm ü tahrîbini tenbîh ile Cerîr-i Becelî (Radıyallahu anh)’i Yemen’e gönderdi.
Hazret-i Cerîr dahî mevcûd maiyyetiyle varıp puthâneyi yıktı ve içindeki putu ve dikili kurban taşlarını kırdı ve orada câhiliyyet usulü üzre darb-ı ezlâm eder bir kimse var idi onu müslim edib ve ezlâmını kendisine kırdırıb sonra yine Medîne-i Münevvere’ye geldi. O puthâneye tapanların başlıcaları Sahîh-i Buhârî’de musarrah olduğu üzre-Has’am ve Becîle Aşâiri idi.
Cerîr (Radıyallahu anh) onların sebeb-i necât ve saâdetleri olmuş, şu nazm ile medh edilmiştir:
“Cerîr olmasaydı Becîle kabîlesi helâk olurdu” demektedir.
İbn-i Kuteybe der ki:
Cerîr (Radıyallahu anh) Hazret-i Ali (Radıyallahu anh) muhârebâtında bî-taraf bulunup cezîre nevahîsinde ikâmet etdi ve elli dört târihinde vefât eyledi. (Radıyallahu anh).
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.),
Ashâb-ı Kirâm (R.A.), S. 285-286)
KUR’ÂN’DAN ÖNCEKİ KİTÂBLAR’DA
NEBÎ (S.A.V.)’İN YÜCE VASIFLARI VE
ÜMMET-İ MUHAMMED
Ata bin Yesâr (R.A.) diyor ki:
“Abdullâh bin Amr bin Âs (R.A.) ile karşılaştım. O’na:
“-Bana Resûlullâh (S.A.V.)’in Tevrât’taki vasıflarından bahset!” dedim. O da:
“-Peki, bahsedeyim: Allâh’a yemîn ederim ki O (S.A.V.), Tevrât’ta Kur’ân’daki sıfatlarıyla anılmıştır.” dedi ve “Biz, seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, halka bir koruyucu olarak gönderdik. Sen kulum ve Resûlümsün. Sana “Mütevekkil” ismini verdim. Asla kaba, katı ve patavatsız değilsin. Kötülüğe kötülükle cevâb vermezsin, ancak bağışlar ve afvedersin. Bu şaşkın millete “Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-Resûlullâh” dedirtmedikçe Allâh-ü Teâlâ, O’nun rûhunu almayacaktır. O (S.A.V.) ile kör gözleri, sağır kulakları, kilitli kalbleri açacaktır.” (Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Vehb bîn Münebbîh (R.A.): “Allâh, Zebûr’da Dâvûd (A.S.)’a şöyle vahyetti.” demiştir:
“-Ey Dâvûd, senden sonra Resûl-i Mükerremim (S.A.V.) gelecektir. İsmi Ahmed ve Muhammed’dir. O (S.A.V.), doğru olur, efendidir. Kat’iyyen O’na kızmam; O da beni aslâ kızdırmaz. O, günahsız olduğu hâlde ben O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını afvettim. O’nun ümmetine de merhamet edilmiştir. Enbiyâma farz kıldığım amelleri, Kıyâmet Günü bana kavuşuncaya kadar, onlara da farz kıldım. Onların nûru, Enbiyânın nûru gibidir. Ey Dâvûd, Muhammed (S.A.V.)’i ve Ümmeti’ni, bütün ümmetlere üstün kıldım.” (El-Bidâye 2/326)
Abdullâh bin Amr (R.A.), Ka’b (R.A.)’e:
“-Bana Muhammed (S.A.V.) ve Ümmeti’nin sıfatlarından bahset.” dedi. O da:
“-Onlar’dan Kitâbullâh’ta bahsedilmiştir.” diye cevâb verdi. “Ahmed ve Ümmeti çok şükrederler. Her hayır ve şerrde Allâh’a hamdeder ve O’nu medh ü senâ ederler ve her yerde Allâh’ı zikrederler. Onların yalvarışları göklere çıkar. Onların namazdaki iniltisi, oğul arısının, kayadaki uğultusu gibidir. Namazda melekler gibi saff yaparlar. Harbde de namazdaki gibi saff yaparlar. Onlar, Allâh yolunda cihâd ettiklerinde, melekler, onların önlerinde ve arkalarında sivri ve keskin mızraklarla savaşırlar. Şu beyâz çiçeklerin sapındaki yaprakları gölgelediği gibi, Allâh yolunda saff tuttuklarında, Allâh onlara gölge olur. Cihâddan hiçbir an geri kalmazlar.” (Hilye 5/386, Saîd bin Ebî Hilâl (R.A.)’den)
(M. Yûsuf Kandehlevhi (Rh.A.), Hayâtü’s-Sahâbe (R.A.), C. 1, S. 34-35)
HER ZAMAN VE MEKÂNDA YEGÂNE
ÖNDER NÜMÛNE-İ İMTİSÂL
RESÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZDİR
Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz, i’tikâdda, amelde, muâmeletta, ahlâkta, hâsılı kullukta; Allâh’ın emirlerini yaşamakta, teblîğde ve infâzda, yasaklarından da kaçmakta insanların ve cinnlerin her zaman ve mekânda örnek alabileceği tek rehber, tek önder; yegâne nümûne-i imtisâldir.
“Resûlullâh (S.A.V.)’in en yüksek seciyyeleri (ahlâkları) doğrulukları ve bütün insânî fazîletleri zât-ı mukaddes ve muazzezlerinde cem’ etmiş olmalarıdır. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in bu yüce ahlâkları, Ahzâb Sûresi, Âyet: 21’de: “Muhakkak ki Resûlullâh’ın hayâtında sizin için imtisâle değer örnekler vardır.” diye medholunmuştur. Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz, hilkâten (yaratılıştan) ve ahlâken en yüksek bir fıtratta idiler. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in yüce fazîletlerini saymak, mevzûun dışına çıkmaktır. Biz burada, yalnız mevzûmuzla ilgili olan doğruluklarından ve eminliklerinden bahsedeceğiz. Muhâlif ve muvâfık bütün kavmin i’tirâf ve tasdîk ettikleri bir hakîkattir ki Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz, Câhiliyyet Devri’nde de, İslâm Devri’nde de, hayatları müddetince, aslâ hilâf-ı hakîkat bir söz söylememişlerdir. O (S.A.V.)’in sözünden, özünden ve her türlü hâl ve harekâtından, herkes emîn idi. Bu cihetle kavmi tarafından, Câhiliyyet Devri’nde kendilerine “EL-EMÎN” lâkabı verilmiş ve en mühim ve müşkil kabîlelerin çekişme, kavga ve ihtilâflarında hakem seçilerek kanlı ihtilâfların, sulh yoluyla önü alınmıştır. Bu derece sadakat ve emniyyeti hâiz olan bir zâtın nübüvveti ve Allâh tarafından mülhem olarak teblîğ ettikleri adlî ve ahlâkî umdeler, bu suretle kabûl edilmek îcâb eder.”
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C. 9, S. 287)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in “Sünnet-i Seniyyeleri”ne sıkı sıkıya yapışılacağı “Nass-ı Kur’ân”la sâbit kılınmıştır. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Dîn-i İslâm’ın ve Ahlâk-ı İslâmiyye’nin sâdece teblîğini yapmakla ve hükümlerini te’sîs etmekle ve bunları cârî hale getirmekle kalmamış; her yerde ve her zamânda, gerek harbdeki ve gerekse sulhteki fiiliyâtlariyle, harekât ve sekenâtlariyle, lâzım olan her şeyi, bütün incelikleriyle, kendilerinde müşahhas olarak tatbîk etmek sûretiyle, güzel ve nümûne-i imtisâl olacak dersler vermişlerdir ve bütün beşeriyyete örnek olmuşlardır.
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hakk Dîni Kur’ân Dili, C. 6, S. 3883)
(S.A.V.) EFENDİMİZİN HİLYE-İ SAADETLERİ
Rasûlü Mücteba Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri hilkatçe ve ahlakça benî âdemin ekmeli idi. Enbiya-yı ı’zâm Aleyhimüsselam, âzâsı tam ve güzel yüzlü olup, Habîbi Hüdâ Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem onların en güzeli idi. Cism-i Pâki muntazam, her a’zâsı mütenâsip, endâmı gâyek matbu’; alnı, göğsü ve avuçları ve iki omuzlarının arası geniş idi. Boynu uzun ve mevzûn ve gümüş gibi saf, omuzları, pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübârek karnı göğsü ile beraber olup, şişman değildi. Ayaklarının altı çukur olup düz değildi. Uzuna karip orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü, kuvvetli idi.
Ne zaif ne semiz belki ikisi ortası ve sıkı etli idi. Mübarek cildi ipekten yumuşak idi. Kemal-i i’tidal üzere büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli ve söbüce yüzlü idi. İki kaşının arası açık, birbirine yakın idi, çatık kaşlı değildir. Kirpikleri uzun, gözleri kara, güzel ve büyükçe idi. Gözlerinin akında az kırmızılık vardı. Levni ezher, yani ne kireç gibi ak ne de kara yağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mail beyaz, nûrânî ve berrak olup mübarek yüzünde nur lemaan ederdi. Dişleri inci gibi abıdar ve tabdar olup, söylerken ön dişlerinden ru saçılır, gülerken fem-i saadeti bir latif şimşek gibi zıyalar vererek açılırdı.
Saçları ne pek kıvırcık, ne de düz idi. Sabah sık ve tam idi. Uzun değildi bir tutamdan ziyadesini alırdı. Âlem-i Bekâ’ya rıhlet buyurduklarında saçı, sakalı henüz ağarmaya başlayıp başında ve sakalında biraz beyaz tel vardı.
Cismi nazif kokusu latif idi. Koku sürünsün sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan a’lâ kokardı. Bir kimse O’nunla musafaha etse bütün gün O’nun râyihayı tayyibesini duyardı. Mübârek eliyle bir çocuğun başını mesh etse, güzel kokusu ile o çocuk sair çocuklar arasında ma’lum olurdu. Doğduğu vakit dahi pâk ve latif idi. Sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuştu.
Allahümme salli aleyhi ve ala alihi ve ashabihi ecmaîn velhamdüllillahi Rabbil- Alemîn.
(M. Hani, Adab, S: 49)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN
AZİM İLE CESARETLERİ
Cenab-ı Hakk (c.c.), Kur’an’da peygamberini methederken onlar hakkında; “Azîm sahibi peygamberler” buyurmuştur. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu sıfata kemaliyle layık ve sahip idiler. On üç sene devam eden felâket ve haksızlık demleri O (s.a.v.)’nun azim ve cesaretini asla sarsmamıştır.
Mekke’nin ileri gelenleri O (s.a.v.)’na tatbik ettikleri zulüm ve haksızlıktan bıktıkları zaman, O (s.a.v.)’na, Arabistan’ın hükümdarlığını, zenginlik ve en güzel kadınlarını teklif etmişler ve bu da’vadan vaz geçmesini söylemişlerdi. On.lar bütün iğfal edici va’dlerin bir fayda vereceğini sanmışlardı. Aslında bu va’dleri, en sağlam insanı bile sarsıp, da’vasından vazgeçirebilirdi.
Fakat O (s.a.v.), bütün bunlara ikrah nazarı ile bakmış bütün bu aldatıcı va’dlere mukavemet etmişti. Bu şartlar altında amcaları Ebu Talib, kendilerini himayeden feragat edeceğini hissettirdiği zaman, gösterdikleri azim ve cesaret, insanlık tarihinde benzerine rastlanmayan bir numunedir:
-”Amca! Bir elime ayı, bir elime güneş koysalar, ben bu hak da’vadan vezgeçmem!” buyurmuşlardı.
Hayatları boyunca müşriklerle ve diğer gayr-ı müslimlerle olan mücadelelerinde azim ve cesaretin en güzel örneklerini vermişler, orduları sayıca az olmasına rağmen büyük sayıdaki müşrik ordularını azim ve cesaretleri sayesinde perişan etmişlerdir.
ŞECAAT VE KAHRAMANLIKLARI
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, yüksek şahsiyetlerine yakıyır bir şecaat ve kahramanlık timsali idiler. Daha çocukken “ Lat ve Uzza hakkı için” diyerek kendisinden birşey istendiğinde şöyle cevap verdiler:
“Onlar adına benden bir şey istemeyin. Vallahi onları sevmediğim kadar hiçbir şeyi sevmez değilim.”
On yedi yaşında amcasıyla beraber bir Yemen seferine çıkmışlardı. Bir vâdide, azıp kaçmış, vahşileşmiş bir deve gördüler. genç Muhammed (s.a.v.), derhal önüne geçip onu yularından yakalamışlardı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, s.69)
BEDİR GAZVESİ ÖNCESİ
Rasûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi Vesellem)Efendimiz Şam’dan avdet eden (dönen) kervanı karşılamak maksadıyla Ramazan-ı Şerif’in Sekizinci günü Medine’den çıkıp Revha namındaki mahalle vardı. Orada ordusunu muayene buyurdu. Abdullah İbni Ömer (Radıyallahü Anh) ile diğer ufak, buluğa ermeyen çocukları, alil ve sakat olanları geri çevirmişti. O meyanda Umeyr bin Ebi Vakkas (Radıyallahü Anh) da geri çevirildiğinden dolayı ağlamıştı. Nihayet Rasûlü Ekrem (Sallallahü Aleyhi Vesellem) Efendimiz onu alıkoymuş, onun abisi S’ad İbn-i Ebi Vakkas (Radıyallahü Anh) kendi eliyle kardeşinin belire kılıncını takmıştı. (Bedir’de şehid olmuştur) Karşı çıkılacak kuvvet zayıf oldğu için fazla ihtimam edilmemişti. Harbe iştirak ihtiyari bırakılmıştı. Hatta Bedire iştirak etmeyenlere itab edilmemiştir.
İbn-i Ümmi Mektum (radıyallahü anh), Mescid-i Nebevî imametine me’mur olarak Medîne’de kalmış ve Ebû Lübâbe (radıyallahü anh) Hazretleri de Medîne’nin emri muhafazası için kaim-i makam bırakmıştı.
Avâlî karyelerinde nifaka dair bazı havadis işitildiğinden Âsım bin Adiy’ül-Aclânî (radıyallahü anh) Hazretleri de hâkim nasb olunarak Kuba’ya gönderilmişti.
Osman bin Affan (radıyallahü anh) Hazretleri de nâ-mzac olduktan başka, zevcesi ile Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimizin kerime-i muhteremeleri Rukiyye (radıyallahü anh) Hazretleri de hasta olmakla, Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimizle gidemediği gibi, Ebû Ümâme (radıyallahü anh) Hazretlerinin validesi de ağırca keyifsiz olduğundan Medîne’de kalmak üzere me’zun olmuştu.
(Hazreti Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi, S: 20)
EBÛ CEHİL’İN KATLİ
Bedir Harbi sırasında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri:
– “Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan haber getirir?” buyurdukta:
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) Hazretleri seğirtti, Ebû Cehil’in yanına gitti, gördü ki can çekişiyor. Hemen başını kesmek üzere sakalından tuttu. Ve ayağıyla boynuna bastı. Ebû Cehil gözlerini açtıkta: “Yâ Ebû Cehil sen misin?” dedi. Ebû Cehil ise son nefese gelmiş olduğu halde pervâsız İbn-i Mes’ûd (r.a.)’a:
– “Ey koyun çobanı! Pek sarp bir yere çıkmışsın. Bir büyük kişiyi kavm ü kabîlesi öldürmek hemen şimdi olmuş bir iş değil yâ! Bu olağan iştir. Fakat galebe hangi taraftadır?” diye sordu.
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) de:
– “Nusret ve galebe Ehl-i İslâm’a yüz gösterdi” dedi.
Ebû Cehil’i sekerât halinde daha ziyâde ye’se düşürdü.
Ebû Cehil; artık her cihetten me’yûs ve nevmîd olunca:
– “Muhammed (s.a.v.)’e söyle, şimdiye kadar O (s.a.v.)’in düşmânı idim, şimdi düşmânlığım bir kat daha arttı.” dedi.
Derhâl Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) başını kesti. Son nefesinde de îmâna gelmeyip küfründe ısrâr ile cânını Cehennem’e ısmârlayıp gitti.
Abdullah İbni Mes’ud (r.a.)’in cüssesi nahif ve küçük, Ebû Cehil (a.l.)’in başı ise büyük olduğu halde onu yüklenip götürmesi temaşaya şayan (değer) bir keyfiyyet olarak:
“İşte Allah (c.c.)’ın düşmanı Ebû Cehil (a.l.)’in başı!” diyerek Huzur-u Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerine getirdi.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Allah’ın nusretine teşekkür etti:
– “Bu ümmetin Fir’avn’ı işte budur!” diye buyurdu.
(Hz. M. Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi, S: 61)
TEBÜK SEFERİNE HAZIRLIK
Rasûlullah (s.a.v.) Tebük Gazvesine çıkacağı zaman, Ashâb-ı Kirâmı infâka teşvik için bir hutbe irâd eylediler. Askerin techizi için büyük yardıma ihtiyaç vardı.
İlk yardımı getiren Ebû Bekir Es-Sıddık (r.a.) oldu. Malının tamamı olan dörtbin dirhemi getirdi ve Rasûlullah (s.a.v.)’e teslim etti. Rasûlullah (s.a.v.):
– Ehl-ü ıyâline bir şey bıraktın mı? Buyurdular,
– Onlara Allah ve Rasûlünü bıraktım, dedi.
Ömer İbn’ül-Hattab (r.a.) de malının yarısını getirdi. Rasûlullah (s.a.v.):
– Ehl-ü ıyâline birşey bıraktın mı? Buyurdular,
– Malımın yarısını bıraktım, dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)’a hitaben:
“İkinizin arasındaki fark sözlerinizin arasındaki kadardır.” buyurdu.
Sonra Osman bin Affan (r.a.) o kadar çok infakda bulundu ki onun gibi infak eden olmadı.
Sadece Osman (r.a.) on bin askeri techiz etti. Bunun için on bin dinarını tasadduk etti. En güzellerinden üçyüz deveyi ve elli kısrağı techiz edilmiş olarak infak eyledi.
Rasûlullah (s.a.v.) bu infak karşısında kendini tutamayıp minbere çıktı ve:
– “Allahım! Sen Osman’dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım,” diye dua buyurdu.
(Hz. M. Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Tebük seferi, S: 8)
“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan birşeyler veririz. Fakat onun ahirette nasîbi olmaz.”
(Şûrâ :20)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN SIFATLARI
“Allah (geçmiş) Peygamberlerden (And olsun ki; size kitap ve hikmet verdim. Sonra da, size nezdinizdekini, tasdik eden bir Peygamber gelecektir. Ona, kesin olarak iman ve herhalde yardım edeceksinizdir! diye aht ve misak aldığı zaman (ikrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükü alıp kabul ettiniz mi?) diye sordu. Onlar (ikrar ettik!) dediler. Bunun üzerine, Allâh (Öyle ise, birbirinize ve ümmetlerinize karşı şâhid olunuz!) Ben de, sizinle birlikte bu ikrarınıza şâhidlerdenim! buyurdu. Kadı Iyaz der ki “Yüce Allâh, o Mîsakı, vahy ile almıştır. Hiçbir Peygamber göndermemiştir ki, Ona, Muhammed Aleyhisselâmı veya vasıflarını anmış ve Ona, eriştiği takdirde, kesin olarak iman edeceksin diye kendisinden ahd ve mîsak almış olmasın. Deniliyor ki: Yüce Allâh, Peygamberlerinden, bunu, kendi kavimlerine de haber vermeleri ve onların, kendilerinden sonra gelecek kavmlara da, aynen bildirmeleri hususunda dahi kesin söz almıştır. (Ondan sonra da, size, nezdinizdeki o kitap ve hikmeti tasdik edici bir Peygamber gelmiştir) mealinin aslındaki hitab, “Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm’ın muâsırı olan Ehl-i kitabadır.”
Hazret-i Ali de demiştir ki:
“Yüce Allâh, Adem Aleyhisselâm’dan ve ondan sonra gelen her Peygamberden (Eğer, Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm, gönderildiği zaman, kendileri sağ olursa, Ona, iman ve dinine yardım etmeleri ve aynı hususta ümmetlerinden de, kesin söz almaları hususunda kesin söz almıştır.”
Atâ b. Yesar’dan rivâyet edildiğine göre: Peygamberimizin, Tevrat’taki sıfatlarından sorulunca, Abdullah b. Amr b. Âs, demiştir ki:
”Evet! Vallâhi Kur’ân’daki (Ey Peygamber! şüphe yok ki, Biz, Seni, Şâhid, Müjdeleyici ve Korkutucu olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45) âyetindeki bazı sıfatları ile, Tevrât’ta da, tavsif buyrulmuştur.
(M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi Ansk., C. 2, S: 95)
YEDİ SENELİK KITLIK
Âyet-i Celîle’de beyân olunduğu üzere ve görülen rüyâ üzerine yedi sene yine bolluktan sonra, kıtlık başlayacağı beyân olunmuştu.
Nas toplanarak geldiler. Yûsuf (A.S.)’a: “Evimizde yiyecek kalmadı bize sat” dediler. Yûsuf (A.S.)’da anbarların açılmasını emretti.
Birinci senede altın ve gümüş mukâbilinde erzâk verildi.
İkinci sene de hulliyât (kumaş) ve cevâhir bedelinde verildi.
Üçüncü sene hayvanlar mukâbilinde erzâk aldılar.
Dördüncü sene erkek kadın köleler verilerek erzâk ve hayvanât aldılar.
Beşinci senede akar, çiftlik mukâbilinde aldılar.
Altıncı senede evlâdlarını köle olarak vererek erzâk aldılar.
Yedinci senede ise kendileri köleliği kabul ederek erzâk aldılar.
Dediler ki, bu ana kadar böyle büyük ve haşmetli melik görmedik.
Yûsuf (A.S.) Melik’e dedi ki:
– Rabbim’in sun’u kudretini nasıl gördün? Ki gördüğün gibi bana tahvîl buyurdu. Melik:
– Re’yini muvâfık gördük. Biz de senin emrindeyiz. Yûsuf:
– Cenâb-ı Allâh şâhid olsun. Siz de şâhid olun ki Mısır ehlinden aldığım emlâki evvelinden âhirine kadar hepsini kâmilen size red ve iâde eyledim.
Yûsuf (A.S.) bu yedi senelik kıtlık müddeti içinde bir def’a olsun doyacak kadar yemek yemedi ki, aç olanların hâlinden korkup onları unutmasın. Ve erzâk almak için deve ile gelen bir kimse evvelce de geldi ise tekrar ona erzâk satmaz ve vermezdi.
“Biz rahmetimizi kimi dilersek ona nasîb ederiz. İyi hareket edenlerin mükâfatını zâyi etmeyiz”
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Hz. Yûsuf (A.S.), S: 71-72)
HAZRET-İ ABDULLÂH’IN VEFÂTI:
Hazret-i Abdullâh, Hz. ile Âmine ile evlendikten kısa bir müddet sonra, Kureyşîlerin ticâret malları yüklü kafilelerinden bir kafileye katılarak Şâm’a, Gazze’ye gitti.
Satacaklarını, satıp alacaklarını aldıktan sonra oradan geri döndüler.
Hazret-i Abdullâh, yolda hastalandı. Medîne’ye geldiler. Hazret-i Abdullâh, arkadaşlarına “Ben, burada, dayılarım Adiy b. Neccâr Oğullarının yanında biraz kalayım” dedi ve hasta olarak onların yanında bir ay kaldı.
Kafile arkadaşları, yollarına devam edip Mekke’ye geldiler. Abdulmuttalib, onlardan, Abdullâh’ın nerede kaldığını sordu. Onlar da, “Onu, gerimizde, dayıları Beni Adiy b. Neccâr’ların yanında bıraktık, kendisi hastadır!” dediler.
Bunun üzerine, Abdulmuttalib, büyük oğlu Harîs’i, acele Medîne’ye gönderdi.
Harîs, Medîne’ye vardığı zaman, Hz. Abdullâh’ı vefât etmiş ve Adiy b. Neccâr’lardan Nabiga’nın evine gömülmüş buldu.
Hz. Abdullâh’ın kabri, Nabiga’nın evinin içine girince, sol tarafa düşen küçük evdedir.
Dayıları, Hz. Abdullâh’ın, nasıl hastalandığını, olanca çabalarına rağmen, kendisini, ölümden kurtaramadıklarını ve Nabiga’nın evine gömdüklerini, Harîs’e anlattılar.
Harîs, acele Mekke’ye dönüp babasına acı haberi verince, Abdulmuttalib de, Abdulmuttalib’in bütün oğulları ve kızları da, son derece üzüldüler, ağlaştılar.
Hz. Abdullâh, vefât ettiği zaman yirmi beş yaşında idi. Peygamberimiz (S.A.V.) de, daha annesinden doğmamıştı.
(M. Âsım Köksal, İ. Târihi Ansk. C.1, S: 142-143)
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor ki:
“Yâ Ebâ Hüreyre, güzel ahlâklı olmaya gayret et!
-Güzel ahlâk nedir, yâ Resûlallâh?
-Sana gelmeyene gider, kötülük edeni bağışlar, vermeyene verirsin.” (Beyhakî)
VAHİY VE TARZLARI
Hazret-i Ömer (R.A.), der ki “Resûlullâh (S.A.V.)’e vahy indirilirken, başucundan, arı uğultusuna benzeyen bir ses işitilirdi.
Yine, bir gün, Kendisine vahy indirilmişti.
Bir müddet, bekledik. Vahy hâli, kalktıktan sonra, Resûlullâh (S.A.V.), Kıble’ye yöneldi. Ellerini kaldırdı.
Allâh’ım! Bize, ihsânını artır, azaltma!
Bize nimet kıl! Bizi, alçaltma!
Bizi, hoşnud et! Bizden hoşnud ol!
diyerek duâ etikten sonra “Bana, on Âyet indirildi ki, onların hükmünü yerine getiren kimse, Cennet’e girer!” buyurdular.
Sonra da (Mü’minûn Sûresi’nin başından):
1- “O Mü’minler, muhakkak, felâh bulmuş (korktuklarından emin, umduklarına nâil olmuş)lardır.
2- O Mü’minler ki, namazlarına huşûlu (kalbleri, Allâh korkusu ve saygısı ile dolu, gözleri, secde yerine dikili, son derece sükûnetli durumda bulunur)durlar.
3- O Mü’minler ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.
4- O Mü’minler ki, zekâtlarını, verirler.
5- O Müminler ki, mahrem yerlerini korurlar.
6- Ancak, zevcelerine veyâ kendi câriyelerine karşı olan durumları müstesnâdır. Kendileri, bunlardan dolayı, kınanmazlar.
7- Kim de, bunların ötesini ararsa, işte, artık onlar, haddi aşanlardır.
8- O Mü’minler ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyetkârdırlar.
9- O Mü’minler ki, namazlarını korur, vaktinde kılmağa devâm ederler.
10- İşte, Onlar (Cennet’e) vâris olacakların ta kendisidirler.)” meâlindeki, on Âyeti, bize, başından sonuna kadar okudu.
(M. Âsım Köksal, İ. Târihi Ansk., C.3, S: 35-36)
MÜBÂREZE-Yİ BEDİR
O asırlarda tarafeyn muhârebeye girişmeden evvel, birer ikişer kişi meydana çıkıp da mukâtale etmek âdet idi. Buna mübâreze ve o kimselere mübâriz denirdi.
Müşriklerden Utbe, bir tarafa kardeşi Şeybe’yi ve bir tarafa oğlu Velid’i aldı. Meydâna çıkıp mübâreze istedi yani er diledi.
İlk önce Beni Neccâr’dan Afrâ Hâtun (R.A.)’nın Bedir’de hâzır olan yedi oğlundan Avf ile Muaz ve Abdullâh Bin Revâha (Radıyallâhü Anhüm Ecmaîn), Utbe, Şeybe ve Velid’e karşı çıktı.
Utbe: “Bizim sizinle bir işimiz, kavgamız yok, biz amcazâdelerimizi isteriz!” diye onları reddetti.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri de:
“Kalk ya UBEYDE! Kalk ya HAMZA! Kalk ya Alî!” diye buyurdular.
Üçü de kalkıp, Hazret-i Ubeyde (R.A.) Utbe’ye; Hazret-i Hamza (R.A.) Şeybe’ye; Hazret-i Alî (R.A.)’de Ve- lid’e karşı gittiler.
O vakit Hazret-i Ubeyde (R.A.) altmış üç yaşında. Hazret-i Hamza (R.A.) elli sekiz yaşında ve Hazret-i Alî (R.A.)’de yirmi bir yaşlarında olup, her biri yaşça karşısındaki hasmının akrânı idi. Ve bunların cümlesi de Arâbın en ileri gelen şecîlerinden idi.
Hazret-i Ubeyde (R.A.) ile Utbe yekdiğerine bir iki hamle eyledi ve iki ihtiyâr birbirini yaraladı ise de birisi diğerinin işini bitiremedi.
Hazret-i Hamza ve Alî (R.A.) hasımlarını bir hamle ile öldürdü ve dönüp Hazret-i Ubeyde (R.A.)’e yardım ile Utbe’nin dahî işini bitirdiler. Ubeyde (R.A.)’i de alıp Huzur-ı Nebevî’ye getirdiler. Şühedâ-yı Bedir’dendir.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Bedir Gazvesi, S: 41)
PEYGAMBERİMİZİN, MEKKE’NİN harâm VE DOKUNULMAZLIĞI HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI
Peygamberimiz (S.A.V.), Mekke’yi fethinin ikinci gününde îrâd buyurduğu hutbesinde, Mekke’nin harâm ve dokunulmazlığını, şöyle açıklamıştır:
“Ey İnsanlar! Şüphe yok ki, Allâh, göklerle yer’i, güneşle ay’ı yarattığı gün, Mekke’yi de, harâm ve dokunulmaz (kılmıştır).
Kıyâmet gününe kadar da, harâm ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
Mekke’yi harâm ve dokunulmaz kılan Allâh’dır.
O’nu, insanlar, harâm ve dokunulmaz kılmamışlardır.
Allâh’a ve Âhiret gününe inanan kimse için Mekke Haremi’nde kan dökmek, ağaç kesmek, helâl olmaz.
Mekke’de kan dökmek, benden önce, hiçbir kimse için helâl olmadığı gibi, benden sonra da, hiçbir kimse için, helâl olmayacaktır.
Bana da, ancak, gündüzün belli bir saatinde helâl kılınmıştır, ki bu da, Mekkeli’lerin, ilâhî gazâbı hakk etmiş olmalarından ileri gelmiştir.
Şüphe yok ki, Fil’i, Mekke’ye girmekten alıkoyan, tutan Allâh’tır.
Mekkeli’ler üzerine, Resûlullâh ile Mü’minler de, ancak bir kez salınmışlardır.
İyi biliniz ki:
Şu saatte Mekke, benim için bile harâmdır. Mekke’nin, bugünkü harâmlığı, dünkü harâmlığı haline dönmüştür.
(M. Âsım Köksal, İ. Târihi Ansiklopedisi, C.2, S: 185-186)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
SABIR VE ŞÜKÜRLERİ
O (S.A.V.)’in hayatı, O (S.A.V.)’in bütün ilâhî emirleri harfiyyen yerine getirdiğinin şâhididir. O (S.A.V.) felâketlere, hezîmet ve musîbetlere sabreder, lütûf ve ni’mete erince de şükrederdi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bu iki vasfı eşit olarak hâizdi. Ashâb (R.A.)’dan biri bir gün en büyük musîbetlere kimlerin hedef olduklarını sordu. Peygamberimiz (S.A.V.):
“- Her türlü musîbete herkesten ziyâde peygamberler ma’rûz kalırlar. Diğer insanlar da rûhanî mertebelerine göre imtihâna ve musîbete uğrarlar.” buyurdular. (İbn-i Mâce)
Kur’ân-ı Kerîm de O (S.A.V.)’e sabretmeyi emretmektedir:
“Peygamberlerden şerîat sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret!” (Ahkâf, 35)
O (S.A.V.) de bütün sıkıntılara, Allâh (C.C.)’ya dayanarak sabretmişlerdir.
Bütün bu sıkıntılara ancak Resûl-i Ekrem (S.A.V.) gibi bir Peygamber-i Zîşân sabredebilir.
Büyük işler başarmış dahiler, kumandan ve fâtihler bu başarılarını kendi akıl basiret ve bilgilerine hamlederler. Fakat Allâh (C.C.)’ya yakın bir lütfu olduğunu bilir ve O’na hamdederler. Peygamberimiz (S.A.V.) de kendilerine bir ni’met bir muzafferiyete nâil olunca; derhâl şükrân secdesine kapanırlardı. Mekke’nin fethi esnâsında Zîtuva’ya vardığı zaman Cenâb-ı Hakk (C.C.)’nün kendini muvaffak ettiğini görmüş ve hayvanın sırtında secdeye kapanmıştı.
(Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, S: 36)
UHUD HARBİ ÖNCESİ RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN RÜYÂSI
Hicretin 3. senesi Şevvâl ayının ibtidâlarında Çarşamba günü Kureyş ordusu Medîne hizâsına geldi. Cebel-i Uhud yanında Ayneyn denilen tepenin yanına kondu. Perşembe ve Cuma günleri de orada kaldı. Cuma gecesi Resûlullâh (S.A.V.) rüyâsında görmüş ki bir takım sığırlar boğazlanıyor. “Zül-fikâr” nâm kılıcın ucu kırılıp bir gedik peydâ olmuş ve arkalarına bir muhkem zırh giyip mübârek elini o zırhın yakasına sokmuş.
Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) ertesi gün bu rüyâyı şöyle yorumladı. “Boğazlanan sığırlar, Ashâbım’dan katlolunacak zevâta ve kılıcımın ucundaki gedik de Ehl-i Beytim’den birinin katlolunmasına işârettir. Ve muhkem zırhlar Medîne demektir.”
“Şu hâle nazaran Medîne içinde durunuz, düşman içeri hücûm ederse tedâfüî ve tahaffuzî cenk ediniz” diye buyurdu. Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları da bu sûreti münâsip gördü.
Reîsü’l-münâfikîn olan Abdullah ibn-i Ubeyy ibn-i Selül de bu re’yde bulundu. Ve Yâ Resûlullâh! Zamân-ı câhiliyette düşman zuhûrunda biz ne vakit çıkar isek mağlûb olur idik. Ve ne vakit Medîne’de kalıp da müdâfaa eder isek gâlib gelir idik.” dedi.
Filvâkî, öyle tedâfüî hareket muvâfık-ı hâl ve maslahât idi. Zirâ Medîne’nin her tarafı binalar ve duvarlarla çevrilmiş ve geçit yerleri istihkâmlarla seddedilmiş olduğundan bir kal’a hükmünde olup Resûlullâh (S.A.V.)’in rüyâsında gördüğü gibi bir kavî zırh mesâbesinde idi.
Binâenaleyh bir müddetcik Medîne-i Münevvere’de sabr ü sebât olunsa urbâna fütûr gelerek bir kısmı savuşup gider idi. Ve Medîne üzerine hücûm ettikleri takdirde içeriden ok atılarak bir çoğu telef edilebilirdi.
Ve Kureyş ordusuna zaâf gelip îcâb-ı hâle göre üzerlerine hücûm ile muhârebeyi kazanmak kolay olurdu.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Uhud Gazvesi, S: 10)
Bİ’R-İ MAÛNE FÂCİASI
Hicretin dördüncü yılında, Amr oğullarının reisi Ebû Bera’ Amr İbn-i Mâlik Medîne’ye gelerek Resûlullâh (S.A.V.) ’i ziyâret etmiş ve:
– Yâ Muhammed! (S.A.V.) Necid halkına da Ashâb’ından bir hey’et gönderir ve İslâm’a davet edersen mühim bir kuvvet olan bu kalabalık kavmin davete icâbet edeceğini umarım, demişti. Resûlullâh (S.A.V.) de:
“- Necidlilerin Ashâbıma kötü muâmele etmelerinden korkarım” buyurmasına karşın:
– Ben onları ahd ü emânıma alırım. Sakın çekinme gönder, demişti.
Bu da’vet üzerine Münzir bin Amr (R.A.)’ın riyâseti altında kurrâ’ denilen ma’lûmât sâhibi Ashâb’dan yetmiş kişi gönderildi. Bu heyet Medîne-yi Münevvere’ye dört konak mesâfede “Bi’r-i Maûne” denilen kuyu başına indiler.
Maûne kuyusuna varınca, Ashâb-ı Kirâm üzerine baskın ettiler. Artık mukâbeleden başka bir çare görmeyen Ashâb kılıçlarıyla müdâfaa ederek hepsi de şehîd düşünceye kadar çarpıştılar. Radıyallahü Anhüm Ecmaîn.
Bu fâcia üzerine Resûlullâh (S.A.V.) Allâh’a ve O’nun Resûlü’ne isyân eden şu Rı’l, Zekran, Benî Lihyan ve Asiyye oğulları üzerine kırk sabah (la’netle karışık) bedduâ etti.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Tebük Seferi, S: 77)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN KÂ’BE’Yİ
PUTLARDAN TEMİZLEMESİ
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Feth-i Mekke Günü Mekke’ye geldiğinde Kâ’be’ye girmekten çekindi. Çünkü Kâ’be’de câhiliyyetin tanrı edindiği putlar vardı. Resûl (S.A.V.) bunların çıkarılmasını emr etti. Ashâb (R.A.) tarafından putlar çıkarıldı. Bilhassa İbrâhim ve İsmâîl (A.S.)’ın sûretlerini de ellerinde ezlâm olduğu halde çıkardılar.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bu iki sûrete bakarak:
“-Allah bunları yapanları helâk etsin, Allâh’a yemîn ederim ki, putperestler pek iyi bilirler idi ki: Bu iki Peygamber erzâk-ı maksûmelerini böyle münker şeylerle aramış ve dilemiş değillerdi.” buyurdular.
Sonra Beyt’e dâhil oldular. Ve Beyt’in her tarafında tekbîr getirdiler. Fakat Beyt’de namâz kılmadılar. Bu Beyt hakkında şerhde îzâh vardır. (Tecrîd, 6/144)
Yine İbn-i Abbâs (R.A.)’dan gelen bir rivâyete göre:
Resûlullâh (S.A.V.) Ashâb (R.A.) ile berâber kazâ umresi için Kâ’be’ye geldiklerinde tavâf edilir iken müşrikler:
”-Ey Muhammed (S.A.V.) ümmeti! Peygamber’iniz size tekaddüm ediyor, sizi Medîne’nin hummâsı zayıf düşürmüş” diye istihzâ etmişlerdi.
Resûlullâh (S.A.V.) buna vâkıf olunca, tavâfın üç şavtında koşmalarını, Rükneyn-i Yemâniyyeyn arasında mu’tad üzere yürümelerini emr eyledi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) tavâfın bütün şavtlarında koşmalarını emretmekle mâni bir şey varsa da o da ancak Ashâb (R.A.)’a acımasından ibârettir.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Hz. Osmân ve Alî (R.A.), S: 67-68)
Resûlullâh (S.A.V.) (bir gazâdan dönenlere) buyuruyorlar ki:
“Ben, size daha yakın bir gazâ yeri, daha çok ganîmet ve daha çabuk dönüşü göstereyim mi?
Her kim abdest alır da mescide kuşluk namazı kılmak için çıkarsa, o kimsenin gazâ yeri, müfrezeninkinden daha yakın, ganîmeti onlarınkinden daha çok; dönüşü de onlardan daha çabuk olur.”
(S.Müslim)
MU’CİZE RüYÂ
Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: Sarîh elfâz ile hilâfetin kimin tarafından iştiğal olunacağını ta’yîn etmemekle berâber Cenâb-ı Hakk O’na haber vermiş idi.
Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz buyurur ki:
“Bir gün uyuyordum, kendimi bir kuyu üzerinde gördüm. Kuyunun bir kovası var idi. Kuyudan Allâh’ın dilediği kadar su çektim.
Sonra Ebû Kuhâfe’nin oğlu yani Hazret-i Ebû Bekir (R.A.) gelerek kovayı elimden aldı, o da bir iki kova çekti. Fakat zaîf olduğundan Cenâb-ı Hakk onu kurtardı, fakat bu sırada kova büyüdü ve Hattâb’ın oğlu yani Hazret-i Ömer (R.A.) onu alarak kovayı daha kuvvetlice çekti, onun çektiği su ile havuz dolmuş idi, su içmek isteyenler her taraftan onun etrafında toplanmıştı.”
Bu rüyâ-yı Peygamberî ile evvelâ Hazret-i Ebû Bekir (R.A.)’in sonra Hazret-i Ömer (R.A.)’in riyâsete geçeceklerine işâret olduğu ifâde ediliyor.
Bu dahi mu’cizât-ı Nebevviyeden olup hakîkaten Ebû Bekir es-Sıddık (R.A.) iki sene küsûr hilâfet yaptıktan sonra Hazret-i Ömer (R.A.) hilâfete geçmiştir.
Hazret-i Ömer (R.A.)’in hilâfetinde bütün Kisrâ’nın mülkü fethedildi. Mısır, Şam gibi büyük beldeler İslâm eline geçti. Hâlâ bütün cihân Hazret-i Ömer (R.A.)’in fütûhâtına hayrandır.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Hz. Ebû Bekir (R.A.), S: 50)
***
Resûlullâh (S.A.V.) buyuruyor ki:
Eğer bir kimse namazı bekleyerek bir yerde oturursa, o kimse namazdadır.
(S. Müslim)
MÜŞRİKLERDEN İLK ÖLEN
Mübâreze daha başlamadan Ebû Cehil’in teşvîkiyle Âmir’in meydana çıkıp, Ehl-i İslâm’a ok atmasıyla mübârezeden evvel muhârebe kızıştı, kan düştü.
Beni Mahzûn’dan Esved bin Abdül-Esed de:
– “Ya ben Muhammedîlerin havuzundan şu içerim veya o havuzu hadım ederim veyahud o havuzun yanında ölürüm” diye yemin etti.
Fedâilik yolunda sell-i seyf ederek Ehl-i İslâm’ın havuzuna doğru seğirtti.
Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri’nin arslanı Hamza (R.A.) Hazretleri o tarafa koşup Esved’e yetişti. Hemen bir kılıç vurdu. Esved arkası üzerine düştü. Lâkin zu’mu bâtılasınca yemini yerine gelsin diye kendini havuz içine attı. Hazret-i Hamza (R.A.) de onu havuz içinde katletti.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Bedir Gazvesi, S: 40)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YEMEK
YEYİŞ TARZLARI
Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz zâhidâne bir hayat yaşadıklarından, bulduğunu yerler ve kalabalıkla yemek yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp, iki ayağı üzerine oturarak, Besmele ile yerlerdi. Sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
“Sıcak yemekte bereket yoktur. Allâh-ü Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyleyse yemeği soğutun.” buyurmuşlardı.
Yemeği elleriyle ve üç parmak, nâdiren dördüncüyü de yardımcı olarak kullanmak suretiyle ve dâimâ önlerinden yerlerdi. İki parmakla yemekten hoşlanmazlardı. Yemek esnasında bazen bıçak kullandıkları olurdu.
Allâh’ın Resûlü (S.A.V.), elenmiş arpa unundan yapılan ekmeği yerler, salatalığı da taze hurma tuz ile yerlerdi.
Eti ve etli yemekleri çok severlerdi. Tirid yemeğini kabak ile yerlerdi. Kabağı da severler ve onun hakkında: “O, kardeşim Yûnus’un sebzesidir.” buyururlardı. Avlanan kuş etini yerler, fakat kendileri avlanmazlardı.
Et yerken başlarını ete doğru eğmezler, eti ağızlarına yaklaştırıp dişleri ile ısırarak yerlerdi. Koyun bacak ve butlarından hoşlanırlardı. Tencerede pişen kabağı, sirkeye doğranmış ekmeği, Acve hurmasını severlerdi. Yemekleri parmakları ile sıyırırlar ve:“Yemeğin sonu daha bereketlidir.” derlerdi.
Parmaklarını temizlemeden ellerini mendil ile silmezlerdi. Yemeğin sonunda nimetleri veren Cenâb-ı Hakk Celle Celâlühü’ne hamd ü şükür eder ve ellerini yıkarlardı. Su içerken üç kerede içmeyi i’tiyâd edinmişlerdi. Her defasında Besmele ile başlar ve Hamdele ile bitirirlerdi. Cemaat içinde su veya süt içtiklerinde, kabı hemen sağındakine verir böylece devretmesini arzu ederdi. İçtikleri kaba üflemezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirlerdi. Evin içinde bir câriyeden daha utangaç hareket ederler, yemek istemezler, ancak sofra kurulursa yerlerdi. Yedirilenden yer, içirilenden içerlerdi. Yiyecek ve içeceği bizzat kendilerinin aldığı da olurdu.
(Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, S: 11)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN MU’CİZESİ
Tebûk Gazvesi’nde idi. Ashâb-ı Kirâm, bir gün susuz bir yere indiler. İnsanlar ve binekler susuzluktan telef olmak durumuna gelmişti. Resûlullâh (S.A.V.):
“- Su kovasını taşıyan nerede?” diye sordular.
“- İşte yâ Resûlullâh (S.A.V.) orada!” diye gösterildi. Resûlullâh (S.A.V.), o adamı çağırdı ve: “-Kovayı getir!” dedi. Onda çok az mikdâr su vardı. Mübârek parmaklarını onun üzerine koydu. On parmağından da su akmağa başladı. İnsanlar geldiler, kanasıya içtiler, bütün bineklerini de suladılar. Askerlerin on iki bin kısrağı ve on beş bin devesi var idi. İnsanlar ise otuz bin kadardı.
“Allâh (C.C.) yolunda muhârebe edip de ganîmete ulaşan hiç bir topluluk yoktur ki onlar, âhiretten olan sevâblarının muhakkak üçte ikisini dünyada elde etmeğe acele etmesinler. Onlara yalnız üçte bir kalmıştır. Eğer ganîmete kavuşmazlarsa, onların ecirleri eksiksiz olur. Âhirette alacakları üç mükâfata karşı dünyada acele ettikleri iki şey harpten selâmete çıkmaları ve ganîmete kavuşmalarıdır.”(Sahîh-i Müslim)
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.),Tebûk Seferi)
Her sabah ve her akşam yedi def’a:
“Hasbiyellâhü lâ ilâhe illâhü ve aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbü’l arşi’l azîm”, diyen kimsenin dünya ve âhirete âid ne üzüntüsü varsa Allâh (C.C.) giderir, bunda ister sâdık, ister kâzib olsun.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Duâlar ve Zikirler, S: 149)
İslâma çağdışı diyenlerin çağdışı kalacağı çağı, sen açacaksın. (İmâm-ı Şâfîî)
HAKÎKİ MÜFESSİR (S.A.V.) EFENDİMİZDİR
“Sizin cinsinizden size Resûl göndermekle ni’metimi itmâm ettiğim (tamamladığım) gibi, O Resûl-i Muazzam, sizin üzerinize Vahdaniyyetimiz’e delâlet eden Âyetlerimiz’i okur. Sizi günahlarınızdan tathîr eder (temizler) ve size Kitâb’ı, O Kitab’ın şâmil olduğu (kapladığı) hikmeti ta’lîm eder (öğretir) ve sizin bilmediğiniz şeyleri size öğretir.” (Bakara: 151)
Yani, “Ey Ümmet-i Muhammed! size ni’metimi tamamlamak için Resûl gönderip Vahdaniyyet’e ve hakkaniyyete delâlet eden Âyetlerimiz’i okumak ve günâhlarınızdan sizi temizlemek ve dünya ile âhirete dâir bütün hükümleri kuşatan ve ihtivâ eden Kur’ân’ı size ta’lîm etmek ve dînin emirlerinde daha bilmediğiniz birçok şeyleri ve sünnetimi size ta’lîm etmekle ni’metlerimizi tamamladık.” Vâcib Teâlâ Hazretleri, bu Âyet-i Celîle’de Resûl’ü (S.A.V.)’in yüce meziyyetlerini beyânla, inâd sâhiblerini insâfa da’vet etmiştir.
Çünkü Resûl (S.A.V.) ba’s olunduğu (gönderildiği) milletin içinde yetişmiş ve aynı örften bulunmuş olmakla Habîbi (S.A.V.)’in her hâli iffet, emânet, tînet-i tâhire (temiz yaratılışlarını) ve daha nice meziyyetlerini bilmeleri teblîğ-i ahkâmda (Kur’ân’daki ahkâmı duyurmada) kolaylığa vesîle olacağı gibi kavmi ve düşmanları nazarında dahî âli (çok yüce) mevki sâhibi olduğunu takdîr edecekleri şübhesizdir.
“Eğer yeryüzünde olan ağaçlar kalem olmuş olsa ve denizin o kadar vüs’atiyle berâber yedi deniz daha uzasa, mürekkeb olsa ve bil’umûm halk, Cenâb-ı Allâh’ın acâibâtını yazmış olsalar, kelimât-ı İlâhiyye’nin mutazammın olduğu ma’nâyı tüketemezler ve Cenâb-ı Allâh’ın kelimâtı tükenmez. Zîrâ Allâh-ü Teâlâ, mülkünde herkese gâlib ve cümle ef’âli hikmetten hâlî değildir.”
(Lokman: 27)
Hâzin Tefsîri’nde beyân olduğu üzere bu Âyet-i Celîle, yahûdîler veyâ kefere-i Kureyş tarafından “Muhammed (S.A.V.)’in getirdiği Kur’ân tükendi.” demeleri üzerine nâzil olmuştur.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Musâhabe/1)
HUDEYBİYE DÖNÜŞÜ
VE SÛRE-İ FETH’İN NÜZÛLÜ
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri, Hudeybiye’de ondokuz ve bir rivâyette yirmi gün ikâmetten sonra Ashâb-ı Kirâm Radıyallâhu Anhüm Ecmaîn ile berâber Medîne-i Münevvere’ye avdet eyledi. Ashâb-ı Kirâm (R.A.) Beyt-i Şerîf’i ziyâret edemeyerek Medîne’ye döndüklerinden çok müteessir oldular.
Zührî (Rh.a.)’in rivâyetine göre Mekke ile Medîne arasında Sûre-i Fetih nâzil oldu. İbn-i Abbâs, Enes bin Mâlik (R.A.)’ın rivâyetlerine göre Sûre-i Fetih, Hudeybiye Sulh’ünün birçok fetihlerin mebde-i bir Feth-i Mübin olduğunu ihbâr ve beyân için nâzil olmuştur. Müfessirlerin cumhûruna göre de böyledir. Bu Sûre-i Şerîfe’nin ilk Âyetleri’nde şöyle buyurulmuştur.
“Habîbim! Biz sana bir Feth-i Mübîn açtık ki Allâh senin günâhından geçmiş ve geleceği mağfiret buyurup üzerindeki ni’meti tamamlayacak ve seni doğru yola yöneltecek eşsiz bir muzafferiyetle Allâh seni azîz ve mansûr kılacak!”
Bu Âyet-i Celîleler’de Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’nin Resûl (S.A.V.)’e bir Feth-i Mübîn bahş ettiğini bildiriyor ve Ashâb Radıyallâhu Anhüm Ecmaîn’den Haz- ret-i Ömer (R.A.) gibi bazılarına bile hafî (gizli) kalan Hudeybiye Sulh’ü bir fetihdir ki istikbâlin fetih kapılarını açan gayet vazîh ve mes’ûd bir hâdise-i siyâsiyyedir, diye tavsîf buyuruluyor.
Hiç şüphesiz ki en yakın bir zamânda ve üç sene içinde fütûhâtın tahakkuku, Cenâb-ı Allâh Azze ve Celle’nin Peygamber (S.A.V.)’e bahşettiği bir “Nasr-ı Azîz”dir.
Ya’ni cihan târihinde eşi ve benzeri görülmeyen bir zaferdir.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Hz. Osmân ve Alî (R.A.), S: 54 )
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
SEHÂVET VE CÖMERTLİKLERİ
Kerem ve cömertlik, Peygamberimiz (S.A.V.)’in tabîat-ı aslîyelerindendir. Peygamberimiz (S.A.V.), insânların en âlicenâb ve en asîli idiler. Bilhassa Ramazân aylarında O (S.A.V.)’in kerem ve sehâvetine sınır olmazdı.
Bir gün bir adam, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) mer’ada otlayan keçilerini sayarken gelmiş ve bir kaç keçi istemişti. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) de ona bütün sürüyü vermişti. Adam sürüyü kabîlesine götürdüğünde:“Hepiniz müslümân olunuz. Muhammed (S.A.V.) o kadar cömert ki fakîrlikten hiç korkmuyor.”demişti. (Buhârî)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bazen birinden bir şey satın alır, sonra onu yine aynı kişiye hediye ederlerdi. Kendilerine bir şey geldi mi derhâl onu, başkalarına hediye ederlerdi. Yanlarında bir şey gece kalacak olsa ondan üzüntü duyarlardı.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in hanımı Hz. Ümmü Seleme (R.A.) vâlidemiz anlatıyor:
“Resûlullâh (S.A.V.)’ın yüzünde bir değişiklik hissettim. Sebebini sorunca:
“Dün aldığım yedi dinarı veremedim yanımda kaldı.” buyurdular. (Müsned-i İbn-i Hanbel)
Ebû Zerr (R.A.)’in rivâyetine göre Peygamberimiz (S.A.V.):”Bütün Uhud Dağı altın olsa ve bana verilse, borcumu ödemek için ayırdığım müstesnâ, onun bir dinarını üç gün yanımda bırakmak istemezdim.”
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) üzerlerinde bulunan parayı son kuruşuna kadar infâk etmedikçe evlerine girmezlerdi. Bir def’asında Fedek reîsi hediye olarak dört deve yükü hubûbât göndermişti. Hazret-i Bilâl (R.A.) bunları çarşıda satmış. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in bir yahûdiye olan borcunu ödemişti. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bir şey kalıp kalmadığını sormuş, Hazret-i Bilâl (R.A.)’de kaldığını söyleyince: “Onları da sadaka olarak dağıt yoksa evime gidemem.” buyurmuşlardır.
(Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, S: 48)
GİYİNİŞLERİ
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Hazretleri, giyinişlerinde muayyen bir tarz ta’kîb etmez; izâr, ridâ, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi.
Sâde giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriyâ beyâz giyerlerdi.
Habeş Kralı Necâşî’nin gönderdiği çoraplar, Resûlullâh (S.A.V.) tarafından kullanılmıştır.Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyâz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı.
Elbiselerini topuklarında aşağı uzatmazlardı. İzârı ise daha yukarıda olurdu.
Sarığının taylasanını omuzları arasına sarkıtırlardı. Za’ferân ile boyanmış bir de çarşafı vardı ki yalnız bunun içinde namaz kıldığı da olurdu.
Bazı rivâyetlere göre Allâh’ın Resûlü (S.A.V.) hulle-i hamra denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan Yemen kumaşı kullanırlardı.
Umûmiyetle keçi kılından örme elbiseler giyerlerdi. Resûlullâh (S.A.V.)’in irtihâlini müteâkib Hz. Âişe (R.A.) O (S.A.V.)’in son dakikaları esnâsında giydikleri elbiseyi hâlka göstermişti. Bunlar yamalı bir örtü, el dokuması sert bir entâriden ibâretti.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağlanıp bu sûretle ayaklarını tutarlardı.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in yatağı, içi hurma yaprakları ile dolu bir deri ile bir örtü veyâ iki katlı bir kumaş parçasından ibâretti. Hazret-i Hafsa (R.A.) anlatıyor (ki hanımlarındandır):
“Bir def’asında Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in üzerinde daha rahat etmeleri için bir kumaş parçasını dört kat yaptım, fakat kendileri istirâhatları hakkında bu kadar çok meşgûl olmamdan memnûn kalmadılar.” (Tirmîzî)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Arabistân’ın tek hâkimi durumuna geçtikleri bir devrede bile evinde ufak bir sedirden, su tulumundan başka bir eşyâları yoktu.
(Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, S: 14)
ABDÜLMUTTALİB’İN VEFÂTI VE FAZÎLETLERİ
Kureyşliler, Abdülmuttalib’e (ikinci İbrâhîm) derlerdi. Ya’kûbî’ye göre; kendisi putlara tapmaktan ayrılmış, yüce Allâh’ın birliğine inanmıştı.
Abdülmuttalib, Âhiret’e, Âhiret cezâ ve mükâfâtına inanır “Vallâhi, şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada iyiliklerinin mükâfâtını görecekler; kötülük edenler de orada kötülüklerinin cezâsını çekeceklerdir! derdi.
Ramazân hilâli görününce, Hıra Mağarası’nda inzivâya çekilip ay çıkıncaya kadar oradan ayrılmaz, Allâh’a duâ ile meşgûl olurdu.
Böyle yapmayı, ilk def’a, o âdet edinmişti.
Beytullâh’ı çok çok tavaf eder, harâm olan ayların dokunulmazlıklarını son derece gözetir, Hacc mevsiminde, hâcılara mallarının en iyisinden infâkta bulunurdu. Konukları ağırlardı.
Dağ başlarında da, vahşî hayvanların, kurtların, kuşların karınlarını doyururdu.
Gayb olan Zemzem Kuyusu’nu ortaya çıkardıktan sonra, kuyunun başına yaptığı havuza Zemzem doldurup Mekke halkına ve hâcılara ikrâm ettiği gibi, kuru üzüm satın alıp Zemzem’le hoşaf yapıp içirdiği de, olurdu.
Abdümuttalib, Kureyşliler’in hâkimlerinden idi.
Hırsızlık edenin elini keser, kız çocuklarının öldürülmesini men ederdi.
İçki içmezdi.
İçkiyi ve zinâyı yasaklamıştı.
Zinâ yapanı, kamçılatarak cezâlandırırdı.
Adağını yerine getirirdi.
Oğullarına ahlâkî fazîletleri emir ve tavsiye ederdi.
Abdülmuttalib’in vefâtı üzerine, şâir Huzeyfe bin Ganîm ile Matrûd bin Kâbü’l-huzaî de, söyledikleri mersiyelerde, kendisinin asâletini ve üztün meziyetlerini dile getirmişlerdir.
(M. Âsım Köksal, İslâm Târihi Ansk. C:2, S:77-78)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
ALLÂH (C.C.)’NE İ’TİMÂD VE TEVEKKÜLLERİ
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in sîreti okunduğu zaman O (S.A.V.)’in hayatında en amânsız felâketler, ve en çetin musîbetlere uğradığı hâlde ömründe ümitsizlik göstermediği görülür.
Amcaları Ebû Tâlib, O (S.A.V.)’e bu da’vâdan vazgeçmesini söylediği zaman:
“Amca! Yalnız kalacağımı düşünme! Hakk yalnız kalmaz. Bir gün gelir Arablar da, Arab olmayanlar da onu kabûl eder!” buyurmuşlardı.
Bir gün Âshâb (R.A.)’dan birine:
“Yemîn ederim ki bu Dînin kemâl mertebesine varacağı gün çok yakındır. O zaman gönüllerde Allâh (C.C.) korkusundan başka bir korku kalmayacaktır.” demişlerdi. (Buhârî)
Peygamberimiz (S.A.V.), Necid Gazası’ndan dönerken Ashâb (R.A.)’ü ile birlikte bir ağacın gölgesinde istirâhat ederlerken yorgunluktan hepsi uyuyakalmışlardı. Resûlullâh (S.A.V.)’in kılıcı da ağacın üzerinde asılı idi. Bu esnâda oradan geçmekte olan bir bedevî bu vaziyetten istifâde ederek Peygamberimiz (S.A.V.)’i öldürmek istemiş, Allâh (C.C.)’ın Resûlü (S.A.V.) uyandıklarında bedevînin, kılıcı ile üzerine doğru yürüdüğünü görmüşlerdi. Bedevî haykırarak:
“Seni benim elimden şimdi kim kurtarabilir?” dedi.
Peygamberimiz (S.A.V.):
“Allâh!” deyince, bedevinin elindeki kılıç yere düşmüştü. İşte O (S.A.V.)’in Allâh (C.C.)’ne olan tevekkül ve i’timâdı…
(Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Yüce Ahlâkı)
DIRÂR MESCİDİ
“Şu münâfıklar ki, mü’minlere zarar ve küfre kuvvet vermek, mü’minlerin arasını açmak bir de (daha evvel) Allâh ve Resûlullâh’a karşı muhârebe eden (Ebû Âmir’ Râhib)’e gözcülük yapmak üzere bir mescid edindiler. Bunlar bir de bu mescidi yapmakla hayır ve ibâdetten başka bir maksatları olmadığına kat’î yemîn ederler. Allâh da şehâdet eder ki bunlar yemînlerinde kat’iyyen yalancıdırlar. Sakın Habîbim bunların mescidine gidip namaz kılma!” (Tevbe:107)
Kubâ münâfıkları tarafından Dırâr Mescidi Kubâ’da Mescid-i Mübâreke’nin yanında küfür ve nifâk maksadıyla yapılmış bir binâ idi.
Resûlullâh (S.A.V.) Tebük Seferi’ne hareket edip Medîne’ye bir sâat mesâfede Zi-yevân Köyü’ne geldiğinde bunlar bir hey’et ile Huzûr-ı Saâdet-i Nebevî’ye gelerek:
“Yâ Resûlallâh! Hastalar için ve Kubâ Mescidi’ne gelemiyen Ashâb-ı Hâcet için husûsiyle yağmurlu gecelerde namaz kılmak için bir mescid binâ ettirdik. Teşrîf buyursanız da namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle duâ buyursanız.” diye ricâ etmişlerdir.
Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri de seferden avdet buyurduğunda arzularını is’af edeceğini va’d eylemişti.
Tebük Seferi’nden dönüşünde münâfıklar yine geldiler.
Tekrâr da’vet edip va’d-i Nebevî’yi hatırlattılar. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz gitmeğe hazırlanır iken Tevbe Sûresi: 107. Âyet-i Kerîme nâzil oldu.
Bu Âyet-i Celîle’nin şeref-i nuzûlü üzerine Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz, Mâlik İbn-i Duhşûm ile Ma’n İbn-i Adiyy’i çağırdı ve: “Haydi hiç durmadan gidiniz. Şu zâlim cemâatin mescidlerini yıkınız, yakınız.” diye emir buyurdu.
Bu iki İslâm bahâdırı müsâreatla mescidin bulunduğu Benî Sâlim İbn-i Avf yurduna vardılar. Ve bu mehâbetli emri hiç tereddüt etmeden îfâ edip yaktılar, yıktılar.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Tebük Seferi, S: 55)
MEKKE’YE GİRERKEN
Kâbe-i Muazzama göründüğü zaman Hâtemü’l-Enbiyâ (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri tekbîr almaya başlayınca bilumûm Ashâb-ı Kirâm Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn de tekbîr aldılar.
O gün Cuma idi. “ıydü’l-fıtr”a on gün kalmıştı. Ehl-i İslâm sanki bir saâdet bayramına kavuşmuş idi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ammeye emân verdikten sonra yedi kere Beytullâh’ı tavaf eyledi. Ashâb-ı Kirâm’da ta’kîb ediyorlardı.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri’nin Mekke’ye girerken karşılaştığı çok sevimli bir manzara da şu idi:
Abdullâh ibn-i Abbâs (R.A.), Abdullâh ibn-i Ca’fer-i Tayyâr (R.A.), Abdullâh ibn-i Zübeyr Radıyallâhü Anhümâ’nın da içlerinde bulunduğu Hâşimî çocukları Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’i istikbâl etmişlerdi. Efendimiz bunları severek İbn-i Abbâs (R.A.) ile İbn-i Ca’fer (R.A.)’ı terkilerine almışlardır.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.), bir müddet Hacûn Mevkii’nde çadır içinde tevakkuf buyurduktan sonra geniş bir kab içinde yıkan-mış olan yeni bir elbise giymişti. Devesine binerek sağında, solunda, önünde ve arkasında Ashâb’ı saff bağlayarak Ka’be’ye geldi, yolda Sûre-yi Fethi okudu, Harem-i Şerîf’e girdiler.
Hâlbuki Ka’be’nin etrâfında kurşunla tahkîm edilmiş üç yüz altmış put vardı. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz elindeki değneği putlara dürterek:
“Hakk geldi. Bâtıl gitti, helâk oldu. Hakk geldi. Hâlbuki ölen bâtıl, ne îcâd ne de öleni diriltmeye muktedir değildir.” buyurdular. Putlara değnekle dokundukça onlar bir bir yere düşüp seriliyordu. Putlar kâmilen kırıldı.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Hz. Hâlid bin Velid (R.A.), S: 66)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YÜKSEK AHLÂKI
Hz. Peygamber (S.A.V.), güler yüzlü, güzel huylu, nâzik kalbli idi. Hiçbir vakit kaba ve sert huylu değildi. O (S.A.V.)’in ağzından hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı.
Başkalarının hareket tarzını tenkîd veyâ takbîh etmez, sevmediği bir hareket veyâ durum karşısında bir şey söylemez, böyle bir harekette bulunan adam kendi hareket tarzının tasvîbini isteyecek olursa, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) onu kınamadan, kalbini kırmadan bundan vazgeçirirler, yâhûd susarak muhâtablarına memnûn olmadığını hissettirirlerdi.”
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) kendi hesâbına üç şeyden sakınırlardı:
1-Münâkaşa ve mücâdele etmekten,
2-Kimseye lüzûmundan fazla söylemekten,
3-Kendilerini alâkadar etmeyen işlerle meşgûl olmaktan,
Başkaları hesâbına da üç şeyden sakınırlardı:
1-Kimseyi tenkîd etmezlerdi,
2-Kimseye hakârette bulunmazlardı,
3-Başkalarının sırlarına muttali’ olmak istemezlerdi.
(Tirmizî, Şemâil)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.), bütün işlerini, bütün vazîfelerini ta’yîn etmişler, “tesbîh” ve “tehlîl” zamanlarını ayırmışlar, uyku ve istirahât, misâfir ve ziyâretçilerin kabûl saatlerini tesbît etmişlerdi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) kimseye karşı hareket tarzını değiştirmezlerdi.
(Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı)
BENİ KURAYZA YAHUDİLERİNİN
MÜŞRİKLERLE İŞBİRLİĞİ YAPMALARI
Benî Nadir Yahûdilerinin reisi Huyyey b. Ahtap, Medine’ye doğru gelen Ebû Sufyan’la diğer Kureyş müşriklerine Benî Kurayza Yahûdilerinin kendilerine yardımda bulunacağını söyledi.
Ebû Sufyan da o’na: “Kavmine git, Muhamed (s.a.v.)’le aralarındaki duâhedeyi bozsunlar.” dedi.
Peygamberimiz, Medine’yegeldiği zaman, Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar arasında bir muâhede yapmıştı. Bu muâyedeye göre: Yahûdileri, Mü’minlerle bir topluluk teşkil ettikleri kabul olunmakta. Peygamberimiz (s.a.v.) izni ve musaadesi olmadıkça, kendilerinin herhangi bir askerî harekatta bulunmayacakları, Medine’ye bir taarruz vukuunda elbirliği ile müdafaa da bulunuacağı ve Kureyşlilere de hiç bir şekilde yardım edilemeyeceği hükmü yer almakta idi.
Huyey b. Ahtap, Peygamberimizle (s.a.v.) muâhedeyi yapan Ka’b b. Esed’i kandırarak, muâhedeyi bozmak istememesine rağmen, O’nu muâhedeyi bozmaya ikna etti. Peygamberimiz (s.a.v.)’le aralarındaki muâhedeyi bozdu ve Peygamberimizin (s.a.v.) muâhede hakkında yazdığı yazıyı getirip yırttı.
Bu haberi Peygamberimize (s.a.v.) Hz. Ömer (r.a.) verdi. Bu haber üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): “Hasbunallahu ve ni’mel’Vekil = Allah (c.c.), bize yeter! O’ ne güzel Vekil’dir.” buyurdu.
(İslâm Tarihi C. 6, Sh. 226)
Hz. Âmine’nin şu şiiri ve sözleri, kâmil bir Muvahhidin lisânına yaraşır bir hâldedir ve O’nun yüksek edebî kudret-i ifâdesini göstermektedir.
Hz. Abdullâh’ın da, Tevhîd’e delâlet eden şiirleri vardır. Hz. Âmine’ye hıtbe edilmezden evvel Benî Esed’den bir kadın, Kâ’be içinde, Hz. Abdullâh’ı, i’lân-ı aşkla nefsine da’vet etmiş ve muvâfakat ettiğinde de kendisine mühim bir servet va’d etmişti. Bu hâyâsızca arz-ı nefs eden kadına iffet ve fazîlet kemâlinin timsâli Hz. Abdullâh, şu şiiriyle onu reddetmiştir: “Harâm, o kadar acıdır ki ölüm acısı, ondan çok hafiftir. Helâl ise çok tatlıdır. Var kadın sen açıkça helâlini ara! İzzet ve şeref sâhibi olan ızını ve dînini himâye ve muhâfaza eder; rosbuluk demek ola bir işe nasıl cesâret gösterir?”
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4. Cild, 5. Baskı, S. 543-550)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
MUHTEREM EBEVEYN’İN
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in Peder-i Âlîleri Hazret-i Abdullâh’ın son seferi Medîne’ye olmuştur. Bu sefer hurma almak için gidilen birkaç günlük bir seferdi. Ehl-i Kitâb’ın ikâmet ettikleri Şâm ve civarına hiç sefer yapmamışlardır. Hâfız Sâlahüddîn’in bir eserinde Hazret-i Âmine’nin Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e hâmile kaldıkları târihte on sekiz yaşlarında idiler ve Medîne’ye Benî Neccâr’dan dayılarının yanına hurma almak için son seferlerini yapmışlar ve Ora’da irtihâl emişlerdir. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) de ana karnında dür-i yetim olmuşlardır. Vâlideleri Hazret-i Âmine ise değil Mekke’den, kendi evinden bile dışarı çıkmamıştır.
Ebû Nuaym’in Delâil-i Nübüvvet’inden Zührî tarîkiyle Üm-i Semâa’nın vâlidesinden şöyle dediği ivâyet edilmiştir: “Resûlullâh (S.A.V.)’in Vâlidesi Âmine’nin ölüm hastalığında O’nu ziyârete gitmiştim. O sırada beş (altı) yaşına girmiş olan Muhammed (S.A.V.) annesinin başucunda oturuyordu. Âmine, bir müddet kâmil şefkat ve dikkatiyle oğlunun yüzüne baktı. İbrâhim’in Tevhîd nûrunu, Yûsuf’un güzelliğini, Mûsâ’nın mu’cizelerini, Îsâ’nın asâletini hâiz olan oğlunun sîmâsından ilhâmla, hemen şu şiiri söyledi: “Ey büyük bir güvercinin mahsûl-i hayatı olan oğlum! Menâmımda gördüğüm rü’yâ doğru çıkarsa; sen, ins ve cinne, hill ü hareme ba’s olunup Peygamber olacaksın! Azîz oğlum! Sen, İslâm Dîni’nin, Ceddin Hazret-i İbrâhim Dîni’nin Hakk Dîn olduğunu tasdîk ve ta’lîm için ba’s olunacaksın! Allâh, seni, şu milletlerle beraber sürüp gelen, yaşayagelen şu putlardan ibâdetten yasaklamış ve esirgemiştir. “Hz. Âmine bu şiiden sonra: “Her yaşayan, ölür; her yeni, eskir; her çok, azalır; her büyük, fenâ bulur. Şübhesiz ben de öleceğim. Fakat ebedî anılacağım. Dünyâda oğlumu hayr’ülhalef bırakıyorum.” dedikten sonra vefât etmiştir.”
Bi kerre de Ebû Leheb’in Dürre denilmekle ma’rûf olan kızı Sebîa (R.A.), Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e gelmiş ve “-Yâ Resûlallâh! Halk, bana “Ey Cehennem odununun kızı!” diye hitâb ediyor.” Sûretinde şikâyet etmişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (S.A.V.) şiddetli bir gadabla kalkıp: “Bazı kimselerin benim nesebimle uğraşmağa ne hakkı vardır? Kim ki benim nesebimle uğraşırsa, emîn olunuz ki o kimse, bana ezâ verir. Kim ki bana ezâ eder; o kimse, Allâh-ü Teâlâ’ya ezâ verir.” diye buyurmuşlardır.
Âbâ-i Ecdâd-ı Muhammed (S.A.V.) müşik olmadıklarının temiz olduklarının bir delîli de, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in: “Ben, mütemâdiyyen temiz babaların sülbünden, temiz anaların rahmine naklolunageldim.” diye buyurmuş olmalarıdır. Tevbe: 28’de: “Şübhesiz ki müşrikler, necîsdir.” diye tavsîf edilmiştir. Şübhesiz ki tahâret ile necâset; îmân ile şirk; mü’min ile müşrik tezâd teşkîl eder. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in yüce ecdâdından her birisi temizdir ve onların müşrik olmadıklarını kabul etmek vâcibdir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4. Cild, 5. Baskı, S. 543-551)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
MUHTEREM EBEVEYNİ VI
Muhterem Babaları Hazret-i Abdullâh, haseb ve nesebce Kureyş’in en temiz bir soyuna mensûbdur. Buhârî, Sahîh’inde ve Târîh’inde Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in atalarını, İbrâhîm (A.S.)’a kadar çıkarır. İbrâhîm Halîl (A.S.), Kâ’be’nin ilk bânisi bulunduğundan, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e gelene kadar, bütün İbrâhîm (A.S.) evlâdı, Kâ’be’ye hizmet edegelmişlerdir. Bu cihetle, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in yüce ecdâdının bütün hayatları, kemâl derecede mazbûttur. Hepsi de şeref ve fazîlet sâhibi kimselerdir.
Muhterem Vâlideleri Hazret-i Âmine Bint-i Vehb’dir ki Pederleri Vehb, Benî Zühre’nin reîsidir. Vehb, kızının tahsîl ve terbiyesine pek ziyâde ihtimâm gösterdiğinden Hazret-i Âmine, Kureyş kızlarının en yükseği addolunurdu.
Tevbe:128’deki “Enfüsiküm” kavl-i Şerîfi, şâz olan bir kırâatte “Enfesiküm” şeklinde okunmuş ve ma’nâsı da, “Ey insanlar! Sizin en güzel ve temiz soyunuzdan, size en necîb bir Peygamber geldi.” şeklinde olmuştur.
Buhârî’nin rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Kendileri de Huneyn Gazâsı’nda İslâm ordusunun bozulduğu sırada Nübüvvet ve Risâlet kuvvetinin Kendileri’ne bahşettiği yüksek bir irâde ve mehâbetle münhezim bir orduya hitâb ederek “Ben, Allâh’ın Peygamberiyim, bunda yalan yoktur! Ben, Abdulmuttalib’in torunuyum, soyumda yalancı yoktur!” buyurmuşlardır ve bozulan ordunun kuvve-i ma’neviyyesini iâde etmişlerdir.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİL-İ ŞERÎFLERİ VE YÜCE AHLÂKLARI
Peygamberimiz (S.A.V.), koyu bir cehâlet muhîti içinde yetişmiş oldukları halde, ahlâkın en güzellerini öğretmiş, her zaman ve her mekâda en büyük zâtlardan sayılan kâmil insanlar nümûneleri olan ASHÂB-I KİRÂM RADIYALLÂHÜ ANHÜM HAZERÂTI’nı yetiştirmişlerdir.
İşte bu ASHÂB-I KİRÂM RADIYALLÂHÜ ANHÜM içinde, bütün insânî kemâlleri kendisinde toplayan ve yaşayan HAZRET-İ EBÂ BEKİR’İS – SIDDÎK (R.A.); adâletin yeryüzünde canlı bir timsâli olan HAZRET-İ ÖMER’ÜL-FÂRÛK (R.A.); hilimde, fedâkârlık ve ferâgatkârlıkta en yüksek mertebeyi bulan HAZRET-İ OSMÂN-I ZİNNÛREYN (R.A.), ilim ve fazîlette ve ilâhî ma’rifette vicdânlara rehberlik eden HAZRET-İ ALÎ KERREMALLÂHÜ VECHEH gibi o yüce zâtlar, hep o ümmî PEYGAMBER (S.A.V.)’İN FEYİZLERİ İLE YÜKSELMİŞ VE PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’den aldıkları nûrlarla dünyayı aydınlatmışlardır.
Peygamberimiz (S.A.V.)’deki Allâh’a ta’zîm ve Allâh’a muhabbet, her şeyin ve her derecenin üstünde idi. Allâh’a ibâdetten en büyük hazzı alırlar; gecenin karanlıklarında sâatlerce ibâdete dalar kalırlar idi.
Peygamberimiz (S.A.V.), Peygamberler (A.S.)’ın güzîdesi ve hâtemidirler. O, bütün insânlara ve cinnlere Peygamber olarak gönderilmiştir. Getirdikleri “DÎN” ve “ŞERÎAT” kıyâmete kadar yaşayacaktır. O, hiçbir Peygamberin erişemediği mertebeye erişmiş; bir gece ceseden ve rûhen Allâh’ın emriyle KA’BE’den, KUDÜS’teki MESCİD-İ AKSÂ’ya gitmiş; oradan göklere Mİ’RÂC’a çıkarak Allâh ile mülâkî olduktan sonra aynı gecede Mekke’deki hâne-i sa’âdetlerine dönmüşlerdir.
(Mustafa Âsım Köksal (R. Aleyh), İslâm İlmihâli)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİL-İ ŞERÎFLERİ VE YÜCE AHLÂKLARI
Güler yüzlü; tatlı sözlü; nâzik ve ince hissli idiler. Kahkahayı sevmez; ekseriyâ gülümserler idi. Hayatlarında sert bir hareketleri görülmemiştir.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in akılları, zekâları en yüksek derecede idi. Gençliklerinde bile akılları ve doğruluklariyle, herkesin saygısını kazanmışlar idi Doğrulukta parmakla gösterilirler; bundan adayı kendilerine “EL-EMÎN” denilir idi.
Başladıkları bir işi, bitirmeden bırakmazlar idi. Hayatlarında aslâ tereddüde düştükleri görülmemiştir.
Ziyâretlerine gelenleri güler yüzle karşılarlar; onlarla müsâfaha ederler ve onları tatlı sözlerle ağırlarlardı. Hoşlanmadıkları bir kimsenin, bir şeyin aleyhinde bulunmazlar idi.
Herkesi müsâvî derecede tutarlar; hiç kimsede dünyevî bir imtiyâz ve pâye görmezler idi. Gösterişten, imtiyâzdan hoşlanmazlar; tevâzu’dan ayrılmazlar idi. Her kim olursa olsun, da’vetlerine giderler ve gönülleri hoş ederler idi. Kibirsiz bir vakarları var idi.
Fakîrlerin, kimsesizlerin, dulların işlerini görmekten; onların dertlerini dinlemekten geri kalmazlar idi.
Sâdelik ve ferâgat Peygambeimiz (S.A.V.) Efendimiz’in en başta gelen, en yüksek vasıflarından idi.
Gözleri ve gönülleri tok; geçici ve göçücü saltanatlara meyilleri yok idi. Fakîrlik içinde zengin; zenginlik içinde fakîr yaşarlardı.
Kendilerinde toplanan bütün vasıflar yüksek, sâde ve mübârek hayatları herkes için en güzel örnek idi.
Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz, “Ahlâkça en yüksek mertebede idiler.”
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİL-İ ŞERÎFLERİ VE YÜCE AHLÂKLARI
Peygamberimiz (S.A.V.), orta boylu; güzel endâmlı; alınları açık; göğüsleri ve omuzları geniş idiler.
Mübârek dişleri seyrekçe; saçları ne dümdüz; ne de kıvırcık olup sakalları da sık idi.
Gözlerinin siyâhları pek siyâh; akları da pek ak idi. Kirpikleri, siyâh ve uzun idi.
Mübârek yüzleri çok sevimli ve güzel idi.
Çehrelerindeki hâkimiyyet, herkes üzerinde büyük bir te’sîr bırakır idi. Sîmâlarının canlılığı, içe birden dokunur; doğrulukları, gün yüzünde Kur’ân gibi okunur idi. Kendilerini ilk def’a görenler, sarsılırlar; sonra da canlarını O’nun yolunda fedâ ederler idi.
Gâyet sâde ve temiz giyinirler; açık renkli elbiseden hoşlanırlar idi.
Mübârek kadem-i sa’âdetlerine sandal biçimi bir ayakkabı giyerler; bağlarını düğümleyip hafif hafif gezerlerdi. Omuzlarında uzunca bir ihrâm taşırlar; sarıklarının uçları omuzlarına kadar sarkar idi.
Yürürken canlı yürürler, iki yana salınmazlar idi. Göz uçlarıyla yan taraflarını süzmekten çekinirler; bakacakları bir şeye veyâ tarafa tam dönerek bakarlar idi.
Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz, çok düşünürler, ekseriyâ susarlardı. Sözlerini tane tane söylerler idi. Mübârek kelâmlarında duruluk, açıklık ve tatlılık var idi. Konuşurlarken ma’nâlı, kısa ve açık konuşurlar; sözleri herkes tarafından anlaşılır idi. Bir sözü bitirmeden başka bir söze başlamazlardı. Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz’in sesleri, gür ve güzel idi.
Şahsen çok güzel olan Peygamberimiz (S.A.V.), huyca da güzel idiler; O’nun ahlâkı Kur’ân idi.
Peygamberimiz (S.A.V.), afv ile muâmele ederler, kendilerine karşı davranışlarında haddlerini aşanları, bağışlarlar idi. Kusurları yüze vurmaz; hiç kimseyi azarlamaz; kendile-rine saldırıda bulunanlardan öç almazlardı. Hısım ve akrabâya ve herkese yardımda bulunurlardı.
İnsanların en edâletlisi, en şecâatlisi, en iffetlisi ve sevgilisi idiler. Hayâkârlıkları son derecede idi. Kimsenin yüzüne dikkatlice bakmazlar idi.
(M. Asm.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN
MECLİSİNDEKİLERE KARŞI TUTUMU
Hz. Hüseyin (r.a.) der ki “Resûlullah (s.a.v.) meclisindekilere karşı daimâ güleçti. Yumuşak huylu idi.
Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalbli değildi. Hiç kimse ile çekişmezdi. Hiç bağırıp çağırmazdı, kötü söz söylemezdi. Hiç kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Umanı, umutsuzluğa düşürmez, bir şey hakkındaki hoşnudsuzluğunu açığa vurmazdı.
Kendisini üç şeyden:
İnsanları da, üç şeyde kendi hallerine bırakırdı:
Peygamber (s.a.v.) konuşurken, meclisinde bulunanlar, başlarına kuş konmuş gibi, sessiz ve hareketsiz dururlar, sözünü bitirip susunca, söyleyeceklerini söylerler, fakat. Kendisinin yanında aslâ tartışmaz ve çekişmezlerdi.
Peygamber (s.a.v.)’ın yanında birisi konuşurken, konuşmasını bitirinceye kadar o birleri susarlardı. Peygamber (s.a.v.)’in yanında en sonrakinin sözü ile en öncekinin sözü farksızdı.”
(M. A. Köksal, İ. Tarihi, C.11, Sh. 414)
FAHR-İ KÂİNAT (S.A.V.) EFENDİMİZ HAZRETLERİ’NİN ŞEMÂİL-İ SA’ÂDETLERİ VE MU’CİZELERİ (2)
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Mübârek saçların Ve’l-Ley! Sûresi’ni andıracak kadar siyâhlıkta ve güzelliktedir. Mübârek Nübüvvet mührün de, Nûr Sûresi’ndeki “Nûr”un noktası gibi mükemmel, mübârek kelâmın gâyet düzgün; mübârek sözlerin ise dizilmiş en şâhâne inci taneleridir.
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Hazret-i İbrâhîm Halîlullâh (A.S.)’ın nûrunun parlayan en ışıl ışılı Sensin. Hazret-i İsmâîl Zebîhullâh (A.S.)’ın sırırının mahremi de Sensin.
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Senin varlığın gönlünü, Sana, açanlara sa’âdettir ve Yâ Resûlallâh (S.A.V.), Senin vücûdun, ol Mahşerde, sığınıllacak tek gölgeliktir.
Bütün felekler (semâlar) yeryüzüne gâlib (üstün) iken, şimdi, Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Seninle yeryüzünün semâlara (feleklere) gâlib gelmesi hakk olmuştur.
O Güzeller Güzeli (S.A.V.), vücûda gelince, dünyayı teşrîf edince, arzın (toprağın) mertebesi, birden bire yükseliverdi a’lâlara çıktı.
Yeryüzü dedi ki: “Ey dokuz kat gökyüzü, çok hararetli olma! Çünkü Hakk Resûl (S.A.V.)’in meskeni ve makarrı ben oldum. Bundan dolayı da şeref ve izzet bana âiddir; Ben bir inci kabuğuyum, o şâhâne İnci (S.A.V.) ise benim içimdedir.”
Nasıl yıldızların sayısına tahdîd yoksa, Resûlullâh (S.A.V.) Hazretleri’nin de mu’cizelerine de tahdîd yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm, Âyet Âyet inzâl olmağa başlayınca Âyât-ı Beyyinât gibi, O’nun (S.A.V.) mu’cizât-ı beyyinâtı da zuhûr edip cihâna yayılmağa başladı.
Resûlullah (S.A.V.) Hazretleri’nin mu’cizeleri arasında husûsiyle ayı ikiye bölmesi vardır. O (S.A.V.), mu’cizeleriyle ve varlığıyla fakîri de zengini de şereflendirdi.
(Eyyûbî Menâkıb-ı Sultân Süleymân, Haz. Dr. Mehmed Akkuş, Ank. 1991, S. 43-45)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİL-İ SA’ÂDETLERİ
Ey İlâhî lütfun mâyası ve Peygamberler (A.S.) topluluğunun Padişâhı (S.A.V.)!
Şerîat yolunun Başsüvârisi ve Hakîkat gülşeninin lâleliği (S.A.V.)!
Yâ Habîbullâh (S.A.V.)! Sen İlâhî hakîkatlerin yazılı olduğu sâhifesin ki Mirâc Gecesi bu hakîkatler Sana verildi.
Rûhlar, cemâlinle müşerref oldular ve Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! çok çok lütuf ve keremlere nâil oldular.
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! şâyed Senin sa’âdetinin nûru olmamış olsuydı şehâdet mülkü aslâ bilinemezdi.
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Senin varlık sebebin, her şeye rehber olmaklığın içindir. Ey Sultân‘ül Enbiyâ (S.A.V.), Senin varlığının bir başka sırrı da, hiçbir Nebî (A.S.)’ın gidemediği yerlere, sâdece Sana mahsûs ve çok husûsî bir İlâhî da’vetle oralara gitmekliğin ve oraları yakînen görmekliğindir.
Ey Hakk’ın Nûru (S.A.V.)! Senin sâyende her şey zulumâttan kurtuldu. Şâyed Sen gönderilmemiş olsaydın, kim zulumattan kurtulup sa’âdet ve selâmete erişebilecek idi?
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Senin bir benzerin bulunması aslâ mümkün değildir. Öyle ki güneşe rağmen gölgen görünmez ve Senin kemâlinin yüceliğini kimse bilemez ve o yüceliğe de hiçbir kimse erişemez.
Ey Rahmân (C.C.)’nün Sırrı olan (S.A.V.)! ilim ve fazîlet nâmına ne varsa hepsi Senindir. Ve Kur’an-ı Kerîm, Senin şânına inzâl edildi.
Ey Şâh (S.A.V.)! Allâh-ü Teâlâ, Senin meddâhın olunca (Allâh-ü Teâlâ, sen’i övdükten sonra), Sen’i medh ü senâ etmek kimin haddine? (Allâh-ü Teâlâ’nın övdüğünü, Seni, övmeğe, esâsen, hiç kimsenin kudreti yetmez.)
Yâ Resûlallâh (S.A.V.)! Senin mübârek gözlerin Sûre-i Necm’in 17. Âyeti’nde medhedildiği için diğer gözlere şifâdır ve mübârek kaşların ise yine Necm Sûresi, Âyet 9’da medhedildiği gibi iki yay gibidir. Senin gözlerin gibi güzel gözler; Senin kaşların gibi güzel kaşlar başka hiçbir kimsede yoktur ve olmayacaktır da.
(Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultân Süleymân, Haz. Dr. Mehmed Akkuş, Ank. 1991, S. 41-43)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ, PEYGAMBER OLMADAN ÖNCE DE MUVAHHİD İDİLER
Resûlullâh (S.A.V.) Nübüvvetle ba’s olunmadan evvel, Tevhîd fikriyle mu’tekid idi. Ve İbrâhîm (A.S.)’ın Şerîati ahkâmiyle ibâdet ederdi.
Ramazân aylarında bir mikdâr erzâk alıp Hirâ Dağı’na gider, orada kudret-i İlâhiyye’yi tefekkürle ibâdet ederlerdi.
Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz, kırk yaşına eriştikten sonra vahy-i İlâhiye mazhar oldular. Fakat vahy ile başlangıç devri, altı ay kadar rü’yâ âleminde tecellî ediyor idi ki gödükleri her rü’yâ aynen zuhûr ediyordu.
Bir Hâdis-i Şerîf’te: “Rü’yâ-yı sâliha, Nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bi cüz’dür.” buyurulmuştur.
Bundan maksad da, yirmi üç sene süren müddet-i Nübüvet’in kırk altıda biri, altı, ay olduğu Muhaddisîn-i Kirâm (R.A.) tarafından, îzâh edilmiştir.
Vahy’in başlangıç keyfiyyeti Sahîh-i Buhârî metninde şöylece zikredilmiştir:
Ümmü’l-Mü’minîn Hazret-i Âişe (R.A.) derler ki: “Resûlullâh (S.A.V.)’in ilk vahiy başlangıcı altı ay kadar rü’yâ-yı sâdıka ile olmuştur.
Sonra kalbine halvet, yalnızlık muhabbeti ilkâ olundu. Cebel-i Hirâ’ya gider, orada ibâdet eder, sonra yine Hadîce nezdine avdet eder ve yine tekrâr azık tedârik eder, Hirâ’ya giderdi. Nihâyet vahy-i ilâhî, Hıra Mağarası’nda bulunduğu sırada geldi.”
Zât-ı Akdes-i Risâlet-Penâhi (S.A.V.) buyururlar ki:
“Cibrîl-i Emîn: “İkra’!” (Oku!) dedi, Ben de O’na: “Okumak bilmem.” dedim.
O zaman Melek, beni alıp tâkatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni yine bıraktı.
Yine: “İkra!” dedi. Ben de O’na: “Okumak bilmem.” dedim.
Yine beni, ikinci def’a alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni yine bıraktı.
Ve yine: “İkra’!” dedi. Ben de: “Okumak bilmem.” dedim.
Nihâyet beni üçüncü def‘a sıkıştırdı. Üçüncü tazyîkte (A.S.V.) Efendimiz’e:
“Ey Resûlüm, Besmele getirerek Rabbının adı ile oku ki her şeyi O yarattı. İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!.. Senin Rabbin nihâyetsiz kerem sâhibidir. Ki O, kalem ile yazıyı öğretti. insana bilmediğini öğretti.” (A’lâk Sûresi, Âyet: 1-5)
Âyetleri vahyolundu.”
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Musâhabe / 1)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN BERÂT GECESİ İBÂDETİ
Hz. Âişe Vâlidemiz (R.A.), Yüce Peygamberimiz (S.A.V.)’in bu geceki hallerini şöyle naklediyorlar:
“Peygamber (S.A.V.) namaza kalktı. Secdeye kapanıp uzun müddet kaldı. Süre o kadar uzadı ki rûhunu teslîm etti zannettim. Elimle parmağına dokundum, kımıldadı, ben de sevindim. Secdede şöyle duâ ediyordu: “Allâhım azâbından afvına; gazâbından rızâna sığınırım. Senden yine Sana ilticâ ederim. Şânın yücedir. Seni, lâyık olduğun şekilde medh ü senâ edemem. Sen, kendini senâ ettiğin gibisin.” Sabah olunca bunları Resûlullâh (S.A.V.)’e söyledim. O da: — “Yâ Âişe bunları öğrendin mi?” buyurdu. — “Evet Yâ Resûlallâh.” dedim. Resûlullâh (S.A.V.)’de: — “Bunları hem öğren, hem de başkalarına öğret. Çünkü bunları bana Cebrâil öğretti ve secdede öyle duâ etmemi istedi.” buyurdular.
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
İşte bu suretle Resûlulâh (S.A.V.) sabaha kadar ibâdet ve tâattan ayrılmadılar. Ben Resûlullâh (S.A.V.)’in ayaklarını oğuştururken: “Anam babam sana fedâ olsun; Allâh-ü Teâlâ evvel ve âhir günahlarını mağfiret etmedi mi? Seni geçmişte ve gelecekte günah işlemekten muhâfaza etmedi mi? Öyle değil mi? Öyle olmadı mı?” dedim de. Resûlullâh (S.A.V.):“Yâ Âişe ben Rabbimin (C.C.) bunca nimetine şükreden bir kul olmayayım mı? Hem sen bu gecede ne olduğunu biliyormusun” dediler.”
(Üç Aylar ve Fazîletleri)
CAHİLİYE DEVRİ
Îsâ (A.S.) ile Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Nübüvvetlerinin zuhûru arasında altı yüz küsür sene kadar bir Fetret vardır. Îsâ (A.S.)’ın dîni İseviyyet, Sûriye havâlîsinde doğarak, garba doğru yayılmış ve Arap Yarımadası’na girmemiştir. An’ane ve kavmiyyet fikri aralarında çok kuvvetli olan Arablarda putperestlikten başka bir dîn kabûl görmemiştir. Bunu, bazı hristiyân papazları deneyerek anlamışlardır. Medîne’deki yahûdîlik dîninin de Mekke’ye sirâyet edememesinin başlıca sebeblerinden birisi de budur.
Kureyş’in putlarını, sâdece Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’in getirdikleri İslâmiyyet ve yüksek Nebîlik irâdesi, alaşağı etmiş ve ortadan kaldırmıştır.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in Muhterem Anne ve Babaları, Dedeleri ve Yüce soyları ile Arab tâifesinden Kus İbn-i Sâîde, Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl ve Varaka İbn-i Nevfel ve emsâlleri gibi bir zümre İbrâhîm (A.S.)’dan an’anevî vâris olduklaı bazı âdâb ve i’tikâd üzre hayat sürmekteydiler.
Bunların dışındaki Mekkeli erkek ve kadınların dînlerle alâkadar oldukları yoktu. Bundan dolayıdır ki Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Nübüvvetlerini i’lân buyurduklarında, Mekkeli kadın ve erkekler hayret etmişlerdi. “Bu, ne hâldir? Allâh, insanlardan Peygamber göndersin; şaşılacak şeydir. Tanrımız, Peygamber göndermek dileseydi, şübhesiz ki melek bir Peygamber gönderirdi. Böyle, insandan Peygamber olduğunu eski ve en yaşlı babalarımızdan da işitmedik…” diyorlardı. Şâyed Arab’ın, Peygamber ba’s ve gönderilmesi hakkında biraz ma’lûmatı olsaydı, bu kadar câhilâne hayret göstermeyecekti. Ve Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e bu kadar yan bakmayacak ve düşman olmayacaktı. Gerçi İbrâhîm (A.S.)’ı Peygamber olarak işitiyorlardı; amma bunun da Nübüvveti’nin kendi zamanına mahsûs ve kendi zamanıyla sınırlı olduğu kanâatinde idiler.
Sonra İbrâhîm (A.S.) ile Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz arasında üç bin (3000) senelik uzun bir müddet vardı. Arablar, bununla birlikte İbrâhîm (A.S.)’ın getirdiği Şerîat’ın esâslarının neler oluğunu ve Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in yüce ve pâk Ebeveyni’ni ve Şecere-i Âlîler’inden de ma’lûmât sâhibi değillerdi. Mekkeli putperest Arablar’ın vahşet ve cehâletlerinin ve bunlara merbût ahlâk ve âdetlerinin de ne derin çukurlarda olduğu her hâliyle sâbittir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4. Cild, 5. Baskı, S. 543-545)
ÇIKAN GÖZÜ YERİNE KOYMA MUCİZESİ
Katade (r.a.)düşmanın oklarından korunmak için Peygamberimiz (s.a.v.)’in önüne dikilerek yayın başı ufalanıncaya kadar yerinden ayrılmaksızın onunla müşriklere ok attı.
Nihayet gözünden kendisi de bir okla vuruldu. Göz bebeği yanağının üzerine aktı. Çıkan göz bebeğini avucuna alıp Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına geldi. Onu görür görmek, Peygamberimiz (s.a.v.)’in gözleri yaşardı.
“Ey Katade bu ne?” buyurdu.
Katade: “Görmüyor musun şunu ya Resûlallah (s.a.v.)” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “İstersen sabredersin, Cennet senin için hazırlanır. İstersen göz bebeğini yerine koyup senin için Allah’a yalvarırım. Ondan hiç bir şey eksik olmaz. Eski halini bulur” buyurdu.
Katade (r.a.): “Ya Resûlallah (s.a.v.)! Muhakkak ki Cennet büyük bir mükâfat ve yüksek bir ihsandır. Fakat benim nikâhım altında genç ve güzel bir hanımım var. Ve onu severim o da beni sever. Onun, gözümü (kapalı ve çapaklı) görmesinden bana karşı sevgisinin azalmasından korkarım. Sen hem gözümü yerine koyup eski haline getirsen, hem de benim için Allah’tan Cennet dilesen olmaz mı?” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Ey Katede olur, yapayım” buyurdu ve Katade’nin gözbebeğini alıp yerine yokdu.
Katade’nin yeni gözü ötekinden daha dayanıklı ve güzeldi.
(İslâm Tarihi, M. Asım Köksal)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜKSEK “ZÜHD”LERİ
Sehl bin Sa’d (R.A.)’in şöyle dediği rivâyet olundu:
“Resûlullâh (S.A.V.) Peygamber ba’s oluşundan Dâr-ı bekâyı teşrîflerine kadar elenmiş hâlis undan ekmek yemediler. Sehl (R.A.)’a:
“-Resûlulâh zamanında elek var mıydı?” diye sordular:
“-Resûlullâh (S.A.V.), Peygamber oluşundan Dâr-ı bekâyı teşrîflerine kadar elek görmediler.” dedi.
“-Arpa ununu elemeden, nasıl ekmek yapıyordunuz?” diye sorduklarında da:
“-Arpayı öğütüyor, unu üfleyerek savuruyorduk. Kepeklerden uçanlar uçuyor, kalan ununu hamur yapıp ekmek ediyorduk.” (Buhârî’den)
Ümmü Eymen (R.A.), şöyle anlattı:
“Unun kepeğini çıkararak Nebî (S.A.V.)’e ekmek yaptım. Beyaz ekmeği görünce:
“-Bu nedir?” diye buyurdular.
“-Sana Habeşistan’da yaptığımız ekmek gibi, elenmiş undan ekmek yapmak istedim.” dedim. Bunun üzerine:
“-Çıkardığın kepekleri, tekrar una karıştırdıktan sonra hamur yoğur, ekmek yap.” buyurdular. (İbn-i Mâce ve İbn-i Ebi’d-Dünyâ’dan)
Ebû’d-Derdâ (R.A.) der ki:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in unu elenmezdi. Bir kattan da fazla elbisesi yoktu.” (Taberânî’den)
Nu’mân bin Beşir (R.A.)’in şöyle dediği rivâyet olundu:
“Siz istediğiniz şeyleri yiyip içmiyor musunuz? Nebîmiz (S.A.V.)’i gördüm, karnını doyuracak kadar kuru hurma bile bulamıyordu.” (Müslim ve Tirmizî’den)
Ebû Hüreyre (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu:
“Aylar geçerdi, Resûlullâh (S.A.V.)’in evlerinde ne kandil yanardı, ne de ocak. Bir parça zeytinyağı bulurlarsa; vücûdlarına sürerlerdi. İçyağı (veya kuyrukyağı) bulurlarsa yemek yaparlardı.” (Ebû Ya’lâ’dan)
Hz. Âişe (R.A.) şöyle anlattılar:
“Ebû Bekir (R.A.) Âilesi (Babamlar), bir gece bize koyun budu göndermişlerdi. Ben tuttum, Resûlullâh (S.A.V.) doğradılar. Veyâ Resûlullâh (S.A.V.) tuttu, ben kestim. Işık da yoktu.”
Taberânî’nin rivâyetinde râvî şöyle dedi:
Hz. Âişe (R.A.)’ya:
“-Ey Mü’minlerin anesi! Kandilin ışığında mı doğruyordunuz?” dedim.:
“-Yakacak yağımız olsa, yerdik.” diye cevâb verdiler. (İmâm-ı Ahmed ve Taberânî’den)
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
RESÛLALLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜKSEK “ZÜHD”LERİ
Enes (R.A.)’in şöyle dedikleri rivâyet olundu:
“Resûlullâh (S.A.V.), kaba yünden elbise ve yamalı ayakkabı giyerlerdi. Bazen de kıldan dokunmuş sert elbise giyerlerdi. Arpa ekmeği yerler, kuru olduğu için su içmeden yutamazlardı.” (İbn-i Mâce ve Hâkim’den)
Hz. Âişe (R.A.) dediler ki:
“Bir sabah, Resûlullâh (S.A.V.), kıldan dokunmuş, başına kumaştan etek giyerek dışarı çıktılar.” (Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî’den)
Ebû Bürde bin Ebû Mûsâ El-Eş’arî (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu: “Hz. Âişe (R.A.), bize kaba kumaştan yapılmış yamalı bir hırka ve entâri çıkarak:
“-Resûlullâh (S.A.V.), irtihâl-i dâr-ı bekâ’yı teşrîf ederlerken üzerlerinde bu elbiseleri vardı.” dediler. (Bahârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
Esmâ bint-i Ebû Bekir (R.A.), şöyle anlattılar:
“Babam Ebû Bekir (R.A.)’in evindeydim. Resûlullâh (S.A.V.), hicret etmek isteyince O’na yol için azık hazırladım. Azık torbasını ve su kabını bağlayacak kuşağımdan başka bir şey bulamadım. Babam Ebû Bekir (R.A.)’e söyledim. O da:
“-Kuşağını ikiye ayır, biriyle su kabını, biriyle azık torbasını bağla.” dedi. Ben de öyle yaptım.
Esmâ (R.A.), kuşağını ikiye ayırıp onlarla Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in azık torbalarını ve su kablarını bağladığı için Esmâ (R.A.)’ya “Zât’ün-Nitakeyn” (İki kuşak sâhibi) denildi.” (Buhârî’den)
Hz. Âişe (R.A.) derler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.), Dâr-ı bekâ’yı teşrîf ederlerken evimde bir dağırcık arpadan başka yiyecek bir şey yoktu. Uzun süre onunla idâre ettim.” (Buhârî, Müslim ve Tirmizî’den)
Amr bin Hâris (R.A.) derler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.) Teşrîf-i dâr-ı bekâ ederlerken mal olarak bir şey bırakmamışlardı. Ne gümüşü, ne altını, ne kölesi ve ne de câriyesi. Yalnız bindiği katırı ve silâhı kalmıştı. Bir de fakirlere sadaka olarak bıraktığı hurmalığı.” (Buhârî’den)
Hz. Âişe (R.A.) derler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.) İrtihâl-ı dâr-ı bekâ ile teşrîf buyururlarken zırhları bir yahûdînin yanında otuz ölçek arpa karşılığında rehin idi.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî’den)
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN KUYUYA
ATILAN ÖLÜLERE HİTABI
Peygamberimiz (s.a.v.), Bedir’den ayrılacağı gece, müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya doğru yürüdü. Eshâbı do, peşi sıra yürüdüler ve birbirlerine: “Her halde Resûlullah (s.a.v.) bir hâcet için gidiyor sanırız!” dediler.
Nihâyet, Peygamberimiz (s.a.v.), ölülerin atıldığı kuyunun bir tarafına durdu:
“Ey Utbe b. Rebîa! Ey Şeybe b. Rebîa! Ey Umeyve b. Halef! Ey Ebû Cehil . Hişam!” diyerek birer birer saydıktan sonra: “Sizler, kPeygamberinize karşı ne kötü kavim idiniz!.
Siz beni yalanladınız! Başkaları ise, beni tasdik erdip doğruladılar! Siz, beni yurdumdan, yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise, bana kucak açtılar!
Siz, benimle çarpıştınız! Başkaları ise, bana yardım ettiler! Sizler, Rabbinizin, size vâ’d etmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vâ’d etmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum!” buyurdu.
Müslümanlardan bazıları, ezcümle Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Sen, şu cansız cesedlere, kokmuş lâşelere ne diye seslenir, söz söylersin!” deyince, Peygamberimiz (s.a.v): “Muhammed’in, varlığı, Kudret elinde bulunan Allah (c.c.)’a yemin ederim ki benim söylediklerimi, söz onlardan daha iyi işitir değilsiniz.
Fakat onlar, bana cevap vermeğe güç yetiremezler!” buyurdu.
(M.A. Köksal, İ. T., C. 9, Sh. 165)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ “ÜST ÜSTE” ÜÇ GÜN DOYASIYA YEMEK YEMEDİLER.”
Beyhakî’nin rivâyetinde, Hz. Âişe (R.A.) şöyle söylediler:
“‘Resûlullâh (S.A.V.), üst üste üç gün doyasıya yemek yemediler. İsteseydik, doya doya yerdik. Fakat Resûlullâh (S.A.V.) başkalarına yedirmeği sever; kendi az yerlerdi.”
İmâm-ı Ahmed ve Taberânî’nin rivâyetlerinde, Enes (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu:
“Fâtıma (R.A.), Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e bir parça arpa ekmeği verdi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bunu aldıklarında:
“-Bu, üç günden beri, babanın ilk yediği yemektir.” buyurdular.
Taberânî’nin rivâyetinde şu ziyâdelik vardır:
“Fâtıma (R.A.)’dan, ekmeği alan Resûl-i Ekrem (S.A.V.):
“-Bu nedir?” derler. Fâtıma (R.A.) da:
“-Ekmek yaptım. İçim rahat etmedi. Bunu sana getirdim.” deyince Resûl-i Ekrem (S.A.V.):
“-Bu, üç günden beri, babanın ilk yediği yemektir.” buyurdular.
İbn-i Mâce ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde, Ebû Hüreyre (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu:
“Resûlullâh (S.A.V.)’e sıcak yemek getirildi de, yediklerinde:
“-Elhamdülillâh! Şu kadar zamandan beri karnıma sıcak yemek girmedi.” diye buyurdular.
Tirmizî’nin rivâyetinde, Ebû Ümâme (R.A.)’in şöyle dediği rivâyet olundu:
“Rabbim, Mekke dağlarını, istersem; bana altın yapacağını söyledi. Ben de: “Hayır, Rabbim! İstemem; fakat bir gün tok, bir gün aç yaşamağı isterim. Acıkınca sana yalvarır, niyâz ederim ve seni zikrederim. Doyunca sana şükreder, sana hamd ü senâ ederim.” dedim. Bunu, üç kerre tekrarladılar.”
Bezzâr’ın rivâyetine göre, Abdurrahmân ibn-i Avf (R.A.) derler ki:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in hem kendileri, hem de âilesi, doyasıya arpa ekmeği yemeden, dünyadan gittiler.”
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MEDİNE’YE GELİŞİ
Medine’li müslümanlar, Peygamber (s.a.v.)’in Medine’ye hicret için Mekke’den çıktığı haberini aldıkları zaman, hergün Hârre mevkine çıkarak Peygamber (s.a.v.)’i gözlerlerdi.
Yine birgün Yahudilerden biri kendi işi için kuleden uzakları, gözetlerken Peygamber (s.a.v.)’le ashabının beyazlara bürünmüş olarak serap ve sisleri yara yara gelmekte olduklarını gördü. Yahudi yüksek sesle “Ey arab cemaati! Ey Kayle oğulları! İşte nasibiniz, devletiniz, gelmesini bekleyip durduğunuz ulu kişiniz geliyor!” diyerek haykırdı.
Yahudinin sesini duyan Medine’li müslümanlar, Peygamberimiz (s.a.v.)’i karşılamak üzere dışarı fırladılar. Amr. b. Avf oğulları, yurdunda tekbirler ve sarsıntılar duyuldu.
Karşılayıcılar geldikleri zaman peygamber (s.a.v.) bir hurma ağacının gölgesinde oturup dinleniyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanında, ayakta duruyordu. Müslümanların çoğu, Peygamberimiz (s.a.v.) daha önce görmedikleri için tanımıyordulardı. Peygamberimiz (s.a.v.) hiç konuşmuyor, susuyordu. Gelenler Hz. Ebu Bekir (r.a.) tanıdıkları için önce ona selâm veriyorlardı.
Peygamber (s.a.v.)’i, ancak üzerinden gölge çekilip de Hz. Ebu Bekir (r.a.) kendi maşlahiyle güneşten gölgelemeye kalktığı zaman tanıyabildiler ve selâmladılar.
(M.A. Köksal. İ. Tarihi, C. 1, Sh.: 7)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜKSEK “ZÜHD”LERİ
Hz. Âişe (R.A.) şöyle anlattılar:
Resûlullâh (S.A.V.)’in berdi (bir çeşit ot) ile örtülü bir dîvânı vardı. Üzerinde içine berdi doldurulmuş siyah bir minder vardı. Ebû Bekir ve Ömer (R.A.) yanına girdiler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.), dîvânda yatıyorlardı. Onları görünce doğrulup oturdular. Mübârek yüzlerinde dîvânın izleri vardı ki bunu görünce:
“-Yâ Resûlallâh! Bu dîvânın üzerinde sert minder, seni rahatsız etmiyor mu? Şu Kisrâ ve Kayser, ipek döşeklerin üzerinde yatıyorlar.” dediler. Resulullâh (S.A.V.) de:
“-Böyle söylemeyin. Kisrâ ve Kayser’in varacağı yer ateştir. Benim bu dîvânımın ve minderimin sonu Cennettir.” buyurdular. (İbn-i Hibbân’ın Sahîhi’nden)
Hz. Âişe (R.A.)’dan bir başka rivâyet göre:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in dayandıkları yastık, hurma lifi ile doldurulmuştu.” diye haber verilir.
Yine Hz. Âişe (R.A.)’dan bir başka rivâyet göre:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in dayandıkları yastık, hurma lifi ile doldurulmuştu.” diye haber verilir. (Buhârî ve Müslim’den)
Hz. Âişe (R.A.) derler ki:
“Yanıma Ensâr’dan bir kadın geldi. Resûlullâh (S.A.V.)’in bir tarafı iple bağlanmış sert kadife döşeklerini gördü. (Bir başka tarîkle yapılan rivâyette ise şöyledir: Ebû’ş-Şeyh’in rivâyet etiği Hadîs’te Yahyâ bin Abbâd Kavimi’nden adını söylemediği bir kadının şöyle anlattığını rivâyet etti. Âişe (R.A.)’nın yanına girmiştim. Resûlullâh (S.A.V.)’in yatağını elledim, çok sertti içine berdi (bir çeşit ot) yâhûd hurma lifi doldurmuşlardı. Âişe (R.A.)’ya:
“-Ey mü’minlerin Anası! Bende, bundan daha güzel, daha yumuşak, yatak var.” diye sözüne devâm etti.) Gidince yumuşak bir yün döşek gönderdi. Resûlullâh (S.A.V.) gelip döşeği görünce:
“-Bu ne, yâ Âişe?” diye buyurdular. Ben de:
“-Yâ Resûlallâh! Medineli falanca kadın geldi, sert yatağınızı görüp gitti bu döşeği gönderdi.” dedim. Bunun üzerine Resûlullâh (S.A.V.):
“-Geri gönder yâ Âişe?” Allâh’a yemin ederim ki eğer isteseydim; Allâh, dağları bana altın ve gümüş yapardı.” buyurdular.
(Beyhakî’den, Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN ÇEKTİĞİ EZİYETLER
Enes (R.A.)’den rivâyet edilen Hadîs-i Şerîf’te Resûlullâh (S.A.V.), şöyle buyurdular:
“Allâh yolunda, Allâh’ın Dîni’ni teblîğ uğrunda, öyle korkutuldum, öyle korkulu zamanlar geçirdim ki hiç kimse benim gibi korkutulmadı. Allâh’ın Dîni uğrunda öyle eziyet ve sıkıntılara katlandım ki hiç kimseye, benim gibi, eziyet edilmedi. (Mekke’den Medîne’ye hicrette) Bazen gece, bazen gündüz otuz (30) günüm geçti. Yenilecek azığımız Bilâl’in koltuğunun altında taşınacak kadar azdı.” (Tirmizî ve ibn-i Hibbân’dan, Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
İBN-İ MES’ÛD (R.A.)’I AĞLATAN RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN HÂLLERİ
Abdullâh İbn-i Mes’ûd (R.A.) der ki:
“Resûlullâh (S.A.V.) hasırın üzerine yattılar, kalktıklarında, hasırın izleri mübârek yüzlerinde belirmişti. Resûlullâh (S.A.V.)’e:
“-Sana yumuşak bi minder yapsak.” dedim de.
“-Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada, bir ağacın altında dinlenip sonra bırakıp yoluna giden bir yolcu gibiyim.” diye buyurdular.
Taberânî’nin rivâyetinde Abdullâh İbn-i Mes’ûd (R.A.), şöyle anlattılar:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in yanlarına gittim. Hamam gibi çok sıcak odada hasırın üzierinde uyuyorlardı. Hasırın izleri, mübârek yüzlerine çıkmıştı. Bunu görünce ağladım. Benim ağladığımı gören Resûlullâh (S.A.V.):
“-Yâ Abdullâh! Niçin ağlıyorsun?” dediler. Ben de:
“-Kisrâ ile Kayser, ipek kumaşlardan yapılmış yumuşak döşek’lerin üzerinde yaşıyor; Sen ise hasırın üzerinde yatıyorsun. İzleri yüzünüze çıkıyor.” dedim. Bunun üzerine:
“-Yâ Abdullâh, ağlama! Onların görüp göreceği sâdece dünyadır. Âhiretin ebedî ni’met ve sa’âdetleri bizim içindir. Dünya ile benim ne işim var? Dünya ile benim münâsebetim: Yolcunun biraz sonra gitmek üzerine dinlenmek için altına oturduğu ağacın altı ile olan münâsebeti gibidir.” diye buyurdular.
(Taberânî gibi Ebû’s-Şeyh Kitâbü’s-Sevâb’dan, Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN KUL
PEYGAMBER OLMAĞI TERCÎH EDİŞLERİ
İbn-i Abbâs (R.A.) şöyle anlatır:
“Bir gün Resûlullâh (S.A.V.), Safâ Tepsi’nde Cebrâil (A.S.) ile berâberlerken, Resûlullâh (S.A.V.), Cebrâil (A.S.)’a:
“-Ey Cebrâil! Seni hakk üzere gönderen Allâh’a yemîn ederim ki Muhammed’in evinde ne bir mikdâr un, ne de bir avuç sevik (kavut, buğday ve arpa unu çorbası) kaldı.” demeleriyle, semâdan korkunç bir ses işitirler. Sesten heyecanlanan Resûlullâh (S.A.V.), Cebrâil (A.S.)’a:
“-Allâh, kıyâmetin kapmasını mı emretti?” der. O da:
“-Hayır, senin konuşman üzerine, Allâh, İsrâfil’e sana gelmesini emretti…” der. Bunun üzerine İsrâfil (A.S.):
“-Allâh, dediklerini işitti. Beni yeryüzünün hazînelirinin anahtarlariyle sana gönderdi. Bana emretti. Eğer istersen Tihâme Dağları’nı sana zümrüt, yâkût, altın ve gümüş yapacağım. Hem Peygamber, hem de melik olarak yaşayacaksın.” der. Bunları işiten Cebrâil (A.S.), mutevâzî bir kul olmağı tercîh etmesini işâret eder. Nebî (S.A.V.) de üç kerre İsrâfil (A.S.):
“-Hayır, meliklik değil; Peygamber ve mütevâzî bir kul olarak yaşamağı isterim.” buyururlar. (Taberânî ve Beyhakî’den)
Câbir bin Abdullâh (R.A.)’den rivâyet olunan Hadîs’te Resûlullâh (S.A.V.):
“Üzerinde ipek kadife örtülü beyaz altın üzerinde bana dünya hazînelerinin anahtarları sunuldu.” (İbn-i Hibbân’ın Sahîhi’nden)
Hz. Âişe (R.A.)’den şöyle rivâyet olundu:
“Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e, bir kabda süt ve bal getirildi. Bunu görünce şunları söylediler:
“-İki şerbet (süt ve bal) bir arada, iki katık bir kabda. Benim buna ihtiyâcım yoktur. Yanlış anlamayın, bunların harâm olduklarını söylemiyorum. Fakat kıyâmet gününde, Rabbimin benden, zarûrî ihtiyâcım dışında, dünyaya âid şeylerden sormasını istemiyorum. Allâh’a karşı mütevâzî olmak istiyorum. Kim Allâh’a karşı mütevâzî olursa; Allâh onu yüceltir. Kim de büyüklenirse; Allâh, onu alçaltır. Kim iktisâd ederse; Allâh, onu zengin kılar. Ölümü çok zikredeni de Allâh sever.” (Taberânî’den),
(Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
CAHİLİYE DEVRİ ÂDETLERİ
1— Putlara tapmak: Mekke’de umumî putlarden başka, her âilenin kendi evinde tapındığı özel bir putu da vardı. Bir kimse yola çıkacağı zaman puta el, yüz sürer. Bu onun yapacağı ilk iş olurdu. Kâbe’nini çevresinde tapılmak üzere dikilmiş üçyüz altmış put bulunurdu.
2— Kan davasa: Kan davaları ve hatta en önemsiz hâdiseler bile âile ve kabileleri birbirine düşürür, yıllarca birbirleri ile boğuşurlardı.
3— Çocukların öldürülüşü: Açlık ve geçindirememek bahanesi ile, çocuklar öldürülürdü. Adam, köpeğini besleyip büyütür, çocuğunu ise öldürürdü. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sayılır, kız çocukları toprağa diri diri gömülürdü.
4— Zina yaygınlığı: Cahiliye devrinde para kazanmak için, Efendiler câriyelerini fuhşa zorlarlardı. Bu devirde öyle erkekler vardı ki, kalarlardı. Bu devirde öyle erkekler vardı ki,kamın dölünü almak maksadı ile karısına git falanca adamla yat derdi. Yine o devirde, on kişiden az sayıda erkekler, bir kadınla düşer kalkarlar; kadın gebe kaldığı ve doğurduğu zaman, erkeklerden hoşuna gidene “Ey filan bu senin çocuğundur.” der, adam da ister istemez o çocuğu kabul ederdi. Fahişelerin kapısında bayrak asılırdı.
5— İçki ve kumar: İçkinin her çeşidi içilirdi. İçki içmek hususunda birbirleri ile yarışırlardı.
6— Tavla, satranç ve benzeri kumar oyunları da çok yaygındı. Ok çekmek gibi bir oyunları da vardı.
(İslâm Tarihi, Cilt 3-4, Sh. 78-84)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
EBEVEYNİ
Hâtem-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz’in Peder-i âlîleri Abdullâh İbn-i Muttalib ile Vâlideleri Âmine Bint-i Vehb (R.A.) Hazretleri’nin Cennet ehli olduklarına (aslâ Cehennem ehli olmadıklarını) dâir birçok, allâme, muhakkik, Tefsîr ve Hadîs ulamâsınca pekçok eser yazılmıştır. Bu eserlerde beyân edildiği üzere:
“Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in vâlideyni, Cennet ehlindendir. Çünkü Onlar’a hiçbir Nebî (A.S)’in’ da’veti ulaşmamıştır ve Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Vâlideyn-i irtihâlleri de Nebî (S.A.V.)’in bi’setinden (Nebî olarak seçilip gönderilmesinden) çok önce olduğu târihen sabittir. Kendilerine herhangi bir Nebî (A.S.)’ın da’veti ulaşmadan ölenlere azâb olunmayacağı Nasslarla (Âyet ve Hadîslerle) sâbittir.
Şerâfüddîn-ı Münâvî’ye: “-Nebî (S.A.V.)’in Babası Cehennemde midir?” diye sorulduğunda Münâvî, şiddetle haykırarak, “-Nebî (S.A.V.)’in Babası, Fetret Devrin’de vefât etmiştir. Fetret Devrinde vefât edenlere İsrâ: 15’te ki: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azâb edecek değiliz.” diye buyuruluyor.” Âyeti’yle cevâb vermiştir. Cessâs Ebû Bekr-i Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân’ında İsrâ:15’in ma’nâsı” “Cenâb-ı Hakk, Peygamber lisâniyle, kendi varlığına ve birliğine delîl koymadıkça azâb etmez.” demektir denilir.
Nasîrüddîn İbn-i Münîr-i Mâlikî de diyor ki: “Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Muhterem Ebeveyni’ni diriltmiş ve Onları îmânla şereflendirmiş ve Habîbi (S.A.V.)’in kalblerini de Ebeveyni’nin îmânlarından dolayı sürürla doldurmuştur.”
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Allâh-ü Teâlâ tarafından “Âlemlere rahmet olarak gönderdiği” beyân edilirken, Risâlet ve Nübüvvet Nûru’nun Güneşi (S.A.V.), henüz doğmadan o Yüce Parlak Nûru, mübârek ve muhterem sînesinde taşıyan bir Ana ve Baba’yı, Evlâdı’nın O Yüce Nûru’ndan mahrûm farz etmek hem edebe, hem de mantıka uygun düşmez. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Muhterem Vâlideyni işte O Yüce Nûr’un da’vetine erişmeden ve Muhterem Oğulları (S.A.V.)’in Nübüvvet-i’ni görmeden irtihâl etmişlerdir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4 Cild, 5. Baskı, s.539-551)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN YÜCE
CEDDLERİ
Fahr-i Râzî ve diğer birçok ulemâ-yı Kirâm’a göre: “Hem Nebî (S.A.V.)’in, hem de sâir Enbiyâ-yı Kirâm (A.S.)’ın azîz peder ve vâlideleri, kâfir değillerdir.” Bu iddiâları’nı birçok yönden isbât etmişlerdir ki Şuarâ: 218 ve 219 delîllerinden birisidir. Bu Âyetler’de Cenâb-ı Hakk: “Habîbim! Azîz ve Rahîm olan O Cenâb-ı Hakk’a tevfîk-i umûr eyle ki O, senin, gece teheccüd namazı kılanlar arasında namaz kıldığını ve Senin kıyâm, kuûd, rükû, secde gibi namazın erkanı arasındaki intikâlini de görür.” diye buyurmaktadır.
İbn-i Abbâs (R.A.)’dan gelen rivâyete göre, Şuarâ, 219’daki: “ Ve tekallübeke fî’s-sâcidin” kavli’nin ifâde etmek istediği ma’nâ şudur: “Allâh, senin bir peygamberin sulbünden, diğer bir peygamberin sulbüne intikâl ede ede, nihâyet nasıl bir Nebî olarak çıktığını görendir.” İşte Âyet’teki “sâcidîn = namaz kılanlar, ile bir takım muhakkik ve müfessirler: “Tâ Âmine Radıyallâhü Anhümâ’ya gelinceye kadar Muhammed (S.A.V.)’in nûrunun intikâline vasıta olan erkek ve kadın, Muhammed (S.A.V.)’in bütün usûl ve ecdâdı kasdedilmiştir.” demişlerdir. Bu sûretle Âyet-i Kerîme’nin ma’nâsı: “Habîbim! Allâh, senin namaz kıldığını ve bundan evvel de senin nûrunun bir sâcidden, (namaz kılandan) öbür sâcide intikâl edegeldiğini görür.” demek olur. Bu tefsire nazaran, “Bu Âyet-i Kerîme, Hz. Âdem (A.S.)’a kadar uzanan Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in bütün ceddlerinin kâmilen Müslümân olduklarına delâlet eder.”
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in neseblerindeki silsilede, İbrâhim (A.S.)’ın pederi Âzer ile ilgili olarak muhakkık ulemâ şöyle demişlerdir: “Azer, İbrâhîm (A.S.)’ın babası değil, amcasıdır; Âyet’te mecâzî olarak baba diye ta’bir olunmuştur. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in nûru, İbrâhîm (A.S.)’ın vâlidesine intikâlinden sonra, Âzer, putlara tapınmıştır. Âzer, İbrâhîm (A.S.)’a, “i’lân-ı Nübüvveti’nden sonra muhâlif olmuştur ve Âzer’in En’âm:74’teki “putlara tapınması” şübhe ve tereddüdü gerektirmemelidir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih, 4. Cild, 5. Baskı, S.543-550)
CEBRÂİL (A.S.)’IN, PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’E ABDEST ALMAĞI VE NAMAZ KILMAĞI ÖĞRETİŞİ
Peygamberimiz (S.A.V.), ilâhî vahye mazhar oldukları ve Peygamberlik ile görevlendirildikleri gün, Hıra’dan döndükleri ve Mekke’nin yukarı taraflarında bulundukları sırada, Cebrâli (A.S.) vâdinin bir köşesinde ökçesini yere vurdu, oradan bir su kaynadı, ondan abdest aldı.
Peygamberimiz (S.A.V.), Cebrâil (A.S.)’ın abdest alışına bakıyorlar ve Cebrâil (A.S.) da, namaz için nasıl abdest alınıp temizlenileceğini (S.A.V.) Efendimiz’e göstermek istiyordu. Peygamberimiz (S.A.V.) de kalkıp Cebrâil (A.S.)’dan gördükleri gibi abdest aldılar.
Bundan sonra Cebrâil (A.S.), namazın nasıl kılınacağını Peygamberimiz (S.A.V.)’e göstermek için kalkıp Peygamberimiz (S.A.V.) ile birlikte iki rek’at namaz kıldı ve bu namazda yüzünün üzerine dört secde yaptı. Peygamberimiz (S.A.V.) de, namazı Cebrâil (A.S.) gibi kıldılar. Namaz kılındıktan sonra Cebrâil (A.S.) oradan ayrılıp gitti.
Yüce Allâh’tan, Peygamberimiz (S.A.V.)’e mübârek yüzlerini güldüren ve mübârek gönüllerinin özlediği ibâdet emri böylece gelmiş bulunuyordu.
Derin bir îmân ve sevinç içinde Hâne-i Sa’âdetleri’ne döndüler ve Allâh-ü Teâlâ’nın kendilerine olan üstün ikrâmını, Hz. Hatice (R.A.)’ya haber verdiler ve Hz. Hatice (R.A.) Vâlidemiz’in ellerinden tutup,O’nu suyun yanına götürdüler.
Namaz için nasıl abdest alınıp temizlenileceğini göstermek üzere, Cebrâil (A.S.)’ın kendilerine gösterdiği gibi abdest aldılar.
Hz. Hatice (R.A.) Vâlidemiz de, Peygamberimiz (S.A.V.)’in gösterdikleri gibi, abdest aldıktan sonra Peygamberimiz (S.A.V.), Cebrâil (A.S.)’ın kendilerine kıldırmış oldukları gibi, Hz. Hatice (R.A.) Vâlidemiz’e namaz kıldırdılar.
(Mustafa Âsım Köksal, Kitab ve Sünnet S. 55-57)
NEBÎ-Yİ ZÎŞÂN (S.A.V.) EFENDİMİZ
Sûre-i Fâtiha’daki: “Bizi doğru yola hidâyet et, kendilerine in’am ettiklerinin yoluna!” Âyeti’nin tefsîrinde Müfessirler demişlerdir ki: “Doğru yoldan murâd, Resûlullah (S.A.V.), Ehl-i Beyt (R.A.) ve Ashâb-ı Kirâm ve Râşid Hülefâ (R.A.)’dür.”
El – Bakara Sûresi, Âyet: 256’da Cenâb-ı Hakk’ın: “Sağlam kulpa yapışmıştır.” kavlini, bazı müfessirler şöyle tefsîr etmişlerdir: Sağlam kulptan murâd: 1) Resûlullâh (S.A.V.)’dir; 2) İslâm’dır; 3) Şehâdet kelimesidir.
İbrâhîm Sûresi, Âyet: 34’teki Cenâb-ı Hakk’ın: “Allâhın ni’metini saysanız; O’nu sayamazsınız.” kavlini, İmâm-ı Sehl bin Abdullâh Tusterî (R.A.): “Muhammed (S.A.V.) bütün kâinata Allâh tarafından ihsân edilen bir ni’mettir ki O (S.A.V.)’in husûsiyetlerini saymağa kalkışırlarsa sayamazlar, âciz kalırlar.” diye tefsîr etmiştir.
Müfessirîn “Sıdkı getirene ve onu tasdîk edenlere.” (Ez – Zümer Sûresi, Âyet: 33) kavlindeki murâd edilen kimsenin de Resûlullâh (S.A.V.) olduğunu beyân etmişlerdir. “Onu tasdîk edenler” sözüyle Ebâ Bekir (R.A.) Ali (R.A.) bütün Ashâb-ı Kirâm (R.A.) ve bütün mü’minler de murâd edilmektedir diyenler de olmuştur.
“Dikkat edin! Kalbler, ancak zikrullâh ile mutmaîn olur.” (Er – Ra’d Sûresi, Âyet: 28) kavlini, İmâm-ı Mücâhid (R.A.), Muhammed (S.A.V.) ve Ashâb-ı Kirâm (R.A.) ile tefsîr etmiştir.
(Kâdî İyâz, Şifâ-yı Şerîf Tercümesi, İst. 1993, S. 31 – 32)
NEBÎ,Yİ ZÎŞÂN (S.A.V.) EFENDİMİZ
Allâh’ın Resûlullâh (S.A.V.)’e yapılacak itâati kendine yapılacak itâatle birlikte zikretmesi, O (S.A.V.)’in İsm-i Sa’âdetlerini kendi İsm-i Celîliyle birlikte zikretmesi de Habîbi (S.A.V.)’e verdiği yüksek pâyedendir.
Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmrân: 32, 132 ve Nisâ: 58’de ve daha birçok Âyet-i Celîle’de: “Allâh’a ve Resûlü’ne itâat edin!”, “Allâh’a ve Resûlü’ne îmân edin!” diye buyurmuştur. Kendi Zâtı ile Habîbi (S.A.V.)’in İsm-i Sa’âdetlerini “vav” ile cem’ etmiştir ki bu Peygamber (S.A.V.)’den başkası için aslâ câiz değildir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Sizden biriniz asla “Maşaaellâhu ve şaae fülânun” demesin! Lâkin “Maşaaellâhu sümme şaae fülânun” (diyebilir.) Bu Hadîs-i Şerîf’i, Ebû Dâvûd, Nesaî, Dârimî, Suyûtî Huzeyfe (R.A.)’den rivâyet etmişlerdir.
Fıkıhta allâme ve yed-i tulâ sâhibi Hattabî diyor ki: “Peygamber (S.A.V.), Müslümanları, Allâh (C.C.)’nün dileğini, gayrisinin dileğine takdîm etmekle irşâd etmiştir; onlara nasıl davranacaklarını öğretmiştir. onlara “SÜMME” ile söylememelerini tenbih etmiştir. Eğer (vav) ile söylerlerse bu, (iştirâk) ifâde eder.”
Cenâb-ı Hakk’ın, Sûre-i Ahzâb: 56’daki: “İNNELLÂHE VE MELÂİKETEHU YUSALLÛNE ALENNEBİYYİ” şeklindeki hitâbını “Salât ederler, Allâh, Hîbîbi (S.A.V.)’e rahmet eder ve melekler de O (S.A.V.) için istiğfâr ederler.” diye müfessirîn izâh etmişlerdir.
Buhârî ve Müslim’in beyânına göre, Hz. Ömer (R.A.)’in Nebî (S.A.V.)’e şöyle hîtâb ettiği rivâyet edilir: “Yâ Resûlallah! Allâh katındaki üstün derecelerinizden birisi de, Sana yapılan itâatı kendisine yapılan bir itâat olarak kabul etmesidir.”
Nitekim Cenâb-ı Hakk bu yolda: “Kim Resûle itâat ederse, Allâh’a itâat etmiştir.” (En – Nisâ: 80) ve “De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allâh sizi sevsin.” (Âl-i İmrân: 31) ve “De ki: Allâh’a ve Resûle itâat edin.” (Âl-i İmrân: 32) buyurarak, Resûlullâh (S.A.V.)’e yapılacak itâatı kendine yapılacak itâat olarak kabul etmektedir.
(Kâdi İyâz, Şifâ-yı Şerîf Tercümesi, İst. 1993, S. 29 – 31)
NEBÎ-Yİ ZÎŞÂN (S.A.V.) EFENDİMİZ
El – İnşirâh’daki, “Arkana ağırlık veren yükünü de Senden kaldırdık.” kavl-ı Celîliyle, Câhiliyet günlerinin ağırlığı murâd edilmiştir denilmiştir. Sûrenin 4. Âyeti: “Senin nâmını da yükselttik.” kavl-i Celîli’nde “Peygamberlikle nâmını yükselttik.”, “Kelime-i Tevhîd’de Benimle birlikte Sen de anılıyorsun.” ve “Ezân-ı Muhammedî” ma’nâlarında tefsîr edilmiştir.
Fakîh, Kâdi Ebu’l – Fadl İyâz (R.A.) derler ki: “İşte bu, Allâh (C.C.)’nün Nebî (S.A.V.)’e, nezd-i ilâhisinde bahşettiği büyük ve erişilmez derece ve mevkiidir. Allâh (C.C.), hiçbir kimseye vermediği dereceleri,. pâyeleri ve mevkiileri sâdece Habîb-i Kibriyâsı (S.A.V.)’e vermiştir. O (S.A.V.)’in kalbini îmân ve hidâyete açmış, ilim ve hilmle kalbini geniletmiş, Câhiliyetteki bütün ağırlıkları kaldırmış, bütün kötülüklerden nefret ettirmiş, teblîğ ettiği dîni, bütün dinlerden üstün kılmıştır. Allâh (C.C.) tarafından insanlara teblîğ edilmek üzere indirilen bütün emirleri teblîğde (S.A.V.)’i muvaffak kılmış, böylece yükünü de hafifleterek O (S.A.V.)’i iç huzûruna kavuşturmuştur. Her cihetten O (S.A.V.)’in i’tibârını, rütbesini yükseltmiş; mübârek Nâm-ı Sa’âdetlerini bütün kâinata duyurmuş; O (S.A.V.)’in İsm-i Şerîflerinin kendi lafz-ı Celîliyle anılmasını emretmiştir.
Ebû Saîdi’l – Hudrî’den Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilir ki:
“Cebrâil (A.S.) bana gelip dedi ki: “Benim ve Senin Rabbin dedi ki: – Biliyor musun, Senin şânın nasıl yükselttim? Allâh ve Resûlü bilir dedim. Şöyle buyurdular: Ben anıldığım zaman, Sen de Benimle anılıyorsun.”
Tâbiîn’in kibarlarından İbn-i A’ta (R.A.) bu Hadîs-i Şerîf’in son cümlesini şöyle tefsîr etmiştir: “Yani îmânı, Benimle beraber anılmanla tamamladım. Seni anan, Beni anmış olur; çünkü Senin isminin, Benim ismimle birlikte zikredilmesini emrettim.”
Ca’ferü’s – Sâdık (R.A.) ise bu son sözü şöyle tefsîr etmişlerdir: “Her kim seni Risâletle anarsa, Beni de Rûbubiyetle anmış olur.” Ulemânın kimisi de, bu sözle Efendimiz (S.A.V.)’in şefâatlerine işaret vardır, demişlerdir.
(Kâdi İyâz, Şifâ-yı Şerîf Tercümesi, İst. 1993, S. 26 – 28)
NEBÎ-Yİ ZÎŞÂN (S.A.V.) EFENDİMİZ
Cenâb-ı Hakk: “And olsun, size, kendinizden öyle bir Peygamber (S.A.V.) gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız O’na (S.A.V.) çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Bütün mü’minleri cidden esirgeyicidir, onları bağışlayıcıdır, O (S.A.V.)” (Tevbe 128)
Fakîh ve Kâdî olan Ebû’l Fadl der ki:
“Allâh (C.C.), mü’minlere, Mekkeliler’e ve bütün insanlığa bu Âyet’teki Muhatabın kim olduğunu açık olarak bildirmiştir, Allâh-ü Teâlâ, Peygamberi (S.A.V.)’i, kendilerinden, tanıdıkları, yerini yurdunu bildikleri, sıdkına, emânetine kâil oldukları ve asla, şakadan da olsa, yalan konuşmadığını yakînen bildikleri bir kimse olarak göndermiştir.
Arabalarda hiçbir kabîle yoktur ki Peygamber (S.A.V.)’in onlarla yakınlığı bulunmasın Bu husus, Buhârî, Kitabü’l – Menâkıb’ta İbn-i Abbâs (R.A.) ve diğer müfessirlerce tahric edilmiştir ki: “De ki: Ben bu teblîğime karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükafat istemiyorum.” kavl-i Celîliyle sâbittir.
Resûlullâh (S.A.V.)’in en şerefli, en üstün olması me’selesine gelince bundan önceki Âyet’te geçen MİN ENFÜSİKÜM kelimesini “F”nin fethiyle ENFESİKÜM şeklinde okunan kırâatten elde edilmiştir. Bu kırâate göre (S.A.V.) Efendimiz’i, Cenâb-ı Hakk son derece medh ü senâ buyurmaktadır. Zikredilen Âyet’te ( (S.A.V.)’in mü’minlere karşı çok düşkün olduğu, onları irşâd etmek bakımından nice meşakatlere katlandığı, dünya ve âhiret hayatlarını te’mîn için onları nasıl yetiştirdiği ve onlara karşı çok büyük ölçüde merhamet ve şefkat hisleriyle dopdolu olduğu anlatılmaktadır. Bu Âyet’te ayrıca Cenâb-ı Hakk, kendine mahsus olan RAÛF ve RAHÎM isim ve sıfatlarıyla O (S.A.V.) tesmiye ve tavsîf etmiştir.
Âl-i İmrân 164’te: “And olsun ki Allâh, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü içlerinden ve kendilerinden bir Peygamber göndermiştir.” buyurulmaktadır.
İmâm-ı Âlî (R.A.), MİN ENFÜSİKÜM kavlini, neseb, musâhare ve haseb olarak tefsîr etmişler; İmâm-ı Ömerü’l – Adenî Müsned’inde Hz. Alî (R.A.)’den şu Hadîs-i Şerîfi tahric etmişlerdir: “Âdem (A.S.)’dan bu yana ecdâdımda zinâ yoktur. Hepsi nikâh mahsûlüdür.” İbni’l-Kelbî Ebû Nasr Muhammed b. Es-Sâib (Tabıîn’dendir) demiştir ki: “Peygamber (S.A.V.)’in neslinden tam beş yüz anne yazdım, hiçbirinde gayr-i meşrû hayat ve zinâ görmedim.”
(Kâdî İyâz, Şifâ-yı Şerîf Tercümesi, İst. 1993, S. 21 – 23)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ
Yahsub Kabilesi’nden Fakîh, Kâdî, Hâfız Ebû’l – Fadl Musaoğlu, İyâz (R.A.) der ki:
Allâh-ü Teâlâ, Zâhir’dir; hayal ve vehim değildir. O, Bâtın’dır, noksan sıfatlardan ve fiillerden münezzehtir her şeyi kuşatmıştır… Velîlerine son derece şümûllü ni’metler ihsân etmiştir. Onlara ve bütün beşyeriyyete, kendi cinslerinden öyle bir Peygamber (S.A.V.) göndermiştir ki O (S.A.V.), Arab’ın ve diğer insanların en şereflisi soyca ve terbiye, nezâket ve asâlet ve tahâret cihetinden en önde gelendir. Aklen ve hilmen en râcih, ilim ve kavrayış cihetinden en ileri, yakîn ve azm cihetinden en güçlü, şefkat ve merhamet bâbından en üstün olanıdır.
Allâh-ü Teâlâ, O (S.A.V.)’i rûhen ve cismen pür ü pâk kılmıştır. O (S.A.V.)’i her türlü kusur ve ayıptan arındırmıştır. O (S.A.V.)’e hem hikmet, hem de hükmetme yeteneği vermiştir. O (S.A.V.)’le, O (S.A.V.) sâyesinde Hakk’ı göremeyen kör gözleri, Hakk’ı idrâk edemeyen kapalı kalpleri Hakk’a karşı sağır olan kulakları açmıştır. Bu sûretle sa’âdet ni’metlerinden, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine pay verdiği kimseler, O (S.A.V.)’e Îmân etmiş ve O (S.A.V.)’i te’yid edip yardım etmişlerdir. Alınlarına kat’i sûrette şekâvet damgası vurduğu kimseler de O (S.A.V.)’i inkâr etmiş, mü’cizelerine sırt çevirmişlerdir. Öyle ya! Bu dünyada kör olan, âhirette de kördür.
Allâh-ü Teâlâ, dâima gönüllerde neşv ü nemâ bulan O (S.A.V.)’e, Âli’ne, Ashâbı’na, Ezvâcı’na (R.A.) salât ü selâm etsin. Bizler de salât ü selâm ederiz, Allâh-ü Teâlâ, hepimizin kalblerini O (S.A.V.)’in nûruyla, sevgisiyle ve Şerîatiyle doldursun ve sıddîk, muttakî, şehid ve sâlih kullarına O (S.A.V.) vesîlesiyle ihsân buyurduğu her türlü yakîni bizlere de ihsân etsin. O velîlerine, yine O (S.A.V.) sâyesinde Cenneti’ni, Cemâli’ni ve diğer va’dettiği ni’metlerini tahsis etmiştir. Kendine gelecek tek yolu da Habîb-i Edîbi (S.A.V.)’e ihsân ve ikrâm etmiş ve bütün yolculara da Tek Rehber olarak O (S.A.V.) ta’yin ve ihsân etmiştir. Cennet’inin anahtarlarını da (S.A.V.) Hazretler’ine vermiştir.
Mustafa (S.A.V.)’in değerini hakkıyle ta’rif etmek, O (S.A.V.)’e gösterilecek ta’zîm ve tekrîm bâbında O (S.A.V.)’in yüce mevkiini takdirde veya şerefli mansıbını bir nebze itirafta bulunmak çok zordur. Bu husus öylesine büyük bir arzdır ki en akıllılar şaşırır, en güçlü adımlar dolaşır, kayar. Meğer ki Allâh (C.C.)’nün tevfiki imdâd etmiş olmazsın.
(Kâdî İyâz, Şifâ-yı Şerîf, Tercemesi, İst. 1993, S. 13-15)
EFENDİMİZ (S.A.V.) NAMAZ KILARKEN
DUYULAN SES
Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn-i Huzeyme ve ibn-i Hıbbân’da, Mutarrıf (R.A.), babasının şöyle dediğini rivâyet etti:
“Resûlullâh (S.A.V.)’i namaz kılarlarken gördüm. Mübârek göğüslerinden, değirmen sesi gibi, inilti çıkıyordu.” Bir başka rivâyette “Kaynar tencere sesi gibi” şeklindedir.
İbn-i Huzeyme’nin rivâyetinde, Alî (R.A.) derler ki:
“Bedir Günü, Mikdâd (R.A.)’dan başka süvârî yoktu. O gece hepimiz uyumuştuk; ancak Resûlullâh (S.A.V.) sabaha kadar ağlayarak namaz kıldılar.
Taberânî ve Esbehânî’de, ibn-i Abbâs (R.A.), Resûlullâh (S.A.V.)’in şöyle buyurduklarını rivâyet etiler:
“Allâh-ü Teâlâ, Mûsâ (A.S.)’a yüz kırk bin (140.000) kelime ile üç gün vahyetti (konuştu). Konuştuklarının içinde bir de şunlar vadı: Kullarım, dünyâ husûsunda, bana kanâatle olduğu kadar, hiçbir şeyle kulluk yapmazlar. Bana yaklaşanlar, takvâ ile olduğu kadar hiçbir şeyle yaklaşamazlar. Bana, ancak azemetimi tefekkürle, ağlayarak kulluk yaparlar… Azametime ta’zîm ederek ağlayanlara, öyle yüce bir makâm verilecek ki oraya hiç kimse ulaşmayacak.”
ASHÂB-I KİRÂM (R.A.)’DE ALLÂH KORKUSU
Hâkim’in rivâyetinde İbn-i Abbâs (R.A.) derler ki:
“Allâh-ü Teâlâ, Nebî (S.A.V.)’e: “Ey mü’minler! Kendinizi, âile ve akrabânızı, yakıtı insan ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.” (Tahrîm: 6) inzâl edilince, Resûlullâh (S.A.V.) bu Âyet’i Ashâbı’na okudular. Bir genç, Âyet’i dinleyince düşüp bayıldı. Resûlullâh (S.A.V.), mübârek ellerini, bayılan o gencin göğsüne koydular ve kalbleri şiddetle çarpan gence: “-Ey genç! Lâilâhe illallâh!” de buyurdular. Genç, Kelime-i Tevhîdi söyleyince Resûlullâh (S.A.V.), Onu Cennetle tebşîr buyurdular. Bunu gören Ashâb-ı Kirâm: “-Yâ Resûlallâh! Aramızda yalnız, O’nu mu müjdeliyorsunuz?” deyince: “-Allâh-ü Teâlâ’nın: “O Cennet, makamından, azametinden ve azâbından korkan kimseler içindir.” (İbrâhîm Sûresi: 14) Âyet’ini işitmediniz mi?” diye buyurdular.”
(Et-Tegîb ve’t-Terhîb)
MESCİD’DE AĞLAYAN KÜTÜK
Minber yapılmadan önce Mescidde bir hurma kütüğü vardı, ki Peygamberimiz (s.a.v.) hutbe esnasında ona dayanırdı.
Kendisi için yapılan Minberin üzerine çıktığı zaman, bu kütükten, gebe veya yavrusundan ayrılan devenin bozulamasına, inilemesine benzer sesler gelmeğe başladı.
Peygamberimiz (s.a.v.) Minberinden inip elini onun üzerine koyunca sesi kesildi. Bu hâdise, Mescidde bulunan bütün cemaatin gözü önünde cereyân etmiştir.
Sehl b. Sa’d’e göre cemâat, kütüğün başına üşüşmüşler, rikkat ve heyecanlarından ağlaşmışlardır.
Rivâyete göre, kütük çatlayıp parçalarıncaya kadar inildemiş, bozulamıştır.
Kütüğün öküz gibi böğürüp bozulamasından Mescidin içi çalkanmıştı.
(Dârimî – Sünen, C. 1, Sh.: 19)
Câbir b. Abdullâh’a göre:
Peygamberimiz (s.a.v.) Minberden inip kütüğü kucaklayınca, kütük, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra susmuş, Peygamberimiz (s.a.v.) de: “O, yanında yapılan zikrullâh’ı dinlemekten uzak kaldığı için, ağlamıştı.” demiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.), bir çukur kazılıp kütüğün oraya gömülmesini emretmiş, bunun üzerine, kütük, Minberin altına gömülmüştür.
Minberin sağına, soluna gönüldüğü de, rivâyet edililr.
(İslâm Tarihi M. A. Köksal)
PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.) NASIL YATAR KALKARDI?
Peygamberimiz (s.a.v.). döşeğinde uyumak istediği zaman sağ yanının üzerine yatar, sağ elini, sağ yanağının altına koyar, sonra da:
“Allah’ım! Kendimi, Sana teslim ettim. Yüzümü, Sana çevirdim. İşimi, Sana ısmarladım. Sırtımı, Sana dayadım. Ben, Senin azâbından korkar, rahmetini umarım. Senin rahmetinden başka sığınacak yok, Senin azâbından başka korunulacak yoktur. Ancak, Senin rahmetine sığınılır ve ancak, Senin rahmetinle kurtulunur. Ben, Senin indirmiş olduğun Kitab’ına ve göndermiş olduğun Peygamber’ine (herkesten önce) inanmışımdır. Ey Rabb’im! Yanımı, Senin isminle yere koydum. Eğer, rûhumu tutar, alıkorsan, ona, rahmetinle muâmele et! Eğer, onu, salarsan, sâlih kullarını koruduğun gibi, onu da, koru! Allah’ım! Ben, Senin isminle ölür, Senin isminle dirilirim. Bize yediren, içiren, her ihtiyacımızı karşılayıp gideren, bizi barındıran, sığındıran Allah’a hamd olsun! Nice kişiler var ki kendilerinin ne ihtiyaçlarını karşılayanları var, ne de, barındıranları! Allah’ım! Kullarını huzûrunda topladığın günde azâbından, beni, karken de: “Hamd olsun O Allah’a ki, bizi, ölmüz de, O’na olacaktır.” derlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) yüzünün üzerine yatmış bir adama rastlayınca: “İşte bu Allah’ın hiç sevmediği bir yatıştır.” buyurdu.
(M. A. Köksal, İ. Tarihi C. 11 Sh. 394)
PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ
Uhud Savaşı günü, Peygamberimiz (s.a.v.)’in azı dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştı.
Bu hal, Eshâb’ın son derece ağrına gitti.
Peygamberimize: “Müşriklerin aleyhinde duâ etsen?” dediler.
Peygamebirim: “Ben, lânetleyici olarak gönderilmedim. Fakat, ben, hakka dâvetçi ve rahmet olarak gönderildim. Allâh’ım! kavmime hidâyet nasîp et! Çünkü onlar, bilmiyorlar!” diyerek duâ etti.
Hz Ömer: “Babam, anam, sana fedâ olsun yâ Resûlallah!
Nuh Aleyhisselâm, kavmî hakkında (Ey Rabb’im! Yer yüzünde kâfirlerden, yurd tutan, gezip tozan hiç kimse bırakma! (Nuh Sûresi: 26) diye duâ etmişti.
Sırtın çiğnendiği, yüzün kana boyandığı ve azı dişin kırıldığı zaman, Nuh Aleyhisselâm gibi, sen de, aleyhimizde duâ etmiş olaydın, son ferdimize kadar hepimiz, muhakkak, helâk olurduk!
Fakat, sen, böyle demekten kaçındın da (Allâh’ım! kavmimi mağfiret buyur. Çünkü onlar, bilmiyorlar!) diyerek hayr duâ ettin!” dedi.
Peygamberimizin bu duâsı, fazîleti, ihsanın bütün derecelerini güzel ahlâkı, keremi, sabr ve hilmin gayelerini bir arada toplamıştır.
Peygamberimiz, kendisine yapılanlara sükût etmekle kalmamış, hattâ onların suçlarını bağışlamış, sonra, şefkat ve merhamet etmiş, kendilerinin bağışlanmaları için duâ ve şefâatta bulunup (Onları yarlığa onları hidâvete erdir!) demirtiş.
(M. A. Köksal, İ. Tarihi C. 11 Sh. 451)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN EBEVEYNİ
Allâh-ü Teâlâ, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in anne ve babalarına hayat bahşetmiş ve bu muhterem anne ve baba, azîz oğullarının Nübüvvet ve Risâleti’ni kabulle O’na îmân etmişlerdir. Bu görüş, birçok Hadîs hâfızının delîllendirdikleri bir yoldur. ibn-i Şâhin, Hâfız Ebû Bekr, Hatîb-i Bağdâdî, Süheylî, Kutubî, Muhibb-i Taberî, Allâme Nasîrüddîn İbn-i Münîr ve daha bu tabakadan pekçok Hadîs ehli bu yolda delîl getimişlerdir.
İbn-i Şâhin’in Nasih ve Mensûh’unda, Hatîb-ı Bağdadî’nin Sâbık ve Lâhik’ında, Dârekutnî ve İbn-i Asâkir’in Garâib’de tahrîclerine göre, Hz. Âişe (R.A.) şöyle demiştir:
“Haccetü’l-Vedâ’da Resûlullâh (S.A.V.), bizimle birlikte haccettiler. Sonra Hacun Kabristanı’na uğradılar. Resûlullâh (S.A.V.), hazîn ve gamlı olarak ağlıyordu. Orada uzunca bir zaman kaldıktan sonra benim yanıma geldiler. Bu def’a ferâhlanmış ve mütebessimdiler. Ben, hâllerinde gödüğüm bu bâriz değişikliğin sebebini sorduğumda:
“-Annemin Kabri’ne gittim. Cenâb-ı Hakk’tan annemi hayâta döndürmesini diledim. Kabul buyurup annemi diriltti ve bana îmân ettikten sonra ebedî hâline redd ve iâde buyurdu.” diye cevâb verdiler.”
Ehl-i Hadîs’den, râvîler arasında hâlleri meçhûl iki kişi bulunduğu için bu Hadîs’i zaîf kabul edenler olmuş ise de, bu husûsta Süheylî’nin cevâbı şudur: “Allâh her şeye kâdirdir. O’nun rahmeti, hiçbir şekilde âciz ve noksan değildir. O’nun rahmet deryâsının en ziyâde döküldüğü mübârek mansıb ise Resûlullâh (S.A.V.)’in mübârek kalbleridir.” demiştir.
Kurtubî der ki: “Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in annelerinin ihyâlarını beyân eden Hadîs’te herhangi bir zaîflik yoktur. Çünkü bunun delîli, ihyânın Vedâ Haccı’nda vukûa gelmesi ve Hz. Âişe’nin rivâyet etmesidir. Bunun için ihyâ hakkındaki zaîftir, haberleri nasıhtır. Cenâb-ı Hakk’ın lütf ü keremi, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in irtihâllerine kadar, hakklarında, kesintisiz devam etmiştir. Sonra ebeveynini diriltip îmân etmeleri de aklen ve şer’an mümkündür. Kur’ân’da, Katîl-i Benî İsrâil’in diriltilmesi ve kâtilini haber vemesi, vârid olmuştur. Îsâ (A.S.)’in eliyle, Cenâb-ı Hakk’ın, birçok ölüyü diriltmesi bir hakîkatir. Bu i’tibârla Resûl-i Ekrem (S.A.V.) hakkında ziyâde kerem ve fazîlet olarak ebeyninin diriltilip onların Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e îmân etmelerinde mümkin olmayacak hiçbir durum yoktur.” demiştir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4. Cild, 5. Baskı, S. 546- 548)
HENDEK HARBİ VE GERÇEK MÜ’MİNLER
Kur’ân-ı Kerim’de açıklandığı üzre: “Mü’minler, orduları görünce: (İşte bu, Allah (c.c.)’ın ve Rasûlü (s.a.v.)’nün bize ca’d ettiği şeydir! Allah (c.c.) ve Peygamberi (s.a.v.), doğru söylemiştir!) dediler.
Bu, onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırmaktan başka bir şey yapmadı.
Mü’minler içinde Allah (c.c.)’a verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler vardır ki, onlardan kimi, adadığını ödedi (sahid oldu). Kimi de, bunu bekliyor.
Onlar, hiç bir suretle ahidlerini değiştirmediler.”
(Ahzab: 22 – 23)
Allah (c.c.)’ın, Mü’minlere olan va’di ise: “Ey Mü’minler! Yoksa, siz, sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden, Cennet’e girevereceğinizi mi sandınız?
Onlara,öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar gelip çattı ve öyle çeşitli belâlarla sarsılmışlardı ki hattâ Peygamberi, mâiyetindeki Mü’minlerle birlikte: (Allah (c.c.)’ın yardımı ne zaman yetişecek?) diyordu.
Gözünüzü açınız, iyi biliniz ki: Allah (c.c.)’ın yardımı, muhakkak, yakındır.”
(Bakara:214)
Bunun içindir ki, düşman ordular ile sarıldıklarını görmeleri, Mü’minlerin ancak, Allah (c.c.)’a olan imanlarını, yâni Allah (c.c.)’ın Mü’minlere yardım edeceği hususundaki vadine inançlarını, her türlü ibtilâlara sarlımadan göğüs germe azimlerini, Allah (c.c.)’ın takdirine teslimiyetlerini artırmıştır.
(İ.T. -M.A. Köksal C. 5/244)
PÂDİŞÂH, ASLÂ, cÂhil, GÂFİL, ZÂLİM,
OLAMAZ
Pâdişâhların, ordunun ve halkın durumunu uzak veyâ yakından bizzât tedkîk etmesi, ne olup bittiğini bilmesi gerekir. Eğer böyle yapmazsa hata ve gaflete düşer, halka hakaret ve zulmeder. Memlekette fesâd ve adâletsizlik alır yürür. Pâdişâh bunları bilmez de tedbîrini almazsa, zâlimdir. Çünkü “Zulme rızâ zulümdür.” Bilmezse gâfildir; bildiği halde tedbîrini almazsa zâlimdir, hâindir, hakîr ve câhildir, bu hâllerin hiçbirisi de iyi değildir.
Gerek câhiliyyet ve gerekse İslâmiyyet devirlerinde pâdişâhların, her şehirde habercileri vardı. Hayır ve şerr olan bütün hâdiseleri onlardan öğrenirlerdi. Bir kimse, haksız yere bir tavuk veya bir torba saman alsa 1.500 km mesâfeden bile pâdişâhın haberi olmuş, o kimseye gerekli cezâ verilmiş ve herkes de pâdişâhın uyanık olduğunu anlamıştır. Her bölgeye yerleştirdikleri işini bilen adamlarıyla zâlimlerin zulûmlerini önledikleri gibi, halka adâletle muâmele edilmesini sağlamış ve memleketi de imâr etmiştir. Yalnız bu çok nâzik bir iş olduğundan, daha çok elinden, aklından ve kaleminden kimsenin şübhe etmeyeceği memleketin, salâh ve fesâdı kendilerine bağlı olduğundan, kendi nefsine çalışmayacak kimselere havâle edilmelidir. Onların, memleket için lüzûmları diğer insanlar bir tarafa, ülkede pâdişâh gibidirler. Bu yüzden bunların aylık ve ücretlerinin hazineden ödenmesi gerekir.
Kendilerini pâdişahtan başka kimsenin tanımaması, ne yaptıklarını ve çıkan olayları yalnız pâdişâhın bilmesi ve gerekeni emretmesi lâzımdır. Neticede, işler yukarıda söylediğimiz şekilde yürürse; halk, pâdişâhın diyânetinden korkarak tam itâatkâr olur. Hiç kimsenin pâdişâha isyâna cesâreti olamaz. Haber alma ve suçu önleme me’mûrlarını ta’yîn eden pâdişâhın adâletinden, ilerisini görerek tedbîrli davranmasından ve uyanıklığından dolayı da ülke ma’mûr olur.
Pâdişâhın her şehre ve nâhiyeye keskin zekâlı ve harâmdan sakınan, tımâr işlerinin yürütülmesine, mallarının muhâfazasına bakacak nâibler göndermesi gerekir. Bu nâiblerin o bölge hakkında, her hususta, bilgileri olmalı, maaşları Beytülmâldan verilmeli, halka yük olmaktan ve rüşvet almaktan korunmalıdırlar.
(Bâtınîlerce şehîd edilen Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk,
Siyâsetnâme, Dokuz ve Onuncu Fasıl)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MEŞGALELERİ
Hz. Hüseyin (r.a.) der ki: “Peygamber (s.a.v.) ev içindeki meşgalesini babamdan sordum.
Babam: (Peygamber Aleyhisselâm) evine girişinden itibaren vaktini: “Allah (c.c.)’a ibâdete, evhalkının işlerine ve kendi şahsi işlerine aid olmak üzere üçe ayırmıştı. Şahsına ayırdığı vakti de, kendisiyle insanlar arasında bölüştürmüştü. Peygamber (s.a.v.), onların dinî hâcetlerile meşgul olur, sorularına gereken cevapları verir, sonra da: “Bunları burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin!” Peygamber (s.a.v.)’ın huzuruna girenler tâlip olarak girerler, en büyük ilim zevkını tatmış ve onlara delâlet edici oldukları halde, çıkarlardı.” dedi.
Babamdan, Peygamber (s.a.v.)’in, evinden çıkışında ne yaptığını sordum.
Ancak, konuşması, Müslümanlara yararlı olacak, onları birbirlerine ısındıracak, aralarındaki tefrikayı, soğukluğu kaldıracak ise, konuşurdu. Her kavmin yüksek haslete, kişisine ikram eder ve onu, kavminin üzerine vali yapardı. Âshâbını göremese, arar, halka, aralarında olan bitenleri sorardı, İyiliği, över ve berkiştirir, kötülüğü ise, yerer ve zaifletirdi. Kendisinin her işi, itidal üzere idi, ihtihafsızdı. Gaflete düşerler endişesi ile, Müslümünları uyarmaktan geri durmazdı. Her hâli mûtad idi. Ne hakkı tecâvüz, ne de, onu yerine getirmekte kusur ederdi. Kendisine yakın olanlar, insanların en hayırlıları idiler.”
(M. Â. Köksal, İ. Tarihi, C. 11, Sh. 412)
HİCRET ÖNCESİ AKABE-İ KÜBRÂ
Nübüvvet (S.A.V.)’in 13. senesinde, Hacc Mevsimi’nde, Kur’ân-ı Kerîm Muallimi Mus’ab bin Umeyr (R.A.) ile berâber yetmiş iki erkek ve iki kadın Mekke’ye geldiler. Ben-i Neccâr’dan Ebû Eyyûb El-Ensârî diye ma’rûf olan Hz. Hâlid bin Zeyd (R.A.) dahî onların içindeydi. Bunların cümlesi Akabe’de: “And olsun ki o ağacın altında sana bîat ederlerken, Allâh mü’minlerden râzı olmuştur.” (Fetih: 18) Âyet-i Celîlesi’yle İltifât-ı Sübhâniyye’ye mazhar olarak birinci def’a ağaç altında Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Hazretleri’ne bey’at ettiler. Ve Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz’in Medîne’ye Hicret buyurmasını teklîf ettiler. Ensâr-ı Kirâm (R.A.) Hazerâtı, kendi cânlarını evlâd ü ıyâllerini nasıl koruyorlarsa, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’i de böylece muhâfaza edeceklerine ahd ü bey’at ettiler. Yani îcâbında bu uğurda harb edeceklerine söz verdiler. Ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in mübârek ellerini tuttular. Cân verip Cennet aldılar.
HİCRET-İ NEBEVİYYE (S.A.V.)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye Hicret-i Seniyyeleri, İslâm târihinin en büyük bir hâdisesidir ki bu hâdiseyle başlayan târihe, târih-i Hicrî denir.
Velâdet-i Muhammediyye (S.A.V.)’in 54’üncü ve Târih-i milâdînin 622’nci senesine müsâdifdir (rastlar). Yani Nübüvvet-i Muhammediyye (S.A.V.)’in 12’nci senesinde Rebîülevvel ayını 12’nci gününde Medine-i Münevvere’ye vâsıl olmuşlardır. Bu Hicret seferi esnâsında Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, mâcerâlarla karşılaşarak müeaddid (pekçok) Mücize-i Nebeviyye (S.A.V.)’in zuhûr eylediğini kitâblarımız tafsîlatiyle beyân eylemektedir.
KIBLENİN MESCİD-İ HARAM’A ÇEVRİLMESİ
Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’de namazlarını 16,17 ay Beyt’ül Makdise doğru kıldılar. Halbuki Peygamberimiz (s.a.v.), öteden beri Kâbe’ye doğru yönelerek namak kılmayı arzu ederdi. Hele, yahudilerin “Muhammed (s.a.v.) ve Eshabı, biz gösterinceye kadar, kıblelerinin de neresi olduğunu bilmiyorlardı.” diyerek sinsi sinsi söylenmeleri, kendisini büsbütün rahatsız ediyordu.
Bir gün Cebrail (a.s.) gelince, O (a.s.)’na “Ya Cebrâil, Allâh’ın yüzümü yahudilerin kıblesinen, Kabe’ye çevirmesini arzu ediyorum!” dedi. Cebrail (a.s.) “Ben, ancak bir kulum, sen Rabbine niyat et. Bunu ondan iste.” Peygamberimiz (s.a.v.) Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılacağı zaman, başı göğe doğru kaldırmağa başladı. Bunun üzerine indirilen âyetlerde şöyle buyurdu:
“Biz, senin yüzünü, çok kerre göğe doğru çevirip durduğunu görürüz. Artık seni herhalde hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Haydi namazda yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Ey mü’minler, siz de nerede bulunursanız namazda yüzlerinizi o tarafa (Mescid-i Haram’a) döndürünüz. Kendilerine kitap verilenler her halde bilirler ki bu, rablarından gelen bir haktır. Allâh, onların yaptıklarından yapacaklarından gafil değildir.”
Rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.v.) öğle namazını Mescid’de müslümanlarla birlikte iki rekat kıldığı zaman, Mescid-i Haram’a dönmesi emrolunmuş. Namaz içinde müslümanlarla o tarafa dönmüştür.
(M. Asım Köksal-İ.Tarihi, C. 2/33)
ANBER SEFERİNDEKİ YOKSULLUK HALİ
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz hicretin 8. yılının Receb ayında Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) komutanlığında üç yüz kişilik bir orduyu deniz sahiline doğru göndermiş, azık olarak bir çuval hurma vermişti. Bu ordu onbeş gün orada kaldı ve yiyecekleri bitti. Kafilede bulunan Hz. Kays (r.a.) parasını Medine-i Münevvere’de ödemeye söz vererek, kafiledekilerden deve satın alarak kesmeye başladı. Hergün üç deve kesiyordu. Ancak üçüncü gün kafile başkanı binekler tükenir de dönüşümüz zorlaşır düşüncesiyle deve kesimini yasakladı. Kimde ne kadar hurma varsa toplayarak bir torbaya koydu. Her gün kişi başına bir hurma taksim ediyordu. O hurmayı emiyorlar ve su içiyorlardı. Akşama kadar yedikleri yemek bu idi. Bu, dile çok kolay, fakat savaş zamanında güç ve kuvvete ihtiyaç duyulduğunda bir hurmayla gün geçirmek cesaret ve yürek işidir. Nitekim Hz. Cabir (r.a.) Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz’den sonraki zamanlarda bu kıssaları anlatınca, bir talebesi: “Efendim bir hurma ne işe yarıyordu ki?” deyince “O hurmanın kıymetini de bitince anladık. Artık açlıktan başka çare kalmamıştı. Ağaçların kurumuş yapraklarını silkeleyip, suda ıslatıp yiyorduk. Mecburiyet insana her şeyi yaptırır. Allâh-u Teâlâ her zorluktan sonra bir kolaylık verir. Cenab-ı Hakk bu sıkıntı ve zorluklardan sonra denizden bizlere Anber denilen bir balık gönderdi, o kadar büyüktü ki, kafiledekiler on sekiz gün boyunca ondan yediler ve Medine-i Münevvere’ye dönene kadar yanımızda azığımız arasında bulundu. Bu seferde başımızdan geçenler geniş bir şekilde Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in huzurunda anlatınca:<Bu, Allâh’ın size göndermiş olduğu bir rızıktır buyurdular.”
(Fezâil-i A’mâl)
NEBÎ SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM
EFENDİMİZ’İN, İBLİSE SUÂLLERİ
İbn-î Abbâs R. Anhümâ’dan rivâyet olunduğuna göre, Nebî (S.A.V.), bir gün Mescid’den çıkmışlardı. Kapıda İblisi gördüle. Nebî (S.A.V.), O’na:
“-Seni benim Mescidim’in kapısına getiren nedir?” İblis: “-Beni buraya getiren Allâh’dır.” Nebî (S.A.V.):
“-Pekiyi ne için?” İblis: “-Bana sormak istediğini sorman için.” İbn-i Abbâs (R.A.) der ki: Nebî (S.A.V.), İblise ilk defâ namazdan sordu ve dediler ki:
“-Ey mel’ûn! Ümmetimi cemâatle namazdan niye men’ edersin?” İblis, cevâben:
“-Ümmetin namaza çıktıkları vakit, beni kızgın bir humma tutar. Onlar, dağılıncaya kadar kendime gelemem.” Nebî (S.A.V.):
“-Pekiyi, ümmetimi ilimden ve duâdan niye men’ edersin?”
İblis, cevâben: “-Onlar, Kur’ân okumağa başladıkları zaman, ben kurşun gibi erir giderim.” Nebî (S.A.V.):
“Ümmetimi cihâddan niye men’ edersin?” İblis, cevâben: “-Ümmetin cihâda çıktıkları vakit dönünceye kadar, ayaklarıma zincir vurulur. Onlar, hacca çıktıkları vakit de, ayaklarıma ve boynuma zincirler vurulur. Onlar, sadaka vermek istedikleri zaman da, başıma testereler konulur; odun kesilir gibi başımı parçalarlar.” dedi.
Namaza Başlamadan Evvel Şu Duânın Okunması Tavsiyye Olunur:
“Allâhümme entel Evvelü feleyse kableke şey’ün ve entel Âhıru feleyse ba’deke şey’ün ve ente’z-Zâhiru feleyse fevkake şey’ün ve entel Bâtınu feleyse düneke şey’ün z’ül melekûti v’el-ceberûti Subbûhun Kuddûsün Rabb’ül- Melâiketi ver-Rûh.”
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Fâtiha Sûresi Tefsîri)
Peygamberimiz (s.a.v.), Peygamberlikten önce de, hilm sıfatının üstünlüğü ile kavminin en büyüğü idi. Her hilm sahibinden bir sürçme sadır olmuştur, Fakat Resûlullah (s.a.v.), bundan masûn bulunmuş, eza ve işkencelerin çoğalması, kendisinin, ancak sabrını artırmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.), şahsına karşı işlenmiş olan suçlardan dolayı asla öç almazdı. O (s.a.v.) insanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve suç bağışlayanı idi.
Hz. Ali (r.a), “Peygamber (s.a.v.), meclisine gelen yabancıların sözlerinde ve sorularındaki kabalık ve kırıcılığa, Eshabı da kendisi gibi katlansınlar diye, katlanırdı.” demiştir.
Enes b. Malik (r.a.)’in rivayetine göre: Peygamber (s.a.)’e her kim gelirse, ona vaadde bulunur, istenen şey, yanında bulunursa vaadini yerine getirirdi. Namaz için kamet getirildiği sırada, bir bedevi gelip, Peygamber (s.a.v.)’in elbisesinden tutarak: “Görülecek işimden az bir şey kaldı. Namazdan sonra, onu unutursun diye korkuyorum.” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), işini görüp bitirinceye kadar bedevi ile birlikte ayakta durdu, sonra dönüp namaz kıldı.
Yine Enes b. Malik (r.a.) der ki; Peygamber (s.a.v.)’e on yıl hizmet ettim. Bana ne “öf” dedi, ne de yapmadığım bir iş için “Keşke onu yapmasaydın.” ne de yaptığım bir iş için “Bunu ne diye yaptın” dedi.
(M.A. Köksal-İslâm Tarihi, C. 11, Sh, 451)
YERYÜZÜNDE İLK MA’BED
«Nâsın ibadet için, yeryüzüne evvela temeli atılan ve yapılan Beyt o beyt’dir ki, o Beyt çok hayrı ihtiva eder ve âlemlere hidâyet olup Mekke şehrinde kurulan Beyt’dir. Zira O Beyt’de Vahdaniyete delâlet eden açık ve zâhir âyetler ve Makâm-ı İbrahim vardır. Eğer bir kimse o Beyt’e giderse katl ve soygunculuk gibi şeylerden emin olur. Cümle-i alâmetlerinden birisi de İbrahim (a.s.)’ın o Beyt’i bina ederken ayağını bastığı makâmı olduğu gibi o Beyt’e dahil olan kimsenin de dünya âfetlerinin bir çoğundan emin olması ve ihlas üzere o Beyti ziyaret edenlerin âhiret azabından kurtulmasıdır.
Beyt-i Şerif’i ziyaret için gidip gelecek kadar azığa ve binite muktedir olan nâs üzerine Allah Teâlâ’nın rızası için «Hacc» farz oldu. Eğer bir kimse kudreti olduğu halde hacc etmezse, küfran-ı nimet ederse zararı kendine âid olur. Zira Allah Teâlâ âlemlerden gânidir, hiç kimsenin haccına ve sair ibadetine ihtiyacı yoktur.» (Âl-i İmran Sûresi/96-97)
Makâm-ı İbrahim ile murad: Beyt’i bina ederken duvar yukarı kalkıp boyu ulaşamayacak bir hale geldiğinde iskele kurmak üzere konulan taşa İbrahim (a.s.) ayağını bastığında taşın yumuşayıp ayaklarının taşa batmasıyla husule gelen eserdir ki, el’an o taşa mevcuddur. (Hz. M. Sâmi (k.s) Hz. İbrahim a.s.)
ALINLARDAN ALINLARA GEÇEN PEYGAMBER NURU
Hz. Havva, Şis’e hâmile olunca, alnında parıldamağa başlayan Nûr, Şis’i doğurduğu zaman, onun alnına geçmişti. Âdem (a.s.), bundan, Şis’in kendisinden sonra, yerini tutacağını anlamıştı. Şis (a.s.)’ın alnında parlayan Peygamberlik Nûr’u, zevcesine, oğlu Enuş doğduğu zaman da, Enuş’un alnına, ondan da, oğlu Kaynan’ın alnına geçmiş, asırlar boyunca, alından alına geçmiş durmuş ve nihayet, Abdulmuttalib’den Abdullâh’a, ondan da, Muhammed (s.a.v.)’e geçip son temelli sâhibinde karar kılmıştır.
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN İBÂDETLERİ
Allah (c.c.)’ın terbiye ettiği ve devamlı olarak O’nun kontrolü ve murakabesi altında bulunduğu Şanlı Peygamber (s.a.v.), mütemâdiyen ibâdet hâli içinde idiler. Kendileri “Allah (c.c.)’a lâyıkı vechile ibâdet nasıl icrâ edilir” bunu tebliğ ve tatbik etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), fıtraten ibâdeti severler, gözünün nûrunu, gönlünün huzûr ve sürûrunu onda bulurlardı.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN DÖŞEĞİ
Hz. Aişe (a.r)’nın bildirdiğine göre: Peygamberimiz (s.a.v.)’ın üzerine yatıp uyuduğu döşeğin, yatağın yüzü deridendi. İçi hurma lifi doldurulmuştu. Kendisi de, zevcesi de onun üzerinde yatardı. Yastığının da, yüzü deridendi. İçi hurma lifi doldurulmuştu.
Ensari bir hanımın getirdiği yün döşeği, geri gönderdi ve “Vallahi ey Aişe; isteseydim, Allah altın ve gümüş dağlarını benim yanımda yürütürdü.”buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in minderi de iki abadan ibaretti. Bir gece, yanıma geldiği zaman, bu abayı katlayıp daraltmış idim. Onun üzerine uyudu.
Sonra: “ Ey Aişe! Bu geceki döşeğim, ne için her zamanki gibi değildi?” diye sordu.
“Ya Resulallah! Onu senin için katlayıp daralttım.” dedim. “Sen onu eski haline çevir. “ buyurdu.
Hz.Aişe (r.a.) der ki: “Resulullah (s.a.v.)’ın bir hasırı vardı ki, geceleyin onun üzerinde namaz kılar, gündüzün de serip üzerinde halk ile otururdu.”
(M.A. Köksal- İslam Tarihi, C.11, Sh.: 153)
Dinin Hak olan meseleleri Üzerinde yapılacak
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN KALBİNE RE’FET VE RAHMET DOLDURULUŞU
Rivayete göre: peygamberimiz (S.A.V.), on yaşını, birkaç ay geçmiş bulunduğu sırada, kırda üzerinden bir sesin geldiğini işitti. Başlarını, kaldırıp baktıklarında, bir adamın, diğer bir adama “Bu, O mudur? “ diye sorduğunu gördüler, Sorulan adam “Evet”, dedi Ne yüzleri, ne de giyinişleri hiçbir kimsenin- kine benzemeyen adamlar peygamberimiz (S.A.V.)i karşılayıp kollarından tuttular. Peygamberimiz (S.A.V.) , onların tutuşlarını hiç his etmedi. Onlardan birisi arkadaşına “Yatır onu!” dedi. Peygamberimiz(S.A.V.)’ i, hiç çabalatmadan, eğip bükmeden yere yatırdılar. Onlardan biri, öteki arkadaşına “yar onun göğsünü!” dedi. O da Peygamberimiz(S.A.V.)’in göğsünü yardı. Peygamberimiz(S.A.V.)’in göksü ne kanadı ne de ağrıdı. Yine, biri ötekine “kin ve kıskançlığı çıkar içinden!” dedi. O da pıhtılaşmış kan gibi bir şey çıkarıp attı. Yine biri , ötekine ” Rahmet ve re’fet doldur!” dedi. Bundan sonra Peygamberimiz(S.A.V.) , küçüklere karşı, son derece şefkatli, büyüklere karşı da merhametli oldu.
(M. A. Köksal , İ. Tarihi ,Cilt.2 , S. 86.)
Ebu Leheb’in Azabının Süveybe Hatun’dan Dolayı Hafifletilişi.
Ebû Leheb, öldükten sonra, âile halkından ba’zılarına rü’yâda Ebû Leheb kötü bir durumda gördüler. “Sana ne oldu?” diye sorulduklarında ,Ebû Leheb , “Ne olacak Süveybe’yi âzâdladığımdan dolayı, şununla sulanmaktan başka bir hayra, bir rahata kavuşmadım!” diyerek başparmağı ile şehadet parmağı arasında bir deliğe işaret etti. Rivayete göre: Ebû Lehebi rüyasında gören, Hz. Abbas(R.A.) idi. Hz. Abbas(R.A.) der ki : “ Ebû Leheb’i , ölümünden sonra bir yıl geçtiği halde, rü’yada görmemiştim. Sonra onu kötü bir durumda gördüm. “Sizden sonra, her pazartesi günü bana azabın biraz hafifletilmesinden başka hiç bir rahata kavuşmadım!” dedi. Resûlullah Aleyhisselâm, pazartesi günü doğunca, Süveybe Hatun, (S.A.V.)’in doğduğunu “kardeşin Abdullah’a Amine’nin bir oğlan çocuğu doğurduğu’nu biliyormusun?” diyerek müjdelemiş, Ebu Lehep de, ona “ git, sen hürsün” demişti. Bundan dolayı Ebu Leheb’in pazartesi günleri azâbı biraz hafifletilmekte idi.
(M. A. Köksal , İ. Tarihi ,Cilt 2 , S. 18)
PEYGAMBERİMİZ(S.A.V.)’İN YÜZÜĞÜ
Peygamberimiz (S.A.V.), Acem şâhına, Rum kâyseri’ne ve Habeş Necâşisi’ne mektub yazdırmak istediği zaman “ Yâ Resulallah, Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça, okumazlar ” denilmişti.
Bunun üzerine Peygamberimiz (S.A.V.) gümüş bir yüzük edindi ki kaşına üç satır halinde “Muhammed”ür Resulullah” nakş edilmişti.
Amr b. Sâîd (R.A) Peygamberimiz (S.A.V.) in yanına gelmişti. Onun parmağındaki halkayı görünce “Nedir bu elinde ki yüzük? diye” sordu. O da “Yâ Resulallah! Bu bir halkadır. Ben yaptım. Üzerinde muhammed’ ür resulullah yazılıdır.” dedi.
Peygamberimiz (S.A.V.) bu yüzüğü alıp Zât mührü alarak kullandı. Başkalarını yüzüklerine “Muhammed’ür Resulullah” kelimelerini nakş etmekten men ettiler.
Peygamberimiz (S.A.V.), mühür yüzüğünü, sol elinin serçe parmağına takardı. Helâya (tuvalete) gireceği zaman yüzüğünü parmağından çıkarırdı. Parmağında bu yüzük bulunduğu halde teşrîf-i dâr-ı bekâ etmişlerdir.
Bu yüzüğü, Peygamberimiz (S.A.V.)in irtihallerinden sonra sırasıyla Hz Ebû Bekir, Hz Ömer ve Hz Osman (Radıyallahüanhüm) parmaklarına takmışlardır.
Hz. Osmân (R.A), Halîfe iken, Eris kuyusunun başında oturduğu sırada kuyuya düşürmüştür. Bütün aramalara rağmen, yüzük bulunamamış, kuyunun dibinde kaybolup gitmişti.
(M.A.Köksal, İslâm T. C.11 , S. 151)
Onları alıp Hücre-i Sa’adet yakınında kaldıkları odalarına götürdü. Odaları Ribât’ül-A’cem binâlarının bulunduğu arsa üzerinde idi. Nûreddîn Şehîd, odanın dört tarafını araştırdı, odada nefis kitâbeler, kıymetli eşyalar vardı. Onların ifâdelerine kulak vermeyip yerdah’hasırı kaldırdı ki desin bir lağım gördü. Çukurun ağzı, Hücre-i Sa’adete uzanan bir tünelin girişiydi. Sâdât-ı Medine, ol hınzîrlar hakkında kemâl, iffet, zühd sâhibi diye sifayişte bulunmuşlardı ki bu hâli görünce mahcûb oldular ve söyleyecek söz bulumadılar. Cenâb-ı Nûreddîn, de iki hadîsi, bizzat kendisi sorguladı. Fakat hınzırlar, lağımı kazış sebebini bir türlü söylemediler. Nûreddin Hazretleri, onların şiddetle dövülmelerini ve onlara işkence edilmesini emretti. O zaman mağrîbîler: «Biz mağribli müşriklerdeniz, islâm değiliz, hacc facizasını îfâ ve ziyâret-i Merkâd-ı Sâhib’ül-Mîrac hîlesiyle Medine-i Münevvere’ye geldik, bu hücrede ikâmeti tercih ettik, maksadımız Na’ş-ı Sa’âdet-i NAkş-ı Muhammedi’yi çalıp mağribe götürmektir. Bu uğurda ne kadar para sarfettikse Mağrîbîler ziyâdesiyle gönderdiler. Gördük ki Ehl-i Medîne’yi mal sarfiyle iğfâl mümkin değil. Sıdk ü vefâ kıyâfetinden görünmek için mel’ânete bürünerek zâhidlerden göründük ve ahâliyi de iğfâle muvaffak olup işimizi görmeğe koyulduk. Geceleri lağım kazdık, gündüzleri de, ziyâret hîlesiyle, o tdoprakları torbalara doldurup, Bakî’ül-Ferkad Makberesine (Cennet’ül-Bakîy) döktük. Kabr-i Saâdet’e yakla=ştığımız gece gökyüzünde şiddetli şimşekler çaktı ve yıldırımlar gürledi ki bunlardan çok korktuk suûrumuzu kaybettik. Sabahleyin de teşrîf-i hümâyununuzu haber aldık.» diyerek riyet ve fiillerini izhâr ettiler.
Nûreddîn Hazretleri, bu sözleri hayret ve ıztırâbla dinledi, sonunda rikkati galebe çalıp gözyaşlarını tutamadı, Mağrîbîlerin hapsedilmeden derhal katl ve idâmlarını emretti. Hücre-i Sa’âdet’e su’-ikasad eden habis, hınzîr mel’ûnlar, Şebbûk-ı Şerîfe altında müstehak oldukları şekilde îdâm edildiler.
Nûreddîn Şehîd, ol vakit bir fener yakıp tünele indi. Tünelin sonuna kadar gitti. Burada toprak yıkılıp arasından yed-i sa’âdet meddoldu Nebî (S.A.V.) Hazretleri’nin Mûbârek Eli uzandı. Nûreddîn Şehîd, Meddolan Yed-i Sa’âdeti takbîl etti, öptü. ki Ne büyük sonsuz sa’âdet! ve ne büyük sonsuz inayet!
Nûreddin Hazretleri, ol bedbahlarî İdâm edip temizledikten sonra Hücre-i Şerîfe etrafında şu seviyesine kadar dibi geniş bir hendek kazdırdı. Su çıkıncaya kadar kazdırdığı bu hendeğin toprağını boşalttırıp içine eritilmiş kurşun akıttırdı. Böylece Merkad-I Sa’âdet’in etrafını çevreleyen hendeği eritilmiş kurşunla doldurtup Hücre-i Sa’âdet’i sağlam kurşun duvar içine aldırdı. Fi 557 sene (1161) (Eyûb Sabrî Paşa, Mir’ât-ı Medîne, Cild= 3-4, S. 684-686
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN SEHÂVET VE CÖMERTLİKLERİ
Ebu Zerr (r.a.)’in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.v.) :
— «Bütün Uhûd dağı altın olsa ve bana verilse —borcumu ödemek için ayırdığım müstesnâ— onun bir dinarını üç gün yanımda bırakmak istemezdim.»
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) üzerinde bulunan parayı son kuruşuna kadar infâk etmedikçe evlerine girmezlerdi. Bir def’asında Fedek Reîsi hediye olarak dört deve yükü hubûbât göndermişti. Hz. Bilâl (r.a.) bunları çarşıda satmış Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir yâhudîye olan burcunu ödemişti.
Resûlullah (s.a.v.) birşey kalıp kalmadığını sormuş, Hz. Bilâl (r.a.) de kaldığını söyleyince:
— «Onları da sadaka olarak dağıt, yoksa evime gidemem.» buyurmuşlardır.
Hz Bilâl (r.a.) de parayı verecek kimse bulamamış ve bunun üzerine Allah(c.c.)’ın Resûlü (s.a.v.) evine gidememiş ve mescidde yatmışlardı. Nihâyet ertesi sabah kalan parayı Hz. Bilâl (r.a.) dağıtmış ve Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.)’e:
— «Cenâb-ı Hakk seni kurtardı» demişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de şükrederek evine gidebilmişlerdi. (Ebû Davud)
(Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh. 49)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN HEDİYELEŞMELERİ
Peygamberimiz (s.a.v.) dostlarının ve yakınlarının verdiği hediyeleri bir sevgi alâmeti olarak kabûl eder. Reddetmezlerdi. Ashâb-ı Kirâm (r.a), kendilerine muhtelif hediyeler gönderirlerdi.
Bir gün adamın biri Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e bir kumaş parçası hediye etmiş, fakat bir başkası bunu kendisinden isteyince bu kumaşı ona hediye etmişlerdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, kendilerine hediye verenlere mukâbil hediyeler verirlerdi. Hattâ bir defa Fezare Oğulları’ndan biri kendilerine bir deve hediye etmiş. Peygamberimiz (s.a.v.) buna mukâbele etmek isteyince adamın canı sıkılmıştı. Bunun üzerine Allah (c.c.)’ın Resûlü (s.a.v.) :
— « Siz bana hediye getiriyorsunuz ben de kabul ediyorum. Fakat hediyenize mukâbele etmek isteyince bundan sıkılıyorsunuz. Eğer böyle hareket ederseniz bundan böyle ben de sizin hediyelerinizi kabûl etmem» buyurdular. (Buhârî)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) minnet altında kalmak istemezlerdi. En yakın dostları Hz. Ebû Bekir (r.a.), hicret esnasında kendilerine bir deve vermek istemiş, fakat O (s.a.v.) derhâl bedelini takdim etmişlerdi.
Yine Medine’de câmii inşâsı esnâsında kendilerine bir arsa verilmek istenmiş, fakat O (s.a.v.) bunu bedelsiz kabûl etmemişlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh.: 58)
HİCRET-İ NEBEVİYYE
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye Hicreti seniyyeleri, İslâm Târihinin en büyük bir hadisesidir ki bu hâdiseyle başlayan tarihe TARİH-İ HİCRÎ denir.
Velâdet-i Muhammediyye (S.A.V.)’nin 54’üncü ve Târih-i Milâdi’nin 622’nci senesine müsâdiftir. Yâni Nübüvvet-i Muhammediyye (S.A.V.)’nin 12’nci senesinde, Rebi’ul evvel ayının 12’nci gününde Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olmuşlardır.
Bir taraftan Evs ve Hazrec kabileleri fevc fevc imâna gelmekte idi ve bir taraftan Medîne-i Münevvere’ye hicret eden Ashâb-ı Kirâm (r.a.) peyderpey orada toplanmakta idi. Din-i İslâm, Medîne-i Münevvere’de kuvvet bulmaya başladı.
Ebû Cehil’in rey’i üzerine Peygamberimiz (S.A.V.)’i öldürmeye karar verdiler. Allah-ü Teâlâ Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimize Ebû Bekir Sıddîyk (r.a.) ile hicret etmesini buyurdu.
Resûl-i Zîşân (S.A.V.), Ebû Bekir Sıddîyk (r.a.) ile beraber Allah (c.c.) Hazretlerinin emri irâdesiyle Mekke’den hicret buyurdu. Üç gece Cebel-i Sevr’de kaldıktan sonra her ikisi, kılavuz olarak ücretle tutulan Abdullah bin Ureykıt ile beraber 500 km.’lik yolları geçtiler ve düşmanların şiddetli takibine rağmen Medîne-i Münevvere civârına sekiz günde vardılar. Seyahât için herşey hazırdı. Cebel-i Sevr’deki mağara bu günde mevcûddur. Peygamberimiz (S.A.V.)’in Medine’ye girişini bir Yahudi:
– “Ey Ehl-i İslâm! Beklediğiniz Zât işte geliyor!” diye herkese müjde vermiştir. (Hz. R.M.Sâmi (k.s.), Ashâb-ı Kiram, Sh: 18-19)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN KADIN LARA HÜSN-İ MUÂMELELELERİ
Peygamberimiz (S.A.V.)’in etrâfına dâimâ erkekler toplandığı için, kadınlar Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e suâl sormağa fırsat bulamıyorlardı. Bunun için kadınlar Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e mürâcaat ederek kendilerine bir gün ta’yin edilmesini istemişlerdi. Allah (c.c.)’ın Resûlü (S.A.V.) de bu mürâcaatı kabül ederek kadınlara bir gün tahsis etmişlerdi. (Buhâri)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’e mürâcaat eden kadınlar, gâyet sarîh ve açık bir ifâde ile suâller sorarlar. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in Ashâb (r.a.)’ı onların cesâretine hayret ederdi. Kadınların tabîatındaki nezâket ve kalbindeki za’f dolayısıyla Resûl-i Ekrem (S.A.V.) onların hissiyâtını rencîde etmemeğe bilhassa dikkat gösterirler ve kadınlara mülâyemetle muâmele ederlerdi. Peygamberimiz (S.A.V.), büyük bir inkılâb gerçekleştirerek kadınlara gerçek kadınlığın şahsiyet ve vekârını bahşetmiştir. Kadınların hürmet ve i’tibâr nokta-i nazarından erkeklerle aynı seviyeye çıkaran O (S.A.V.)’dur; O (S.A.V.)’nun getirdiği sistemdir. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in âlemlere rahmet olarak gönderilişinin bir eseri olarak da herkese merhametle muâmele buyurmalarıdır. (Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
“O akıl sahipleri) ki onlar, Allah (c.c.)’ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar.” (Ra’d Sûresi : 20)
HUDEYBİYE MUSÂLAHASI
Ömer İbn’ül-Hattab (R.A.)’in rivayet ettiği bir Hadîs, Buharî Şerhi’nde Tecrid’de beyan olduğu üzere: Müslümanların mukadderatı, müstakbel hayatı, Hudeybiye Sulhu ile açılmış ve inkişafa başlamıştır. Hudeybiye sulhu ile İslâm câmiasının siyasî varlığı hall ü akde muktedir bir devlet olduğu düşmanları tarafından kabul ve tasdik edilmiş bulunuyordu.
Resûlullah (S.A.V.)’in Kureyş’i hiçe sayarak silahsız 1400 kişi ile Mekke’nin kapısına gelmiş ve neticede Kureyş’i bir sulh akdine ve bunu bir muâhedenâme ile tevsika mecbur etmesi Kur’an-ı Hakim’in beyanı vechile bir Feth-i Mübîn (en parlak bir zafer) idi.
Her ne kadar yapılan muahâdenâme maddelerinde şartlar müslümanlara çok ağır gelmişse de umûmî mahiyeti itibariyle Arap kabileleri arasında Resûlullah (S.A.V.)’in Kureyş üzerinde müessir olduğunun siyasî bir vesikası telâkkî olunmuştur. Bu tarihten itibaren Arap kabileleri heyetler göndererek küme küme İslâm dinin adalet ve medeniyet câmiâsına girmeğe başlamışlardır.
Bu musâlaha tarihinden Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında müslümanların sayısı, İslâm Dininin zuhûru zamanından Hudeybiye musâlahasına kadar geçen 19 veya 20 yıl içinde İslâm’a girenlerden birkaç misli kadar çoktur.
( Hz. M. Sami (k.s) Hz. Osman ve Ali (R.A.), Sh, 53)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MEŞGALELERİ
Peygamberimiz (S.A.V.), evine girişinden itibaren vaktini, Allah (C.C.)’a ibadete, ev halkının işlerine ve kendi şahsi işlerine aid olmak üzere üçe ayırmıştı. Şahsına ayırdığı vakti de, kendisi ile insanlar arasında bölüştürmüştü.
O vakitte yanına, insanlardan ancak seçkin sahabiler girerdi. Halka dini meseleleri, onlar aracılığı ile tebliğ eder, halkı ilgilendiren hiç bir şeyi yanında tutmaz, biriktirmezdi. Peygamber (S.A.V.), ümmetine ait vakti, fazilet sahiplerine, dindeki üstünlük derecelerine göre bölüştürüp kendilerini ona göre huzuruna çağırmak âdeti idi. Onların dini hacetleri ile meşgul olur, sorularına gereken cevapları verir, sonra da “Bunları, burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin, Bana kendisi gelip hacetini arz edemeyen kimsenin hacetini siz bana arz ediniz. Muhakkak ki, sultana hacetini arz edemeyenini hacetini Allah (C.C.) sırat üzerinde sabit kılar.” buyururdu.
Peygamber (S.A.V.)’in yanında başka bir şey anılmaz, dile getirilmezdi. Zaten kendisi de, hiç kimseden bundan başkasını kabul etmezdi. Peygamber(S.A.V.)’in huzuruna girenler, talib olarak girerler, en büyük ilim zevkini tatmış ve onlara delalet edecek oldukları halde çıkarlardı.
(M.A. Köksal, İslâm Tarihi, C.11)
ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ
Peygamber (AS); ne uzun, ne de kısa boylu idi. O, herkesten ayrılan bir orta boylu idi.
El ve ayak parmak parmakları irice, başı büyükçe idi.
Omuzları, dizleri ve bilekleri kemikli idi.
Göğsünden, göbeğine kadar çizgi halinde uzanan ince tüyler vardı.
Yürürken ayaklarını sürümez, adımlarını canlı ve uzun atar; sanki yüksekten iner gibi önüne doğru eğilirdi.
Saçı, ne öyle kıvırcık, ne de düzdü (hâreli idi).
Yüzü, çok yuvarlak değildi.
Teni, kırmızı ile karışık beyazdı.
Gözleri, büyükçe idi. Göz bebeklerinin siyahı, pek siyahtı. Kirpikleri, sık ve uzundu.
Kendisi, ne zaif, ne de şişmandı. Uzuvları kıllı değildi.
Bakmak istediği tarafa, bütün vücudu ile dönerek bakardı.
İki küreği arası enli, kendisinin peygamberler hâtemi olduğu omuz kürekleri arasındaki peygamberlik hâtem’inden belli idi.
İnsanların en coşkun ve en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü ve en yumuşak tabiatlısı idi.
Kavim ve kabile yönünden de insanların en şereflisi idi.
Onu birden bire görenler, mânevî vakar ve heybetinden sarsılırlar, kendisini yakından tanıyınca da, ona en derin sevgi ile bağlanırlardı. Onun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen: (Ben, ne ondan önce, ne de sonra onun bir benzerini görmedim!) demekten kendisini alamazdı.
(İslâm Tarihi, M.A.Köksal, S.9)
Rasûlullah, meclisindekilere karşı dâima güleçti, güzel huylu idi.
Onun esirgemesi, bağışlaması çoktu. Asla katı kalpli, acı dilli, hoşa gitmeyecek huylu değildi.
Kimse ile çekişmez, bağırıp çağırmazdı.
Kötü söz söylemezdi. Kimseyi, ayıplamazdı;
Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı; umanı, umutsuzluğa düşürmezdi; hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Kendisini, üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi, çok konuşmazdı, boş şeylerle uğraşmazdı.
Halkı da üç şeyde kendi haline bırakırdı: Hiç bir kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı; hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Kimseyi, hakkında hayırlı ve sevaplı olmayan sözü söylemezdi.
Konuşurken, meclisinde bulunanlar, başlarına kuş konmuş gibi sessiz ve hareketsiz dururlardı. Sözünü bitirip susunca, söyleyeceklerini söylerler, fakat, onun yanında aslâ tartışmaz ve çekişmezlerdi. Birisi konuşurken, öbürleri susarlar, konuşmasını bitirinceye kadar onu beklerlerdi.
Resûlullah’ın yanında, en sonrakinin sözü ile, en öncekinin sözü farksızdı. Yâni, onun huzurunda en sonra konuşanda, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlenirdi.
Meclisinde bulunanlar, bir şeye gülerlerse, o da onlara uyarak güler, bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.
Huzuruna gelen gariblerin, yabancıların sözlerindeki ve sorularındaki katılık, kabalık ve kırıcılığa, -Eshâbı da kendisi gibi hareket etsinler diye- katlanırdı.
(Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını talep ettiğini gördüğünüz zaman, ihtiyacını ele geçirmesi için ona yardım ediniz!) derdi.
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN MUCİZESİ
Tebük Gazvesinde idi. Ashab-ı Kiram, bir gün susuz bir yere indiler. İnsanlar ve binekler susuzluktan telef olmak durumuna gelmişti. Resûlullah (s.a.v.):
“– Su kovasını taşıyan nerede?” diye sordular.
“ İşte ya Resûlullah (s.a.v.), orada!” diye gösterildi. Resûlullah (s.a.v.) o adamı çağırdı ve “kovayı getir” dedi. Onda çok az miktar su vardı. Mübarek parmaklarını onun üzerine koydu. On parmağından da su akmağa başladı. İnsanlar geldiler, kanasıya içtiler, bütün bineklerini de suladılar. Askerlerin onikibin kısrağı ve onbeşbin devesi var idi. İnsanlar ise otuzbin kadardı.
“Allah (c.c.) yolunda muhârebe edip de ganimete ulaşan hiç bir topluluk yoktur ki onlar, ahiretten olan sevaplarının muhakkak üçte ikisini dünyada elde etmeğe acele etmesinler. Onlara yalnız üçte bir kalmıştır. Eğer ganimete kavuşmazlarsa, onların ecirleri eksiksiz olur. Âhirette alacakları üç mükafata karşı dünyada acele ettikleri iki şey harpten selamete çıkmaları ve ganimete kavuşmalarıdır.” (Hadîs-i Şerîf-Müslim)
(Tebük Seferi, Hz. Mahmud Sâmî (k.s.))
RESÛL-İ EKREM’İN FESÂHÂT VE BELâGATI
Nebîy-yi mu’ciz beyân Efendimiz (s.a.v.), fıtraten pek fasîh idi. Yüksek maksatlarını açık açık parlak bir sûrette ifâde ederdi. Huzuruna gelen elçilerin verdikleri nutuklara pek belîğ bir tarzda mukâbelede bulunurdu. Onun mübârek sözleri arasında bir çok mânâları toplayan öyle yüksek parçalar vardır ki bunlara “Bedâyi’ül hikem” denilir. (Hikmetin başı Allah korkusudur.) (İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir.) (Nâs tarak dişleri gibi birbirine -hukûken- müsâvîdir) (Kendi miktarını bilen kişi helâk olmaz.) (Kendi hakkında istediğini senin hakkında istemeyen kimsenin sohbetinden hayır yoktur.) (Kendi nefsi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe kişinin îmânı kâmil olmaz.) (Yalan yere yemin, yurtları harâb bir halde bırakır.) (Emâneti seni emîn ittihâz edene teslim et, sana hiyânet edene sen hiyânet etme.) (Nâsa kendini sevdirmek, aklın yarısıdır.) (Cezâsı en çabuk olan şey zülumdur.) (Kânaat tükenmez bir mal, fenâ bulmaz bir hazinedir) meâlinde bulunan mübarek Hadîs-i Şerîf’ler de bu cümledendir. (B.İslâm İlmihâli, Ö.N.Bilmen, Sh: 550)
“Gerçekten cennette bir ağaç vardır. Binekle giden onun gölgesinde yüz sene yürür bitiremez.” (S.Müslîm, C. II, Sh: 235)
“Hiç şüphe yok ki cennetlikler, cennette köşkleri sizin semâda yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.” (S.Müslîm, C. II, Sh: 237)
“Şüphesiz ki cennetlikler orada yiyip içerler; fakat tükürmezler; büyük küçük abdest bozmazlar ve burun atmazlar.” (S.Müslîm, C. II, Sh: 244)
EBÛ CEHİL’İN KATLİ
Bedir Harbi sırasında Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri:
— “Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan haber getirir?” buyurdukta:
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) Hazretleri seğirtti, Ebû Cehil’in yanına gitti, gördü ki can çekişiyor.Hemen başını kesmek üzere sakalından tuttu. Ve ayağıyla boynuna bastı. Ebû Cehil gözlerini açtıkta: “Yâ Ebû Cehil sen misin?” dedi. Ebû Cehil ise son nefese gelmiş olduğu halde pervâsız İbn-i Mes’ûd (r.a.)’a:
— “Ey koyun çobanı! Pek sarp bir yere çıkmışsın. Bir büyük kişiyi kavm ü kabîlesi öldürmek hemen şimdi olmuş bir iş değil â! Bu olağan iştir. Fakat galebe hangi taraftadır?” diye sordu.
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) de:
— “Nusret ve galebe Ehl-i İslâm’a yüz gösterdi” dedi.
Ebû Cehil’in sekerât halinde daha ziyâde ye’se düşürdü.
Ebû Cehil; artık her cihetten me’yûs ve nevmîd olunca:
— “Muhammed (s.a.v.)’e söyle, şimdiye kadar O (s.a.v.)’nun düşmânı idim, şimdi düşmânlığım bir kat daha arttı.” dedi.
Derhâl Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) başını kesti. Son nefesinde de îmâna gelmeyip küfründe ısrâr ile cânını Cehennem’e ısmârlayıp gitti.
(Bedir Gazvesi, Hz. R.M.Sâmî (k.s.), Sh: 61)
DIRAR MESCİDİ
Kubâ münafıkları tarafından Dırar Mescidi Kubâ’da Mescid-i Mübâreke’nin yanında küfür ve nifak maksadıyla yapılmış bir binâ idi.
Resûlullah (s.a.v.) Tebük seferine hareket edip Medine’ye bir saat mesafede Ziyevân köyüne geldiğinde bunlar bir hey’et ile huzûr-ı saâdet-i Nebevî’ye gelerek: “Ya Resûlallah! Hastalar için ve Kubâ mescidine gelemiyen ashâb-ı hâcet için husûsiyle yağmurlu gecelerde namaz kılmak için bir mescid binâ ettik. Teşrif buyursanız da namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle duâ buyursanız” diye ricâ etmişlerdir.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri de seferden avdet buyurduğunda arzularını is’af edeceğini va’d eylemişti.
Tebük seferinden dönüşünde münafıklar yine geldiler. Tekrar da’vet edip va’d-i Nebeviyi hatırlattılar. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz gitmeğe hazırlanır iken Tevbe Sûresi: 107. âyeti kerîme nâzil oldu.
Bu âyet-i celîlenin şeref-i nuzûlü üzerine Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Mâlik İbn-i Duhşum ile Ma’n İbn-i Adiyy’i çağırdı ve: “Haydi hiç durmadan gidiniz. Şu zalim cemaatin mescidlerini yıkınız, yakınız” diye emir buyurdu.
Bu iki İslâm bahadırı müsâreatla mescidin bulunduğu Benî Salim İbn-i Avf yurduna vardılar. Ve bu mehabetli emri hiç tereddüt etmeden îfa edip yaktılar, yıktılar.
(R.Mahmud Sâmî (k.s.), Tebük Seferi, Sh: 55)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN AHLÂKI
Bir Arabî gelip kendisine bir şeyler vermesini Peygamberimiz (s.a.v.)’den istemişti. Peygamberimiz de ona bir şeyler verdi ve:
– Sana ihsanda bulunmuş oldum mu? diye sordu. Arabî:
– Hayır! Bu kadar şeyle sen, ne bir ihsan, ne de bir iyilik yapmış oldun, dedi. Bunun üzerine müslümanlar kızdılar ve üzerine doğru yürüdüler. Peygamberimiz (s.a.v.) sakin olmalarını buyurdu. Sonra kalkıp evine girdi. Arabiyi eve çağırdı. Verdiğini artırdı ve:
– Şimdi sana ihsanda bulunmuş oldum mu? diye sordu. Arabî:
– Evet! Allah, senin ev halkını ve kabîleni hayırla mükâfatlandırsın, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.):
– Sen, bize gelmiş, birşeyler istemiştin. Sana istediğini vermiştik. Sen, önceki sözü söyleyince, Eshabımın kalbinde biraz kızgınlık hasıl oldu. Arzu edersen şimdi, önümde söylemiş olduğun sözü onların önünde de söyle ki, sana karşı kalplerinde olan kini gidersin, buyurdu. Arabî de ashabın önünde söylenenleri tekrar etti. Bunun üzerine peygamberimiz:
– Benim misâlim ile bu Arabînin misali, devesi kaçan bir kimsenin misâline benzer ki, halk, onu yakalamak için ardına düşmüş, bu da ancak devenin kaçmasını, ürkmesini artırmıştır. Deve sahibi ise onlara:
– Siz, devemle benim aramdan çekiliniz! Çünkü ben ona sizden daha alışığım ve onu yakalamanın yolunu daha iyi bilirim, diye seslenip yerden eline aldığı kuru otu, ön tarafından yönelerek ona uzatmış ve yanında gelince de, ıhdırıp üzerine yükünü sarmış ve binmiştir. Eğer, şu adam önceki sözünü söylediği zaman sizi bıraksaydım, onu öldürecektiniz, cehenneme girecekti, buyurdu.
(A.Köksal, İslâm Tarihi, XI, Sh: 456-457)
HENDEK SAVAŞI
Aişe (r.a.) rivayet ile Hendek vakası hakkında nazil olan bu Ayetler’in meâli: “Ey peygamber’in iman eden Ashâb’ı! Allah’ın üzerinizdeki nimetlerinizi hatırlayınız. Hani bir zaman Ahzab orduları karşınıza gelmişti de düşmanlarınız üzerine bir yel ve sizin görmediğiniz (melâike ordularını) salıvermiştik. O zamân Allah ne yaptığınızı nasıl güçlükle hendek kazdığınızı görüyordu. O zamân düşmanlarınız ise hem üstünüzden (Medine vâdisi’nin doğusundan) hem altınızdan (Medine’nin batısından) saldırmağa gelmişlerdi.
Ey mü’minler! Şaşkınlıkla gözler döndüğü, yürekler oynayıp gırtlaklara dayandığı ve Allah hakkında türlü zânlarda bulunduğunuz zamânı hatırlayınız. İşte o vakit mü’minler sıkı bir denemeye çekilmişlerdir. Ve şiddetli bir sarsıntı ile ırgalanmışlardı.” (Ahzâb S. 9/11)
(Hazret-i Osman (r.a.) ve Ali (r.a.), R.Mahmud Sâmî (k.s.), s. 127)
HAZRET-İ ALİ (R.A.)’NİN O⁄LU HASAN (R.A.)’A VASİYETİ
Peygamber (s.a.v.)’in Allah hakkında bildirdiği gibi hiçbir kimse bildirmedi. Ve bildiremez. O’nu bir önder ve kurtuluş ordusunun kumandanı gibi kabul et.
Dünyayı ve onun türlü hallerini, içinde bulunan bütün şeylerin başka bir yere göç edeceğini âhireti ve ehli için orada yapılacak şeyleri, âkibetlerini bildirdim. Bunlar hakkında senin ibret alman için bazı misaller vardır. Bu misaller ile senin kurtuluşunu ümit ettim.” (Hz. Osman (r.a.) ve Ali (r.a.), R.M.Sâmi, (k.s.), Sh: 136)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN YÜKSEK AHLÂKI
Hz. Peygamber (s.a.v.), güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir vakit kaba ve sert huylu değildi. O (s.a.v.)’nun ağzından hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkid veya takbih etmez sevmediği bir hareket veya durum karşısında birşey söylemez, böyle bir harekette bulunan adam kendi hareket tarzının tavsibini isteyecek olursa, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu kınamadan, kalbini kırmadan bundan vaz geçirirler, yahut susarak muhatablarına memnûn olmadığını hissettirirlerdi.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kendi hesabına üç şeydan sakınırdı:
1- Münakaşa ve mücâdele etmekten,
2- Kimseye lüzûmundan fazla söylemekten,
3- Kendilerini alâkadar etmeyen işlerle meşgûl olmaktan,
Başkaları hesabına da üç şeyden sakınırdı:
1- Kimseyi tenkid etmezdi,
2- Kimseye hakarette bulunmazdı,
3- Başkalarının sırlarına muttâli olmak istemezdi. (Tirmizî, Şemâil)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bütün işlerini, bütün vazifelerini tâyin etmişler, tesbih ve tehlil zamanlarını ayırmışlar, uyku ve istirahât, misâfir ve ziyaretçilerin kabul saatlerini tesbit etmişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kimseye karşı hareket tarzını değiştirmezlerdi.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı)
BEDİR GAZVESİ
Hicretin 2. senesinde Nebî (s.a.v.) Hazretleri, 64’ü Muhâcirîn (r.a.), kalanı da Ensar (r.a.) Hazerâtı olmak üzere 305 kişilik (Mezûn olanlarla bu sayı 313 kişidir.) Ashâbıyla Medîne-i Münevvere’den Ebû Süfyan’ın Şam’dan dönen kervanını önlemek maksadıyla çıkmışlardı. Ebû Süfyan ve Amr İbni As, sapa yollardan giderek kervanı kurtarmış iseler de Murâd-ı Sübhânı vechile bu büyük vak’a vuku buldu. Medine’ye yürüyen Kureyş ordusu, sayı ve techizât cihetiyle çok üstündü, sayıları 1000’den fazlaydı. Ashâb (r.a.)’ın hepsi de oruçluydular.
Nebî (s.a.v.) Efendimiz ordunun başkumandan bayrağını, Mus’ab bin Umeyr (r.a.)’e, ikinci dereceden iki bayraktan birini Hz. Ali (r.a.)’e, diğerini de Sa’d İbn-i Muaz (r.a.)’a verdiler. Resûlullah (s.a.v.), Kureyş ordusuna karşı çıkmak veya kervanın peşine düşmek hususunda, ashâb-ı kirâm (r.a..) ile iştişare ettiler. Mikdad bin Esved (r.a.): “Ya Resûlallah, Allah’ın emri ne ise biz itaat eyleriz. Her halde seninle beraberiz. Vallahi arz-ı ma’mûrenin en nihayetine kadar gitseniz sizinle beraber gideriz! Biz, Musa (a.s.) kavminin, Musa (a.s.)’a: “Sen ve Rabbin düşmana karşı gidip muhârebe ediniz de biz burada duralım!” dedikleri gibi diyemeyiz. Biz senin sağında, solunda, önünde ve arkanda düşmanla çarpışırız.” dedi. Bu muhârebede, kardeşler akrabalar, birbirlerine karşı çarpıştılar. Allah (c.c.)’ın nusretiyle Müslümanlar galip geldi. Kıyamete kadar yapılan, bütün hayırlardan Ashâb-ı Bedir’in amel defterlerine de yazılmaktadır. (Hz. R.M.Sâmi (k.s.), Bedir Gazvesi)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İMİZİN YEMEK
YEYİŞ TARZLARI
Peygamberimiz (s.a.v.) zâhidâne bir hayat yaşadıklarından, bulduğunu yerler ve kalabalıkla yemek yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp, iki ayağı üzerine oturarak, besmele ile yerlerdi. Sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
“Sıcak yemekte bereket yoktur. Allah-ü Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyleyse yemeği soğutun” buyurmuşlardı.
Yemeği elleriyle ve üç parmak, nâdiren dördüncüyü de yardımcı olarak kullanmak suretiyle ve dâimâ önlerinden yerlerdi. İki parmakla yemekten hoşlanmazlardı. Yemek esnasında bazen bıçak kullandıkları olurdu.
Yemekleri parmakları ile sıyırırlar ve: “Yemeğin sonu daha bereketlidir” derlerdi.
Parmaklarını temizlemeden ellerini mendil ile silmezlerdi. Yemeğin sonunda nimetleri veren Cenab-ı Hakk (c.c.)’a hamd ü şükür eder ve ellerini yıkarlardı.
Su içerken üç kerede içmeyi i’tiyad edinmişlerdi. Her defasında besmele ile başlar ve hamdele ile bitirirlerdi.
Cemaat içinde su veya süt içtiklerinde, kabı hemen sağındakine verir böylece devretmesini arzu ederdi. İçtikleri kaba üflemezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirlerdi.
Evin içinde bir cariyeden daha utangaç hareket ederler, yemek istemezler, ancak sofra kurulursa yerlerdi. Yedirilenden yer, içirilenden içerlerdi. Yiyecek ve içeceği bizzat kendilerinin aldığı da olurdu.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, Sh: 11)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
SEVDİKLERİ RENK VE KOKULAR
Resûlullah (s.a.v.) beyaz, yeşil ve sarı renkten hoşlanırlar ve beyazın en güzel renk olduğunu söylerlerdi. Kendileri bazen baştan başa sarı renkli elbiseler de giyerlerdi. Kırmızı renkten hoşlanmazlardı. Bir gün Abdullah bin Ömer (r.a.) kırmızı elbise giyerek Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gitmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) de bu elbiseden hoşlanmadığını îmâ edince, Abdullah (r.a.) evine giderek bu elbiseyi yakmıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bundan haberdar olunca Abdullah bin Ömer (r.a.)’e:
– “O elbiseyi ziyân etmek doğru değildi. Onu bir kadına verebilirdin.” buyurmuşlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), güzel kokulardan hoşlanırdı. Çünkü güzel koku Peygamberimiz (s.a.v.)’e sevdirilen üç şeyden biri idi. Araplar arasında “sükk” adı ile anılan bir koku kullanırlardı. Ashâb-ı Kirâm (r.a.), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in geçtiği yerde güzel bir koku bıraktığını beyân etmişlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in güzel kokuları misk ve anberden ibaretti.
(Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
ALLAH (C.C.)’A İTİMAD VE TEVEKKÜLLERİ
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sîreti okunduğu zaman O (s.a.v.)’nun hayatında en amânsız felâketler, ve en çetin musibetlere uğradığı halde ömründe ümitsizlik göstermediği görülür. Amcaları Ebû Tâlib, O (s.a.v.)’na bu dâvâdan vazgeçmesini söylediği zaman:
– “Amca! Yalnız kalacağımı düşünme! Hakk (c.c.) yalnız kalmaz. Bir gün gelir araplar da arab olmayanlar da onu kabul eder!” buyurmuşlardı. Bir gün Âshab (r.a.)’dan birine:
– “Yemin ederim ki, bu dinin kemâl mertebesine varacağı gün çok yakındır. O zaman gönüllerde Allah (c.c.) korkusundan başka bir korku kalmayacaktır.” (Buharî) demişlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v.), Necid Gazası’ndan dönerken Ashâb (r.a.)’ı ile birlikte bir ağacın gölgesinde istirahat ederlerken yorgunluktan hepsi uyuyakalmışlardı. Resûlullah (s.a.v.)’ın kılıcı da ağacın üzerinde asılı idi. Bu esnada oradan geçmekte olan bir bedevî bu vaziyetten istifâde ederek Peygamberimiz (s.a.v.)’i öldürmek istemiş, Allah (c.c.)’ın Resûlü (s.a.v.) uyandıklarında bedevînin kılıcı ile üzerine doğru yürüdüğünü görmüşlerdi. Bedevi haykırarak:
– “Seni benim elimden şimdi kim kurtarabilir?” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.): – “Allah!” deyince, bedevinin elindeki kılıç yere düşmüştü. İşte O (s.a.v.)’nun Allah (c.c.)’a olan tevekkül ve i’timadı…
(Peygamber (s.a.v.) Efemdimizin Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN KONUŞMALARI
Hind b. Ebi Hâle, Peygamberimiz (s.a.v.)’i anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.v.), daima düşünceli idi. Kendisinin susması, konuşmasından uzun sürerdi. Resûlullah (s.a.v.) lüzumsuz yere konuşmazdı. Söze başlarken de, sözü bitirirken de, Allah (c.c.)’ın ismini anardı. Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle konuşurdu. Resûlullah (s.a.v.)’ın sözleri, hep gerçek ve yerinde idi. Resûlullah (s.a.v.) konuşurken ne fazla ne de eksik söz kullanırdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi. En ufak nimete bile şükr eder, hiç bir nimeti yermezdi. Bir nimeti, ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi.
Dünya için, dünya işleri için kızmazdı. Bir hak çiğnenmek istenildiği zaman onun öcünü almadıkça, hiç bir şey, kızgınlığının önüne geçemezdi. Kendi şahsı için asla kızmaz ve öç almazdı. Bir şeye işaret edeceği zaman parmağı ile değil, bütün eli ile işaret ederdi. Hayret ve teaccüp ettiği zaman, elinin duruşunu tersine çevirir, yanı avucu göğe doğru ise, onu yere doğru, avucu yere doğru ise onu göğe doğru çevirirdi. Konuşurken el hareketi yapar, sağ elinin avucunu, sol elinin baş parmağının iç tarafına vurur dururdu.
Kızdığı zaman, kızgınlıktan hemen vaz geçer, kızgınlığını belli etmezdi. Neşelendiği, ferahlandığı zaman, gözlerini yumardı. En fazla gülmesi, gülümsemekti. Gülümserken de, ağzındaki dişleri inci taneleri gibi görünürdü.” (M.A.Köksal, İslâm Tarihi, C: 11, Sh: 416)
EBÛ CEHİL’İN KATLİ
Bedir Harbi sırasında Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri:
– “Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan haber getirir?” buyurdukta:
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) Hazretleri seğirtti, Ebû Cehil’in yanına gitti, gördü ki can çekişiyor. Hemen başını kesmek üzere sakalından tuttu. Ve ayağıyla boynuna bastı. Ebû Cehil gözlerini açtıkta: “Yâ Ebû Cehil sen misin?” dedi. Ebû Cehil ise son nefese gelmiş olduğu halde pervâsız İbn-i Mes’ûd (r.a.)’a:
– “Ey koyun çobanı! Pek sarp bir yere çıkmışsın. Bir büyük kişiyi kavm ü kabîlesi öldürmek hemen şimdi olmuş bir iş değil â! Bu olağan iştir. Fakat galebe hangi taraftadır?” diye sordu.
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) de:
– “Nusret ve galebe Ehl-i İslâm’a yüz gösterdi” dedi.
Ebû Cehil’in sekerât halinde daha ziyâde ye’se düşürdü.
Ebû Cehil; artık her cihetten me’yûs ve nevmîd olunca:
– “Muhammed (s.a.v.)’e şöyle, şimdiye kadar O (s.a.v.)’nun düşmânı idim, şimdi düşmânlığım bir kat daha arttı.” dedi.
Derhâl Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) başını kesti. Son nefesinde de îmâna gelmeyip küfründe ısrâr ile cânını Cehennem’e ısmârlayıp gitti.
(Bedir Gazvesi, Hz. R.M.Sâmî (k.s.), Sh: 61)
HİCRET-İ NEBEVİYYE
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye Hicreti seniyyeleri, İslâm Târihinin en büyük bir hadisesidir ki bu hâdiseyle başlayan tarihe TARİH-İ HİCRÎ denir.
Velâdet-i Muhammediyye (s.a.v.)’nin 54’üncü ve Târih-i Milâdi’nin 622’nci senesine müsâdiftir. Yâni Nübüvvet-i Muhammediyye (s.a.v.)’nin 12’nci senesinde, Rebi’ul evvel ayının 12’nci gününde Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olmuşlardır.
Bir taraftan Evs ve Hazrec kabileleri fevc fevc imâna gelmekte idi ve bir taraftan Medîne-i Münevvere’ye hicret eden Ashâb-ı Kirâm (r.a.) peyderpey orada toplanmakta idi. Din-i İslâm, Medîne-i Münevvere’de kuvvet bulmaya başladı.
Ebû Cehil’in rey’i üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)’i öldürmeye karar verdiler. Allah-ü Teâlâ Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimize Ebû Bekir Sıddîyk (r.a.) ile hicret etmesini buyurdu.
Resûl-i Zîşân (s.a.v.), Ebû Bekir Sıddîyk (r.a.) ile beraber Allah (c.c.) Hazretlerinin emri irâdesiyle Mekke’den hicret buyurdu. Üç gece Cebel-i Sevr’de kaldıktan sonra her ikisi, kılavuz olarak ücretle tutulan Abdullah bin Ureykıt ile beraber 500 km.’lik yolları geçtiler ve düşmanların şiddetli takibine rağmen Medîne-i Münevvere civârına sekiz günde vardılar. Seyahât için herşey hazırdı. Cebel-i Sevr’deki mağara bu günde mevcûddur. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Medine’ye girişini bir Yahudi:
— “Ey Ehl-i İslâm! Beklediğiniz Zât işte geliyor!” diye herkese müjde vermiştir.
(Hz. R.M.Sâmi (k.s.), Ashâb-ı Kiram, Sh: 18-19)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
SEHÂVET VE CÖMERTLİKLERİ
Kerem ve cömertlik, Peygamberimiz (s.a.v.)’in tabiat-ı aslîyelerindendir. Peygamberimiz (s.a.v.), insânların en âlicenâb ve en asîli idiler. Bilhassa Ramazân aylarında O (s.a.v.)’nun kerem ve sehâvetine sınır olmazdı.
Bir gün bir adam Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mer’ada otlayan keçilerini sayarken gelmiş ve bir kaç keçi istemişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de ona bütün sürüyü vermişti. Adam sürüyü kabilesine götürdüğünde:
– “Hepiniz müslümân olunuz. Muhammed (s.a.v.) o kadar cömert ki, fakirlikten hiç korkmuyor.” demişti. (Buhâri)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bazen birinden bir şey satın alır, sonra onu yine hediye ederlerdi. Kendilerine bir şey geldi mi derhâl onu, başkalarına hediye ederlerdi. Yanlarında bir şey gece kalacak olsa ondan üzüntü duyarlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hanımı Hz. Ümmü Seleme (r.anha) vâlidemiz anlatıyor:
– “Resûlullah (s.a.v.)’ın yüzünde bir değişiklik hissettim. Sebebini sorunca:
– “Dün aldığım yedi dinarı veremedim yanımda kaldı.” dedi. (Müsned-i İbn-i Hanbel, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlakı, Sh: 48)
X X X
“Yarım hurma ile olsa dahi ateşten korunmaya çalışınız. Bunu da bulamazsanız tatlı sözlerle..”
(Riyazü’s Salihin, C. 2, Sh: 109)
PEYGAMBERİMİZİN DO⁄DU⁄U GECEDE
VUKU’ BULAN BİR HADİSE
Hz. Aişe’den rivayet olunduğuna göre: Mekke’de ticaretle uğraşan bir yahudi vardı.
Peygamberimizin doğduğu gece, bu yahudi Kureyşilerin meclislerinde birinde bulunuyordu.
Yahudi, “Bu gece sizlerden birisinin çocuğu doğdu mu?” diye sordu.
“Bilmiyoruz” dediler.
Yahudi “Vallahi sizin bu kabahatinizden iğrendim! Bakınız ey Kureyş cemaati1 Size söylüyorum: hatırınızda tutunuz!
Bu gece, bu ümmetin âhir zaman peygamberi Ahmed doğdu!
Eğer yanlışım varsa Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım.
Evet! O’nun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.
Toplantıda bulunanlar, Yahudi’nin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar.
Her birisi, evlerine döndüklerinde bunu ev halklarına anlattılar. Bazılarına ev halkları tarafından, “Bu gece Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını da Muhammed koydular” denildi. Ertesi günü, Yahudi’nin menziline gidip “bahsettiğin çocuğun bizde doğduğunu öğrendin mi?” dediler.
Yahudî “Onun doğumu, benim size verdiğim haberden sonra mıdır, yoksa, önce midir?” diye sordu.
“Öncedir ve ismi de Ahmet’dir! dediler.
Yahudî “Beni ona götürünüz!” dedi.
Yahudi ile birlikte kalkıp, Hz. Amine’nin evine gittiler, içeri girdiler. Peygamberimizi yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi peygamberimizin arkasında beni görünce, üzerine fenalık, baygınlık geldi. Sonra ayıldı.
“Yazıklar olsun sana! Ne oldun?” dediler.
Yahudî “Artık, İsrailoğullarından peygamberlik gitti! Ellerinden kitapta çıktı.
Yahudî bilginlerinin kıymeti ve itibarları kalmadı artık.
Bu, onların öldürülecekleri hakkında verilmiş bir hükümdür.
Ey Kureyş cemaati! Ferahlandınız, sevindiniz mi?
Vallahi, size, haberi, doğudan batıya kadar ulaşacak bir satvet, bir hamle atılım verilecektir!” dedi. (İslam Tarihi, M.Asım Köksal, C: 2, Sh: 8-9)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ŞEMÂL-İ ŞERİFELERİ (II)
Saçları kıvırcık olmadığı gibi dümdüz halde değildi. Sakalları gürdü. Saçlarını uzattıkları zaman kulak memelerini geçtiği olurdu. Sakallarının bir tutamdan fazlasını uzatmazlar, keserlerdi.
Rihletleri anında saç ve sakalları henüz ağarmaya başlamıştı. Başlarında biraz, sakallarında ise sayılabilecek kadar az beyazlık vardı.
Cisimleri nafiz, kokuları lâtif idi. Koku sürsün sürmesin tenleri ve terleri çok güzel kokardı. Bir kimse O (s.a.v.)’nunla musafaha etse o gün O (s.a.v.)’nun güzel kokusunu devamlı hissederdi.
Doğumları anında göbekleri kesik ve sünnetli olarak dünyaya teşrif etmişlerdi.
Duyuları son derece kuvvetli olup uzak mesafelerden işitir ve görürlerdi.
Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in sîmâsındaki mehabet, bütün Ashâb-ı Kirâm (r.a.) ve O (s.a.v.)’nu gören diğer insanlar üzerinde derin bir tesir icrâ ederdi.
O (s.a.v.), insanların en güzeli ve en çok nûrlu olan: idi. O (s.a.v.)’nu anlatanlar “ayın ondördü gibi güzeldi” diyorlar.
Ashâb-ı Kirâm’dan Sâbır (r.a.): “Heybetli ve bulutsuz bir gecede bir kere Peygamber (s.a.v.)’in, bir kere de ayın yüzüne baktım, Resûlullah (s.a.v.)’ın yüzü daha câzipti” diyor. (Mişkât, Sıfatü’n-Nebî) (1)
Yine Ashab-ı Kirâm’dan Berrâ (r.a.):
– “Peygamberimizin yüzü en sevimli ve en güzel yüzdü” diye anlatıyor. (Müslîm, Sıfatü’n-Nebî) (2)
(Peygamber Efendimizin Yüce Ahlakı)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ŞEMÂL-İ ŞERİFELERİ (I)
Resûlullah (s.a.v.) Hazretleri, hilkaten ve ahlaken beni Adem’in en mükemmeli idi. Bütün peygamberler aslında azaları tam, yüzleri güzel ve mükemmel olup Peygamberimiz (s.a.v.) bunların da en güzeli ve en mükemmeli idiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in boyları, azâları, ve endâmları birbirine gayet mütenasipti. Uzuna yakın orta boylu idiler. Fakat halk arasında -mehabetlerinden- herkesten uzun görünürlerdi. Alınları açık ve geniş, kaşları hilâl biçiminde ve birbirine yakın fakat çatık değildi.
Gözleri kara, kiprikleri siyah ve uzundu. Terledikleri zaman terleri mübarek yüzlerinden inci daneleri gibi dökülür ve misk gibi kokardı. Çekme burunlu ve az değirmi çehreli, söbüce yüzlü olup boyunları uzunca idi. Dişleri inci daneleri gibi düzgün ve parlaktı. Söz söylediklerinden ön dişleri parlardı.
Omuzlarının arası geniş, omuzları, pazuları, ve baldırları kalın, bilekleri ve kolları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Göğüsleri geniş olup; karınları ile göğüsleri aynı hizada idi. Şişman değillerdi. Ayakları düz taban olmayıp çukurca idi. İri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli ve sık etli idiler. İki omuzları arasında peygamberlik mührü vardı ki bu mühür, bir güvercin yumurtası büyüklüğünde olup kırmızı ve yumru şekilde idi.
Tenleri yumuşak olup tenlerinin rengi ne fazla beyaz ve ne de esmerdi. Gül gibi kırmızıya meyyâl, parlak bir renkti.
(Devamı Yarın)
(Dünden Devam)
BEDİR GAZÂSI
Cenâb-ı Hakk’ın murâdı, İslâm’ın şevketini ve dîni’ni i’lâ etmek olduğu cihetle zaferin sebeplerini hazırladı ve Bedir Gazası’nda Ehl-i İslâm’ın azlığına ve ehl-i küfrün çokluğuna rağmen şu hatır ve hayâle gelmeyen hârik’ul-âde ilâhî yardımı ile zafer verdi.
` ` `
Kâfirler; ehl-i îman’ı muhârebeye başlamadan evvel az gördükleri halde harp esnâsında kendilerinin üç misli gördükleri rivâyet olunmaktadır.
` ` `
Bedir Savaşı’nda müslüman askerlerin sayısı 313 kişi kadardı. Bunların 64’ü Muhâcirîn’nden diğerleri Ensâr’dandı.
` ` `
Meydan muharebesinde müşrikler öldürülmüş, savaş başlamış ve muharebe kızışmıştı…
O esnâda Resûl-i Ekrem (s.a.v.) çadırında:
“– Yâ Rabb! Peygamberlerine yardım edeceğin hakkındaki ahdini ve zafer va’dini yerine getirmeni senden isterim. Allah’ım! Eğer mü’minlerin helâkini diliyor isen bugünden sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır.” diye duâ’ya başladı.
Bu duâ esnâsında hafifçe uyku geldi ve hemen tebessümle uyanarak.
“– Müjde yâ Ebâ Bekir! İşte Melâike-i Kirâm ile Cebrâil (a.s.) imdâda geldi!” diye buyurdu. Başta bu ümmetin Firavnı olan Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri öldürüldü. (R.M.Sâmî (k.s.), Bedir Gazvesi, Sh: 19)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN YATIŞI
Berâ b.Azib (r.a.) der ki: “Resûlullah (s.a.v.), bana yatacak yerine varacağın zaman, namaz için abdest aldığın gibi, abdest al; sonra sağ yanının üzerine yat ve sonra da “Allahım, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. Sırtımı sana dayadım. Ben senin azabından korkar, rahmetini umarım. Senden, senin rahmetinden başka sığınılacak yok. Senin azabından korunulacak yok. Ancak Senin rahmetine sığınılır, ancak Senin rahmetinle kurtulunur. Ben senin indirmiş olduğun kitabına ve göndermiş olduğun Peygamberine inandım” de!
O gecede ölürsen, İslâm fıtratı üzere ölürsün.”
Yine rivayete göre: Peygamberimiz (s.a.v.): “Sizden biriniz geceleyin döşeğinden kalktıktan sonra, ona dönüp yatacağı zaman, onu izarının eteği ile üç kere çırpsın. Çünkü kendisinden sonra neler olduğunu, nelerin gelip yatak üzerinde yerini aldığını bilemez. Döşeğine yattığı zaman sağ yanının üzerine yatsın. Yanını döşeğe koyduğu zaman da “Allahım seni tesbih ve tenzih ederim. Ya Rab! Yanımı, döşeğe senin izninle koydum. Senin isminle de kaldırırım. Eğer geri sallarsan salih kullarını korduğun gibi beni koru.” Uyandığı zaman da “Hamdolsun Allah’a ki, beni cesedimde afiyetli kıldı. Ruhumu bana geri çevirdi. Ve zikri için bana izin verdi.” desin.” (M.A.Köksal, İslâm Tarihi, C: 11, Sh: 395)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN
UHUD GAZÂ’SINA HAZIRLI⁄I
Cuma hutbesinde fezâil-i cihâdı beyân buyurdu. Ve ikindiyi cemâatla edâ ettikten sonra Ebû Bekri Sıddık (r.a.) ve Ömerü’l Fâruk (r.a.) Hazretleriyle beraber hücre-i mutahharesine gitti. İkisi birlikte Resûlullah (s.a.v.)’ın imamesini düzelttiler ve elbise-i seferiyesini giydirdiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) birbiri üzerine iki zırh giydi. Ve kılıncını kuşanıp yine onlarla beraber hücresinden çıktı. Sâir Ashab-ı Kiram (r.a.) da onun çıkmasını bekliyorlardı. Ashab’ın büyüklerinden Sa’d bin Muaz (r.a.) ve Useyyid bin Hudayr (r.a.) “Yâ Resûlâllah! Biz senin emrine muhalefet etmeyiz, dilediğini işle” dediler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) silâhlanıp atına binmek üzere olduğundan “Bir peygambere silâhlandıktan sonra cenk etmeden dönmek yakışmaz.” buyurdular. Ve hemen atına binip ordusu ile Medîne dışına çıktılar. (Hz. M.Sâmi (k.s.), Uhud Gazvesi)
UHUD HARBİ ÖNCESİ RESÛLULLAH (S.A.V.)’İN RÜYASI
Hicretin 3. senesi Şevval ayının ibtidalarında çarşamba günü Kureyş ordusu Medîne hizasına geldi. Cebel-i Uhud yanında Ayneyn denilen tepenin yanına kondu. Perşembe ve Cuma günleri de orada kaldı. Cuma gecesi Resûlullah (s.a.v.) rüyasında görmüş ki bir takım sığırlar boğazlanıyor. “Zül-fikâr” nâm kılıcın ucu kırılıp bir gedik peyda olmuş ve arkalarına bir muhkem zırh giyip mübarek elini o zırhın yakasına sokmuş.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ertesi gün bu rüyayı şöyle yorumladı. “Boğazlanan sığırlar, ashabımdan katlolunacak zevata ve kılıcımın ucundaki gedik de ehl-i beytimden birinin katlolunmasına işarettir. Ve muhkem zırhlar Medîne demektir.”
“Şu hale nazaran Medîne içinde durunuz, düşman içeri hücum ederse tedâfüî ve tahaffuzî cenk ediniz” diye buyurdu. Ashab-ı Kiram’dan bazıları da bu sureti münasip gördü. (Hz. M.Sâmi (k.s.), Uhud Gazvesi)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN
GİYİNİŞLERİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, giyinişlerinde muayyen bir tarz takip etmez; izâr, ridâ, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sade giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Habeş Kralı Necâşî’nin gönderdiği çoraplar, Resûlullah (s.a.v.) tarafından kullanılmıştır.
Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyaz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı. Elbiselerini topuklarından aşağı uzatmazlardı. İzârı ise daha yukarıda olurdu. Sarığının taylasanını omuzları arasına sarkıtırlardı. Zaferan ile boyanmış bir de çarşafı vardı ki yalnız bunun içinde namaz kıldığı da olurdu.
Bazı rivayetlere göre Allah’ın Resûlü (s.a.v.) Hulle-i Hamrâ denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan Yemen kumaşı kullanırlardı. Umûmiyetle keçi kılından örme elbiseler giyerlerdi. Resûlullah (s.a.v.)’ın irtihâlini müteakip Hz. Âişe (r.a.) O (s.a.v.)’nun son dakikaları esnasında giydikleri elbiseyi halka göstermişti. Bunlar yamaklı bir örtü, el dokuması sert bir entariden ibâretti.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağlanıp bu sûretle ayaklarını tutarlardı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, Sh: 14-15)
YAHUDÎLERİN, RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN RİSÂLETİNİ BİLMELERİ
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Bir ticâret kâfilesi ile ve ticâret
maksadı ile Yemen’e gitmiştim. Kafîlede Ebû Süfyan da vardı.
Biz oradayken Hanzala bin Ebû Süfyan’dan aldığımız mek-
tûbda şöyle deniliyordu: Muhammed (s.a.v.) Peygamberliğini
ilân etti, insanları Allâhü Te‘âlâ’ya ve O’nun dînine çağırıyor.”
Bu haber Yemen’de çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve ya-
yıldı. Sonra yahudîlerden bir haham tarafından bize şöyle de-
nilmekte idi: “Allâh aşkına doğru söyleyin, O’nun herhangi bir
sefihliği, eğlenceye meyilli oluşu görülmüş müdür?” Ben de de-
dim ki: “Abdü’l-Müttalib’in ilâhına yemîn olsun ki onda böyle bir
şey görülmemiştir. O, aslâ yalan da söylememiş, emânete hı-
yânet de etmemiştir. O’nun Kureyş yanındaki adı “el-Emîn”dir.”
Bunun üzerine haham: “O’nun okuma yazması var mıdır?” diye
sordu. Ben: “Hayır” dedim. Haham yerinden fırlayıp cübbesini
orada bırakarak bağırmaya başladı: “Yahudîler mahvoldu, ya-
hudîler mahvoldu!”
Sonra kâfilemizin konakladığı yere geldiğimiz zaman, Ebû
Süfyan bana: “Ey Abbas, görüyorsun ki yahudîler yeğenin Mu-
hammed (s.a.v.)’den korkuyorlar” dedi. Ben kendisine şu karşı-
lığı verdim: “Benim gördüğümü sen de gördün. O’na inanmak
husûsunda ne dersin? O gerçekten peygamber ise, başkaları-
nı geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer öyle değilse, hiç
olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsâlinden ba-
zılarını yanında bulursun.” Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi:
“Ben, atlı askerlerin Mekke’nin üst tarafında görüleceği güne
kadar O’na îmân etmem!” Ben, “Sen ne diyorsun?” dedim, O da
bana: “Hiç, rastgele konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mek-
ke’nin üst tarafında bizleri zorlayacak askerlerin görülmesine
Allâh’ın izin vermeyeceğini de biliyorum(!)” diye karşılık verdi.”
Vaktâ ki Resûlullah (s.a.v.) Mekke’yi fethettiler, biz o gün
Mekke’nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de seyrettik. O
sırada Ebû Süfyan’a: “Daha önceki sarf ettiğin sözleri hatırlıyor
musun?” diye sordum. O da: “Allâh’a yemîn ederim ki, o sözle-
ri aynen hatırlıyorum!” diye cevâb verdi.”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 176.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN CÖMERTLİĞİ
Cömertlikte Resûlullâh (s.a.v.)’e kimse erişemez! O, bu
yönden de herkesten üstündür. Onu yakından tanıyan
(dost-düşman) herkes böylece O (s.a.v.)’in yüce şahsiyeti-
ni vasf etmişti.
Câbir b. Abdullâh (r.a.)’den: “Hayatında, kendisinden is-
tenen bir şey için hayır (veremem) dememiştir.” (Müslim)
İbn Abbas (r.a.)’dan: “Peygamber (s.a.v.) iyilik yapmak
bakımından insanların en cömerti idi. En çok cömert dav-
randığı zaman, Ramazan ayı idi. (Hele) Cebrâîl (a.s.)’la
buluştuğu zaman Saba rüzgârından daha cömert olurdu.”
(Buhârî)
Enes (r.a.)’den: “Bir adam Resûlullâh (s.a.v.)’den mal
istedi. Ona iki dağ arasını dolduracak kadar çok koyun ver-
Gidin siz de Müslüman olun; çünkü Muhammed (s.a.v.)
fakirlikten endişe duymayan bir adam gibi (bolca dağıtıp)
veriyor, dedi.” (Müslim)
Birçok kimseye yüz deve vermiştir. Safvan’a yüz verdi.
Sonra bir yüz daha, sonra (yine) bir yüz daha verdi.
Henüz Peygamber olarak gönderilmeden önce de du-
rumu aynı idi. Nevfel oğlu Varaka ona şöyle dedi: “Zayıfa
yardım edersin, yoksulun elinden tutup korursun.”
“Hevâzin (kabilesinin), altı bin civârında olan esirlerini
geri vermiştir.”
Abbas (r.a.)’e taşıyamayacağı kadar ağır bir altın verdi.
Kendisine doksan bin dirhem getirilip (önüne) hasırın üstü-
ne serildi. Sonra ayağa kalkıp taksim etmeye koyuldu, bi-
tirinceye kadar her isteyene verdi (hiç kimseyi mahrûm bı-
rakmadı).
Bir adam geldi, Resûlullâh (s.a.v.)’den bir dilekte bulun-
benim nâmıma satın al, bize bir şey gelince hemen
onu öderiz!” buyurdu. (Tirmizî)
(Kadı Iyâz, Şifâ-i Şerîf, 110-111.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN GÜVENİLİRLİĞİ
Dâvud bin Husayn şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.)
Efendimiz, kavminin her bakımdan en fazîletlisi olarak bü-
yüdü; hepsinin en güzel ahlâklısı O idi. Mürüvvette ve hoş-
görüde en ileri olan O idi, en iyi komşu idi. Hilim, emânet
ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz söy-
lemekten en uzak olan da yine o idi. O (s.a.v.)’in şu veya
bu ile çekişip cidalleştiği görülmemiştir… Kavmi yanında O,
o kadar emîndi ki, kendisini ancak el-Emîn diyerek çağırı-
yorlardı.”
İbn-i Sa‘d şöyle haber verir: “İslâm’dan önceki câhiliye
devrinde, Kureyş büyükleri bazı ciddî mes’elelerde, Pey-
gamber (s.a.v.)’in hakemliğine başvururdu.”
Mücâhid şöyle nakleder: “Bana efendim Abdullah bin
es-Sâib söyledi. Şöyle ki: “Ben, câhiliye zamanında Pey-
gamberimiz (s.a.v.)’in ortağı idim. Ben Medine’ye gittiğim-
de bana:
“Beni tanıdın mı?” diye sordu. Ben de:
“Evet yâ Resûlallâh (s.a.v.), Sen benim ortağımdın,
hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz”
diye karşılık verdim.
Abdullah bin Ebu’l-Hamsâ şöyle rivâyet etmiştir: “Ben,
Peygamber (s.a.v.) Efendimize peygamberlik verilmezden
önce kendisinden birşey satın almış ve O’na biraz borcum
kalmıştı… Kendisine:
– “Burada bekle, kalanını getirip vereyim” demiştim.
Ben bu maksâdla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi
gün bunu tamâmen unutmuşum. Üçüncü gün hatırladığım-
da derhal oraya koştum, kendisinin hâlâ orada beklemek-
te olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağını da ver-
dim. O (s.a.v.) bana sadece:“Bu kadar bekletmekle şüb-
hesiz bana sıkıntı vermiş oldunuz! Tam üç gün beni
burada beklettiniz.” buyurdular.
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 163.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİ SEVMENİN ALÂMETLERİ -1
sız ona uyar ve ona, aslâ muhâlefet etmez ve onun emirlerini
hoşgörür ve onun teklîflerinede râzı olur. O (s.a.v.)’e uymak,
Allâhü Te‘âlâ’nın açık emridir. Bu açık emirler Kur’ân-ı Kerîm’de
pek çoktur. Bu emirlerden birisi: “Habîbim de ki: Eğer siz Al-
lâh’ı seviyorsanız, hemen bana uyunuz ki Allâh da sizi sev-
sin ve günâhlarınızı bağışlasın. Zîrâ Allâh, çok bağışlayıcı,
çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmrân s. 31) âyetidir.
arzûlarına tercîh etmektir; yani kendi arzûlarını O (s.a.v.)’in emir
ve tavsiyelerine göre ayarlamaktır.
lullâh (s.a.v.)’e ittiba‘ etmek olduğunu bilerek, Allâh’ın rızâsını
kulların rızâsına tercîh etmek, yani rızâ-yı İlâhî uğruna, kulların rı-
zâsını iptâl etmektir.
ni O (s.a.v.)’in “Sünnet-i Seniyyeleri”ne uydurmanın gayreti
içinde bulunmaktır.
etmek ve bu iştiyâkı kalbinde taşımaktır.
diklerine, dokunduğu yerlere, eşyâlara ve O (s.a.v.)’den olan O
(s.a.v.)’i hatırlatan, O (s.a.v.)’e götüren her şeye ta‘zîm etmek; O
(s.a.v.)’in ism-i şerîflerini zikrederken huşû‘ ve hudû‘ içinde bu-
lunmak ve kalbinin O (s.a.v.)’e ta‘zîmle ürpermesidir.
Ensâr-ı Kirâm’ı bütün Ashâb-ı Kirâm’ı kendi nefsinden ve yakın-
larından çok sevmek; Onlar’a buğzedenlere, düşmanlık edenle-
re, buğzetmek; düşmanlık etmek; hatta kavm-i Arabı ve Resûlul-
lâh (s.a.v.)’in sevdiği yemekleri, meyvaları, kokuları, renkleri sev-
mektir.
düşman olmak ve buğzetmek; O (s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyesi’ne
muhâlefet eden, kim olursa olsun, onu aslâ sevmemek ve onun-
la bir arada bulunmamaktır.
(Kadı İyâz, Şifâ-i Şerîf, 405-412.s.)
CİNLERİN HÎLELERİ SONA ERDİ
Temîm-i Dârî (r.a.) demiştir ki: “Resûlullâh (s.a.v.) Efendi-
miz gönderildiği zaman ben Şam’da idim. Akşam olduğunda
bir vâdide gecelemem îcâb etti. Yatarken, bana bir zarar do-
kunmasın diye âdete uyarak: “Ben, şu vâdinin efendisi ve sâ-
hibine sığındım!” diyerek uzandım. Bir de ne göreyim gâîb-
den bir ses: “Ey Temîm, ne yapıyorsun! Niçin senin gibi bir
mahlûka sığınıyorsun? Bilmelisin ki hiçbir cin, Allâh (c.c.)’nun
irâdesi önüne geçemez, Allâh (c.c.)’nun murâd ettiği bir zara-
rı önliyemez!” Ürpererek doğruldum ve: “Vay anasına! Sen
neler söylüyorsun?” demekten kendimi alamadım. Gâibden
tekrar: “Niye anlamıyorsun? İşte Allâh’ın Resûlü meydana
çıktı. Biz, O el-Emîn (s.a.v.) arkasından namaz kıldık
Mekke’de… Müslüman olup O’na uyduk. Cinlerin bütün hîle-
leri sona erdi, tecellî eden vahiy konusunda kulak hırsızlığı
yapmaları da sona erdi. Sen, durma Muhammed (s.a.v.)’e git
Müslüman ol! O, bütün âlemlerin Rabbi olan Allâh (c.c.)’nun
hak elçisidir! Tereddüd gösterme, derhal Müslüman ol!”
Temîm devamla der ki: “Sabah olunca Şam’daki rahipler-
den birine gidip olanları anlattım. Onun cevâbı da şu oldu:
“Sana söylenen doğrudur. Bir peygamber Harem’den çıka-
cak, Harem’e hicret edecektir, diye bizde bilgi bulunmakta-
dır… O, cümle peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü ola-
caktır.”
Ebû Nu‘aym Huveylid ed-Damrî’den nakleder: “Biz, putla-
rımızdan birinin yanında oturuyorduk. Ansızın putun içinden
şöyle bir ses geldi: “Vahiy hakkında kulak hırsızlığı yapmak
sona erdi! Şeytanlar o sahalardan sürüldü. Bütün bunlar,
Mekke’de zuhûr eden peygamber hürmetine tecellî etti.
O’nun adı Ahmed’dir, hicret yurdu da Yesrib (Medine)dir. O,
namazı ve orucu emreder, iyilik ve yardımlaşmayı tavsiye ey-
ler.” Biz, putun yanından kalkıp durum hakkında insanlardan
soruşturmaya başladık. Bize cevâben dediler ki: “Evet, ger-
çekten Mekke’de Ahmed adında bir peygamber çıkmıştır, da‘-
vetine başlamıştır…”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 188.s.)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.)’İN TEMİZLİĞE RİÂYETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in en fazla önem verdikleri şey-
lerden biri de temizliktir. Bir gün üstü başı kirli bir adam gör-
müş, “Üstünü başını yıkayamıyor musun?” demişlerdir.
Bir def‘a da adamın biri huzûruna pek perişan bir kıyâfetle
girmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) ona:
– “Geçinmek için hiçbir vâsıtan yok mu?” demişler.
– “Var!” Cevâbını alınca şöyle buyurmuşlardır:
– “Mâdemki Allâh’ın ni‘metlerine nâil olmuşsun; o
halde ni‘metin eseri üzerinde görülsün.” (Ebû Dâvud)
Câhiliyet âdetlerini üzerinden atamayan bazı kimseler,
yerlere tükürür, camilerde bile ibâdet esnâsında bu gibi ha-
reketlerde bulunurlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), bu fenâ
âdetten son derece tiksinirlerdi. Bir def‘a yine böyle bir ha-
reketin izini görmüşler ve son derece hiddetlenerek mübâ-
rek yüzleri kıpkırmızı kesilmişti. (Nesâî)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu hiddetini anlayan Ensâr
(r.a.e.)’den bir kadın ortalığı temizleyerek Resûlullâh
(s.a.v.)’in teveccühünü kazanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in umûmî meclislerinde kafûr ve-
ya başka tütsüler yakılır, bu sûretle de cemaâtın istirahatına
dikkat edilirdi. Cuma günleri mescide güzel koku saçılması-
nı emrederlerdi.
Sıcak bir günde iş sahipleri ve işçiler iş elbiseleriyle câ-
miye gelmişler, câmi de küçük olduğu için hava taaffün et-
miş ve kokmuştu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Yı-
kanarak gelmiş olsaydınız daha iyi olurdu.” buyurmuş-
lardı. Ondan sonra da Cuma günleri yıkanmak sünnet ol-
muştur.
Peygamberimiz (s.a.v.), turp, soğan, sarmısak, pırasa gi-
bi fenâ koku veren yiyeceklerin kokusundan pek hoşlan-
mazlardı. Onun için de bu gibi şeyleri yiyen şahısların koku-
lu halleriyle camiye gelmemelerini ve herkese karışmamala-
rını isterlerdi. (Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 26.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN EMRETTİĞİNİ HİÇ KİMSE DEĞİŞTİREMEZ
Hasan b. Ebu’l Hasan (r.a.) anlatıyor: Resûlullâh (s.a.v.)
irtihâlinden önce, Ömer b. Hattâb (r.a.) dahil bütün Medîne-
lileri ve civar kabile Müslümanlarını savaşa gitmek üzere
toplamış, Üsâme b. Zeyd (r.a.)’i de onlara kumandan ta‘yin
etmişti. Fakat ordu henüz Medîne hendeğinin dışına çıkma-
dan Resûlullâh (s.a.v.) Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.
Müslümânlar Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)’e bi‘ât ettikten
sonra Üsâme (r.a.), Hazret-i Ömer (r.a.)’e: “- Halîfe’ye git ve
ordunun Medîne’ye geri dönmesi için O’ndan izin iste. Çün-
kü Ashâbın ileri gelenleri ve güçlüleri ordumda bulunuyorlar.
Ayrıca ben, müşriklerin, Müslümanların âilelerine, Resûlul-
lâh (s.a.v.)’in Ehl-i beytine ve Halîfe’ye saldırmalarından kor-
kuyorum.” dedi. Ensâr da: “- Eğer Ebû Bekir (r.a.) bunu
kabûl etmeyip, mutlaka gitmemizi isterse bizim şu isteğimizi
ona bildir. Bize Üsâme (r.a.)’den daha yaşlı birini kumandan
ta‘yin etsin.” dediler. Üsâme (r.a.)’in emri üzerine Hz. Ömer
(r.a.) doğruca Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e gitti ve Üsâme (r.a.)’in
söylediklerini O’na bildirdi. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.):
“- Köpeklerin ve kurtların beni burada paramparça ede-
ceklerini bile bilsem, yine de Resûlullâh (s.a.v.)’in verdi-
ği bir karârı kat‘iyyen bozamam.” dedi. Hz. Ömer (r.a.):
“- Ensâr da, kendilerine Üsâme (r.a.)’den daha yaşlı birini
kumandan ta‘yin etmeni arzû ediyor. Bu arzûlarını sana bil-
dirmemi söylediler.” deyince, oturmakta olan Ebû Bekir (r.a.)
fırlayarak ayağa kalktı, Ömer (r.a.) ‘in sakalından tutarak:
“- Allâh cezânı versin, Üsâme’yi Resûlullâh (s.a.v.) ku-
mandan ta‘yin etti. Sen ise benden onu azletmemi isti-
yorsun.” dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile yaptığı bu konuşma-
lardan sonra Ömer (r.a.) oradan ayrılarak orduya döndü.
Müslümanlar O’na: “- Ne yaptın?” diye sordular. Hz. Ömer
(r.a.) de onlara: “- Defolun! Allâh cezânızı versin! Sizin yüzü-
nüzden bugün Halîfe’den ne azarlar işittim!” diye karşılık
verdi. (Yûsuf Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, 2.c., 431-432.s.)
ALLÂH’A İ‘TİMÂD VE TEVEKKÜL
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sîreti okunduğu zaman O
(s.a.v.)’in hayatında en amansız felâketler, en inatçı ve en çe-
tin musîbetlere uğradığı halde ömründe zerre kadar korku, en-
dişe veya ümitsizlik göstermediği görülür. Hz. Muhammed
(s.a.v.), Mekke’de yalnız ve himâyesiz yaşadığı birçok felâket-
lere uğradığı, Uhud ve Huneyn gazâları esnâsında en korkunç
tehlikelerle karşılaştığı zaman; aynı irâde kuvvetini, aynı sar-
sılmaz azmi göstermişti. Amcaları Ebû Tâlip, O (s.a.v.)’e bu
da‘vâdan vazgeçmesini söylediği zaman:
– “Amca! Yalnız kalacağımı düşünme! Hakk yalnız kal-
maz. Bir gün gelir Arablar da Arab olmayanlar da onu
kabûl eder!” buyurmuşlardı.
Bir gün Ashab (r.a.e.)’den birine:
– “Yemîn ederim ki, bu dînin kemâl mertebesine vara-
cağı gün çok yakındır. O zaman gönüllerde Allâh korku-
sundan başka bir korku kalmayacaktır.” (Buhârî) demişlerdi.
Hicret esnâsında Kureyş Hz. Peygamber (s.a.v.)’i öldürme-
ği kararlaştırmıştı. Evi muhâsara edilen Resûlullâh (s.a.v.), son
derece sükûnetle hareket ederek Hz. Alî (r.a.)’i yerine bırak-
mış, O’na geceyi yatağında geçirmesini emretmişlerdi. O gece
o yatak, işlenmesi plânlanan bir cinâyete sahne olacaktı. Hz.
Alî (r.a.), büyük bir teslîmiyetle bu emri yerine getiriyordu. Re-
sûlullâh (s.a.v.) de ölüm yatağını gül bahçesine çevirmeğe kâ-
dir olan Cenâb-ı Hakk’a i‘timâd ediyor ve gözü arkada kalma-
dan emîn olarak ayrılıyorlardı.
Evleri düşmanlar tarafından muhâsara edilmiş olan Allâh’ın
Resûlü (s.a.v.), Rabbinin emrine boyun eğerek ve O’na güve-
nerek kendisinin hakk Peygamber oluşunu tasdîk eden Yâsîn
Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak evlerinden ayrılmışlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yolculuk boyunca devam eden
mütevekkil tavırları, mağaradaki teslîmiyetleri, kendilerini
ta‘kip eden Süraka bin Cüş’üm’e karşı tutumları, O (s.a.v.)’in
Allâh (c.c.)’ya tevekkül ve i‘timâdını gösteren en kuvvetli delil-
lerdir.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 50.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN EBÛ CEHİL’E BORCUNU ÖDETTİRMESİ
Eraş kabîlesinden bir adam devesine binerek Mekke’ye
geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satın aldı, fakat
parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek duru-
mu anlattı: Kendisinin garib bir yolcu olduğunu söyleyerek,
Ebû Cehil’den hakkının alınması husûsunda kendisine ki-
min yardım edebileceğini sordu… Onlar da sırf ikisi arasın-
daki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; “İşte şu adamı
görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir” diye-
rek Resûlullâh (s.a.v.)’e işâret ettiler ve: “Haydi ona git!”
dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) o sırada Mescidin bir tara-
fında idi. Adamcağız Peygamberimiz (s.a.v.)’e giderek du-
rumu O’na anlattı.
Peygamberimiz (s.a.v.) de bu adamcağızı yanına ala-
rak doğruca Ebû Cehil’in evine gitti ve kapıyı çaldı. İçeri-
den Ebû Cehil: “Kim o?” diye seslendi. Peygamberimiz
(s.a.v.) de: “Muhammed (s.a.v.)” diyerek cevâb verdi. Dı-
şarı çıkan Ebû Cehil, gerçekten toprak gibi kesilmişti. Pey-
gamberimiz (s.a.v.) kendisine: “Derhal bu adamın hakkını
öde!” dedi. Ebû Cehil: “Ayrılmayınız, hemen hakkını öde-
yeyim” dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkını ödedi.
Efendimiz (s.a.v.) de o adamla birlikte oradan ayrıldı. Ola-
yı ta‘kîb edenlerden bâzıları Ebû Cehil’e hitâben: “Ey
Ebû’l-Hakem, doğrusu sen şaşılacak bir şey yaptın, derhal
Muhammed (s.a.v.)’e itaat ettin” dediler.
Ebû Cehil onlara verdiği cevâbda: “Haklısınız, şaşıla-
cak bir iş yaptım doğrusu… Fakat Allâh’a yemîn ederim ki,
O (s.a.v.) benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir kor-
ku kapladı, kapıyı açıp baktığım zaman, tepemde bir bü-
yük deve dikiliyordu! Şimdiye kadar hiç böylesini de gör-
müş değildim. Eğer ben Muhammed (s.a.v.)’e derhal itaat
etmeseydim, muhakkak o deve beni parçalayıp yerdi.”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 227.s.)
SEHÂVET VE CÖMERTLİK
Kerem ve cömertlik, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin tabî‘-
at-ı asliyyelerindendir. Peygamberimiz (s.a.v.), insanların en
âlicenâb ve en asîli idiler. Bilhassa Ramazân aylarında O
(s.a.v.)’in kerem ve sehâvetine sınır olmazdı.
Bir gün bir adam Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mer‘ada otlayan ke-
çilerini sayarken gelmiş ve bir kaç keçi istemişti. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) de ona bütün sürüyü vermişti. Adam sürüyü kabîlesine
götürdüğünde: “Hepiniz Müslümân olunuz. Muhammed
(s.a.v.) o kadar cömerd ki, fakirlikten hiç korkmuyor” de-
mişti. (Buhârî)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ba‘zen birinden bir şey satın alır, son-
ra onu yine hediye ederlerdi. Kendilerine bir şey geldi mi derhâl
onu, başkalarına hediye ederlerdi. Yanlarında bir şey bir gece
kalacak olsa ondan üzüntü duyarlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ) vâ-
lidemiz anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.)’in yüzünde bir değişiklik
hissettim. Sebebini sorunca: “Dün aldığım yedi dinarı vere-
medim yanımda kaldı.” dedi. (Müsned-i İbn Hanbel)
Ebû Zerr (r.a.)’in rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.v.):
“Bütün Uhûd dağı altın olsa ve bana verilse -borcumu öde-
mek için ayırdığım müstesnâ- onun bir dinarını üç gün ya-
nımda bırakmak istemezdim.” buyurdular.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), üzerlerinde bulunan parayı son kuru-
şuna kadar infâk etmedikçe evlerine girmezlerdi. Bir def‘asında
Fedek Reîsi hediye olarak dört deve yükü hububat göndermiş-
yahudîye olan borcunu ödemişti. Resûlullâh (s.a.v.) birşey ka-
lıp kalmadığını sormuş. Bilâl (r.a.) de kaldığını söyleyince: “On-
ları da sadaka olarak dağıt yoksa evime gidemem.” buyur-
muşlardır. Hz. Bilâl (r.a.) de parayı verecek kimse bulamamış
ve bunun üzerine Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) evine gidememiş ve
mescidde yatmışlardı. Nihâyet ertesi sabah kalan parayı Hz.
Bilâl (r.a.) dağıtmış ve Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.)’e: “Cenâb-ı
Hakk seni kurtardı” demişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de şükre-
derek evine gidebilmişlerdi. (Ebû Dâvud)
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 74.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İ ZİYÂRETİN EDEBLERİ
Ziyâretçi, bu şerefli mevkî‘de tevbesini yenilemeli ve
noksanlıktan münezzeh bulunan Allâh’tan bu tevbeyi, hâlis
bir dönüş kılmasını istemelidir. Bu davranış, müstehâbdır.
Duâsının kabûlünde Rabbinden Resülullâh (s.a.v.)
Efendimizin şefaat etmesini dilemelidir. Sonra, istiğfârı ve
tazarrû‘u çoğaltıp şöyle demelidir:
“Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.), biz Senin cemâatin ve
ziyâretçileriniz. Senin hakkını ödemek, Seninle bereket
bulmak, sırtımıza ağır bir yük olan ve kalbimizi karartan
şeylerden dolayı şefaatini dilemek için huzûrunuza gel-
miş bulunuyoruz. Yâ Resûlullâh (s.a.v.), bizim için Sen-
den başka şefaatçi yok, onu (şefâatini) umuyoruz. Se-
nin kapından başka ümîdimiz yok. Bizim için mağfiret
dileyiver. Rabbin katında bize şefaat eyle. Cenâb-ı
Hakk’tan bize diğer isteklerimizi ihsân etmesini ve bizi,
sâlih kulları ve ilmiyle âmil olan âlimler arasında haş-
retmesini isteyiver.”
Bir Arabî kabr-i şerîfin baş ucuna durup şöyle demişti:
“Ey Allâhım, şu kabirde medfun bulunan zât, Habî-
bin (s.a.v.); ben de, senin kulunum; şeytan ise düşma-
nındır. Eğer beni yarlığayacak olursan, Habîbin (s.a.v.)
sevinir, kulun kurtulur, düşmanın olan iblis gadablanır.
Eğer sen beni yarlığamaz isen Habîbin bana gadap
eder, düşmanın hoşnud olur ve ben kulun da helâk olu-
rum. Ey Rabbim, sen Habîbin (s.a.v.)’i gadablandırmak,
düşmanını hoşnut etmek ve kulunu helak etmekten
hoşlanmayan bir keremkârsın. Arablar arasında kadri
âlî bir kişi vefât ettiğinde, kabri başında köle âzâd eder-
ler. Şu Muhterem Zât (s.a.v.), kâinatın efendisidir. Ey
esirgeyenlerin en merhametlisi, sen de O (s.a.v.)’in
kabri başında beni ateşten âzâd ediver.” Âmîn
Orada bulunanların bir kısmı: “Ey Arab kardeş, bu gü-
zel isteyişin sebebiyle, Allâh seni afvetsin” dediler.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 162-164.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN NAMAZDA AĞLAMASI
Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Peygamberimiz (s.a.v.) gece yatar,
Bilâl’in okuduğu sabah ezanıyla kalkar guslederdi. Yanakların-
dan ve saçlarından suların damladığını görüyordum. Sonra
mescide çıkarak namazı kıldırırdı. Namazı kıldırırken ağladığı-
nı işitirdim.”
Ubeyd b. Umeyr naklediyor: “Bir def‘asında Âişe (r.anhâ)’ya:
– Ey Mü’minlerin Annesi, Resûlullâh (s.a.v.)’den gördüğün
en ilginç amelinden bize söz eder misin? dedim.
Hz. Âişe (r.anhâ) bir süre sustuktan sonra şunları anlattı:
– Gecelerden bir gece bana: “Âişe, beni bırak, bu gece
Rabbime kulluk edeyim” dedi. Ben: “Vallâhi ben hem sana ya-
kın olmayı hem de seni memnun edecek şeyi yapmayı isterim”
dedim. Bu cevâbım üzerine kalktı, abdest alıp namaza durdu.
Hep ağlıyordu, göz yaşlarından kucağı ıslandı. Oturduktan son-
ra da yine ağlamasını sürdürdü, sakalı ıslandı. Secdeye vardı,
yine ağlıyordu, gözyaşlarından yer ıslanmıştı. Derken Bilâl ge-
lip namaza seslendi. Bilâl, Allâh Resûlü (s.a.v.)’i ağlar görünce:
– Yâ Resûlallâh (s.a.v.), Allâh senin geçmiş ve gelecek
günâhlarını bağışlamışken yine mi ağlıyorsun? dedi.
Resûlullâh (s.a.v.):
– Çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece
bana öyle bir âyet indirildi ki onu okuyup da üzerinde dü-
şünmeyenlere yazıklar olsun, dedi ve şu âyeti okudu: “Şüp-
hesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir-
biri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıt
(ıp taşıt) an o gemilerde, Allâh’ın yukarıdan indirip onunla
yeryüzünü ölümden sonra dirilttiği suda, depreşen her hay-
vanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Hakk’ın
emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve bulutları evirip çe-
virmesinde… aklı ile düşünen bir kavim için nice âyetler
vardır.” (Bakara s. 164)
Mutarrif, sahâbî olan babasının şöyle dediğini naklediyor:
“Bir def‘asında Resûlullâh (s.a.v.)’i gördüm, namaz kılıyor ve
ağlamaktan, dönmekte olan değirmen taşının uğultusu gibi göğ-
sünden sesler geliyordu.”
(M.Yûsuf Kandehlevî, Hayâtü’s Sahâbe, 3.c., 402-403.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN TEBÜK SEFERİNDE ÜMMETİNE TAVSİYELERİ
Sözlerin en doğrusu Allâh’ın kitâbıdır, yapışılacak en sağlam
kulp takvâ kelimesidir. Dînlerin en hayırlısı İbrâhîm Peygamberin
dînî (İslâmiyet)dir. Yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.)’in yolu-
dur. Sözlerin en şereflisi zikrullâhtır. Kıssaların en güzeli şu
Kur’ân’da nakledilenlerdir. İşlerin en hayırlısı farz kılınanlarıdır. İş-
lerin en kötüsü de (dînde) sonradan ihdâs edilenlerdir. En güzel
gidişât Peygamberlerin gidişâtıdır. En güzel ölüm şehîdlerin ölü-
müdür. En koyu körlük doğru yolda bulunduktan sonra sapmaktır.
En hayırlı ilim yararlı olandır, en hayırlı yol izlenen yoldur.
Körlüğün fenâsı kalb körlüğüdür. Üst el alt elden (veren el,
alan elden) üstündür. Az ve yeterli mal çok olup azdıran maldan
daha iyidir. Faydasız özür ölümün gelip çattığı anda yapılanıdır.
Pişmanlığın kötüsü Kıyâmet günü yapılanıdır. İnsanların bazıları
namâzı son vaktinde kılar, bazıları da Allâh’ı pek az anar. Yanlış-
ları en çok olan dili fazlaca yalan söyleyendir. Hayırlı zenginlik göz
tokluğudur. En hayırlı azık takvâdır. Hikmetin başı Allâh korkusu-
dur.
Kalblere yerleştirilenlerin en hayırlısı kesin inançtır. Şübhe ve
tereddüd küfrün bir çeşididir. Ölenlerin ardından ağıt yakmak câ-
hiliyet işidir. Ganîmet mallarından aşırmak cehennem közlerinden
aşırmaktır. Biriktirilip zekâtı verilmeyen mallar deriyi cehennem
ateşiyle dağlamaktır.
Şiir, İblis’in zurnalarındandır. Şarap günâhların her türlüsünü
bir araya getiren nesnedir. Kadınlar şeytânın av tuzaklarıdır.
Gençlik delilikten bir bölümdür.
Kazançların en kötüsü fâiz kazancıdır. Yemelerin fenâsı yetim
malı yemektir. Mutlu, başkalarının hâlinden ibret alandır. Bahtsız
da anasının karnında bahtsız olandır.
Şübhesiz her birinizin varacağı yer dört arşınlık bir yerdir. Her
işin sonu mu‘teberdir. Amellere hâkim olan sonlarıdır. Haber ya-
yanların en şerlileri yalan haber yayanlardır.
Allâh bağışlayanı bağışlar, öfkesini yutana sevâb verir. Uğra-
dığı felâkete katlanıp sabır gösterene karşılığını verir. Dedikodu-
ları dinleyip onlara uyanları Allâh rüsvây eder. Allâh sabredene kat
kat sevâb bahşeyler. Kim Allâh’a karşı gelirse Allâh da ona azâb
eder.
(M. Yûsuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 4.c., 138-139.s.)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İ ÖVMEK TÂATTİR
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizden gerek bu âlemde,
gerekse âhiret âleminde, hayatta veya irtihâlinden son-
ra ve hattâ mahşer yerinde bile her türlü hayırda vâsıta
olması istenebilir. Bu haberler, tevâtür derecesine ulaş-
mış olup vehhâbîlerin ortaya çıkmasından önce, üzerin-
de ittifak olunmuştur.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizi rubûbiyet sıfatlarından
başka bir şeyle ta‘zimde bulunmakta, küfür ve şirkden
en küçük bir şey mevcut değildir. Bilakis, Efendimiz
(s.a.v.)’i övmek, tâatlerin büyüklerindendir.
Hürmet edilmesi emredilen şeylerden bir kısmı,
Kâ‘be-i muazzama, Hacer-i Esved, Makam-ı İbrahim’-
dir. Bunlar, taş oldukları hâlde, Allâhü Te‘âlâ Kâ‘be’yi ta-
vaf etmekle; rükn-i yemânîye, dokunmak sûretiyle; Ha-
cer-i Esved’i öpmekle, Makâm-ı İbrahim arkasında na-
maz kılmakla ve Mültezem’de duâ etmekle onlara ta‘zi-
mi bize emretmiş bulunmaktadır. Biz, buraların hiçbirin-
de Allâhü Te‘âlâ’dan başkasına ibâdet etmiyoruz.
Bu şeylerin îzâhından burada iki şey ortaya çıkmış
bulunmaktadır: Birincisi, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizi
büyük tanımanın ve onun rütbesini diğer yaratılmışlar-
dan üstün bilmenin vâcib olduğudur. İkincisi, rubûbiyeti
tek bilmek, mübârek ve yüce olan Rabbimizin zâtında,
sıfatlarında ve ef‘âlinde, yarattıklarının hepsinden ayrı
bulunduğuna itikad etmektir. Artık kim yaratılmış bir var-
lık hakkında, noksanlıktan münezzeh ve Hâlik Te‘âlâ ile
ortaklık bulunduğuna inanırsa, putların ilâh olduğuna ve
onların ibâdete lâyık bulunduğuna inanmış olan müşrik-
ler gibi şirk koşmuş olur. Kim de Resûlullâh (s.a.v.)’in
mertebesinde kusur görürse isyan etmiş ve küfre sap-
lanmış olur.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 172.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) SAYESİNDE KAZANILAN SAVAŞ
Hacc mevsiminde Bekr bin Vail’den bazı kimseler gel-
mişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ebû Bekir (r.a.)’e: “Git on-
lara İslâm’ı arz et. Bizi kabûl etsinler” dedi. Ebû Bekir
(r.a.) de onlara gidip arz etti. Onlar dediler ki: “Bizim şey-
himiz ve büyüğümüz Hâris, henüz gelmedi. O geldiği za-
man ona soralım.” Hâris geldiği zaman sordular, o da de-
di ki: “Şimdi biz İran’la savaş hâlindeyiz. Aramızdaki bu
savaş bittikten sonra gelip bu mes’eleyi hallederiz. O za-
man sana bir cevâb veririz, ey Ebû Bekir!”
Onlar gidip Zikar denilen yerde İranlılarla karşılaştılar.
Savaş esnâsında Hâris adamlarına: “Bize kendisini ve
da‘vetini arz eden o adamın adı ne idi?” diye sordu. On-
lar: “Onun adı Muhammed (s.a.v.) idi” dediler. Hâris bu-
nun üzerine dedi ki: “O hâlde O Zât’ın adını burada ken-
dinize şiâr ediniz” dedi. Savaşa “Muhammed (s.a.v.) pa-
rolası ile devam ettiler, sonunda gâlib geldiler. Resûlullâh
(s.a.v.) Efendimiz de bu husûsta buyurdular ki: “Onlar
orada, benim sebebimle gâlib geldiler.”
Meşhûr âlim el-Âmidî’nin meşhûr şâir el-Aşa’nın dîvâ-
nı üzerine yazdığı bir şerhi vardır. Ben bu şerhde şöyle
yazılmış olduğunu gördüm:
“Denilir ki: Zikar savaşının olduğu gün, Cebrâîl (a.s.)
gelip savaşın seyrini Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gösterdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Allâh (c.c.)’nun, Bekr bin
Vail’i İranlılara karşı muzaffer eyle!” diye duâ etti ve bu
duâsını iki kere tekrarladı. Cebrâîl (a.s.) da kendisine de-
di ki: “Senin duân makbûldür, sen onların muzafferiyeti
için duâ ettiğin müddetçe zafer onlarındır.” Gerçekten de
öyle oldu. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz onların galebesi-
ni görünce tebessüm buyurdular ve: “Benim sa‘yemde
muzaffer oldular” sözünü söyledi.”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 319.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN RÜ’YÂSI -2
Melekler:
– “Sorma, ileri yürü!” dediler. Birlikte yürüdük. Yeşil bir
bahçeye vardık. Bu bahçede büyük bir ağaç vardı. Bunun di-
binde ihtiyâr bir adamla birtakım çocuklar bulunuyordu. Bu
ağaca yakın bir tarafta da, birisi, önünde ateş yakmakla meş-
gûldü. Melekler benimle bu ağaca çıktılar. Beni bir eve koy-
dular ki, ben bundan güzel bir ev görmedim. Burada ihtiyar,
genç birtakım erkekler, kadınlarla çocuklar vardı. Sonra me-
lekler beni buradan çıkardılar. Benimle ağaca yukarı çıktılar
ve beni eskisinden daha güzel ve daha kıymetli bir eve koy-
dular. Burada da ihtiyarlar, gençler vardı. Meleklere:
“Beni bu gece iyi gezdirdiniz. Şimdi bana gördüğüm şey-
leri bildiriniz!” dedim. Melekler:
Evet, (anlatalım) dediler: Hani şu ağzı parçalandığını gör-
düğün kimse yok mu? Bu bir yalancı idi, o, dünyâda dâimâ
yalan söylerdi. Bunun neşrettiği yalan âfâka yayılırdı. İşte bu
yalancı Kıyâmet gününe kadar bu sûretle azâb olunacaktır.
Hani şu başı ezildiğini gördüğün adam da yok mu: Ce-
nâb-ı Hakk bunun Kur’ân öğrenmesine hidâyet etmiş de (bu
ni‘metin kadrini bilmeyerek) bütün gece (Kur’ân okumayıp)
uyku uyumuştu, gündüz de Kur’ân ile amel etmemişti. Bu da
yevm-i kıyâmete kadar bu sûretle azâb edilecektir.
Hani o delik içinde gördüğün çıplaklar yok mu? Bunlar da
bir alay zânîlerdir. Nehirde gördüğün de fâiz yiyen haramkâr-
lardır. Ağacın dibindeki ihtiyar, İbrâhîm (Halîl aleyhi’s-selâm)
dır.
İbrâhîm’in etrafındaki çocuklar da insan evlâdıdır. O ateş
yakan da Cehennem’in bekçisi olan “Mâlik”tir. Girdiğin birinci
ev, bütün mü’minlerin müşterek köşküdür, ikinci gördüğün
muhteşem saray da şühedâ sarayıdır. Ben Cibrîlim, bu da
kardeşim Mîkâîl’dir. Yâ Muhammed (s.a.v.), başını yukarı kal-
dır, dedi. Başımı kaldırdım, ne göreyim? Yukarıda beyaz bay-
rak misâli bir bulut. Melekler: “İşte burası senin makâmındır.”
dediler.
(Sahih-i Buhârî Tercümesi, 4.c., 597-600.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN RÜ’YÂSI -1
Nebî (s.a.v.) sabah namazını kılınca yüzünü Ashâb-ı Kirâm
(r.a.e.)’e dönerek:
– “Sizden rü’yâ gören var mıdır?” buyurdu. Biz:
– “Hayır, yoktur” dedik. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki:
– “Lâkin bu gece ben bir rü’yâ gördüm. Gördüm ki, iki melek
bana geldi. Bunlar iki elimi tutup beni düz bir fezâya çıkardılar.
Orada bir kimse oturuyordu, diğer bir adam da ayakta duruyor-
tal kancayı oturanın ağzının sağ tarafına, tâ kafasına kadar so-
kuyor ve ağzın bu kısmını parçalıyordu. Sonra bu adam ağzın
diğer tarafını da bu sûretle tahrîb ediyordu. Bu sırada ağzın sağ
kısmı iyi olmuş bulunuyordu. Bu def‘a da buraya dönüyor, yine
kancayı sokup parçalıyordu. Melekler:
– “Hiç sorma, ileri yürü!” dediler. Birlikte ileri gittik. Nihâyet
arka üstü yatmış bir adamın yanına geldik. Bunun başucunda
da bir adam oturmuş, elinde yumruk cesâmetinde bir taş. Bu-
nunla yatan adamın başını kırıyordu. Taşı başına her vurdu-
ğunda, taş yuvarlanıp gidiyordu. O adam da arkasından taşı al-
mağa koşuyordu. O dönüp gelmeden bunun başı iyi oluyor, es-
ki hâline avdet ediyordu. O adam avdet edince yine başına vu-
rup eziyordu. Melekler:
– “Hiç sorma, ileri yürü” dediler. İleri gittik. Fırın gibi altı ge-
niş, üstü dar bir deliğe eriştik. Bu deliğin altında ateş yanıyor-
hattâ (delikten) çıkmağa yaklaşıyorlardı. Ateşin alevi sakinleş-
tikçe de aşağı dönüyorlardı. Burada çıplak erkekler, çıplak ka-
dınlar vardı. Melekler bana:
– “Hiç sorma, ileri git” dediler. Yürüdük, tâ ki kandan bir neh-
rin içinde ayakta bir adam dikiliyordu. Bu nehrin kenarında da
bir adam duruyordu. Önünde nar gibi “yuvarlak” taşlar bulunu-
yordu. Nehirdeki adam yüzerek sâhile doğru gelip çıkmak iste-
yince sâhildeki adam çenesine bir taş atıyor, nehirdekini eski
yerine iâde ediyordu. Çıkmak için sâhile doğru gelmeğe her te-
şebbüs ettikçe, sâhildeki, hemen çenesine bir taş fırlatıyor, onu
eski yerine reddediyordu.”
(Sahîh-i Buhârî Tercümesi, 4.c., 597-600.s.)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZİ SEVMEK
Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmek, onun pak ve seçkin ashâbı-
nı sevmek ve dâima hürmet ve ta‘zimle anmaktır. Ehl-i sün-
net ulemâsının ittifak ettikleri şekilde onların derece ve üs-
tünlüklerini kabûl etmektir.
Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmek, tebliğ buyurduğu dînin yayıl-
masına ve şerî‘atının hükümrân olmasına çalışmaktır, cihâd
etmektir. Bu cihâd öncelikle nefsin ıslâhıyla başlamalıdır. Bu
uğurda cihâd edenler, nefislerinde ibâdetin büyük haz ve lez-
zetini bulurlar, bu uğurda zorluklara karşı dayanma güçleri
artar. Âhiret işlerini dünyâ işlerine tercîh ederler. Karşılaştık-
ları zorluklar ve belâlar karşısında elem değil zevk duyarlar.
Aldıkları bu zevk dünyânın en güzel ve en zengin ni‘metlerin-
den alınamaz.
Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmek, O’nun sünnetini sevmek ve
yaşamaktır. Sünnetinin yayılmasına bütün gayretiyle çalış-
maktır. Bid‘atlere düşman ve yabancı olmaktır. Çünkü her
bid‘a sünnetin düşmanı ve onu yok eden tehlikeli ve büyük
bir zehirdir. Bid‘aya hayranlık duyan, sünnete düşmandır.
Sünnetin düşmanı ise, Allâh ve Resûlü (s.a.v.)’in düşmanıdır.
(Sünneti sevip yaşatmak için de) Müslümanların kıldıkla-
rı namazı, tuttuktarı orucu, verdikleri zekatı, yaptıkları haccın
şartlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve bu ibâdetlerini bozan
sebeblerin inceliklerini, özetle, itikâdı, ameli, dünyevî ve uh-
revî bütün konuları selef ve halef ulemâsının kitâblarında
açıklandığı üzere bilmeleri, yaşamaları ve yaşatmaları için
çaba sarfetmeleri gerekir. Ehl-i sünnet ulemâdan aldıkları
ilimle daha diri ve daha uyanık olmaları için bu muhterem ze-
vâtın eserlerini okumak ve onlara uymak için gayret sarfet-
meleri gerekir. Kezâ her Müslümanın Ehl-i Beyt’in, Ashâb-ı
Kirâm’ın ve İslâm ulemâsının (r.a.e.) büyüklük ve öncelik de-
recelerini de bu nezih yol ve kaynaklardan öğrenmesi ve uy-
ması lüzumludur. Çağdaş kafalılara, reformistlere ve sahte
müçtehidlere uymak, onların yaygaralarına inanmak büyük
bir gaflet ve delâlettir.
(Mehmet Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, 151-152.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN ÜMMETİNE ŞEFKATİ
Resûlullâh (s.a.v.) birgün Cebrâil (a.s.) ile görüştükten sonra
evine girdi, kapandı. Artık, yalnız namaza çıkıyordu. Namaz kı-
lıyor; tekrar hanesine kapanıyordu. Hiç kimse ile de konuşmu-
yordu. Namaza duruyor, ağlıyor; Allâh’a yalvarıyordu. İki gün
böyle geçti. Üçüncü gün, Hz. Ebû Bekir (r.a.) kapıya geldi: – “Ey
rahmet evinin sâhibi! Size selâm. Resûlullâh (s.a.v.)’i gör-
mek için izin var mı?” dedi. Cevâb alamayınca, ağlaya ağlaya,
dönüp gitti. Bundan sonra, Selmân Farisî (r.a.) geldi: – “Ey rah-
met evinin sâhibi! Size selâm. Efendim Resûlullâh (s.a.v.)’i
görmeye izin var mı?” dedi. O da bir cevâb alamadı. Ağlaya
ağlaya, düşe kalka, Hz. Fâtıma (r.anhâ)’nın evine gitti, kapıya
vardı. Hz. Alî (r.a.) orada değildi.
– Selâm sana! Ey Resûlullâh (s.a.v.)’in kızı, selâm sana! de-
dikten sonra, şöyle devam etti:
– Ey Resûlullâh (s.a.v.)’in kızı, Resûlullâh (s.a.v.) günlerdir
hanesine kapandı. Yalnız namaza geliyor. Hiç kimse ile konuş-
muyor. Evine de hiç kimseyi almıyor.
Bu haber üzerine Hz. Fâtıma (r.anhâ), siyah abasına sarın-
dı, gitti. Resûlullâh (s.a.v.)’in kapısında durdu. Selâm verdi ve
şöyle dedi:
– Yâ Resûlallâh (s.a.v.), ben Fâtıma…
Resûlullâh o esnâda secdede idi, ağlıyordu. Secdeden başı-
nı kaldırdı; şöyle buyurdu:
– Gözümün nûru Fâtıma ile aramda bir şey yok. Ona ka-
pıyı açın; gelsin.
Fâtıma (r.anhâ) içeri girince, Resûlullâh (s.a.v.)’e baktı. Şid-
detle ağlamaya başladı. Ağlaması Resûlullâh (s.a.v.)’in hâlini
görmesindendi. Resûlullâh (s.a.v.)’in rengi sararmış ve değiş-
mişti. Ağlamaktan ve üzüntüden yüzü süzülmüştü. Bir ara şöyle
sordu: – Yâ Resûlallâh (s.a.v.), sana ne oldu?
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle anlattı:
– Ey Fâtıma, bana Cebrâil geldi. Cehennem katlarını an-
lattı. En üst katta, ümmetimden büyük günâh işleyenlerin
bulunacağını söyledi. Beni ağlatan ve üzüntüye sokan işte
budur. (Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l Ğâfilîn Bustânü’l-Ârifîn, 66.s.)
AZILI MÜŞRİKLERİN KUR’ÂN-I KERÎMİ TASDÎKİ
Beyhakî’nin İbn-i Abbas (r.a.)’dan rivâyeti şöyledir: Bir
gün, Velîd bin Muğîre, Peygamberimiz (s.a.v.)’e geldi. Hâlin-
de Müslümanlığa yumuşamış gibi bir durum gözleniyordu.
Sükûnetle Peygamber (s.a.v.)’in kendisine okuduğu Kur’ân’ı
dinledi. Bu durum Ebû Cehil’in kulağına gitmiş, Velîd’e gidip
çatmış: “Ey Amca, senin kavmin, sana mal toplayıp vermek
istiyorlar” demiş. Velîd: “Sebeb ne?” diye sormuş. Ebû Cehil:
“Muhammed (s.a.v.)’e meylediyormuşsun. Çok sayıda mal
vererek seni bundan vazgeçirmek istiyorlar” diye karşılamış.
Velîd: “Kureyş benim, hepsinden daha zengin olduğumu bil-
miyor mu?” demiş. Ebû Cehil de: “Öyleyse, Muhammed
(s.a.v.)’e git, O’nu inkâr ettiğine veya O’ndan nefret ettiğine
dâir bir lâf söyle de bu lâf Kureyş’e ma‘lûm olsun. O zaman
seni ma‘zur görürler” demiş. Velîd: “Sen söyle bakalım, ne
diyeyim? Şâirdir desem, şiirin her çeşidini iyi bilirim. Mu-
hammed (s.a.v.)’de ise hiçbir şekilde şâirlik yok. Bâzı ka-
hinlerin cinlerden veya gâibden duyarak söylediklerini id-
diâ ettikleri söze de benzemiyor, O’nun okudukları. Valla-
hi O’nun okuduğu ne bunlara, ne de onlara benzemiyor!
Yine yemîn ederek söylüyorum ki, Muhammed (s.a.v.)’in
okuduğu şeyin bambaşka bir tatlılığı ve güzelliği var!
O’nun üstü meyvelerle, altı salkımlarla tıklım tıklım! Bere-
ket ve hayrı nihâyetsiz. O devamlı büyüyor ve yüceliyor.
Hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. O, altına aldığı her şeyi
ezer yok eder.”
Bu sözler karşısında iyice kızaran Ebû Cehil, amcası Ve-
lîd’e hitâben: “Amca, amca! Sen Muhammed (s.a.v.)’e gidip
onu inkâr ettiğine dâir bir söz söylemedikçe, mümkün değil
Kureyş seni hoş görmez!” diye haykırmış. Velîd bu durum kar-
şısında bocalayıp, “Biraz zaman tanı da düşüneyim” demiş.
Artık o; hayli düşündü, sonra surat asıp kaşlarını çattı, Ebû
Cehil’e baktı ve: “Bu, emek çekilip öğretilen, başkasından öğ-
renilen bir büyüden başkası değildir” dedi. Böylece, Ebû Ce-
hil’i ve Kureyş’i memnûn etti.
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 198.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZİN DİĞER PEYGAMBERLERE OLAN ÜSTÜNLÜĞÜ
Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: “Bana, benden önce
hiçbir peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir:
lerek zafere kavuşturuldum.
pek temizleyici olarak kılındı; binâenaleyh ümmetimden
herhangi bir adama namaz (vakti) gelip çatarsa namazı-
nı kılsın!
hiçbir peygambere helâl kılınmamıştı.
olarak) gönderildim.
ğer bir rivâyette Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur: (Bana) İste, sana istediğin verilecektir! de-
nildi.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
Allâh (c.c.) bana buyurdu ki:
– İste ey Muhammed (s.a.v.)!
– Ya Rabbi ben ne isteyeyim; Sen İbrâhîm’i dost edin-
din! Mûsâ ile konuştun, Nûh’u (peygamber olarak) seç-
tin. Süleymân’a ondan sonra hiç kimseye lâyık olmayan
bir mülk (hâkimiyet) verdin, dedim.
– Sana bunlardan daha iyisini verdim: Sana Kevseri
verdim… Göğün ortasında adın adımla anılıyor… Yer(yü-
zünü) hem senin için de hem de ümmetin için Tahûr te-
mizleyici (ziyâdesiyle) kıldım. -Gelmiş- geçmiş bütün gü-
nâhlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış bir
halde (pir u pak olarak) geziyorsun. Oysa ben bunu sen-
den önce hiç kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini
birer Mushaf ezberleyicisi yaptım. Şefaat pâyesini senin
için sakladım. Senden başka hiçbir peygambere sakla-
madım, buyurdu. (Ahmed b. Hanbel)
(Kadı İyâz, Şifâ-i Şerîf, 168-170.s.)
AHDE VEFÂ
Peygamberler ve bâhusûs Peygamberimiz (s.a.v.),
ahdine yani verdiği söze son derece vefâkâr ve riâyetkâr
idiler.
Ebû Râfi (r.a.), Kureyş tarafından Medîne’ye gönderi-
len bir köle idi. Medîne’de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’i gördük-
ten sonra O (s.a.v.)’e gönülden bağlanmış, müslümân ol-
muş ve Medîne’de kalmayı arzûlamıştı. Resûlullâh
(s.a.v.): “Elçileri alıkoymak doğru değildir. Kalk Mek-
ke’ye git. Oraya vardıktan sonra bize dönmek ister-
sen gelebilirsin.” diyerek bu teklîfi reddetmişlerdi. O da
Mekke’ye dönmüş fakat bilâhare Medîne’ye gelerek müs-
lümânlara iltihâk etmişti. (Ebû Dâvud)
Hudeybiye hükümlerinden biri: “Mekke’den Medîne’ye
gidecek her Mekkeliyi Kureyş’e iâde etmekti.” Tam bu
şartın kabûlü anında Mekke’de müşrikler tarafından
“Müslümân oldu” diye zincirlere vurulan Ebû Cendel (r.a.)
bir yolunu bulup kaçmış ve müslümânların yanına gel-
mişti. Bütün müslümânlar da manzaradan müteessir ol-
muşlar ve Ebû Cendel (r.a.)’i iâde etmek istememişlerdi.
Fakat Allâh’ın Resûlü (s.a.v.), o anda bile ahde vefânın
en çetin örneğini göstererek Ebû Cendel (r.a.)’e: “Sab-
ret, biz verdiğimiz sözden dönmeyiz Cenâb-ı Hakk
sana bir çıkış yolu te’min edecektir.”
Bedir Muhârebesi esnâsında Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e
iltihâk etmek üzere gelen Huzeyfe ile arkadaşı, müşrikle-
re harbe iştirak etmeyeceklerine dâir söz vermişlerdi.
Bunlar Resûlullâh (s.a.v.)’e müracaat ederek hâdiseyi
anlatmışlar, mücâhidlerin saflarına iştirâk etmek istedik-
lerini de ilâve etmişlerdi. Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) bunlara:
“Hayır, biz verdiğimiz söze sâdık olmalıyız. Biz ancak
Allâh’tan yardım istiyoruz ve O’nun yardımı bize kâfî-
dir.” buyurmuşlardı.
(Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 113.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.)’E YAPILAN
KALB AMELİYATI
Peygamber (s.a.v.)’in süt annesi Halime vâlidemiz anlatı-
yor: “Gerçekten Allâh (c.c.) bize, süt çocuğumuz sebebiyle bü-
yük iyilik ve bereketler vermiştir. Biz, bu bereketleri görmeye
devam ederek iki senemiz geçti. İki yaşını doldurduğu zaman,
emsâline ve yaşına nisbet edilemeyecek kadar, çok gelişmiş
ve serpilmişti… (Normal emzirme süresi de uzatılmıştı.)
Birgün süt kardeşi koşarak ve telaş içinde eve geldi ve:
“Anacığım, Kureyşli kardeşimin yanına beyaz elbiseli iki adam
geldi, onu yere yatırıp karnını yardılar!” diye feryâd etti. Ben
ve babaları koşarak çocuğun yanına gittik. O’nu rengi uçmuş
ayakta dikilir vaziyette bulduk. Babası hemen onu kucaklayıp:
“Yavrum sana ne oldu?” diye sordu… O da: “Beyaz elbiseli
iki adam geldi, beni yere yatırıp karnımı yardılar, içinden
bir şey çıkarıp attılar, sonra karnımı dikip eski hâline ge-
tirdiler” dedi. Babası bana dedi ki: “Ey Halime, ben bu çocu-
ğun başına bir iş gelmesinden korkuyorum. O’nu alıp götüre-
lim, başına bir şey gelmeden âilesine teslîm edelim.” O’nu ala-
rak Mekke’ye gittik, âilesine teslîm ettik… Anası bize dedi ki:
“Ne sebeble çocuğu geri getirdiniz? Hani siz O’nu bırakmak
istememiştiniz? Ve O’nu çok seviyordunuz?” Biz de dedik ki:
“Çocuğun başına bir şey gelmesinden korkuyoruz.” Âmine bi-
ze: “Esas sebeb nedir? Bana doğru söyleyiniz!. Yoksa şeyta-
nın kendisine dokunacağı zannına mı kapıldınız? Allâh’a ye-
mîn ederim ki, şeytan ona dokunamaz! Ben inanıyorum ki, be-
nim bu oğlumun şânı ve hâli çok büyük olacaktır. Onu size ha-
ber vereyim mi?” Biz: “Evet” dedik. O da dedi ki: “Ben bu yav-
ruma hâmile kaldığım zaman, hiç ağırlık duymadım. O’na hâ-
mile iken gördüğüm rü’yâda, benden bir nûrun çıktığını, bütün
Şam saraylarını aydınlattığını müşâhede ettim… Sonra O
doğduğu zaman, doğan çocuklarda âdet olduğu gibi düşmedi.
İki eli üzerine düşüp başı da yukarıya doğru idi; başını dikmiş
hep semâya bakıyordu… Eğer siz onu, şimdi bırakmak istiyor-
sanız; bırakabilirsiniz…”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c. 104.s.)
DIMÂD (R.A.)’İN
MÜSLÜMAN OLUŞUNDAKİ MU‘CİZE
İbn-i Abbas (r.a.) diyor ki: “Bir gün Ezd kabilebinden olan
Dımâd Mekke’ye gelmiş, Kureyş’le konuşmuş… Kendisi yel ve
benzeri hastalıkları tedaviye çalışırmış… Kureyş’ten bâzı akıl-
sızlar ona: “Muhammed (s.a.v.) delirdi” demişler. Dımâd da
Peygamberimiz (s.a.v.)’e acıyarak: “Gidip şu adamcağızı te-
dâavî edeyim umulur ki Allâh (c.c.) ona benim elimle şifâ verir”
diye Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına gelmiş… Demiş ki: “Yâ
Muhammed (s.a.v.), ben, bâzı hastalıkları okuyup tedavî et-
meğe çalışırım. Allâh (c.c.) da dilediği kuluna, benim elimle şi-
fa verir… İstersen, seni de tedâvî etmeğe çalışırım!” Onun bu
sözlerine karşılık olarak Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de bu-
yurmuş ki:
“Olanca hamd-ü senâ gerçekten Allâh içindir! Biz yal-
nız O’na hamd eder, yalnız O’ndan yardım dileriz… O’na
hakkıyla inanır, hakkıyla tevekkül ederiz… Nefislerimizin
şerrinden ve yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O’na
sığınırız… Bir kimse ki Allâh ona hidâyet vermiştir; hiçbir
kimse onu bu hidâyetten saptıramaz. Bir kimse ki Allâh
onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet veremez… Ben, bü-
tün varlığımla şahâdet ederim ki: Allâh’dan başka hiçbir
ilâh yoktur! Yine şahâdet ederim ki: Muhammed de, ger-
çekten O’nun kuludur ve Resûlüdür!”
Dımâd, bu muhteşem îmân ve tevhîd cümlelerini duyunca
hayrân olmuş ve demiştir ki: “Yâ Muhammed (s.a.v.), bu emsâl-
siz güzellikteki sözleri bana tekrar eder misin?” Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz de kendisine bu cümleleri tekrar buyurmuşlar.
Bunun üzerine Dımâd: “Yâ Muhammed (s.a.v.), ben kâhinle-
rin sözlerini de işittim, sihirbazların, şâirlerin kelamlarını da
dinledim. Fakat bunlar kadar güzel sözleri, şimdiye kadar
hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve hikmet
deryasının tâ merkezine ulaşmıştır. Ey Allâh (c.c.)’nun elçi-
si, elini bana uzat da müslümanlığı kabûl etmek üzere sana
biât edeyim!” demekten kendisini alamamıştır.
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 236.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN DEDESİNİN RÜ’YÂSI
Ebû Nu‘aym, Abdullah bin Ebu’l-Cehm’in oğlu Ebû Bekir
(r.a.)’den şöyle nakleder: “Ben Ebû Tâlib’in, babası Abdü’l-Mut-
talib’den naklen şöyle dediğini duydum: “Ben, Kâ‘be’nin Altın
oluk tarafında uyumakta iken korkunç bir rü’yâ gördüm. Büyük
bir ürperti ile uyandım ve Kureyş’in kadın kâhinine giderek gör-
düğüm rü’yâyı anlattım. Dedim ki: “Rü’yâmda yerden bir ağacın
bittiğini gördüm. Ağaç o kadar büyüktü ki, başı semâya değiyor,
dalları ise doğu ve batıya uzanıyordu… Fakat bu, nûrdan bir
ağaç idi. Öylesine âşikâr ve büyük bir nûr ki, belki güneşin
nûrundan yetmiş kat daha büyüktü… Bu nûrdan ağacın büyük-
lüğü, parlaklığı ve yüksekliği gittikçe büyüyordu… Bir yanıp bir
sönüyordu… Bu sırada Kureyş’ten bir grubun bu ağacın dalları-
na yapıştığını, diğer bir grubun ise bu ağacı kesmeye çalıştıkla-
rını görüyordum. Kesmek isteyenler ağaca yaklaştıkları zaman
güzellikte bir benzerini görmediğim bir genç onları yakalıyor, on-
ların belini kırıyor, gözlerini çıkarıp atıyordu… Ben, bu sırada
ağaca elimi uzattım ise de dokunamadım… Acaba bu kime na-
sîb olacak” dedim. O genç bana dedi ki: “Nasîb, senden önce
davranan ve ağaca tutunan kimselerindir.” Bunun üzerine korku
ve ürperti içinde uyandım…” Rü’yâmı bu şekilde o kadın kâhine
anlattığım zaman, o da ürperdi ve sapsarı kesildi. Bana dedi ki:
“Gördüğün rü’yâ, gerçektir, senin soyundan bir adam gelecek,
doğu ve batıya hâkim olacak ve insanlar kendisine itaat edecek-
tir…”
Gördüğü rü’yâyı, bu şekilde kâhine yordurmuş olan Abdü’l-
Muttalib, oğlu Ebû Tâlib’e demiştir ki: “Umulur ki yorumda işâret
edilen bu adam, sen olursun!” Ebû Tâlib, babası tarafından gö-
rülen ve kendisine aktarılan bu rü’yâyı, zaman zaman anlatırdı.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in peygamberliğini ilân etmesinden son-
ra da bunu anlatır ve: “Abdü’l-Muttalib’in rü’yâsında gördüğü o
ağaç, Allâh’a yemîn ederim ki, kardeşimin oğlu Muhammed
Ebû’l-Kâsım el-Emîn (s.a.v.)’dir!” derdi. Kendisine derlerdi ki: “O
halde, hâlâ O’na îmân etmeyecek misin?” O da şu karşılığı ve-
rirdi: “Büyüklerin beni kınamasından ve bana sövmesinden çek-
miyorum!…”
(Celâleddin es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 83.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ŞEMÂİLİ
Başta Tirmizî’nin eş-Şemâil adlı kitabı olmak üzere çe-
şitli kaynakların Hasan bin Alî (r.a.)’den rivâyetlerine göre,
o şöyle demiştir: “Dayım İbn-i Ebî Hâleye Peygamberimiz
(s.a.v.)’in Hilye’si hakkında sordum, bana verdiği cevâbda
o dedi ki: “O büyük ve kuvvetli idi. Mübârek yüzü, ayın on
dördü gibi parlardı. Boyu, ortadan az uzunca, başı büyük
ve saçı biraz dalgalı idi. Eğer saçı kendiliğinden ayrılırsa,
onu kendi hâlinde bırakırdı. Saçını uzattığı zaman, kulak
yumuşağını geçerdi. O, pembemsi beyaz tenli, geniş alın-
lı, ince ve gür kaşlı idi ve kaşları arasında fazla açıklık yok-
Burun ucu inceydi ve nûr gibi parlardı. Fazla dikkat etme-
yen, bu yüzden burnunu uzun zannederdi. Sakalı sık, göz-
bebeği simsiyah, yanakları düz, ağzı büyükçe, dişleri ga-
yet güzel ve seyrekçe idi. Göğsünden göbeğine doğru
inen incecik bir kıl çizgi vardı. Boynu gümüş gibi parlardı.
O’nun vücûd yapısı ve bütün organları gayet mu‘tedil
ve mütenâsibdi. Ne şişman, ne de zayıf idi. Göğsü ile kar-
nı aynı hizâdaydı, göğsü aynı zamanda geniş idi. Kezâ iki
omuz arası geniş, el ve ayak parmaklan uzun, kalın ve
kuvvetli idi. Kolları kıllı, memeleri kılsızdı. Elleri geniş, kol-
ları uzun, el ve ayak parmaklarının kemikleri düz ve pürüz-
süz idi. Her iki ayağının altı biraz çukurdu. Üzerleri ise düz
ve pürüzsüzdü. Ayakları ıslandığı zaman, su üzerinden
kayar giderdi. Yürürken ayağını kuvvetle kaldırır ve ileriye
atardı. Adımları genişti. Kolay, kuvvetli ve vakarlı yürür-
dü… Döndüğü zaman, yalnız boynu ile değil tam dönerdi.
Bir şeye bakmak ihtiyâcı olmadığı zaman gözünü yumar-
dı. Hayâsı ve tevâzuu son derece olup, yukarıya doğru az,
aşağıya doğru çok bakardı. Bakışlarının pek çoğu, göz ke-
narı ile olurdu. Arkadaşları önde, kendileri arkada giderdi.
Karşılaştığı kimselere önce kendileri selâm verirdi.”
(Celâleddîn es-Suyûtî, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mu‘cizeleri, 1.c., 138.s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ÜMMETİNE DUÂSI
Abbas b. Mirdas (r.a.)’den şöyle nakledilmiştir: Arafe günü
akşamı, Hz. Peygamber (s.a.v.) ümmetinin affı ve Allâh’ın onla-
ra merhamet etmesi için duâ etti. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ko-
nudaki duâlarını arttırınca, Cenâb-ı Allâh, kul hakkını ilgilendir-
meyen günâhları affettiğini kendisine bildirdi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle duâ etti. “Yâ Rabbi! Sen zulme-
den kullarına yaptıkları zulümden dolayı işlemiş oldukları gü-
nâhların yerine onlara sevâb vermeye kâdirsin. Ve bu zâlim kul-
larını affetmeye de kâdirsin.” O akşam, Cenâb-ı Allâh, Resûlü
(s.a.v.)’e bir şey bildirmedi. Ertesi sabah Müzdelife’de Hz. Pey-
gamber (s.a.v.), duâsını tekrarladı. Cenâb-ı Allâh ona şöyle
mukâbele etti: “Onları da affettim”. Bunun üzerine Resûlullâh
(s.a.v.) gülümsedi.
Abdullah b. Arar (r.a.)’den: Resûlullâh (s.a.v.) Hz. İbrâhim
(a.s.)’ın “Yâ Rabbi! İnsanların çoğu sapıttı…” sözünü ve Îsâ
(a.s.)’ın da “Eğer onlara azâb edersem, kullarına azâb etmiş
olursun.” sözünü okudu. Sonra ellerini kaldırarak:
– “Allâhım ümmetimi koru! Allâhım, ümmetimi koru! Al-
lâhım ümmetimi koru!” diye duâ etti ve ağladı. Bunun üzeri-
ne Allâh (c.c.):
– “Yâ Cebrâîl! Muhammed (s.a.v.)’e git. Niye ağladığını sor”
dedi. Cebrâîl (a.s.), hemen Resûlullâh (s.a.v.)’e gelip niçin ağ-
ladığını sordu. Resûlullâh (s.a.v.), sebebini söyleyince Allâh
(c.c.), Cebrâîl (a.s.)’a:
– “Muhammed (s.a.v.)’e git. Ümmetin konusunda Seni
râzı edeceğiz, Seni bu konuda üzmeyeceğiz de” buyurdu.
Âişe (r.anhâ) der ki: Resûlullâh (s.a.v.)’i neşeli görmüştüm:
– “Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Bana duâ et” dedim.
– “Allâhım, Âişe’nin gizli âşikâr yaptığı ve yapacağı bü-
tün günâhlarını affet” diye duâ etti. Bunun üzerine sevinçten
başım önüme düşünceye kadar güldüm. Resûlullâh (s.a.v.):
– “Duâm seni sevindirdi mi?” dedi. Ben de:
– “Duân beni niçin sevindirmesin?” dedim. Resûl (s.a.v.):
– “Vallâhi o benim ümmetim için her namazda yaptığım
duâdır” diye mukâbele etti.
(Yûsuf Kandehlevî, Hadîslerle Müslümanlık, 4.c., 1688-1689.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN NEFESİYLE
İYİLEŞEN HASTALAR
Abdullâh b. Üneys (r.a.) anlatıyor: “Yahudî Rizam oğ-
lu Müstenir, Şevhât ağacından ma‘mul âsâsıyla yüzüme
vurup derin bir yara açtı; yara, tâ kemiğime kadar indi.
Allâh Resûlü (s.a.v.)’in yanına gittim, yarayı açıp içine
doğru nefes buyurdular. Ondan sonra yaranın acısını
hissettiğimi hatırlamıyorum.” (Taberânî)
Sahâbe’den bir zât anlatıyor: “Avucumun içinde bir
ur çıkmıştı. Allâh’ın Peygamberi (s.a.v.)’e vardım ve:
– Yâ Nebiyyallâh (s.a.v.)! Şu ur gittikçe büyüyor, ne
kılıç tutabiliyorum ne de hayvanın dizginini, dedim.
– Bana doğru yaklaş, buyurdular.
Yaklaştım, avucumun içine okuyup üfledikten sonra
elini urun üzerine koyarak bir süre oğdu. Sonra elini kal-
dırdığında urdan eser göremedim!” (Taberânî)
Abyâd b. Hammâl anlatıyor: “Yüzümde ekzema
hastalığı peydâ olmuştu, neredeyse burnum kopacaktı.
Resûlullâh (s.a.v.), beni huzûruna çağırdı, mübârek eli-
ni yüzüme sürdü. O gün akşam olmadan yüzümde ek-
zemadan eser kalmadı.” (Ebû Nu‘aym)
Râfi‘ b. Hadic (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Peygamberi-
miz (s.a.v.)’in yanına girdim, içerde bir kazanda et kay-
nıyordu. Gözüme ilişen bir parça iç yağını canım çekti,
alıp yedim. Bu yüzden bir sene hasta oldum (karın ağ-
rısına yakalandım). Sonra durumu Resûlullâh (s.a.v.)’e
arz ettim. Bana:
– O yağda yedi kişinin hakkı vardı, buyurduktan
sonra mübârek elini karnıma sürdü, anında yeşil is-
tifra yaptım. Kendisini hak dîn ile gönderen Allâh’a
yemîn ederim ki o günden sonra karın ağrısı görme-
dim.” (Ebû Nu‘aym)
(M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s Sahâbe, 4c., 341.s.)
Hz. Ömer (r.a.) Beytü’l-makdis’i fethettikten sonra yo-
la çıkıp Câbiye’ye varınca Bilâl (r.a.) ondan Şam’da kal-
masına müsâade etmesini istedi. O da bunu kabûl etti.
Ebü’d-Derdâ (r.a.) der ki: Resûlullâh (s.a.v.)’in bizi bir-
birimize kardeş yaptığı Ebû Ruveyha, Havlân’da bir eve
misâfir olarak konakladı. O ve kardeşi Havlân’dan bir top-
luluğa gittiler. Onlara “Sizden evlenmek için eş istemeye
geldik. Bizler bir zamanlar kâfirdik. Yüce Allâh bize hidâ-
yet etti. Köle idik, Allâh bizi âzâd etti. Fakirdik, Yüce Allâh
bizi zengin etti. Eğer bizi evlendirirseniz Allâh’a hamd
edeceğiz. İsteğimize olumsuz cevâb verirseniz Allâh’tan
başka hiç kimsenin gücü ve kuvveti yoktur diyeceğiz.” Bu-
nun üzerine Havlânlılar onları evlendirdi.
Şam’da ikâmet eden Bilâl (r.a.), bir gün rü‘yâsında Re-
sûlullâh (s.a.v.)’i gördü. Resûlullâh (s.a.v.) ona “Bu ne
sevgisizlik yâ Bilâl! Beni ziyâret etme zamanın gelme-
di mi?” dedi. Bilâl (r.a.) üzüntü içinde, korkarak ve titre-
yerek uyandı. Hayvanına binerek Medîne’nin yolunu tut-
mezarına yüz sürmeye, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
(r.a.)’ya yönelerek onları bağrına basıp öpmeye başladı.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) “Senin bu mescîdde Re-
sûlullâh (s.a.v.) için okuduğun ezânını özledik” dediler.
Bunun üzerine Bilâl (r.a.) mescîdin damına çıktı ve o gün-
ler durduğu yere durdu. “Allâhü ekber, Allâhü ekber” diye
ezana başlayınca bütün Medîne titredi. “Eşhedü en lâ ilâ-
he illallâh” cümlesine gelince Medîne’nin titremesi daha
da arttı. “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh”a gelin-
ce, genç kızlar evlerinden (haremlerinden) dışarı çıktılar.
Herkes “Resûlullâh (s.a.v.) dirildi mi?” dedi. Resûlullâh
(s.a.v.)’in irtihâlinden sonra Medîne’de hiçbir kadın ve er-
kek o gün ağladığından daha çok ağlamadı.
(Eşref Alî et-Tehanevî, Hadislerle Hanefî Fıkhı, 6.c., 294-295.s.)
AİLE REİSİ VE BİR EŞ OLARAK HZ. PEYGAMBER
(S.A.V.) VE ALÇAK GÖNÜLLÜLÜĞÜ
“Evinde ailesinin işine bakardı: Elbisesini bizzât kendisi
yıkardı. Koyununu kendi sağardı. Elbisesini kendi yamar-
dı, kendi pabuçlarını kendi dikerdi. Kendi hizmetini kendi
görürdü. Evini kendi süpürürdü, deveyi bağlardı. Süt ge-
tiren deveyi kendi otlatırdı. Hizmetçi ile yemek yemekte
sakınca görmezdi, onunla beraber hamur yoğururdu. Çar-
şıdan yiyeceğini kendi taşırdı.”
Enes (r.a.)’dan: “Medine cariyelerinden biri dahi olsa,
gelip Resûlullâh (s.a.v.)’in elini tutup evine götürmek
(maddî ihtiyacını veya şefaat gibi manevî ihtiyacını temin
etmek maksadıyla) istese bile, onunla gider ve ihtiyacını
karşılardı.
Bir defasında yanına bir adam girmiş ve heybetinden
korkmuştu da ona: “Kendine gel, korkma, ben bir kral
değilim! Ben sadece kadid (kurutulmuş et) yiyen Kureyş
kabilesinden olan bir kadının oğluyum!” dedi. (İbn-i Mace,
Sünen)
Ebû Hureyre (r.a.)’den: “Peygamber (s.a.v.)’le birlikte
çarşıya gittim. Giyilecek eşya satın aldı ve tartıcıya:
“ (Herhalde o zaman para tartı ile veriliyordu.) Fazla tart
(yani parayı biraz fazla al) dedi.”
Ebû Hureyre (r.a.) bu kıssayı uzunca anlattıktan sonra
dedi ki:
“Tartıcı hemen Peygamber (s.a.v.)’in eline sarıldı ve
öpmek istedi. Fakat o mübarek elini çekerek şu ihtarda
bulundu:
– Bunu Acemler krallarına karşı yaparlar. Ben kral deği-
lim, ben sadece içinizden bir adamım.
Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana
da şöyle hitab etti: “Kişi, sahip olduğu şeyi taşımaya ehak-
tır!.” (Suyûtî, Ebû Dâvud)
(Kadı ‘Iyaz, Şifâ-i Şerîf, s.132)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İ SEVMENİN ALAMETLERİ-2
Resûlullah (s.a.v.)’i sevmenin; alâmeti:
(7) O’nu çok anmakla beraber, O’na çok ta’zim ve hürmet
etmek, O’nu zikrederken, huşu, hudu içinde bulunmak, O’nun
ismini işittiğinde içi sızlamaktır.
İshak et- Tücyibî şöyle diyor: Resûlullah (s.a.v.) âhirete
irtihal etmesinden sonra ashabı onu andıklarında, huşu ve
hudu içinde bulunur, vücutları titreyip ağlarlardı. Tâbiînlerden
çoğunun hali de böyle idi. Bazısı bunu Resûlullah (s.a.v.)’i
sevdiği kimisi de Resûlullah (s.a.v.)’den korktuğu ve O’na
tâ’zim ettiği için yapardı.
(8) Resûlullah (s.a.v.)’in sevdiği kimseyi, ehl-i beytini ve
ashabını sevmek ve onlara düşmanlık yapanlara düşman ol-
mak, onlara buğzedenlere buğzetmektir. Bir kimseyi seven,
onun sevdiğini de sever.
(9) Resûlullah (s.a.v.)’in getirmiş olduğu ve onunla insan-
ları hidâyete sevkettiği, kendisi de doğru yolu onunla bulduğu
ve onun ahlâkı ile ahlâklandığı Kur’ân-ı Kerim’i sevmektir.
(10) Resûlullah (s.a.v.)’in ümmetine şefkat ve merhamet
etmek, onlara nasihat etmek, onların yararına çalışmak, onla-
rın müşkülâtlarını gidermektir.
(11) Resûlullah (s.a.v.)’i sevmenin kâmil olmasının
alâmeti: Resûlullah’ı sevdiğini iddia eden kimsenin zahid ol-
ması (yani, dünyaya metelik vermemesi), fakirliği tercih etme-
si, fakirlerin halleriyle hallenmesidir.
Abdullah b. Müğaffel (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîste; adamın
biri Resûlullah (s.a.v.)’e der ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben mu-
hakkak seni seviyorum.” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)
: “Söylediğin söze bak.” buyurur. Adam üç kere: “Allah’a
yemin ederim ki, ben seni seviyorum.” deyince Resûlullah
(s.a.v.) ona şöyle buyurdular: “Eğer beni gerçekten seviyor-
san fakirliğe karşı bir kalkan hazırla, çünkü beni sevene
fakirlik, hedefine akan selden daha sür’atli gelir.” (Tirmizî,
Zühd 36 (2350))
(Kadı İyâz, Şifa-i Şerif, s.405)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İ SEVMENİN ALAMETLERİ-1
Bir kimse bir şeyi sevdi mi, muhakkak onu tercih eder.
O’na uymayı tercih eder. Yoksa sevgisinde sadık olmaz. An-
cak sevdiğini iddia eder. Resûlullah’ı (s.a.v.) sevmekte sadık
olan kimse de Resûlullah’ı (s.a.v.) sevdiğini kendinde göste-
rendir. Bunun alâmet ve işareti:
(1) Resûlullah’a (s.a.v.) uymak, O’nun sünnetini işlemek,
söz ve fiillerine tâbi olmak, emirlerini yerine getirmek, yasak –
larından kaçınmak, O’nun edebleriyle edeblenmektir. Bunun
şahidi ise Allâhu Teâlâ’nın şu sözüdür: (Habibim) de ki:
“Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok
bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Ali İmran, 31)
(2) Resûlullah’ın (s.a.v.) dindeki emirlerini ve (yapılması
için) teşvik ettiği hususları kendi nefsinin hevasına ve şehevî
isteklerine uymasına tercih etmesidir.
(3) Allah’ın rızasını, kulların kızmasına tercih etmektir.
Enes h. Mâlik der ki: Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki:
Ey yavrucuğum, eğer kalbinde hiçbir kimseye kin ve
hased beslemeden gece ve gündüzü geçirmeye mukte-
dir olursan yap.
Bundan sonra bana şöyle buyurdu:
Ey oğulcağızım, bu benim sünnetimdir. Kim ki benim
sünnetimi ihyâ ederse o kimse beni sevmiş olur. Kim
beni severse o cennette benimle beraberdir.
(4) O’nu çok hatırlamaktır. Çünkü kim bir şeyi severse
onu çok anar.
(5) O’na ulaşmayı, kavuşmayı çok arzulamaktır. Çünkü
her seven sevdiğine kavuşmayı ister.
(6) Allah’a (c.c.) ve Allah’ın Resûlüne buğzedenlere buğ-
zetmek, Resûlullah’a düşman olanlara düşman olmak. O’nun
dininde bid’atlar icad edip sünnetine muhalefet edenden
uzaklaşmak. Resûlullah’ın şeriatına muhalif olan her şeyin
kendisine ağır gelmesidir.
(Kadı İyâz, Şifa-i Şerif, s.405)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İN YATAĞI
Hz. Aişe (r.anhâ)’ya Resûlullâh (s.a.v.)’in yatağının nasıl
olduğu soruldu. O da:
– “İçi hurma lifi dolu deridendi” diye cevap verdi.
Aişe (r.anhâ)’dan: Bana Ensardan bir kadın geldi.
Resûlullâh (s.a.v.)’in yatağının katlanmış bir aba olduğunu
görünce hemen gitti, bana içi yün dolu bir yatak gönderdi.
Resûlullâh (s.a.v.) gelir gelmez:
– “Bu ne ya Aişe?” dedi.
– “Ya Resûlallâh! Ensardan falan kadın bana gelmişti.
Senin yatağını görünce evinden bana bunu göndermiş”
dedim.
– “Onu iâde et!” dedi. Ben de iâde etmedim. Bu yatağın
evimde olması hoşuma gidiyordu. Sonra üç defa onu iâde
etmemi söyledi ve:
– “İâde et onu ya Aişe! Allâh’a yemin ederim ki eğer ben
isteseydim Allâhü Te‘âlâ benim için dağı taşı altın ve gümüş
yapardı.” buyurdu.
Cafer b. Muhammed babasından naklediyor: Hz. Aişe
(r.anhâ)’ya, Resûlullâh (s.a.v.)’in kendi evindeki yatağının
ne olduğu soruldu. O da:
– “İçi lif dolu, deri bir yataktır” diye cevap verdi.
Hz. Hafsa (r.anhâ)’ya Resûlullâh (s.a.v.)’in yatağının ne
olduğu soruldu. Bunun üzerine Hafsa (r.a.) şunları anlattı:
Kalın bir kumaştır. İkiye katlarız üzerinde uyur. Bir gece,
onu dörde katlarsam daha yumuşak olur dedim ve dörde
katladım. Sabah olunca Resûlullâh (s.a.v.) “Bu gece altıma
ne serdin?” dedi. “Her zamanki yatağını fakat dörde kat-
lamıştım, senin için daha yumuşak olur diye düşündüm”
dedim. Bunun üzerine;
– “Onu eskisi gibi katlayın! Çünkü yatağın yumaşaklığı
gece, teheccüde geç kalkmama sebep oldu, buyurdu” diye
cevap verdi.
(Yûsuf Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, c.3, s.1319)
YAHUDİLERİN PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.)’İ
TANIMALARI
İbn-i Sa’d’ın İbn-i Abbas’tan, Zühri’den ve Asım bin
Ömer bin Katâde’den rivâyeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.
Efendimiz’in Medine ziyaretiyle ilgili olarak dediler ki: “Pey-
gamberimiz (s.a.v.)’in Medine’de dayıları vardı. Bunlar, Me-
dine’deki Adiyy bin Neccâr Oğullarına mensub idiler. Efen-
dimiz (s.a.v.), altı yaşına girdiği zaman, anası O’nu yanına
alarak dayılarını ziyarete götürdü. Yanlarında Ümmü Eymen
de vardı. Medine’ye vardıklarında Nâbiğa’nın evine indiler ve
bir ay Medine’de kaldılar, işte bu ziyaret zamanına ait bizzât
Peygamber Efendimiz bazı şeyler hatırlar ve derdi ki: “İşte,
o zaman biz anamla birlikte bu eve inmiştik. Ben, Adiyy bin
Neccâr oğullarına ait olan bir kuyuda güzelce yüzmüştüm.”
Peygamberimiz (s.a.v.) o kuyuda yüzdüğü sırada, ba-
şına yahudiler toplanmışlar ve O’na dikkatle bakmışlardır.
Ümmü Eymen demiştir ki: “Bana yahûdîlerden iki adam gelip:
“Ahmed’i çıkar da bize göster” dediler. Ben de çıkardım. Onlar
da onu evirip çevirdiler, iyice incelediler… Sonra biri diğerine
dedi ki: “Hiç şüphesiz bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir!
Bu Medine şehri de onun hicret yurdu olacaktır ve bu şehirde
büyük bir harb de olacaktır.” Ben bu sözleri, aynen onların
konuşmalarından almış bulunuyorum.”
Peygamberimiz (s.a.v.) aynı zamanda demiştir ki: “Ben,
o kuyuda yüzerken yahûdînin birinin dikkatle ve tekrar
tekrar bana baktığını gördüm. O yahûdî bana: “Senin
adın nedir?” diye sordu. Ben de: “Ahmed” diye cevap
verdim. Sonra dikkatle arkama baktı ve: “Bu, bu ümme-
tin peygamberidir!” diye konuştu. Sonra dayılarıma gidip
bunu onlara da söyledi. Dayılarım da anama söylediler…
Bunun üzerine bana bir şey olur diye anam korkuya ka-
pıldı… Ve Medine’den çıktık…”
Ümmü Eymen: “Amine ve çocuğu ile birlikte Mekke’ye
döndüm, dönüş sırasında Ebvâ denilen yere geldiğimizde
Amine hastalandı ve orada vefat etti” demiştir.
(İmâm Suyûti, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mucizeleri, c.1, s.142-143)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İ SEVMEK FARZDIR
“Ey Habîbim, o hicreti terk edenlere de ki: Babala-
rınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız,
kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz
bir ticaret, hoşunuza giden meskenler, size Allâh ve
Resûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise
artık Allâh’ın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleyin. Allâh
fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (Tevbe s. 24)
Bu kadar (tehdid), Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmenin gerekli
olduğuna, vâcip olmasının kesinliğine, kadrinin yüceliğine ve
Resûlullâh (s.a.v.)’in buna müstehak olduğuna, teşvik, tenbih,
huccet ve delil bakımından kafidir. Çünkü, Allâhü Te‘âlâ: “Artık
Allâh’ın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleyin.” sözü ile malı,
akrabası, çoluk çocuğu kendisine Allâh ve Resûlü (s.a.v.)’den
daha sevimli olanların halinin çirkin olduğunu, onlara azap
vereceğini beyan buyurdu. Sonra âyet-i kerimenin sonu ile
onların fasık olduklarını ve sapıklardan olup Allâh (c.c.)’ün
hidâyetine ulaşamadıklarını bildirdi.
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “Hiç biriniz, ben ona,
evladından da, pederinden de ve bütün halkdan daha
sevgili olmadıkça îman etmiş olmaz.” (Buhârî)
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kimde üç (haslet)
bulunursa, îmanın tadını tatmış olur: 1- Allâh (c.c.) ile
Allâh’ın Peygamberi, kendisine Allâh ve Peygamberden
başkasından daha sevgili olmak, 2- Sevdiği kimseyi, sırf
Allâh (c.c.) için sevmek, 3- Allâh (c.c.)’ün onu küfürden
kurtarmasından sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe atı-
lacakmışcasına korkup hoşlanmamak.” (Buhârî)
Hz. Ömer (r.a.)’den, Resûlullâh (s.a.v.)’e şöyle rivâyet
edilir: – Allâh’a yeminle söylerim ki Ya Resûlallâh (s.a.v.) Ca-
nım hariç, bana her şeyden sevgilisin.”dedim Bunun üzerine
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben kendisine canından
daha sevgili olmadıkça, sizden biriniz asla îman etmiş ol-
maz.” Hz. Ömer (r.a.): – SanaKur’ân’ı gönderen Allâh (c.c.)’e
yemin ederim ki, sen bana canımdan daha sevgilisin deyince.
Resûlullâh (s.a.v.): “Ey Ömer şimdi (tamam).” buyurdu.
(Kadı İyâz, Şifâ-i Şerîf, s. 398.)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN
DÖRT HALİFEYİ MÜJDELEMESİ
Huneyn gazasında, harbin şiddetlendiği sırada, Cündeb
(r.a.) Resûlullah (s.a.v.)’in huzuruna gelip, yâ Resûlallah,
harp çok şiddetlendi. Ashabınızdan birini seçiniz, eğer size
bir emr vâki’ olursa, onu seçelim. Eğer olmazsa, onu seçil-
miş bilelim, dedi. Resûlullah (s.a.v.); “İşte Ebû Bekir, eğer
bana bir şey olursa, onu bana halîfe olarak seçiniz.
Ömer bin Hattâb benim dostumdur. O benim dilimden
doğruyu söyler. Osmân bin Affân bendendir ve ben
ondanım. Alî bin Ebî Tâlib benim dünyâda ve âhirette
kardeşim ve yoldaşımdır.” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) bir kimseye bir kaç deve yükü hur-
ma verdi. O şahıs, yâ Resûlallah! Senden sonra bu bağışı
bana veren olmaz, dedi. Resûlullah (s.a.v.) “sana veren
olur” buyurdu. Kim olur diye sorunca, “Ebû Bekir verir”
buyurdu. O şahıs bunu Hz. Ali’ye (r.a.) söyledi. Hz. Ali
(r.a.) o kimseye, Resûlullah’a gidip, Ebû Bekir’den sonra
kim verir, diye sor dedi. Gidip sordu, “Ömer bin Hattâb
verir” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Alî (r.a.) o şahsa, yine
gidip sor, Ömer bin Hattâb’dan sonra kim olur, dedi. O da
gidip Resûlullah’a yine sordu. “Osmân ve Alî “radıyallahü
anhümâ” olur.” buyurdu.
Bir gün bir kadın Resûlullah’ın huzûruna gelip, bir
şey istedi. “Bir müddet sonra gel” buyurdu. Kadın, yâ
Resûlallah, gelince sizi bulamazsam ne olacak, dedi.
“Beni bulamazsan, Ebû Bekr’e git. Benden sonra halîfe
o olsa gerekdir.” buyurdu.
Sefîne (r.a.) şöyle nakletmiştir: Resûlullah (s.a.v.) bu-
yurdu ki: “Benden sonra halîfelik müddeti otuz senedir.
Ondan sonra melikler saltanat sürer.” Ebû Bekir (r.a.) iki
sene, Ömer (r.a.) on sene, Osman (r.a.) on iki sene ve Ali
(r.a.) altı sene halîfelik yaptılar.
(Molla Cami, Şevahid-ün Nübüvve, s.261-263)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’E İMAN VE İTAAT
İmâm Şafiî (r.a.) dedi ki: “Allâh (c.c.); dîninde, farzın –
da ve Kitab’ında, Resûl (s.a.v.)’e itaâti farz, isyânı haram
kılmak sûretiyle, önemli bir yer verdi. Resûl (s.a.v.)’in
fazîletini,Kur’ân-ı Kerim’de, kendine olan îmanla bir-
leştirerek beyân etti. Allâh (c.c.) buyurdu ki “Allâha ve
Resûlüne îman edin.” (A’raf s. 158) ve yine “Ancak Allâh’a
ve Resûlüne îman edenler, mü’minlerdir…” (Hucûrat s. 15)
Allâhü Te‘âlâ temel olan îmanın başlangıcını; ondan
sonra gelen şeylerin (îman edilecek diğer esasların ve
amellerin) kabul edilebilmesi açısından, Allâh’a îman ve
sonra Resûlü (s.a.v.)’e îmanda kılmıştır.
İmâm Şafiî (r.a.) dedi ki: “Allâh-u Te‘âlâ bütün insanlara;
göndermiş olduğu vahye (Kur‘an’a) ve Resûlullâh (s.a.v.)’in
sünnetine, tâbi‘ olunmasını, itaât edilmesini farz kılmıştır.
Kerim olan Kitab’ında Allâh-u Te‘âlâ şöyle buyurur:
“Muhakkak Allâh (c.c.) mü’minlere, onların içinden,
Resûl göndermek sûretiyle nimet verdi (iyilik etti) ki O
Resûl onlara Allâh’ın âyetlerini okuyor, onları arındırı-
yor ve onlara Kitab’ı ve Hikmeti öğretiyordu. Oysa ön-
ceden onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmrân
s.164) Bu âyeti kerîmede Kitâb ve Hikmet beraberce zikre-
dilmiştir. Allâh-u Te‘âlâ’nın Kitâb diye buyurduğu;Kur’ân-ı
Kerim’dir.Kur’ân’ı bilen ilim ehlinden, işittiğim şudur ki;
Hikmet buyruğundan kasıt, Resûlullâh (s.a.v.)’in sünnetidir.
Bunun bu manaya gelmesi bir haktır.
Zira Allâh (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey îman edenler! Allâh’a itaât edin, Resûlü’ne ve
sizden olan emir sahiplerine de itaât edin. Şâyet bir hu-
susta anlaşmazlığa düşerseniz, Allâh’a ve âhirete ger-
çekten inanıyorsanız onu Allâh’a ve Resûlüne götürün .
(Onların hükmüne göre hükmedin) Bu hem hayırlı, hem
de netice itibariyle daha iyidir.” (Nisa s. 59) buyurmuştur.
(İmâm-ı Suyûti, Akîdede Sünnetin Yeri, s.6-7)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN ÜMMETİNE ŞEFKATİ
Bir bedevî geldi, Efendimiz (s.a.v.) ‘den bir şeyi istedi.
Ona istediğini verdikten sonra: “Sana iyilikte bulundum,
değil mi?” diye sorunca, bedevî: “Hayır, bana iyilikte bu-
lunmadın!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Müslümanlar,
öfkelenip ona hücum etmek istediler.
Peygamberimiz (s.a.v.) :“Yapmayın!” diye işaret etti.
Sonra evine girip, biraz daha bir şey yolladı ve: “Nasıl,
şimdi sana ihsân etmiş oldum mu?” diye sordu.
Bedevî de: “Evet, Allah, seni, ehlini ve (bütün) kabileni
hayr ile mükâfatlandırsın!” dedi.
“Demin söylediğin sözden ashabımın kalbinde sana
karşı bir nefret uyanmış olabilir. Haydi onların yanında
da benim önümde söylediğin sözleri tekrar et de gönül-
lerinde sana karşı besledikleri kötü duygu gidiversin.”
tavsiyesinde bulundu.
Ertesi gün veya yatsı zamanı gelince, adam geldi, Pey-
gamber (s.a.v.) buyurdu: “Bu Arabi, biliyorsunuz ki, o
söylediği sözü demişti. Bunun üzerine biz biraz daha
fazla verdik kendisine, şimdi ise razı olduğunu iddia
ediyor. Öyle mi?” “Evet, Allah seni, ehlini ve kabileni hayr
ile mükâfatlandırsın!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Benimle bu adam, devesi olan bir adama benzeriz.
Deve kendinden kaçmıştır. Herkes ardına düşüp de-
veyi yakalamaya çalışmıştır, fakat onlar çağırdıkça
deve kaçmasını artırmıştır. Nihâyet asıl sahibi olan kişi
(onunla beni başbaşa bırakınız, çünkü ben ona sizden
daha şefkatliyim ve huyunu sizden daha iyi bilirim!) di-
yerek onun önüne gitmiştir, yerden bir parça bir şey
alıp ona yedirmiştir ve deve gelip yatmış, onu güzelce
teçhiz edip sırtına binmiştir. İşte ben de sizi, adam o
sözü söyledikten sonra bıraksaydım, hücum edip ada-
mı öldürecektiniz ve o da ateşe girecekti.” (İmâm Bezzar)
(Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif, s.122)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’E VE EHL-İ BEYTİNE
SALAVÂT GETİRMEK ALLAH’IN EMRİDİR
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; ‘‘Üzerime günde bin
defa salavât getiren kimsenin Allah cesedini cehennem
ateşine haram kılar.’’ (Mustatraf)
Abdullah ibn Amr ibni As (r.a.)’den rivâyet edildiğine
göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Ezan işittiğiniz
zaman müezzinin söylediklerin aynen siz de söyleyin
sonra bana salavât getirin çünkü bir kimse bana bir
salavât getirirse Allah ona on kere rahmet eder. Daha
sonra benim için Allah’tan vesileyi isteyin çünkü vesile
cennette Allah’ın kullarından tek bir kuluna layık olan
bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Be-
nim için vesileyi isteyen kimseye şefaatim vâcip olur.”
(Müslim, Salat 11)
“Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salat
ederler. Ey îman edenler, siz de ona salat edin ve gö-
nülden teslim olun.” (Ahzâb s. 56 )
“Kaab bin Acere demiştir ki: Bu âyet nazil olduğu zaman
Resûlullah (s.a.v.) Efendimize: Ey Allah’ın Resûlü, sana
nasıl selam vereceğimizi ve nasıl selavat getireceğimizi
bilmiyoruz dediğimde, buyurdular ki: “Allâhümme salli alâ
Muhammedin ve alâ âli Muhammed.”
Bu âyetin nüzulünden sonra, nasıl salavât getirecekleri
hakkında Ashab-ı Kiram’ın sorusu ve “Allâhumme salli alâ
Muhammedin ve alâ âli Muhammed.” diyen Resûlullah
(s.a.v.)’ın cevabı, açık olarak gösteriyor ki, bu âyeti kerime’
de, ehli beyte de salavâtın getirilmesinin murad olduğuna
açık delildir. Eğer âyeti kerimeden bu anlaşılmamış olsay-
dı, âyetin hemen nüzulünden sonra, ne bu soruya ve ne
de Resûlullah (s.a.v.) tarafından verilen cevaba ihtiyaç kal-
mayacaktı. Ashabın bu şekilde cevap almaları, Resûlullah
(s.a.v.)’in âline (ailesine ve soyuna) de salavâtın getirilmesi
emir olunduğuna delalet eder. Hem de Resûlullah (s.a.v)
bu konuda âlini de kendi nefsi yerine koymuştur. Çünkü
salavâttan maksat hürmettir. (Ehl-i Sünnet Akaidi c.2 s. 33)
Resûlullah (s.a.v)’ın ismini işittiği vakit salavât getirmeyi
terk etmek. Dilin âfetlerinden sayılmıştır.
(İbrahim Eken, Kulluk, s.140)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN ERİŞİLMEZLİĞİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in mucizeleri, diğer peygamber-
lerin mucizelerinden hem sayı bakımından sayılamayacak
kadar çoktur ve hem de derece bakımından çok çok üs-
tündür.
Resûlullah (s.a.v.)’in aklı, ma’rifeti ve ilmi hiç kimseye
nasîp olmayacak derecede çok fazla idi. Bunun en açık
delîli, ümmî iken (okur yazar değilken) ve hiç kimseden
bir şey öğrenmediği hâlde, işleri, hâlleri, tavırları, söz-
leri, ahlâkı, ilmi ve fazîleti o derecede idi ki, hiç kimsenin
aklı ve ilmi ona ulaşamazdı. Tevrât’ta, İncîl’de, diğer ilâhî
kitâplarda ve suhuflarda bulunan sırları ve haberleri bilirdi.
Hâlbuki ehl-i kitâbın âlimleriyle görüşmemiş, onlarla sohbet
etmemiş ve onlardan bir şey öğrenmemişti. Geçmiş üm-
metlerin hâllerini, keşf ehli hükemânın (alimlerin) hikmetle-
rini çok iyi bilirdi.
Sözleri tatlı idi. Her hareketi ve duruşu, davranışları ve
işleri o şekilde idi ki, dahâ güzeli düşünülemezdi.
Resûlullah (s.a.v.)’in bedeninin kuvveti herkesten faz-
la idi. O zamanın en kuvvetli pehlivânı Rügâne’yi İslâm’a
davet ettiğinde, onunla güreşmiş ve yenmişti. Rügâne’nin
babası da o devrin pehlivânı idi. Câhiliyye devrinde onu
da mağlup etmişti. Rügâne’nin babası üç defa güreşti.
Resûlullah (s.a.v.) üç defasında da onu yendi.
Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzüne değen mendili
asla ateş yakmazdı. Bir gün Enes bin Mâlik (r.a.)’e bir gu-
rup insan misâfir oldular. Yemek yediler. Yemekten sonra
câriyesine mendil getir, dedi. Câriyesi kirli bir mendil getirdi.
Enes bin Mâlik (r.a.) o mendili ateşe attı. Bir müddet sonra
mendili ateşten çıkardı. Mendil yanmamış, kirlerden temiz-
lenip, süt gibi beyâz olmuştu. Misâfirleri bu ne hâldir diye
sorunca, bu mendil Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzünü
sildiği bir mendildir. Ne zaman kirlense, ateşe atarız, terte-
miz olur ve asla yanmaz, dedi.
(Molla Cami, Şevahid-ün Nübüvve, s.253-256)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN HACC’DA BAŞINI
KAZITMASI VE KAZITANLARA DUÂ ETMESİ
Peygamberimiz (s.a.v.), kurbanlarını kestikten sonra,
kırmızı meşinden yapılmış çadırına girdi. Orada saçını
kazıttı. O gün, Peygamberimiz (s.a.v.)’in başının saçını
kazıyan Hıraş b. Ümeyye b. Fadlu’l-Huzâî idi. Hıraş, Pey-
gamberimiz (s.a.v.)’in başının kazımış olduğu saçlarını
yanı başlarındaki yeşil semüre ağacının üzerine attı.Ümmü
Umâre; ağacın başına atılan saçları halkın alıp bölüştükle-
rini ve kendisinin de halkın aralarına sokulup saçlardan bir
demet almış olduğunu bildirmiştir.
Sahabiler, Peygamberimiz (s.a.v.)’in başının saçlarını
kazıttığını gördükleri zaman, onlar da başlarını tıraş ettir-
meye koyuIdular. Kimisi kurban kesiyor, kimisi kurbanını
kestikten sonra başını tıraş ettiriyordu. Bir ara öyle yığıldılar
ki, az kalsın birbirlerini ezivereceklerdi.
Peygamberimiz (s.a.v.), ashabından kimisinin başını
kazıtmakta, kimisinin saçlarını kırptırmakta, kısalttırmakta
olduklarını görünce, çadırından başını çıkarıp: “Allah, baş-
larını kazıttıranlara rahmet etsin!” diyerek duâetti. Saha-
biler: “Yâ Rasûlallah! Saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da!”
dediler. Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah, başlarını kazıt-
tıranlara rahmet etsin!” diyerek duâetti. Sahabiler: “Yâ
Rasûlallah! Saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da!” dediler.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah, başlarını kazıttıranlara
rahmet etsin!” diyerek duâetti. Sahabiler: “Yâ Rasûlallah!
Saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da!” dediler. Peygamberi-
miz (s.a.v.): “Allah, saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da
rahmet etsin!” diyerek duâetti. Sahabiler: “Yâ Rasûlallah!
Ne için saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, kazıttı-
ranlara rahmet dileyerek yardım ettin?” diye sordular. Pey-
gamberimiz (s.a.v.): “Çünkü, onlar (ötekiler gibi) şüphe-
ye düşmediler!” buyurdu.
(M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.5, s. 330)
NEBİ (S.A.V.)’DEN KALANLAR
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’in
irtihalinden sonra bıraktıkları mal ve mülke pek dikkat-
le bakmalıyız. Zira peygamberlikten önce yaşadığı ra-
hat hayatında hiç durmadan ticâretle uğraşan, daha
sonra çok zengin bir kadın olan Hz. Hatice (r.anha) ile
evlenerek bu kadar yıl beraber yaşayıp, onun büyük
serveti içinde bulunan, peygamber olduktan sonra ken-
dinin kazançları ve bilhassa savaşlarda alınan gani-
metlerden büyük bir hisse alan, içerden ve dışardan
kendilerine akıp gelen nice hediyeleri kabul buyuran
Peygamber (s.a.v.)’in bıraktığı mal bu kadar mı olma-
lıydı? Şüphesiz evet bu kadar olacak. Çünkü bir Hadîs-i
şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Benim vârislerim
altın ve gümüş paylaşmayacaktır. Zira benim bırak-
tığım Fedek ve Hayber arazisinden alınan mahsul
benim ailelerime nafaka olarak ayrıldıktan sonra, ka-
lanı Allâh yolunda muhtaç olan kullara sadakadır.”
İşte Peygamber (s.a.v.) Efendimizin dünya malına
rağbeti ancak bu kadardı ve bu da O (s.a.v.)’in hak Pey-
gamber olduğuna ayrıca bir delildir. Bu kadar servet için-
de, bu kadar fırsatlar yanında, Peygamber (s.a.v.) Efendi-
mizin mübarek hırkası pek temiz olmakla beraber yamalı
idi. Onun peygamberlikten önceki hali nasıl idiyse, son-
raki hali yine öyleydi. Baştan ne ise sonu da o oldu. Tarih
onu en ince noktalarına kadar yazmış, bir daha böyle bir
şahsa da rastlamamıştır. işte peygamberlerin yolu budur.
Şöyle ki, kendilerinin ve ailelerinin nafaka ve ih-
tiyaçlarını, sanat, çiftçilik, ticâret, savaş veya baş-
ka helâl yollarla kazandıktan sonra fazlasını hal-
kın ihtiyar, âciz, hasta, çocuk, kadın, kör, yolcu
(v.s.) gibi zayıf, yoksul ve miskinlerine dağıtmaktır.
(M. Cemal Öğüt, Hz. Fâtıma-i Zehra, s.207)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’DEN BAHSEDERKEN
EDEBE RİAYET ETMELİYİZ
Bir hususta Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’in koyduğu bir
hüküm karşısında -Allâh korusun- insanın nefsi ve şeytân
başka şeyler söyleyecek olursa hemen elini açıp: “Ya Rabbi,
ben senin ve Habibin (s.a.v.)’in her hükmüne benim lehimde
de olsa aleyhimde de olsa her hususta razıyım. Sen şahidim
ol, bu düşünceme aykırı olan şeyleri bana şeytân söylüyor,
nefis söylüyor. Ben onlara muhalefet ediyorum Allâh’ım, sen
benim şahidim ol” diye duâ etmelidir.
Günümüzde îmânı muhafaza edebilmek için gerekli olan
en mühim kıstaslardan biri budur. Hiçbir zaman Allâh (c.c.)
ve Resûlü (s.a.v.)’e karşı en ufak bir saygısızlıkta bulunul-
mamalıdır.
Birgün Halife Ömer İbn-i Abdülaziz’in meclisinde ada-
mın biri: “Sizin filan yerdeki valinizin babası inaçsız biri”
diyor. Orada bulunanlardan bir başkası da hemen atılıp:
“Bunda ne var, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in babası da
(hâşâ) inançsız değil miydi?” diyor. Bu büyük saygısızlık
üzerine Halife birden ürperiyor, tüyleri diken diken oluyor
ve: “Ey utanmaz adam! Böyle bir konuda sen Resûlullah
(s.a.v.)’den başka örnek verecek bir kimseyi bulamadın mı?
Bundan böyle artık senin ömrünün sonuna kadar devlet hiz-
metlerinde istihdam etmeyeceğim” diyerek vazifesinden az-
lediyor. (Ayrıca sahih kaynaklarda Nebî (s.a.v.) Efendimiz’in
muhterem anne ve babalarının imânlı olarak bu dünyadan
göç ettiklerine dair bilgiler mevcuttur.)
Resûlullâh (s.a.v.) ile ilgili örnek verirken çok dikkatli dav-
ranmak ve edeb sınırını kesinlikle aşmamak gerekir. Rebha-
mi hazretleri kitaplarında müslümanların sadece Resûlullâh
(s.a.v.)’in kendisi, ebeveyni, zevceleri, ehl-i beyti, çocukları,
sahabesi için değil, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’i sevenler
için dâhi dikkatli, edebli, temkinli ve saygılı bulunması ge-
rektiğini beyân etmiştir.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s.74)
RASÛLULLAH (S.A.V.)’İ ZİYARET NASIL YAPILIR?
Ey Mescid-i Nebevi’ye gelen kişi! Rasûlullah (s.a.v.)’e
selâm okuyup, salât ve selâm getirdikten sonra minberine
gitmeli, orada Rasûlullah (s.a.v.)’in hutbe okumak ve va’z u
irşadda bulunmak için o minbere vekar ve tâzim ile çıkışını
tasavvur etmelisin. Minber üzerinde durduktan sonra yüzü-
nü ashab-ı kirâm (r.a.e.)’e nasıl çevirdiğini ve o yüzün nasıl
pırıl pırıl parladığını da hayal etmelisin. Yine orada onun Al-
lah Teâlâ’ya hutbesiyle, ashab-ı kirâm (r.a.e.)’i itâat etmeye
teşvik ettiğini ve muhacirler ile ensarın (r.a.e.) onun etrafını
nasıl çevirdiklerini hatırlamalısın. Orada Allah Teâlâ’dan şu
istekte bulunmalısın: Kıyâmette seninle onun arasına her-
hangi bir mâni girip seni ondan uzaklaştırmasın.
İşte bütün bunlar hac amellerinde kalbin vazifeleridir.
Ziyarete gelen kişi, bütün bu vazifeleri yaptıktan sonra kal-
ben mahzun olması ve korkması gerekir. Çünkü kişi acaba
haccı kabul olunup kendisi mahbublar zümresine kaydedildi
mi, yoksa haccı reddolunup kendisi rahmet kapısından ko-
vulanlara mı ilhak edildi? Bunun keyfiyetini bilmemektedir.
Bu keyfiyeti kalbinden ve amellerinden öğrenmeye çalış –
malıdır. Eğer kalbinin dünyadan uzaklaşmasının daha fazla
olduğunu, Allah’a ve ünsiyet evine daha yakınlaştığını gö-
rür ve amellerinin de şeriat mizanıyla tartıldığını müşahede
ederse o zaman haccının kabul olunduğuna can-ı gönülden
inanmalıdır.
Çünkü Allah Teâlâ ancak kendisini sevenin amelini kabul
eder ve Allah Teâlâ kimi severse onun yardımcısı olur. Sev-
gisinin alâmetlerini onda belirtir ve gösterir. Melun İblis’in
ona tasallut etmesini önler. Bu bakımdan o kimsede böyle
bir durum bulunursa, muhakkak bilmelidir ki bu, haccın ka-
bul olunmasına delâlet eder. Eğer tam bunun aksini görür-
se, o vakit belki de seferinden ancak meşakkat ve yorgunluk
kalmıştır. Böyle bir durumdan Allah Teâlâ’ya sığınırız!
(İmâm Gazâli, İhyâ-i Ulumi’d-din, c.1, s.766-768)
ŞAKASI DA DOĞRU İDİ
Abdullah b. Amr der ki: “Ben, Resûlullâh (s.a.v.)’den
duyduğum her şeyi ezberlemek ister ve yazardım.
Kureyşîlerden olan Sahâbîler, beni bundan nehy ettiler
(Sen, Resûlullâh (s.a.v.)’den duyduğun her şeyi yazıp
duruyorsun ama, Resûlullâh (s.a.v.), beşerdir. Gazap
halinde de, rızâ halinde de, söz söyler!) dediler. Bunun
üzerine, ben, bir müddet yazmaktan vazgeçtim. Nihâyet,
durumu Resûlullâh (s.a.v.)’e arz ettim. Resûlullâh (s.a.v.),
ağzına parmağıyla işaret ederek “Yaz! Varlığım, kudret
elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, buradan, hak
sözden başkası çıkmaz!” buyurdu.”
Peygamberimiz (s.a.v.), dil şakası yaparken bile, doğ-
ruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz “Ben, şaka yapa-
rım ama, gerçekten başkasını söylemem!” buyururdu.
Bir koca karı, Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip “Yâ
Resûlullâh! Beni, cennete koyması için Allâh’a duâet!”
dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey Ümmü filan! Yüce
Allâh, koca karıyı cennete koymaz!” buyurdu. Namaz
vakti girince, Peygamberimiz (s.a.v.) namaza çıktı. Pey-
gamberimiz (s.a.v.), namazdan dönünceye kadar kadın-
cağız, ağladı durdu. Hz. Aişe (r.anhâ); “Yâ Resûlullâh!
(Koca karı, cennete girmez!) dediğin için, bu kadıncağız,
ağlayıp duruyor!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), güldü:
“Haber veriniz ki: O, cennete koca karı olarak gir-
meyecek! Çünkü, yüce Allâh “Gerçekten, biz, onları,
yep yeni bir yaratılışla yarattık ta, kız oğlan kızlar, ko-
calarına sevgiyle düşkün hep bir yaşıt yaptık. Amel
defterleri sağ taraflarından verilecek Ashâb-ı yemin
için” (Vâkıâ s. 35) buyuruyor.” Ve kendisinin gençleşip de,
cennete öyle gireceğini söylemek istediğini anlattı.
( M. Asım Köksal, İslâm Tarihi Medine Devri, c.11, s.437)
KURTARICI SEVGİ
Abdullah b. Mübarek (r.a.) şöyle der: İki güzel huy vardır
ki, kimde bulunursa o kimse kurtulmuştur: Doğruluk ve Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in ashabını sevmek.
Eyyub es- Sahtiyâni (r.a.) şöyle der: Kim, Hz. Ebû Bek-
ri severse, o kimse dini ikame etmiştir. Kim ki, Hz. Ömer’i
severse, o kimse, İslâm dinini açıklamıştır. Kim ki, Hz. Ali’yi
severse en sağlam bir kulpa tutunmuştur. Kim ki, Peygamber
(s.a.v.)’in ashabını en güzel şekilde överse, o kimse münafık-
lıktan uzaklaşmıştır.
Ashabdan birini kim sevmezse, o kimse bid’at ehlinden-
dir. Peygamberin sünnetine muhalefet etmiş, selef-i salihinin
yolundan ayrılmıştır. Bütün ashabı sevinceye ve kalbi (kin-
den) salim oluncaya kadar, amelinin kabul olunmamasından
korkulur.
Halid b. Said (r.a.)’den rivâyetle Resûlullah (s.a.v) şöy-
le buyuruyor: Ey insanlar! Ben Ebû Bekir’den razıyım.
Bunu ona bildirin. Ey insanlar! Ben, Ömer, Ali, Osman,
Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b. Avf’dan razı-
yım. Bunu onlara bildirin. Ey insanlar! Allah Bedir ehlini,
Hudeybiye ehlini yarlıgadı. (suçunu bağışladı) Ey insan-
lar! Ashabım, (bilhassa) kayınpederlerim ve damadlarım
hakkında bana riâyet ediniz. Hiçbiriniz onlardan hak ta-
lep etmesin. Çünkü o haklar öyle haklardır ki, yarın kıya-
met günü bağışlanmazlar. (Taberani)
Bir adam, Muafa b. İmran ‘a, Ömer b. Abdülaziz ‘in yanın-
da Muaviye nerede kalır (diyerek, Ömer b. Abdülaziz’i üstün
görünce), ona öfkelenerek şöyle der: Peygamber (s.a.v.) ‘in
ashabına hiçbir kimse kıyas edilemez.Hz. Muaviye, Peygam-
ber (s.a.v.)’in ashabından, ailesinin (zevcelerinden Ümmü
Habibe’nin kardeşi) akrabasıdır. Genel kâtibi, bilhassa vahiy
kâtibidir.
Bir adamın cenazesi, Resûlullah’a (s.a.v.) getirildi.
Resûlullah (s.a.v.) onun cenaze namazını kılmadı. (Niçin
kılmadığı, kendisine sorulunca): ‘Osman’a buğzediyordu.
Allah da ona buğzetti, buyurdu. (Tirmizi)
(Kadi İyâd, Şifa-i EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN MÜBAREK DİŞLERİ
Uhud Gazvesinde edepten yoksun Utbe b. Ebû Vakkas,
kâinat kutusundaki değerli inci Peygamber Efendimiz’e
(s.a.v.) bir taş attı. Taş mübarek alt dudağına isabet etti ve
alttaki dişini kırınca gül yaprağı inceliğindeki dudağından
akan kan damlaları kutlu gerdanını gül rengine boyadı.
Akan kan yere damlayacak kadar çoğaldığında sidre yu-
vasının zümrüd-ü ankası Cibrîl (a.s.) aceleyle kanat çırp-
tı. Kanadındaki tüylerle Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v.)
yüzünü silmeye başladı. “Yâ Resûlallah! Yemin ederim ki
mübarek nazlı dudağından eğer yeryüzüne bir damla kan
aksaydı dünyanın son gününe kadar yeryüzünde çiçekle-
rin ve bitkilerin boy göstermesi imkânsız bir şey olurdu. Bu
yüzden cennet hurilerine süs olmak üzere o gül renkli du-
daklarından sızan kanlı damlaların cennet hazinelerine gö-
türülmesi hakkında merhametli ve gayur olan Allah ferman
buyurmuştur” dedi. Daha sonra insanların ve cinlerin sul-
tanı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ağzından düşüp elin-
de bulunan inci dişlerine canını vererek müşteri olmuştur.
“Ey melekler âleminin gözdesi! Allah’ın (c.c.) gazâbından
emin olmak ve canını korumak üzere kâinat kıymetindeki
inci dişlerinizi bu samimi dostunuza vermenizi rica ede-
rim” dileğiyle Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) kırılmış olan
dişlerini istedi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ben bunu
ümmetimden günahkâr kimseler için koruyacağım.
Mahşer gününde, ‘Yâ Muhammed İsyan denizine dalan
ümmetin benim fermanımı kırıp parçaladılar’ şeklinde
ilâhî hitap gelecek. ‘Ey Allahım! Ben âciz bir kul iken
müşrik kullarından olup benim dişimi kıranlar hakkın-
da af muamelesini tercih ettim. Hâlbuki af ve ihsânda
bulunmak cihânı yaratan ulûhiyyetinin şanına layıktır’
mazeretiyle cevap vereceğim. Bu kırık dişimi de şefaat
vesilesi kılacağım” şeklinde inci gibi cevap verdi.
(Eyüp Sabri Paşa, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Hayatı, s.211)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’E SAYGI VAZİFEMİZ
Yanında Peygamber (s.a.v.) zikredildiği veya kendisi andı-
ğı zaman, O’na hürmet ve tâ’zim eylemek, O’nun heybetinden
korkarak bütün hareketinden kesilmek, Resûlullah (s.a.v)’in
yanında bulunduğu zaman, kendisine nasıl çeki-düzen verme-
si gerekiyordu ise, öylece davranması her mü’mine vâciptir.
Ebû Hümeyd der ki: “Halife Ebû Ca’fer, Peygamber
(s.a.v)’in mescidinin imâmı Mâlik (r.h.) ile münakaşa ederek
yüksek sesle konuştu. Bunun üzerine Mâlik (r.h.) ona şöyle
dedi: Ey mü’mirilerin emiri. Bu mescidde yüksek sesle konuş-
ri terbiye etmek için şöyle buyurmuştur: “Ey îman edenler!
Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve
birbirinize bağırır gibi ona bağırmayın. Haberiniz olmadan
amelleriniz boşa çıkabilir.” (Hucûrat s. 2) Bir kısmını da med-
hederek buyuruyor ki: “Gerçekten Allah’ın Peygamberi ya-
nında seslerini kısanlar, o kimselerdir ki, Allah kalplerini
takva için imtihan etmiştir. Onlara bir mağfiret ve büyük
bir mükâfat vardır.” (Hucûrat s. 3) Başka bir kavmi de yererek
şöyle buyuruyor: Hücrelerin (Peygambere ait odaların)
önünde (isminle hitap ederek) seni çağıranlar (var ya),
onların çoğu akılsız kimselerdir. (Hucûrat s. 4)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra
ona hürmet etmek, hayatında kendisine hürmet etmek gibidir.
Ebû Ca’fer, Mâlik’in bu sözlerini hürmetle kabul ede-
rek kendisine sordu: Ey Ebû Abdullah! Kıbleye dönüp de
mi duâedeyim, yoksa Peygamber (s.a.v) ‘e yönelerek mi
duâedeyim?
Mâlik (r.h.) şöyle der: Resûlullah’dan niçin yüzünü çeviri-
yorsun. Halbuki O senin ve baban Adem (aleyhisselâm)’ın (ve
bütün insanların) kıyamet gününde Allah ‘a yaklaşmalarına ve-
siledir. O’na yönel ve O’ndan şefaat dile. Allah O’nu (senin için
olan) şefaatini kabul eder.
(Kadı İyâz, Şifa-i Şerif, s.427)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.)’İ
RÜYADA GÖRMENİN FAYDALARI
Her mü’minin en büyük arzularından biri de o yüce Resûlü
(s.a.v.) rüyâda görmektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöy-
le buyurdular: “Kim, beni rü’yâsında görürse; gerçekten
beni görmüş olur. Zira şeytân kesinlikle benim şeklime
girmez.” (Sahih-i Buhârî, 6482)
Allâhü Teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i
hayatında şeytândan koruduğu gibi; Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’in teklif dünyasından ayrılmasından sonra da Allâhü
Teâlâ hazretlerini onu şeytândan korudu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i rüyasında gören kişi, sanki
uyanık olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görmüş gibidir.
(Saadetü’d-Darayn, s. 459)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i rüyada görmenin maddî
ve manevî faydalarından bazıları şunlardır: Hidâyete se-
beptir. Allâh’ın rahmetine vesiledir. Hayra vesiledir. Ebedî
devlettir. Sevgi ve muhabbete sebeptir. Zâhid olur. Takvâ
sahibi olur. Dünyâ sıkıntılarından kurtulur. Bütün işleri ken-
disine kolay gelir. Sabır sahibi olur. Tahammül eder. Tevekkül
sahibi olur. Kanaatkâr olur. Varlığa sevinmez, yokluğa üzül-
mez. İbâdetlerden haz alır. Amellerin sırrına vakıf olur. Duası
makbûl bir kişi olur. Allâh’a teslimiyeti artar. Amellerinin seva-
bı kat kat olur. En uzun ömürlü insanların yaptığı ibâdetler ka-
dar sevap alır. Sünnet-i seniyye üzerine yaşar. Yüzü nurlanır.
Ahlâkı ve huyu güzel olur. Allâh dostları onu sever. Melekler
ona aşık olur. Son nefesinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i
zahiren görür. Sekerâtü’l-mevt halinde Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) ona yardım eder ve ondan şeytânı def eder. İman ile
vefat eder. Kıyâmet gününde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e
gâyet yakın olur. Şefaat edicilerden olur. Cehennem ateşi
kendisini yakmaz. Cennetliktir. Cennette de Peygamber Efen-
dimiz (s.a.v.)’ile müşerref olur.
(Yusuf en-Nebhanî, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i Rü’yâda Nasıl
Görebiliriz?, Misvak Neşriyat. s. 11-15)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İN İRTİHÂLİYLE SOLAN AĞAÇ
Ümmü Ma’bedin kız kardeşinin oğlu Hind’den, o da
Ümmü Ma’bed’den şöyle nakletmiştir: Resûlullah (s.a.v.)
çadırıma uğradı. Gece çadırımda istirâhat edip, uyudu.
Uyanınca su istedi. Mübarek ellerini yıkadı ve ağzını
çalkalayıp, suyunu çadırımın yanında bulunan bir dike-
nin dibine döktü. Sabahleyin baktık ki, oradan büyük bir
ağaç yetişmiş. Kocaman meyveler vermişti. Meyvelerin
kokusu amber gibi, tadı şeker gibi idi. O meyveleri aç
kimse yese doyar, susuz kimse yese suya kanar, hasta
olan yese sıhhate kavuşurdu. Üzüntülü kimse yese ne-
şelenirdi. O ağacın yaprağından yiyen deve ve koyunlar
hesapsız süt verirdi.
Biz o ağacın adını mübarek ağaç koymuştuk. Çevre-
deki kabileler, hastaları için onun meyvelerinden isteme-
ye gelirlerdi. Bir seher vaktinde o ağacı yemişleri dökül-
müş, yaprakları küçülmüş bir halde gördüm. Çok korktum
ve üzüldüm. Bir de işittim ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) vefât
haberi geldi. Bu hadiseden sonra, aradan otuz sene
geçti. Yine bir sabah vakti dışarı çıkıp baktım ki, o ağaç
kökünden budaklarına kadar diken halini almış, meyve-
leri yere dökülmüştü. Hazret-i Ali’nin (a.s.) şehid edildiği
haberini işittik. Bu hadiseden sonra o ağaç artık meyve
vermedi. Fakat yapraklarından faydalanıyorduk. Bir gün
baktım ki ağacın içinden halis kan akıyordu. Yaprakları
solmuştu. Üzüntülü bir halde otururken, Hazret-i Hüse-
yin (r.a.) şehit edildi diye haber getirdiler. Ondan sonra o
ağaç kökünden kurudu ve belirsiz oldu.
(Molla Cami, Şevahid-ün Nübüvve, s.127, 128)
Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) isimleri pek çoktur. Bu
isimlerden her biri, hiç şüphesiz O’nun büyüklüğüne ve şe-
refinin yüksekliğine delâlet etmektedir… Bazı alimler, gerek
Kur’ân’da geçen gerek hadislerde bulunan, gerekse daha
önce nazil olmuş semavî kitaplarda bulunan bu isimlerin sayı-
sının bin olduğunu söylemektedirler.
Buhâri ve Müslim’in Cübeyr bin Mut’im’den rivâyeti şöy-
ledir: “Ben, Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurmakta olduğunu
işitmişimdir: ‘Biliniz ki; benim bazı isimlerim vardır! Ben,
Muhammed ve Ahmed’im! Ben, Allah’ın kendisi sebebiy-
le küfrü imha ettiği el-Mâhî’yim! Ben, insanların kendi ka-
demi üzerinde haşrolunacakları el-Hâşir’im! Yine ben el-
Akib’im! O Akib ki, kendisinden sonra asla bir peygamber
gelmeyecektir!…’”
Yine Cübeyr’den Ahmed’in, Tayâlisî’nin rivâyetinde ise, yu-
karıda geçen beş isme ilaveten: “…Yine ben, el-Hâtem’im ki,
peygamberlik benimle mühürlenmiştir” buyurulmuştur.
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Rabbim’in indinde benim
on adım var: Muhammed, Ahmed, Fâtih, Hâtem, Ebû’l-
Kâsım, Haşir, kıb, Mâhî, Yâsîn ve Tâhâ.”
Mücâhid’in rivâyeti ise şöyledir: “Ben Muhammed ve
Ahmed’im. Ben Melhame yani savaş peygamberiyim. Ben
Mukaffa ve Hâşir’im. Ben, zirâat yapmak için değil, Allah
yolunda savaşmak için gönderildim.”
Müslim’in Ebû Musa el-Eşari (r.a.)’den rivâyeti de şöy-
ledir, “Peygamber (s.a.v.), kendi zâtına ait bazı isimleri bize
haber vermişti. O (s.a.v.) demişti ki: “Ben Muhammed’im,
Ahmed’im! Ben Mukaffa ve Hâşir’im! Ben, tevbe peygam-
beri, savaş peygamberi ve rahmet peygamberiyim.”
İbn-i Asâkîr îbn-i Abbas’tan şöyle rivâyet eder: “Benim
Kur’ân’daki adım Muhammed, İncil’deki adım Ahmed, Tev-
rat’taki adım da Ahyed’dir. Bana Ahyed denilmiş, çünkü
ben, ümmetimi cehennem ateşinden uzaklaştırıyorum.”
(İmâm Celaleddin es-Suyûti, Peygamberimizin Mucizeleri, c.1, s.139-140)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN MERHAMETİ
Efendimiz (s.a.v.) hiç kimseye darılmazdı. Merhamet-
li davranmada, bağışlama ve sabretmedeki güzel ahlâkı
kemâlini bulmuştu. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, kâfirler
savaşta onu yaraladılar, mübarek dişini kırdılar. Mübarek
yüzünü yaralayıp kan akıttılar. Bu halde iken sahabe ona:
Ya Resûlallah (s.a.v.) bu kâfirlere bedduâ et dediklerin –
de Efendimiz (s.a.v.): ‘‘Ben bedduâ etmek için gönderil-
medim, ancak davet ve rahmet edici olarak gönderildim
buyurdu ve ya Rabbi, kavmimi sen affet, hidâyete erdir,
zira onlar bilmezler’’ (Müslim, Birr, 87), diye hayırlı dualar etti.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘in sabrının, affedişinin ne dere-
cede üstün olduğunu bu olay bize göstermeye yeter.
İbn-i Hibbân bu duayı yorumlayıp «Ya Rabbi kavmimi
affet» demekten dileği yüzümü yaraladıkları için günahları-
nı affet demektir. Yoksa tüm günahlarını affet demek değil-
dir. Eğer öyle olsaydı duası kabul olunur ve o zaman bütün
Kureyş kâfirleri îmana gelirlerdi diye buyurmuştur.
Hz. Ömer (r.a.) anlattı: “Ya Resûlallah (s.a.v.) anam
babam sana feda olsun. Nuh (a.s.) kavmine bedduâ edip
meâlen: «Ey Rabbim, yer (yüzün) de kâfirlerden yurt tu-
tan hiç kimse bırakma.» (Nuh s. 76) diye buyurdu. Eğer sen
de bize bedduâ etseydin hepimiz helak olurduk. Mübarek
sırtına vurdular, mübarek yüzünü kanattılar, mübarek dişini
kırdılar yine bedduâ etmedin, hayırlı duâ yaptın” dedi.
Bu makamda bir incelik vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
yüzünü yaraladılar affedip «Ya Rabbi kavmimi bağışla»
buyurdu. Fakat Hendek Gazâsı’nda namazdan alıkoyduk-
ları zaman bedduâ edip «Allah’ım karınlarına ateş dol-
dur» buyurdu. Kendi yüzüne yapılan yaraya dayandı. Fa-
kat din yüzüne yapılan yaraya dayanmadı. Zira dînin yüzü
namazdır. Cenâb-ı Hakk’ın hakkını kendi hakkından üstün
tuttu, dediler.
(İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.325)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN DOĞUMUNDA
MEYDANA GELEN OLAYLAR
Osman b. Âs (r.a.)’ın annesi Fâtıma-i Sakîfe anlatıyor:
Ben o gece Hz. Âmine’nin yanındaydım. Yeryüzünde
benzeri görülmemiş bir güzellik ortaya çıkarak gökteki bir
yıldız dünyanın dört bir yanına ışıklar saçtı; oda içinde
birçok meşale yandı zannettim. Çünkü o saadet yıldızı,
koca bir nur ile doğdu. Amine’den bütün âleme bir nur
yükseldi ki yerle gök arasında nurdan başka bir şey gö-
rünmedi.
Abdurrahman bin Avf (r.a.)’ın anası Şifâ Hâtûn bildi-
riyor.
Hz. Muhammed (s.a.v.) doğunca ben almıştım. Elim
üstüne düştüğü anda bir kimsenin Allah’ın rahmeti üzeri-
ne olsun dediğini duydum ve doğu ile batı arasının nurla
dolduğunu ve Rum ülkesindeki bazı köşkleri gördüm ve
yine o anda Muhammed (s.a.v.)’i emzirdim, sarıp yatır-
dım. Birden vücudum titredi, gözlerim karardı ve Muham-
med (s.a.v.) gözümden kayboldu. Ve ne oldu deyince;
doğu tarafına götürdüler, diye kulağıma bir ses geldi. Bu
söz kalbimden hiç gitmedi. Tâ Hz. Muhammed (s.a.v.)
Peygamber oluncaya kadar unutmadım ve ilk müslüman
olanlardan biri oldum.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumu ile meydana gelen
haller şunlardı:
Ahiret gününde şefaatçi olacak Resûlullah Efendimiz
(s.a.v.)’in doğduğu gece Sâve gölünün suyu kaybolmuş,
o geceye gelinceye değin bir damla su görülmemiş olan
Semâve çölünde çeşitli ırmaklar ortaya çıkmıştı. İran
kisrasının sarayından on dört burç düşmüş, Fars ilinde
ateşe tapanların bin yıldan beri yanan ateşi sönmüştü.
(Eyüp Sabri Paşa, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Hayatı, s.45
İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniyye, s.37)
PEYGAMBER (S.A.V.)’İN EMÎN OLUŞU
Peygamber (s.a.v.) en emîn, en âdil ve en doğru bir pey-
gamberdi. Öylesine emin ve doğru idi ki, bunu düşmânları
bile kabûl edip itiraf etmişlerdir. Henüz kendisine peygam-
berlik gelmeden önce bile (el-Emîn) deniyordu. İbn-i İshak,
“Allâh (c.c.) onda bütün güzel ahlâk ve hasletleri topladığı
için kendisine emîn denilmiştir.” dedi. Allâh (c.c.): “Orada
kendisine itaat olunandır. Bir emîndir.” (Tekvir s. 21) bu-
yurmuştur.
Birçok müfessir, bu âyette kastedilen, Hazreti Muham-
med (s.a.v.)’dir, dediler. Kureyş, Kâ’be’nin inşaasında
Hacer-i Esved’i kim koyacağı husûsunda anlaşmazlığa dü-
şünce, aralarına ilk defâ kim gelirse onu hakem kılacakları-
na karar verdiler. Derken, Peygamberimiz (s.a.v.) çıkagel-
Dediler ki: – Bu Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu, kendisine son
derece güvenilen bir zâttır. (Yani Emîn’dir.) O (s.a.v.)’in ha-
kem olmasına hepimiz yürekten râzıyız. Hakemliğini kabûl
ediyoruz.
Er-Rabi b. Huşeym’den: “İslâmiyetten önce, cahiliyet
devrinde (insanlar) Resûlullâh (s.a.v.)’in hakemliğine baş-
vururlardı.” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Vallâhi ben gökte de Emînim, yerde de.”
Alî (k.v.)’den nakledilmiştir: “Ebû Cehil, Peygamberimiz
(s.a.v.)’e dedi ki: – Biz seni yalanlamıyoruz, biz sana gelen
kitabı yalanlıyoruz. Bunun üzerine Allâh (c.c.): “Şüphesiz
onlar, seni yalanlamıyorlar.” meâlindeki âyeti inzâl buyur-
muştur.
Ahnes b. Şerik, Bedir günü Ebû Cehil ile karşılaştı ve
ona sordu:- Ey Hakem’in babası burada sözümüzü duya-
cak kimse yok, bir sen bir de ben varım. Söyle bakalım Mu-
hammed (s.a.v.) sadık (doğru bir kimse) midir, yoksa yalan-
cı mıdır? Ebû Cehil -Allâh’a yemîn ederim ki Muhammed
(s.a.v) doğru ve pek emîn bir zâttır! O hayatında katiyyen
yalan söylememiştir.dedi.
(Kadı ‘Iyaz, Şifâ-i Şerîf, s.133-135)
Rivâyet olundu ki: Âdem (a.s.) cennetden ihraç olundu-
ğu zamanda nazar edip gördü ki; arşda ve cennetin her
mevki’inde Hakk Te‘âlânın ism-i şerîfi yanında Muhammed
(s.a.v.) ism-i şerîfi yazılı idi.
Dedi: Ya Rabb! Bu Muhammed (s.a.v.) kimdir?
Allah Te‘âlâ ve Tebâreke Hazretleri buyurdu ki: Bu se-
nin evlâdından O (s.a.v.) kimsedir ki, eğer O (s.a.v.) ol-
masaydı seni halk etmezdim.
Âdem (a.s.) dedi ki: Ya Rabb! Beni bu oğlumun hürme-
tine afvedip esirge! Hakk Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri
buyurdu ki:
-Ya Âdem! Eğer gökler ve yerler halkı hakkında bu
oğlun hürmetine benden şefaat dilesen şefaatin mak-
bul olur.
Hazret-i Ömer (r.a.)’dan mervîdir ki: Resûlullah (s.a.v.)
buyurdu:
– Âdem (a.s.) hatayı işleyip günahkâr olduğu zaman;
– Ya Rabb! Muhammed (s.a.v.) hakkı için beni mağfi-
ret eyle, dedi. Hakk Te‘âlâ:
– Yâ Âdem sen Muhammed’i nice bildin ki ben Onu
henüz halk etmedim! diye buyurdu. Âdem (a.s.) dedi:
– Oradan bildim ki, sen beni yed-i kudretinle halk
edip bana ruh nefhettiğin zamanda başımı kaldırıp arş
üzerinde;
“Lâ İlâhe İllallah Muhammedur Resûlullâh” yazılmış
gördüm. Bildim ki sen ism-i şerifini ancak sana cemi’
halkın en sevgilisi olan bir kimsenin ismine muzâf ey-
lersin, dedi. Hakk Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri:
– Yâ Âdem! Doğru söyledin. O bana halkın en sev-
gilisidir. Madem ki O (s.a.v.)’in hürmetine benden mağ-
firet istedin, muhakkak ben seni afv eyledim. Eğer
Muhammed (s.a.v.) olmasaydı, seni halk etmezdim bu-
yurdu. (Hadis-i Kutsi)
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s), Musahabe 4, 13-14.s.)
ALLAH RESÛLÜ’NÜN (S.A.V.) DİLEĞİ
Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey
Muhammed! Peygamberden azim sahibi olanların
sabretiği gibi sen de sabret. İnkarcılar için acele etme.”
(El Ahkaf -35.) Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah (c.c.) yolunda
gösterdiği sabır, sabredenlerin sabrının üstündedir; ona
karşı direnenlerin çeşitli eziyetlerine tahammülü ise alim-
lerin tahammülünü aşar.
Ne zamanki amcası Ebu Tâlib vefât etti, Allah Resûlü
(s.a.v.)‘e Kureyş’in eziyetleri arttı. Çeşitli düşmanlıklarla
karşısına çıktılar. Allah Resûlü (s.a.v.) bu sefer Tâif’e
yöneldi. Umulur ki Sakıf kabilesi ona bir destek, Mekke’deki
kavmine karşı bir yardımda bulunurdu. Fakat umulduğu
gibi çıkmadı. O (s.a.v.)’i en kötü şekilde karşıladılar ve O
(s.a.v.)’i en çirkin şekilde geri çevirdiler. Murizi’ni dediği gibi,
Sakiflilerle Kureyşlilerin arasında bir düşmanlık yoktu, aynı
zamanda aralarında kan bağı vardı.
Buhari ve Müslim’in Hz. Aişe (r.a.) rivayet ettikleri bir had-
iste: “Ey Allah Resûlü (s.a.v.) Uhud gününden daha zor
bir günle karşılaştın mı?”, cevaben Allah Resûlü (s.a.v)
şöyle buyurdular: “Seni kavminden gördüğümü gördüm,
Akabe günü onlardan en zorlusuyla karşılaştım. Şöyle
ki, Abdi Kelale oğlu Abidi Yaleyli oğluna kendimi arz et-
tim, istediğimi bana vermedi. Oradan yüzümde üzüntü
ile ayrıldım. Ancak Sealib topraklarından ayrıldım.
Başımı kaldırdım, bir de ne göreyim başımın üstünde
bir bulut beni gölgeliyor. Dikkatlice bakınca orada Ce-
brail (a.s.)’i gördüm. Bana sesleniyor ve diyordi ki ‘Al-
lahu Teala senin kavminin sana söylediklerini ve geri
çevirdiklerini işitti. Onlar hakkında dilediğini emretmen
için sana dağlar meleğini gönderdi.” Dağlar meleği bana
nida etti, selam verdi ve sonra dedi ki: “Ya Muhammed!
Hiç şüphesiz Allah Teala kavminin sana söylediklerini
işitti. Ben dağlar meleğiyim. Bana emrini bildirmen
için beni sana gönderdi. Eğer dilersen oların üzerine
Ahşebeyn dağını geçireyim.” Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle
buyurdular: “Allah (c.c.)’den dileğim onların soyundan
Allah (c.c.)’ye kulluk eden ve O’na eş koşmayan kim-
selerin çıkmasıdır.”
(Muhammed Alevi Maliki, Kamil İnsan, s. 137)
ÂLEMLERE RAHMET (S.A.V.)
Cenâb-ı Hakk: “And olsun, size kendinizden öyle bir
Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır
ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Bütün mü’minleri
cidden esirgeyicidir, onları bağışlayıcıdır, O.” (Tevbe s. 128)
“Kim O Peygambere itaat ederse, muhakkak Allâh’a
itaat etmiştir.” (Nisa s. 80)
“Biz Seni (Habibim) âlemlere (başka bir şey için değil)
ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiya s.107) buyurmuştur.
Ebu Bekr b. Tahir der ki: Allâh (c.c.) Muhammed (s.a.v.)’i
Rahmet süsü ile süslemiştir; O (s.a.v.)’in (her şeyden önce)
varlığı rahmettir! Bütün şemail ve sıfatı (nitelikleri) tüm
mahlûkata rahmettir. O (s.a.v.)’in rahmetinden kim nasibini al-
mışsa, hem dünyada, hem ukbada felaha kavuşanlardan, her
türlü kötülükten de kurtulanlardan olmuştur. Ancak O (s.a.v.)’in
sayesinde bütün sevgililere kavuşabilir insan. O (s.a.v.)’in ha-
yatıda Rahmettir, mematı da Rahmettir. Nitekim Peygamber
(s.a.v.) bu gerçeği şu mübarek hadîsi ile tescil buyurmuşlardır:
“Hayatım sizin için hayırlıdır! Memâtım da sizin için
hayırlıdır!” (El- Bezzar)
O (s.a.v.), hem insanlara, hem de cinlere rahmet olarak
gönderilmiştir. O (s.a.v.), bütün varlıklara rahmettir. Müminlere
rahmettir; çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Münafıklara
rahmettir; onları öldürülmekten kurtarmıştır.
“Allâh (c.c.) bir ümmete hayır murad etti mi, Peygam-
berini ondan önce alır ve onu o ümmet için bir şefaatçi ve
selef kılar.” (Müslim)
Kâfirlere rahmettir; çünkü onların azablarının ertelenmesine
vesîle olmuştur. (Zira eski milletlerde kâfirlerin cezası daha
dünyadayken verilirdi. Maymun ve domuz suretine çevirilirler-
di.)
İbni Abbas (r.a.): “O (s.a.v.) hem mü’minlere rahmettir,
hem de kâfirlere. Zira onlar (eski) yalanlayıcı milletlerin
uğradıkları akıbetten (dünyada) muaf tutuldular.”
(Kadı ‘Iyaz, Şifâ-i Şerîf, s. 24-25)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN CESARET
VE KAHRAMANLIĞI
Bu özellik, insan olmanın en üstün cevheri, yüce ahlâkın
temel taşıdır. Azim, kararlılık, gerçekçilik ve doğru sözlülük, bü-
tün bunlar sadece cesaret ve yiğitlikten doğar. Hz. Peygamber
(s.a.v.) yüzlerce felaket, tehlike ve bir çok savaşla yüzyüze gel-
Bedir savaşının kıran kırana ortamında üçyüz zayıf müslüma-
nın ayağı, bin kişilik silahlı ordu karşısında yerinden oynamaya,
sarsılmaya başlayınca koşarak Peygamber’in (s.a.v.) eteğine
sığınılıyordu. Kolu ve bileği nice büyük savaşlar kazanmış olan
Hz. Ali (r.a.) diyor ki: “Bedir savaşında amansız düşman
saldırıları bütün hızıyla üzerimize geldikçe Hz. Peygamber
(s.a.v.)in yanına sığınıyor, O’nu kendimize siper ediyorduk.
O, herkesten daha cesurdu. O gün müşrik ordusunun saf-
larına Hz. Peygamber (s.a.v.)’den daha yakın kimse yoktu.”
(İbn-i Hanbel)
Huneyn savaşında Hevâzin kabilesi tarafından amansız
bir ok yağmuru başlayınca pek çok müslüman savaş alanın-
dan geri çekildi. Ama Hz. Peygamber (s.a.v.) birkaç fedâîsiyle
birlikte her zaman olduğu gibi savaş alanında dimdik durdu.
Allah Resûlü (s.a.v.) bu sırada katırını dizginleyerek ilerlemeye
çalışıyordu. Ama fedakâr sahabîler kendisine engel oluyordu.
Düşman askerlerinin hedefi sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’di.
Buna rağmen mübarek ayağında en ufak bir sarsılma olmadı.
Adamın biri bu savaşa katılan Berâ (r.a.)’a “Huneyn savaşın-
da siz de kaçmış mıydınız?” diye sordu. Berâ(r.a.) da, “Evet,
ama ben, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yerinden bir adım dahi
geri çekilmediğini gördüm. Allah (c.c.)’ya yemin ederim
ki; savaş en şiddetli noktaya ulaştığında Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in yanına giderek O’na sığınıyorduk, içimizde en
cesur ve en korkusuz olanlar, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
O’nunla birlikte duranlardı” dedi.” (Müslim)
Hz. Enes (r.a.) der ki: “Hz. Peygamber (s.a.v.) herkesten
daha cesurdu. Bir gün Medine’de, “Düşman geldi!” diye
bir yaygara koptu. Halk karşı koymak için harekete geçti.
Herkesten önce davranıp sokağa ilk çıkan Hz. Peygamber
(s.a.v.)’di. Korkusuzca herkesten önce ortaya çıkmak için
atının eğerlenmesini bile beklemedi. Atın çıplak sırtına bi-
nerek bütün tehlikeli bölgeleri dolaşıp geldi ve: “Tehlike
yok!” diyerek insanları teskin etti.” (Buhari)
(Kadi İyaz, Şifa-i Şerif s.113-114)
HİCRETTE YAŞANANLAR
Süheyb b. Sinan (r.a.) şöyle anlatıyor. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.): “Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi.
Orası iki taşlık arasında çorak bir arâzidir. Bu durumda
ya Hacer’dir ya da Yesrîb (Medîne)’dir.” buyurdular. (Bu-
hari) Sonra da berâberinde Hz. Ebûbekir (r.a.) olduğu hâl-
de Medîne’ye hicret ettiler. Ben de onlarla birlikte gitmek
istemiştim. Fakat Kureyş gençleri buna mâni oldular. Ben o
gece hiç oturmaksızın ayakta dolaştım durdum. Gençler:
“Karnı ağrıyordur.” diyorlar ve beni ishâl olmuş zannediyorlardı.
Hâlbuki benim hiçbir şeyim yoktu. Onların uyumalarını bekled-
im ve sonra yola çıktım. Fakat biraz sonra arkamdan yetiştiler.
Beni yolumdan alıkoymak istiyorlardı. Onlara: “Benim çok
param vardır; onları size verirsem yolumdan çekilir hicret et-
meme izin verir misiniz?” dedim. Onlar da râzı oldular. Böylece
hep birlikte Mekke’ye geri döndük. Onlara evimin eşiğinin altını
kazmalarını söyledim. Kazdılar, oradan çıkan paraları verdim
ve sonra: “Falan kadına gidiniz? Onda iki tane elbisem vardır;
onları da alınız!” dedim. Sonra yola düştüm: daha Medîne’ye
girmeden Kubâ’da Hz. Peygamber (s.a.v.)’le Ebûbekir (r.a.)’e
yetiştim. Hz. Peygamber (s.a.v.) beni görünce “Yâ Ebâ Ya-
hyâ! Kârlı bir alışveriş yaptın!” buyurdular.
(M. Yûsuf Kandehlevî (r.h.), Hayatü’s Sahâbe, 1.c., 347.s.)
HİCRÎ SENENİN SON GECESİ OKUNACAK DUÂ
Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm
“Ve salla’llâhü ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve
sahbihî ve sellim. Allâhümme mâ ‘amiltü fi hâzihi’s-seneti
mimmâ neheytenî anhü felem etüb minhü velem terdâhü
ve nesîtühû velem tensehu ve halimte aleyye fîhi ba‘de
cür’etî ‘alâ ma’sıyetike fe-innî estâğfiruke fa’ğfirlî mâ ‘am –
iltü fîhâ mimmâ terdâhü ve ve‘adtenî aleyhi’s-sevâbe fe-
es’elüke. Allâhümme yâ kerîmü yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.
En-tetegabbelehû minnî velâ tagta racâî minke yâ kerîm.
Ve salla’llâhü ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sah-
bihî ve sellim.”
(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, 91.s.)
NEBİ (SAV)’İN BİR SAHABİYE DUASININ BEREKETİ
Bir keresinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e şu şiiri okudum:
“Cömertliğimiz ve zenginliğimiz göklere ulaştı. Buna
rağmen biz bundan daha fazlasını istiyoruz”. Bundan
çok hoşlanan Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ey Ebâ Leylâ!
Daha başka ne istiyorsun?” diye sordular. “Cenne-
ti istiyorum” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “Allah
(c.c.)’nun izniyle bu da olacaktır” buyurdular. (Buhari)
Bunun üzerine ben şiire devamla şu beyti okudum: “Or-
talığın selâmetini koruyamayan halimlikte (yumuşak
huylulukta); işler karıştığında düzeltecek tevâzu yoksa
cehâlette de hayır yoktur”. Bunları işiten Hz. Peygamber
(s.a.v.), “Çok güzel söyledin. Allah Teâlâ ağzını bozma-
sın ve onu korusun!” diye dua ettiler. (Buhari)
Ya’lâ (r.a.) şöyle diyor: “Ben onu (Nâbiga’yı) gördüm;
yüz küsur yaşında olmasına rağmen bir tek dişi dahi
düşmemişti.” Abdullah b. Cirad (r.a.) ise şöyle diyor: “Ben
onu gördüğümde dolu tanesi gibi dişlere sahipti ve bir
tanesi dahi düşmemiş ya da çürümemişti.” Nâbiga ha-
yatı boyunca herkesten daha güzel dişlere sahip oldu. Çok
yaşlı olmasına rağmen her düşen dişinin yerine mutlaka bir
yenisi çıkardı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) “Bu ümmetin meselesi yağ-
murun durumuna benzer. Bilinmez, yağmurun evveli
mi daha hayırlıdır sonu mu?” buyurdu. (Tirmizi) Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) “Allah (c.c.)’nun, yeryüzünde seyahat
eden bir gurup melekleri vardır. Onlar benim ümmeti-
min selâmını bana tebliğ ederler” buyurdu. (Müslim) Yine
Allah (c.c.)’nun Resûlü (s.a.v.) “Benim hayatım sizin için
hayırlıdır. Siz soruyorsunuz, benden cevab alıyorsu-
nuz. Benim vefatım da sizin için hayırlıdır. Sizin amelle-
riniz bana arz edilir. Hayrını gördüğümde Allah (c.c.)’ya
hamdederim, şerrini gördüğümde de, sizin için af tale-
binde bulunurum” dedi.
(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, 4/418)
SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN MÜBAREK
GÖZLERİ İLE İLGİLİ MUCİZELER
Yüce Allah Kur’ân’da buyuruyor ki: “Muhammed’in gözü
şaşmadı ve sınırını aşmadı.” (Necm, 17).
Beyhakî’nin rivayetine göre, bu hususu Îbn-i Abbas (r.a.) şöy-
le ifade etmiştir: “Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, gündüzleyin
ışıkta gördüğü gibi, geceleyin karanlıkta da görürdü.”
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan naklen: O demiştir ki: “Bir defasında
Resûlüllâh (s.a.v.) Efendimiz bizlere hitaben: “Siz benim yal-
nız ön tarafı mı gördüğümü mü sanıyorsunuz? Vallahi sizin
rukûnuz da, secdeleriniz de bana gizli değildir! Ben sizi ar-
kamdan da görmekteyim” (Buharı ve Müslim) buyurdular.
Enes (r.a.)’den şöyle rivayet eder: “Resûlüllâh (s.a.v.)
Efendimiz buyurdular ki: Ey insanlar! Ben sizin imâmınızım.
Rükû ve secdelerinizi benden önce yapmayınız. Çünkü ben
sizi, hem önümden, hem de arkamdan görmekteyim.”( Buharı
ve Müslim)
E l-Humeydî Müsned’inde, îbn-i Münzir Tefsîr’inde ve
Beyhakî, Mücâhîd’den naklen demiştir ki: “Peygamberimiz
(s.a.v.), önünden rahatlıkla gördüğü gibi, arkasından ve saflar
arasından da rahatlıkla görürdü.” Mücahid bu açıklamayı, aşağı-
daki âyet-i celile dolayısiyle yapmıştır. Şöyleki: “O ki, gece na-
maza kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında
senin dolaşmanı da görüyor.” (Şuara s.218)
Âlimlerimiz diyorlar ki: Bu öndende, arkadan da görmek işi;
hakîki bir idraktir ve mucize kabilinden olup Peygamberimiz
(s.a.v.)’e mahsustur; O (s.a.v.)’e ait büyük özelliklerden biridir.
Sonra bu görme işinin, O (s.a.v.)’in iki gözüyle olması da caizdir.
Ve görülen şeyin karşısında bulunma şartı olmaksızın, yâni mü-
kemmel bir şekilde görmesi gerçekleşmektedir. Ehl-i Sünnet’e
göre, görülen şeyle karşı karşıya bulunmak şart değildir. Hak
olan da budur. Nitekim âhirette Allah (c.c.)’ı görmek de haktır.
Fakat bunda da karşı karşıya bulunmak şart değildir.
(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin (s.a.v.) Mucizeleri, c. 1, s. 7-10)
NEBİ (S.A.V.)’İN ŞEMÂİL VE AHLÂKI
“Nebî (s.a.v.)`i güneşin en sıcak zamânı gün ortasında
Bathâ (mevkiin) de namaz kılarken gördüğü ve karşısında
ucu demirli bir harbe bulunduğu” rivâyet olunmuştur. Bura-
daki rivâyette Ebû Cuhayfe (r.a.) (şunları da) söylemiştir:
Halk, Resûlullah (s.a.v.)`in iki elini tutmaya ve onu yüzle-
rine sürmeye başladılar. Ben de Resûlullah (s.a.v.)`in elini
tuttum ve yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim, onun eli (o
sıcak zamanda) kardan daha serindi. Kokusu da miskten
daha hoş kokulu idi, demiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)`in: “Ben, -de-
virden devre ve âileden âileye intikal (ile ıstıfâ`) eden-
Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum.
Nihâyet şu içinde bulunduğum (Hâşimî) câmiasından
neş`et ettim” dediği rivâyet olunmuştur. (Buhari)
Yine Ebu Hüreyre (r.a.)’dan rivâyet başka bir Hadis-i
Şerif’te: “Nebî (s.a.v.) hiçbir zaman hiç bir yemeği be-
ğenmezlik etmedi. Arzu ederse yerdi, etmezse bırakır-
dı” dediği rivâyet olunmuştur. (Buhari)
Mü’milerin Anası Hz. Âişe (r.anha) şöyle rivâyet etmiştir:
“Resûlullah (s.a.v) (dünyâ işlerinden) iki şey arasında
muhayyer kılındı mı o, muhakkak onlardan en kolayı-
nı alırdı. Şu kadar ki, o kolay şey günah olmaya. Eğer
günâhı mûcib olursa, o kolay şeyden halkın en uzak
bulanın Resûlullah olurdu. Resûlullah (s.a.v.) kendisi
için kin tutup öç almamıştır. Meğer ki, Allah (c.c.)`ya
karşı hürmetsizlik edilmiş ola. Bu halde irtikâb edi-
len hürmetsizlik sebebiyle Allah (c.c.) için (öfkelenir,)
intikâm alırdı.” (Buhari, Tirmizi)
Enes B. Mâlik (r.a.) şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
Ben hayâtımda Nebî (s.a.v.)’in elinden daha yumuşak
hiç bir ipeğe, hiç bir dîbâya yapışmadım. Yine ben öm-
rümde Resûlullah (s.a.v.)`in kokusundan daha hoş bir
koku da ebedî koklamadım.
(Sahih-i Buhari, Hadis No: 1445, 1454,1457,1458,1461)
Ebu Said el-Hudri (r.a.)’den şöyle rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) elbise giydiği zaman gömlek olsun,
aba ve yâhut sarık olsun adını söyler ve:
“Allahümme innî eselüke min hayrihi ve hayri mâ
hüve leh, ve eûzu bike min şerrihî ve şerri ma hüve
leh.”
Allah’ım, senden bunun hayrını ve ne için yapılmış-
sa onun da hayrını isterim. Onun şerrinden ve ne için
yapılmışsa onun da şerrinden sana sığınırım, derdi.”
(Ebu Davûd, Tirmizi)
Elbise, ayakkabı, pantalon vb. gibi elbiseler giyerken
önce sağ elleri ve ayakları geçirmek müstehaptır. Çıka-
rırken önce solu, sonra da sağı çıkarır. Gözlerine sürme
çekerken, misvak kullanırken, tırnak keserken, bıyık kırpar-
ken, koltukaltı kıllarını yolarken, başı tıraş ederken, namaz-
da selam verirken, mescide girerken, tuvaletten çıkarken,
abdest, gusül, yeme, içme, tokalaşma, haceri esvedi se-
lamlarken, birinden bir şey alır ve verirken vb. şeyleri ya-
parken, hepsinde sağdan başlamak müstehâptır. Tersini
yaparken de soldan başlanır.
Hz. Aişe (r.anha) diyor ki: Resûlullah (s.a.v.) abdest
alma, saç tarama ve ayakkabı giyme gibi şeyleri yaparken
sağdan başlamayı severdi. (Buhari, Müslim)
Hz. Aişe (r.anha) diyor ki: Resûlullah (s.a.v.) sağ elini
abdest ve yemek yeme için, sol elini de tuvalet vs. şeyler
için kullanırdı. (Ebu Davud)
NOT : Bil ki, kime amellerin faziletine dair bir rivayet
ulaşırsa, bir defa da olsa onunla amel etmesi uygun olur.
Öylece (itaat edenler) grubunun içine girer. Onu duymaz-
dan gelip hiç yapmaması uygun olmaz. Onu elinden geldiği
kadar yapmalıdır.
Zira Peygamberimiz (s.a.v.), sahih bir hadisinde: “Size
bir şey emrettiğim zaman onu elinizden geldiği kadar
yapın.” buyurmuştur. (Müslim)
(İmam-ı Nevevi, el-Ezkâr, s.48)
YAPILANA YUMUŞAKLIKLA CEVAP VERMESİ
Hz. Peygamber (s.a.v)’e yahudilerden bir kişi sihir yap-
tı. Peygamber (s.a.v.) birkaç gün ondan müştekî (rahatsız)
oldu. Cebrail (a.s.) geldi ve “Yehudden bir kişi sana si-
hir yapmıştır. Falan falan kuyuda bir takım düğümler
düğümlemiştir. Birisini gönder onu getirsin” (Ebu Müslim)
deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.)’yı oraya gön-
derdi. Hz. Ali (r.a.) o büyü yapılan ipi çıkardı ve Peygamber
(s.a.v.)’e getirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’de o düğümleri
çözdü. Hz. Peygamber (s.a.v.), sanki bağından kurtulmuş
gibi oldu. Fakat bunu o yahudinin yüzüne vurmadı. Vefat
edinceye kadar böyle kaldı.
Hz. Peygamber (s.a.v)’e sihir yapıldı. Hz. Peygamber
(s.a.v) hanımı ile cinsî münasebette bulunmadığı halde,
bulunduğunu sanmaya başladı. Bu sihrin, en şiddetlisidir.
Hz. Peygamber (s.a.v), “Ey Âişe! Biliyor musun, Allah
kendisinden istediğim konuda bana fetva verdi. Bana
iki kişi geldi. Birisi başımın, diğeri de ayaklarımın ucu-
na oturdu. Başımın ucuna oturan diğerine: “Adama ne
olmuş?” dedi.
Diğeri: “Sihir yapılmıştır” dedi.
Baş ucumdaki adam: “Sihiri kim yapmıştır?” diye sor-
Benî Zureyk kabilesinden bir kişidir. Yahudiler ile araların-
da anlaşma vardı ve münafıktı.) O başucumdaki yeniden,
“Hangi nesneyle yapmıştır bunu?” diye sordu. Diğeri,
“Bir hurma salkımının kabuğu altına üfleyerek onu Zer-
van kuyusunun altındaki salın altına koymuştur” dedi.
(Ebu Müslim)
Hz. Peygamber (s.a.v) o kuyuya vardı. O yapılan sihri
çıkardı ve “İşte bu kuyu bana gösterilen kuyudur! Onun
suyu sanki kınanın suyu idi. Oradaki hurmalar sanki
şeytanların başlarıydı” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)’e
“Bunu neden halka ilan etmiyorsun?” dedim. Hz. Pey-
gamber (s.a.v),“Allah (c.c.) bana şifa verdi. Kimseyi
utandırmak istemiyorum” dedi.
İmam Ahmed ve Müslim (Hz. Aişe’den)
(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, 3/102-103)
NEBÎ (S.A.V.)’İN KABR-İ ŞERÎFİNİ ZİYÂRET
İBÂDETLERİN EN ÜSTÜNÜDÜR
Bu hakikat, Kitâb, Sünnet, icmâ’ ve kıyâs ile sâbittir. Nîsâ
Sûresi’nin 64. Âyet-i Kerîmesi, Resûlullah (s.a.v.)’e gitmeyi teş-
vik etmekte, O’nun huzûrunda istiğfârda bulunmaya, O’nun da
onlar için af ve mağfirette bulunacağına delâlet etmektedir.
Hadîs-i Şerîfler’de kabirleri ziyâret emredilmiştir. Hadîs-i
Şerîf’te: “Kabirleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere
âhiret gününü hatırlatır” (Buhari, Tirmizi) buyuruldu. Resûlullah
(s.a.v.) Efendimiz’in kabri, kabirlerin seyyididir. Resûlullah
(s.a.v.)’in Kabr-i Şerîfi de, Hadîs-i Şerîf’te geçen kabirler
ifâdesine dâhildir. Ziyâret emrine o da dâhildir.
Vâkıdî, Fütûh uş-Şam adlı eserinde şöyle demektedir: “Ebû
Ubeyde bin Cerrâh (r.a.), Beyt-i Makdis’in evlerine kadar geldiği
zaman, Meysere bin Mesrûk (r.a.) ile Halîfe Hz. Ömer (r.a.)’a
bir mektûp gönderdi. Meysere (r.a.), Medîne-i Münevvere’ye
girdiği vakit gece idi. Önce Mescid-i Nebevî’ye girdi. Türbe-i
Saadet’e gelince Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir
(r.a.)’a selâm verdi.”
Yine aynı kitapda şöyle anlatılır: “Hz. Ömer (r.a.), Beyt-i
Makdis halkı ile sulh yapmıştı. Bu sırada Ka’b-ül-Ahbâr gelip
müslüman oldu. Hz. Ömer (r.a.) onun müslüman olmasından
dolayı çok sevindi. Ka’b-ül-Ahbâr’a; “İstersen benimle Medîne-i
Münevvereye gel, orada Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i ziyâret
edersin, bu ziyâret senin için fâideli olur” dedi. Ka’bül-Ahbâr,
Hz. Ömer (r.a.)’a; “Ey Mü’minlerin Emîri! Emrettiğin gibi ya-
payım” dedi: Hz. Ömer (r.a.), Medîne-i Münevvere’ye gelince,
önce Mescid-i Nebevî’ye geldi. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e
selâm verdi. Bu hâdiseyi, hadîs ve târih âlimleri de anlattı.”
Âlimler, erkekler için kabirlerin ziyâretinin müstehâb ol-
duğunda icmâ’ etmişlerdir. Bunu bildirenlerden birisi de, Ebû
Zekeriyyâ Nebevî’dir. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin Kabr-i
Şerîf’ini ziyâret husûsunda, erkek ile kadın arasında fark yok-
tur. Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin Kabr-i Şerîfler’inin dışındaki
kabirlerin ziyâretine gelince, erkeklere müstehâb olduğunda
icmâ’ vardır.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm)
KUR’AN’DA EFENDİMİZ (S.A.V.)’E UYMAK EMRİ
Allah (c.c.)’yı sevenlerin mutlaka Peygamber (s.a.v.)’e
uyması gerekir, en güzel örneğin Allah (c.c.)’nun Resûlü
(s.a.v.)’de olduğunu kabul etmelidirler. Peygamber
(s.a.v.)’in dediğine tabi olmadıkça asla iman edilmiş olmaz:
“Ey Peygamber de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışla-
sın.” (Al-i İmran 31) “Gerçek şu ki Allah’ı ve Âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Peygam-
berinde güzel örnekler vardır.” (Ahzap 21) “Hayır, hayır,
Rabbine andolsun ki onlar anlaşmazlığa düştükleri her
konuda sen peygamberi hakem yapmadıkça ve sonra
senin kararına kalplerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
tam bir teslimiyetle tabi olmadıkça gerçekten inanmış
olmazlar.” (Nisa 65)
Peygamberimiz (s.a.v.) ne getirdiyse alınmalı, yasakla-
dığından da vazgeçilmesi gerekir, çünkü o ancak vahye da-
yanarak konuşur. Resûl (s.a.v.)’e itaat edenin Allah (c.c.)‘ya
itaat etmiş olur:
“Kim o Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş
demektir.” (Nisa 80) “Ve o Peygamber kendi arzu ve he-
vesine göre de konuşmamaktadır. Onun size aktardığı
sözler kendisine indirilen ilahi haberden başkası değil-
dir. “ (Necm 3-4) “… Ey Peygamber şüphesiz ki sen insan-
ları Allah’ın dosdoğru yoluna ulaştıracaksın.” (Şura 52)
Allah Resûlü’nün emrine aykırı davrananların bir bela
ve azaba uğrayabileceklerini bilmelidirler:
“… O Peygamberin buyruğuna karşı gelmek iste-
yenler başlarına bu dünyada bir belanın, bir güçlüğün
ya da öte dünyada can yakıcı biz azabın gelmesinden
korkup sakınsınlar.” (Nur 63) “… Bu sebeple Peygamber
size ne verirse ve ne getirirse onu alın ve sizi neden
sakındırırsa ondan da elinizi çekin.” (Haşr 7) “… Herhan-
gi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve
Peygambere götürün…” (Nisa 59)
(İmam-ı Nevevi, Riyazzüssalihin, s. 64-65)
RESÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZİ SEVMEK
Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi, ruhen ve itikaden sevmek
lazımdır. Allah (c.c.)’ya gerçek kul olmak isteyenler, onun
muhabbetinde yarışmakta, en yüce makamı onun sevgisinde
bulmakta, bu aşkla ölmeyi, şehadet mertebesinden üstün bil-
mektedirler. Bu sevgi, mümin için ruhun gıdası, kalbin nuru ve
hayatının gayesi ve bütün saadetin anahtarıdır. Bu hayati gıda-
dan mahrum olanlar, manen ölüdürler. Kalplerinde bu muhab-
bet nuru yanmayanlar, manen karanlıkta batmışlardır. Onun
sevgisi, imana kuvvet, basirete nur, amellere ihlas, yüce hal ve
makamlara basamaktır. Onun sevgisi dünyada velilik, kabirde
dirilik ve mahşerde gölgelik verir. Onun sevgisi ile cennet yolu
açılır. Bu iksirden mahrum olanlar, bu dünyada ebter ve ahirette
de erzeldirler.
Allahu Teala onu sevmeyi yüce kitabında emretmiştir: “Ey
Resûlüm De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, ka-
rılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasın-
dan korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler
size Allah ve Resûlü’nden ve onun yolunda cihaddan daha
sevgili ise, artık Allah’ın emri (azabı) gelinceye kadar bek-
leyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe
24) Ayeti Kerime, Yüce Allah’ı ve Resûlü (s.a.v.)’i her şeyden
fazla sevmeyi emreder. Nefsini, ailesini ve dünyalığını, Allah
(c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’nden fazla sevenleri açık bir şekilde
tehdid eder.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyururlar: “Beni
evladınızdan, babalarınızdan ve bütün insanlardan daha
fazla sevmedikçe, hiçbiriniz iman etmiş sayılmaz.’’ (Nur 63)
Yani kamil mümin olmaz.
Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden
peygamberlerdir. İnsanlığa dünya ve ahiretin saadet kapıları-
nı gösteren ve açan gene onlardır. Bunun için bütün peygam-
berleri ve başta büyük Peygamberimizi (s.a.v.) sevmek ve ona
uymak yüce Rabbimizin emridir: “Gerçekten Allah’ı, ahiret
gününü arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için, size
Allah’ın Resûlü’nde (takip edeceğiniz) pek güzel örnekler
vardır.” (Ahzab 21)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi s. 149)
NEBİ (S.A.V.)’İN ANNE, BABA VE ECDADI MÜ’MİNDİLER
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Muhterem anne ve babala-
rı îmân üzereydiler. Onlar, İbrâhim (a.s.)’in tevhid dinine bağlıy-
dılar. Asla putlara tapmadılar. Bu konuda birçok âlim müstakil
kitap yazmıştır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek anne
ve babalarının îmân ehli olduğuna dair kitap yazan âlimlerden
biri de Saçaklızâde Mehmed Efendi (r.h.)’dir. Kitabının ismi
“Risâle fî îmân-ı vâlidî Resûlullâh (s.a.v.)” dir.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in Muhterem babaları Hz. Abdullâh
(r.a.), haseb ve nesebce Kureyş’in en temiz soyuna mensûbdur.
Buhârî, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in atalarını, İbrâhîm (a.s.)’a ka-
dar çıkarır. İbrâhîm Halîl (a.s.), Kâ’be’yi ilk binâ eden olduğun-
dan, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e kadar, bütün İbrâhîm (a.s.) evlâdı,
Kâ’be’ye hizmet ede gelmişlerdir. Bu yönden, Resûl-i Ekrem
(s.a.v.)’in yüce ecdâdının bütün hayatları, kemâl derecede kayıt
ve zabt altındadır. Hepsi de şeref ve fazîlet sâhibi kimselerdir.
Tevbe Sûresi 128’deki “enfüsiküm” kavl-i şerîfi, şâz olan
bir kırâatte “enfesiküm” okunmuş ve manâsı, “Ey insanlar!
Sizin en güzel ve temiz soyunuzdan, size en necîb bir Pey-
gamber geldi.”olmuştur. Nebî (s.a.v.); “Ben, Allâh (c.c.)’nun
Peygamberiyim, bunda yalan yoktur! Ben, Abdulmuttalib’in
torunuyum, soyumda yalancı yoktur!” buyurmuşlardır ve
bozulan ordunun mânevi kuvvetini iâde etmişlerdir.
Büyük âlim Münâvî’ye:
“- Nebî (s.a.v.)’in babası cehennemde midir?” diye soruldu-
ğunda Münâvî, şiddetle haykırarak,
“- Nebî (s.a.v.)’in babası, Fetret devrinde vefât etmiştir.
Fetret devrinde vefât edenlere İsrâ sûresi 15. âyette: “Biz, bir
peygamber göndermedikçe kimseye azâb edecek değiliz.”
diye buyuruluyor.” diyerek cevâb vermiştir.
Diğer bir rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.v.) Vedâ
Haccı’ndan döndüğü zaman, Allâhü Te‘âlâ, ona anne babası-
nı ve amcası Ebû Tâlib’i diriltti. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
onlara İslâmiyeti arz etti. Onlar da îmân ettiler (sonra yine öl-
düler)…
(Tarihü İbnü’l-Verdi, c. 1, s. 102)
(Ömer Faruk Hilmi, Ehl-i Beyt’in Fazileti ve Ebû Tâlib’in İmanı, s.16)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ANNESİ
TARAFINDAN MÜJDELENMESİ
Ebû Nuaym, Ümmü Semâa’dan o da annesinden riva-
yet eder: Ben, Amine’nin vefatı ile neticelenen hastalığa
yakalandığı zaman, onu gördüm. O sırada Muhammed
(s.a.v.) de onun başucunda idi ve beş yaşlarında görünü-
yordu. Amine, büyük bir üzüntü ve hasretiyle oğlu Muham-
med (s.a.v.)’in yüzüne baktı ve sonra şiir halinde şunları
söyledi: “Ey oğlum! Allah (c.c) seni mübarek kılsın! Sen
ki, çok ni’metler ihsan edici Allah’ın yardımı ile ve adına
yüz deve kesilerek kurtulmuş bir babanın evladısın! Baban
Abdullah’a çıkmıştı kurrâ da, yerine bu yüz deve feda edil-
mişti. Oğlum, eğer rü’yâda gördüğüm aynen çıkarsa, mu-
hakkak sen insanlara Peygamber olarak gönderileceksin;
Celâl ve ikram sahibi Allah (c.c.) tarafından Mekke’de ve
Mekke’nin dışında hakikati ortaya çıkarmakla ve İslâm’ı
kullara tebliğ etmekle mükellef bulunacaksın… İslâm ki,
Senin atan ve büyük insan İbrahim’in dînidir; îbrâhim ki, ne
kadar iyi bir kuldur. Oğlum ben seni böyle görüyorum ve
insanlara uyarak putlara saygı göstermekten seni sakındı-
rıyorum!…”
Sonra Amine şu sözleri ilâve etti: “Şüphesiz her yaşa-
yan ölür! Her yeni eskir, her genç kocar. îşte ben ölüyorum,
fakat adım bakî kalacak! Ben, insanlara büyük bir hayır
bırakıyorum, ben senin gibi tertemiz bir çocuk dünyaya ge-
tirmişim!” Bunları ifade etti ve sonra oracıkta vefat eyledi.”
Cinlerin, Amine gibi büyük bir kadın için yas tutup ağ-
ladıklarım duyuyor ve onların şu sözleri söylediklerini işi-
tiyorduk:
“Bizler, Amine gibi büyük bir kadının vefatına ağlıyoruz!”
“Bu güzellik ve yüksek iffet sahibinin acısıyla içimizi dağlı-
yoruz!” “Öyle bir kadın ki, oğlu âhir zamanın Peygamberi
olacak!” “Öyle bir Peygamber ki, minber’i Medine’de kuru-
lacak…”
(Celaleddin Suyuti, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mucizeleri)
NEBİ (S.A.V.)’İN ŞİDDETLİ SITMAYA SABRETMESİ
Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor: Resûlullah
(s.a.v)’ in huzuruna girdim; sıtmaya yakalanmıştı. Üzerin-
de bir kadife vardı. Elimi kadifenin üzerine koyarak “Ey
Allah’ın Resûlü (s.a.v.)! Sıtman amma da korkunçmuş!”
dedim. Hz. Peygamber (s.a.v), “Biz böyleyizdir. Bizim
belamız çok şiddetli, ecrimiz de katmerli olur” buyur-
dum. Hz. Peygamber (s.a.v), “Peygamberlerdir” buyurdu.
“Peygamberlerden sonra kimdir?” diye sordum. Hz.
Peygamber (s.a.v), “Âlimlerdir!” dedi. “Âlimlerden sonra
kimdir?” diye sordum. “Salihlerdir” dedi ve devamla “On-
ların herhangi birisi bitlenmekle belalanır ki, nerdeyse
bitler onu öldürür. Başka birisi fakirlikle belalanır. Sır-
tında giydiği abadan başka hiçbir şey bulamaz. Bunun-
la birlikte onların bazılarının bu bela ve musibetlerden
duyduğu sevinç, sizin lüks ve refah içinde yaşamaktan
duyduğunuz sevinçten daha büyüktür” buyurdu. (Müslim)
Resûlullah (s.a.v)’e bir grup kadın olarak vardık, onu
ziyaret ediyorduk. Kendisi sıtmaya tutulmuştu. Resûlullah
(s.a.v) bir su tulumu getirilmesini ve ağaca asılmasını em-
retti. Sonra onun altına oturdu. O su tulumundan Resûlullah
(s.a.v)’in başına su damlıyordu. Sıtmasının çok şiddetli olu-
şundan böyle yapıyordu. “Ey Allah’ın Resûlü! Şu sıtmayı
senden uzaklaştırması için Allah’a yalvarsana!” dedim.
Hz. Peygamber (s.a.v), “İnsanların bela yönünden en
şiddetlileri peygamberlerdir. Sonra onları takip edenler,
sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler-
dir” buyurdu. (Müslim)
Hz. Peygamber (s.a.v): “Kesinlikle, mü’minlerin üze-
rine hastalıklar şiddetli olur. Hiçbir mü’min yoktur ki,
ona bir diken batsın veya hastalığa yakalansın da, Al-
lah (c.c.) ona hastalığı keffaret kılmasın, onunla hatala-
rını silmesin, derecesini yükseltmesin” buyurdu. (Müslim)
(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, c.3 s.130-131)
EBU TALİB’İN HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN
HÜRMETİNE YAĞMURUN YAĞMASINI İSTEMESİ
İbn-i Asâkir’in Târih’inde naklettiğine göre Celheme
bin Arfeta demiştir ki: “Ben Mescid-i Haram’a gitmiştim.
Kureyş’in dağınık bir vaziyette bulunduğunu, izdiham ve
gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası yapıyor-
lardı. İçlerinden biri: “Lât ve Uzzâ adındaki putlarınızın
yanına giderek, onlardan şefaat isteyin!” diye bağırıyordu.
Bir başkası da: “Menât’a gidiniz, Menât’a” diyerek hay-
kırıyordu, içlerinden yaşlı birisi bu arada: “Vesim ve Ka-
sim! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel yüzlü, tatlı ve
haklı sözlü! Size ne oluyor da O’na başvurmuyorsunuz?
ibrahim’in bakiyesi, ismail’in sülâlesi sizin içinizdedir!”
dedi. Bu yaşlı kişiye “Ebû Talib’i mi kastediyorsun?” diye
sordular. O da: “Evet” karşılığını verdi.
Hep birlikte kalkıp Ebu Talib’in evine gittiler. Ben de git-
tim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı çıktı ve niçin gel-
diklerini anlatmaları üzerine de: “Öğle vaktinin girmesini
ve rüzgarın esmesini bekleyiniz” dedi. Güneşin zevalinden
sonra, yanında sanki buluttan sıyrılan güneş gibi biri bu-
lunduğu halde halkın yanına çıktı. Etrafında başka gençler
de vardı. Ebû Talib yanındaki Efendimiz (s.a.v.)’in elinden
tutup Kabe duvarının dibine ve arkası Kâbe’ye dayalı bir
vaziyette oturttu. Efendimiz (s.a.v.) de Şehadet parmağını
yukarı kaldırarak dua buyurdu. Yanındaki diğer gençler de
dua ediyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu. Derken bulut-
lar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı.
Çok geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı.
Vadilerden seller aktı ve her taraf bolluk bereketlik oldu.
Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu sözleri söyle-
di: “Nûr yüzlü! O’nun yüzüsuyu hürmetine yağmur istenir.
Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların dayanağıdır.”
Her tarafı kıtlık ve kuraklık sarmışken, nimete ve bere-
kete kavuşuldu.
(Asım Köksal, İslam Tarihi)
HADİSLERDE NEBİ (S.A.V) – 2
Ebu Musa el-Eş’ari (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim yeryüzü-
ne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin
bir bölümü verimli bir topraktır. Yağmur suyunu emer,
bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyen katı bir
yer olup suyu biriktirir ve muhafaza eder de Allah, o su
ile insanları faydalandırır. İnsanlar ve hayvanlar o sudan
içerler ve ondan ekip biçerler.
Yine o yağmur öyle bir yere yağar ki orası düz ve kay-
paktır, ne su tutar ne de ot bitirir. İşte bu üç türlü top-
rak Allah’ın gönderdiği hak din hakkında anlayışlı olan
ve Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim kendisine
fayda veren onu hem öğrenen hem de öğreten kimse ile
buna başını kaldırıp kulak asmayan ve Allah’ın benimle
gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.”
(Buhari)
Cabir (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu: “Benim ve sizin durumunuz; ateş yakıpta
ateşine pervane ve çekirgeler düşmeye başlayınca onla-
ra engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben
sizi ateşten korumak için eteklerinizden tutuyorum, siz
ise elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Müs-
lim)
Bu Hadis Peygamber (s.a.v.)’in Ümmeti hakkındaki şefkat
ve merhametinin ne kadar büyük olduğuna delildir.
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Be-
nimle Peygamberler (zümresin)`in benzeri, şu bir kimse-
nin meseli ve benzeri gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış
ve binâyı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik
kalmış. Bu vaziyette halk binâya girip gezmeğe başlarlar.
Ve (eksik yeri görüp) hayret ederek: Şu bir tuğlanın yeri
boş (bırakılmış) olmasaydı! dediler. Resûlullah (s.a.v.):
“Ben o (yeri boş bırakılan) kerpicim, ben Hâtemü`n-
Nebiyyîn`im” (Peygamberlerin sonuyum!) buyurduğu
rivâyet olunmuştur.
(Riyazzüssalihin s. 66-67, Sahih-i Buhari)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN FAZİLETİNE DAİR
HADİS-İ ŞERİFLER 1
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“İnsanlar (Kıyamet günü) diriltilecekleri zaman yerden
ilk çıkacak olan benim. Onlar (huzur-u ilahiye) geldikle-
rinde (onlar adına) hatipleri ben olacağım. (Allah’ın Rah-
metinden) ümidlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti)
onlara ben müjdeleyeceğim. O gün Livâu’l-hamd (şükür
sancağı) benim elimde olacak. Ademoğlu’nun Allah’a en
kerim olanı da benim. Bunda övünme yok!” (Tirmizi, Menakıb
2, 3614).
Hz. Cabir (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Bana beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki
peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir. Her peygamber
sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara
(Acemlere) ve siyahlara (Araplara) da gönderildim. Bana
ganimetler helal kılındı. Halbuki benden öncekilerden
kimseye helal değildi. Yer bana tahâr, pâk ve mescid kı-
lındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun
namazını kılar. Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın
içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum. Bana şe-
faat (etme yetkisi) verildi.” (Buhari, Teyemmüm 3, Salat 56, humus
8; Müslim, Mesacid 3, (521); Nesai, Gusl 26, 1, 210-211).
Hz. Huzeyfe (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu-
lar ki: “İnsanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık:
Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı. Arzın ta –
mamı bize mescid kılındı. Toprak bize, su bulamadığımız
zaman, tahûr (temiz ve temizleyici) kılındı.” (Müslim, Mesâcid
4, 522).
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “ Resûlullah (s.a.v.) buyur-
dular ki:“Her peygambere mutlaka insanların inanmakta
olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama
bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allah
vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyamet günü, diğer peygam-
berlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben ola-
cağımı ümid ediyorum.”
(Buhari, Fezâilu’l-Kur’ân 1, İ’tisam 1; Müslim, İman 239, 152)
EŞSİZ TEVEKKÜL
Ateş, o kadar alevlenmişti ki, uçan kuşlar, oradan ge-
çecek olsalar, hararetin şiddetinden, yanıp kavruluyorlardı.
Ateşin sıcaklığı ve dumanı, Guta halkını, neredeyse, helak
edecekti.
Hararetin şiddetinden, bazıları, yer altındaki bodrumlara
sığınmak zorunda kalmışlardı. İbrahim (a.s.)’ı, ateşe atmak
için, yüksek bir binanın üzerine çıkardılar. Ellerini, ayak-
larını, sımsıkı bağladılar. Binanın üzerine de bir Mancınık
kurdular. İbrahim (a.s.)’ı, Mancınığın kefesine koydular.
Mancınığı yapan, ve kuran, Heyzen olup kendisi, Mancınık
yapanların ilki İdi. İbrahim (a.s.), bağlanırken, Yüce Allah´a:
“Senden başka ilâh yoktur! Sen, her noksandan mü-
nezzeh ve mukaddessin. Alemlerin Rabb´isin! Hamd,
Sana mahsustur. Mülk, Senindir. Senin şerîkin yoktur!”
dedi.
Mancınıkla havaya atıldığı sırada Cebrail (a.s.): “Ey
İbrahim (a.s.) bir hacetin var mı?” diye sordu. İbrahim
(a.s.): “Sana ise, hayır!” dedi. Cebrail (a.s.): “Öyle ise,
hâcetini, Rabb´inden dile!” dedi. İbrahim (a.s.): “O´nun;
hâlimi, dileğimi, bilmesi, bana yeter!” dedi. Ve başını,
göğe kaldırıp: “Ey Allâhım! Sen, göklerde Tek´sin! Yer-
de de, Tek´sin! Ben de, yerde bir tek´im! Yerde, benden
başka, Sana ibâdet edecek kimse yoktur. Allah, bana
yeter! Ne güzel Vekildir O!” dedi.
Ateşin içine atıldığı zaman, İbrahim (a.s.)’ın, Yüce
Allâh’a tevekkülü, en yüksek derecede idi. Tevhid´i,
Vesîlesiz, Aracısız sırf, katkısız Tevhiddi. O zaman, Yüce
Allah tarafından: “Ey ateş! İbrahim´e karşı, serinlik ve
selâmetlik ol!” buyuruldu. Ateş, Yüce Allâh’ın buyurduğu
gibi, oldu. Ateşten, sıcaklık ve yakıcı tabiatı giderilip ateş,
bir ışık haline getirildi. Ateş, ancak, İbrahim (a.s.)’ın bağlan-
dığı ipleri yaktı. İbrahim (a.s.), ateşin içinde yedi gün kaldı.
Kendisinin, ateşte kırk veya elli gün kaldığı da, rivayet edilir.
(Taberî-Tarih c.1 ,s.123-124, Ebülferec ibn.Cevzî-Tabsıra c.1 ,s.115,
Sâlebî-Arais s.77, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s. 146.)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN ŞEMAİLİ
Ukbe B. Hâris (r.a.)’ın şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
(Resûlullah (s.a.v.)`in vefâtından bir kaç gün sonra) Ebû
Bekîr (r.a.) ikindi namazını kıldı. Sonra (mescidden) çı-
kıp (Alî (r.a.) ile berâber) gidiyordu. (Yolda Alî (r.a.)`ın
oğlu) Hasan (r.a.)`ı gördü. Çocuklarla oynuyordu. Ebû
Bekîr (r.a.) çocuğu tutup omuzuna alarak: – Peygam-
ber (s.a.v.)’e benzeyen, Alî (r.a.)`a benzemiyen (yavru)
babam sana fedâ olsun! dedi. Alî (r.a.) ise gülüyordu.
(Buhari)
Enes B. Mâlik (r.a.) (Resûlullah (s.a.v.)`i şöyle tarîf ve
tavsîf ettiğini) rivâyet etmiştir: Nebî (s.a.v.) kavminin orta
boylusu idi: ne çok uzun, ne de fazla kısa endamlı idi.
Resûlullah (s.a.v.) ezherü`l-levn idi: (Teni ve sîmâsı,
kırmızı rengi iyice emmiş beyazdı) ne (kireç renginde)
duru beyazdı, ne de kara yağızdı. Resûlullah (s.a.v.)
(Sûdânîler gibi) kıvırcık, kısa saçlı değildi. Düz, ve uzun
saçlı da değildi. O, mu`tedil sarkık saçlı idi. Ona kırk
yaşı (nın tamâmı) nda (Vahy) indirildi. Vahy indirilmekte
olduğu halde Mekke`de on yıl ikamet etti. Medîne`de de
on yıl (yaşadı). Ve başı(nın saçı)nda ve sakalında yir-
mi tel ak saç bulunmıyarak (Refîk-ı A`lâ`ya = Cenâb-ı
Hakk dîvânına da`vet olunup) alındı. (Ve altmış yaşının
tamâmında vefât etti).
Yine Enes B.Malik (r.a.) ‘a Nebî (s.a.v.) (saçını) boyadı
mı? diye sorulmuş. O da: hayır, boyamadı. Çünkü biraz
beyazlık onun yalnız -iki gözüyle iki kulağı arasına dö-
külen- iki zülfünde vardı, demiştir.
Berâ` B. Âzib (r.a.) şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
Resûlullah (s.a.v.) sîmâca insanların en güzeli idi.
Ahlâk i`tibâriyle de en güzeli idi. (Endâmının) yaratılışı
cihetiyle de insan (tip) leri (ni)n en güzeli idi. O, ne çok
uzundu, ne de çok kısa boylu idi.
(Sahih-i Buhari, Hadis No: 1441,1447,1449,1450)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN GÖNDERİLDİĞİ
SIRADA MEYDANA GELEN MUCİZELER
İbn-i İshak (r.a.) ve Ebû Nuaym (r.a.), şu haberi nakletmişlerdir:
“Yüce Allah Peygamberimiz (s.a.v.)’i gönderdiği zaman, Sâsânî
sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray tacının kı-
rıldığı ve Dicle’nin korkunç bir şekilde taştığını görmüştür. Bundan
endişelenerek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarını toplayıp
bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarını istemiş. Hal-
buki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam
manası ile şaşırıp kalmışlardır. Zira o gece sahrada geceleyen;
Hicaz’dan bir ışığın çıktığını ve tâ doğuya kadar uzandığını görür
ve bunun yorumunu: “Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz’dan bir
sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendi-
sinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!”
şeklinde yapar. Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve si-
hirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp “Her
halde farkındasınız, bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir
ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir Peygamber
olabilir ve bu Peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!”
Vâkıdl (r.a.) ve Ebû Nuaym (r.a.) Ebû Hüreyre (r.a.)’den şu
haberi nakletmişlerdir: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gönderildiği
zaman bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri
İblîs’e giderek durumu haber vermişler.
İblîs, “bunun, gönderilmiş bulunan bir peygamber sebebiyle
olduğunu” söylemiş. Şeytanlar O’nu aramaya koyulmuşlarsa da
bulamamışlar. Reislerine haber vermişler. İblîs bizzat kendisi ara-
maya çıkmış ve O’nu Mekke’de bulmuştur ve şeytanlara hitaben:
“Ben O’nu Mekke’de buldum, yanında Cibril (a.s.) de vardı” de-
miştir..
Mücâhid’den şöyle nakledilir:
İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryat etmiştir:
Birincisi lanete uğradığı zaman,
İkincisi Arza indirildiği zaman,
Üçüncüsü Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamber olarak gönde-
rildiği zaman,
Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu zaman.
(Ebû Nuaym Hılyetü’l-Evliyâ)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.) EFENDİMİZ
“Andolsun, biz sana tekrarlanan yedi Âyeti ve büyük
Kur’ân’ı verdik.” (Hicr s. 187)
“Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsûs
fazla bir ibâdet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki Rab-
bin seni Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırsın.” (İsrâ s. 79)
“(Ey Ekremer-Rusül!) Biz Kur’ân’ı Sana sıkıntı çeke-
sin diye değil, ancak (Allah’ın azabından) korkacaklara
bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik.” (Tâ-hâ s. 2-3)
“Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha
önce gelir. Onun eşleri de Müminlerin analarıdır. Arala-
rında akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mi-
ras konusunda) birbirleri için (diğer) Mü’minlerden ve
Muhacirlerden daha önceliklidirler. Ancak dostlarınıza
bir iyilik yapmanız başka. Bu (hüküm) Kitâb’da yazılı-
dır.” (Ahzâb s. 6)
“Şübhesiz Allah ve Melekleri Peygamber’e Salât edi-
yorlar. Ey imân edenler! Siz de ona tam bir teslimiyetle
Salât’u Selâm getirin.” (Ahzâb s. 56)
“Yâ-sin. Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun ki Sen elbet-
te dosdoğru bir yol üzere (Peygamber) gönderilenler-
densin.” (Yâ-sin s. 1-4)
“Şübhesiz biz Sana apaçık bir Fetih verdik. Ta ki Al-
lah, Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın,
Sana olan nimetini tamamlasın, Seni doğru yola iletsin
ve Allah Sana, şanlı bir zaferle yardım etsin.” (Fetih s. 1-3)
“(Ey Nebi-i Zişân!) Şübhesiz biz Seni bir şâhid, bir
müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ey insanlar!
Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, Ona yardım ede-
siniz, Ona ta’zim edesiniz ve sabah akşam Allah’ı tesbih
edesiniz diye (Peygamber’i gönderdik.) Sana bi’ât eden-
ler ancak Allah’a bi’ât etmiş olurlar. Allah’ın eli onların
ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aley-
hine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene,
Allah büyük bir mükâfaat verecektir.” (Fetih s. 8-10)
AĞLAYAN KÜTÜK MUCİZESİ
Peygamber (s.a.v.)’in mescidi pek sade idi. Damı hurma
dallarıyla örtülü, zemini kum ve topraktı. Yağmur yağdığı za-
man sular içeri akar, namaz kılan sahâbîlerin alınları çamur-
lanırdı. Bu kadar sade olan Mescid-i Nebevî’nin minberi de o
ölçüde sade olup kuru bir hurma kütüğünden ibaretti. Daha
doğrusu Allah‘ın Resûlü hutbe okurken bu kütüğe dayanıp
yaslanırdı. Ensardan bir kadın veya erkek:
– Yâ Resûlallah! Sana bir minber yapsak olmaz mı? diye
sordu. O da:
– Olabilir, dedi. Bazı rivâyetlere göre o hanım veya erkek
sahâbî, marangoz olan kölesine üç basamaklı bir minber
yaptırdı. Onu getirip Mescid-i Nebevî’ye koydular. Bir cuma
günüydü. Resûlullah (s.a.v.) ilk defa minbere çıkıp hutbe oku-
maya başlayınca, hurma kütüğünden bir inilti, bir ağıt sesi
duyuldu. Herkes bu iniltiyi kendisinin o andaki anlayışına ve
duyuşuna göre yorumladı. Kimi bu sesi doğumu yaklaşmış bir
devenin iniltisine, kimi iki parçaya bölünen bir şeyin sesine,
kimi de ağlayan bir çocuğun hıçkırığına benzetti. Resûlullah
(s.a.v.)’ın mübarek vücuduna temas etme hazzından mah-
rum kalan ve bu yüzden ağlayıp inleyen kütüğün hali, Resûl-i
Ekrem (s.a.v.)’i duygulandırdı. Minberden indi ve onu kucak-
layarak teskin etti. Peygamber (s.a.v.): “Eğer onu kucakla-
masaydım, kıyamet gününe kadar inleyecekti” buyurdu
(Dârimî, Mukaddime 6). Daha sonra bu duygulu kütük Resûlullah
(s.a.v.)’in emri üzerine toprağa gömüldü.
Resûlullah (s.a.v.)’in hasretine dayanamayarak ağlayan
kütük olayı, yüzlerce sahâbînin huzurunda meydana gelmiş-
tir.
Tâbiîn neslinin büyük âlim ve zâhidi Hasan-ı Basrî haz-
retleri, bu hadîsi rivâyet ettikten sonra etrafındakilere şöyle
derdi:
– Ey müslümanlar! Kütük bile Resûlullah (s.a.v.) hasretiy-
le inliyor, onu özlüyor. Resûlullah (s.a.v.) ‘a kavuşmayı arzu
eden kimselerin onu daha çok özlemesi gerekmez mi?
(Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, c. 2, s. 559)
NEBİ (S.A.V.)’İN SOHBET ÂDABI
Hz. Hüseyin (r.a.)der ki: Babama, Peygam-
ber (s.a.v.) meclisindeki âdetinden sordum, o da:
‘Resûlullah (s.a.v.) Allah’ı zikretmedikçe ne oturur, ne de kalkardı.
Mecliste yerlerden biryeri kendisine belirlemez, böyle yapmayı men
ederdi.
Nerede olursa olsun, oturan bir cemaatin yanına vardığı zaman
üst başa geçmez, meclisin sonuna oturur ve böyle yapmalarını Müs-
lümanlara da emrederdi. Kendisiyle birlikte oturan herkese nasibini
verir, öyle ikram ederdi ki, herkes Resûlullah (s.a.v.) katında kendi-
sinden daha mükerrem bir kimse yok sanırdı. Kendisiyle oturan veya
gelip hacetini arzeden kimsenin herşeyine, dönüp gidinceye kadar
katlanırdı.
Bir kimse, kendisinden bir hacette, istekte bulununca, onu
reddetmez, verir, yahut tatlı ve yumuşak bir dille geri çevirirdi.
Peygamber (s.a.v.)’in meclisi bir ilim, haya, sabır ve ema-
net meclisi idi. Meclisinde ne sesler yükselir, ne bir kim-
se suçlanır, ne de işlenmiş bir kusur ve hata açığa vurulurdu.
Kendisini üç şeyden: İnsanlarla çekişmekten, Çok ko-
nuşmaktan, ve boş şeylerle uğraşmaktan alıkoymuştu.
Peygamber (s.a.v.) konuşurken, meclisinde bulunanlar başlarına kuş
konmuş gibi sessiz ve hareketsiz dururlar; sözünü bitirip susunca,
söyleyeceklerini söylerler; fakat kendisinin yanında asla tartışmaz,
çekişmezlerdi.
Peygamber (s.a.v.) yanında birisi konuşurken, konuşmasını bi-
tirinceye kadar, diğerleri susarlardı. Peygamber (s.a.v.) yanında en
sonrakinin sözü ile en öncekinin sözü farksızdı.
Meclisinde bulunanlar birşeye gülerlerse O’da onlara uyarak
güler, birşeye hayret ederlerse O’da onlara uyarak hayret ederdi.
Meclisine gelen gariblerin, yabancıların sözlerindeki ve sorularındaki
kabalık ve kıncılığa ashabı da kendisi gibi davransınlar diye katlanırdı.
Gerçeğe uygun olmayan övmeyi kabul etmezdi. Hakka tecavüz etme-
dikçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Haka tecavüz ettiği zaman da,
ya onu men ederek sözünü keser, yahut meclisten kalkıp giderdi’ dedi.
(İtin Sa’d, Tabakât, c. 1 , s. 424-425, Tirmizî, Şemail, s. 59-60, Kadı lyaz,
Şifa.c.1, s. 119-121.)
NEBİ (S.A.V.) SÖZÜNÜN ERİDİR
Peygamberimiz Aleyhisselam yalnız kendi kavminin değil,
Hz. Ali’nin dediği gibi, bütün insanların da en doğru sözlüsü ve
ahdine en vefalısı idi.
Peygamberimiz Aleyhisselamın ağzından hiçbir zaman hak
ve gerçek sözden başkası çıkmazdı.
Abdullah b. Amr b. Âs der ki:
“Ben, Resûlullah Aleyhisselam’dan duyduğum herşeyi ez-
berlemek ister ve yazardım.
Kureyşlilerden bazı sahabiler beni ondan nehyettiler ve:
‘Sen Resûlullah Aleyhisselam’dan duyduğun herşeyi yazıp
duruyorsun ama, Resûlullah Aleyhisselam nihâyet beşerdir.
Gazap halinde de, rıza halinde de söz söyler!’ dediler.
Bunun üzerine, ben bir müddet yazmaktan vazgeçtim.
Nihâyet, durumu Resûlullah Aleyhisselam’a arzettim.
Resûlullah Aleyhisselam, ağzına parmağıyla işaret ederek:
‘Yaz! Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim
ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!’ buyurdu.”
Peygamberimiz Aleyhisselam, dil şakası yaparken bile,
doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz:
“Ben şaka yaparım, ama gerçekten başkasını söylemem!”
buyururdu.
Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına bir adam gelerek
kendisini bir hayvana bindirmesini (kendisine binecek bir hay-
van verilmesini) isteyince, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ben seni dişi bir devenin dölüne bindireyim!” buyurdu.
Adam:
“Yâ Rasûlallah! Ben dişi devenin dölünü ne yapayım?” dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Develeri dişi develerden başkası mı doğurur?” buyurdu.
“Cahiliye devrinde Allah Resûlü’yle bir yerde buluşmak üze-
re anlaşmıştık.Fakat ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra
hatırladığımda koşarak anlaştığım yere gittim.. baktım ki Allah
Resûlü orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece: “Ey
genç! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyo-
rum.” dedi. (Ebû Davud)
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c. 8 s. 415-416)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) NASIL YATAR KALKARDI?
Abdestli yatmak sünnettir: “Abdestli yatan, uykuda iken,
gündüz saim, gece kaim gibi sevaba kavuşur.” (Deylemî)
(Saim, oruçlu; kaim, gece kalkıp ibadet eden kimsedir.)
“Abdestli yatana, o gece bir melek saba-
ha kadar “Ya Rabbi bu kulunu affet!” diye
dua eder.” (Hâkim) (Meleğin duası kabul olur.)
Misvakla dişleri temizleyip sağ yanı üzere kıbleye karşı yat-
mak sünnettir. Uyku, ibadetleri kuvvetle ve sağlam yap-
mak niyetiyle olursa ibadet olur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Âlimlerin uykusu ibadettir.” (İ. Gazali)
Peygamberimiz (s.a.v.) döşeğinde uyumak istediği zaman,
sağ yanının üzerine yatar, sağ elini, sağ yanağının altına koyar,
sonra da: «Allah’ım! Kendimi, Sana teslim ettim. Yüzümü,
Sana çevirdim. İşimi, Sana ısmarladım. Sırtımı, Sana daya-
dım. Ben, Senin azâbından korkar, rahmetini umarım. Senin
rahmetinden başka sığınacak yok. Senin azâbından başka
korunulacak yoktur. Ancak, Senin rahmetine sığınılır ve
ancak, Senin rahmetinle kurtulunur. Ben, Senin indirmiş
olduğun Kitab’ına ve göndermiş olduğun Peygamber’ine
(herkesten önce) inanmışımdır. Ey Rabb’ım! Yanımı, Senin
isminle yere koydum. Eğer, ruhumu tutar, alıkorsan, ona,
rahmetinle muamele et! Eğer, onu, salarsan, sâlih kulla-
rını koruduğun gibi, onu da, koru! Allah’ım! Ben, Senin
isminle ölür, Senin isminle dirilirim. Bize yediren, içiren,
her ihtiyacımızı karşılayıp gideren, bizi barındıran, sığın-
dıran Allah’a hamd olsun! Nice kişiler var ki kendilerinin
ne ihtiyaçlarını karşılayanları var, ne de, barındıranları!
Allah’ım! Kullarını huzurunda topladığın günde azâbından,
beni, koru!» diyerek dua eder, uykudan uyanıp kalkarken
de: «Hamd olsun O Allah’a ki, bizi, öldükten sonra diriltti.
Kıyamet günü, dönüşümüz de, O’na olacaktır.» derlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) yüzünün üzerine yatmış bir adama
rastlayınca: «İşte bu Allah’ın hiç sevmediği bir yatıştır» bu-
yurdu.
(İmam-ı Buhâri, Edebü’l-müfred, s. 312)
NEBİ (S.A.V.) ANCAK ALLAH’A GÜVENİRDİ
Câbir (r.a) şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)’le bir-
likte Necid gazvesine çıkmıştık. Dönüşte Hz. Peygamber
(s.a.v.) bir öğle sıcağının, ağaçları çok olan bir vadide dinle-
nerek geçirilmesine karar verdiler. Böylece herkes ağaçların
gölgesine dağıldılar. Kendisi de bir ağacın gölgesine çekildiler
ve kılıçlarını da ağaca astılar. Henüz uykuya dalmıştık ki Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in sesiyle uyandık. Bizleri yanına çağırı-
yordu. Hemen koştuk. Oraya vardığımızda Hz. Peygamber
(s.a.v.) yanında bir göçebe Arapla oturuyordu. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) bizlere şunu anlattılar:
“Ben uyurken şu kişi gelip kılıcımı kınından çekmiş.
Uyandığımda onu kılıcım elinde başucumda dikilirken
gördüm. Bana “Söyle bakalım, şu anda seni benim elim-
den kim kurtarabilir?” dedi. Ben “Allah kurtarabilir” diye
karşılık verdim. O “Seni elimden kim kurtarabilir?” diye
sorusunu tekrarladı. Ben de birincisinde olduğu gibi
“Allah kurtarabilir” dedim. Bunun üzerine o kılıcı kınına
sokarak yanıma oturdu.” Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisini
öldürmek istemiş olan bu kişiye hiç bir ceza vermedi.
Başka bir rivâyette ise Necid’in Nahl denilen mevkiinde
Gavres isimli birisi kılıcıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’in başu-
cuna dikildi ve “Seni benim elimden kim kurtarabilir?” diye
haykırdı. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Allah kurtarabilir” dedi-
ler. Bunun üzerine adamın kılıcı birdenbire elinden düştü. Hz.
Peygamber bu düşen kılıcı alarak ona “Peki şimdi sen söyle
bakalım. Seni benim elimden kim kurtarabilir?” buyurdu-
lar. Gavres “Bana merhamet et!” dedi. Hz. Peygember de ona
“Sen, Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet eder mi-
sin?” diye sordular. O ise “Hayır; fakat sana söz veriyorum
ki bundan böyle seninle savaşmayacağım ve seninle sava-
şanların yanında yer almayacağım” dedi. Gavres’ten bu sözü
alan Hz. Peygamber (s.a.v.) onu serbest bıraktı. Arkadaşları-
nın yanına dönen Gavres onlara “Ben şu anda insanların en
hayırlısının yanından geliyorum” dedi.
(Bidaye IV/48 (Buhari ve Müslim’den).
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ
HAZRETLERİ’Nİ RÜYADA GÖRMENİN YOLLARI
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ni rüyada
görmenin yolları çoktur.
1.Kişinin yaşantısıyla ilgili olanlar 2.Tavsiye edilen duâlar
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ni rüyada görmek
isteyen, Nebi (s.a.v.) ile müşerref olmak isteyen kişi, şu vasıfları
taşımaya dikkat etmelidir. İman, salih amel, ihlas, takvâ, verâ
sahibi olmalıdır. Haram yememelidir. Büyük günahları işleme-
melidir. Ahlak-ı hamîde üzere yani Peygamber (s.a.v.) Efen-
dimiz Hazretleri’nin ahlakı üzere bulunmalıdır. Allâh’ü Te’âlâ
Hazretleri’nin ahlakı olan “Ahlâküllah” üzere yaşamalıdır. Yalan
söylememeli, tevbe-i nasûh ile tevbe etmelidir.
Kur’ân-ı Kerim ile ve onun açıklaması olan Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin sünneti seniyyesine göre ya-
şamalıdır. Zulüm ehli olmamalı, zâlimler ile sohbet etmemelidir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i sevmelidir. Hem de kendi canın-
dan, malından, evladından, anne ve babasından daha çok…
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin ashabını, ehl-i
beyitini (seyyid ve şerîfleri) sevmelidir. Evliyâullâhı, Âlimleri (fı-
kıh ehlini) ümmet-i merhûmeyi sevmelidir. Mahlûkatı sevmelidir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ne, onun dinine ve ge-
tirdiği kitaba hizmet etmelidir. Hasan-ı Basri (k.s.) der ki: “Kim,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ni rü’yâda görmek isti-
yorsa; dört rek’at namaz kılsın. Namazın her rek’atinde Fâtiha-i
şerîfeden sonr Zamm-ı sûre olarak Duhâ,İnşirâh, Kadîr, Zilzâl
sûrelerini okusun Son oturuşa oturduğu zaman; ettehıyyatü’den
sonra salli ve barik dualarını yetmiş kere okusun. Sonra selâm
versin. Uyku basıncaya kadar hiç konuşmasın. Hep Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ne salât-ü selâm okusun. Bu kişi
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ni rü’yâda görür. Ayrı-
ca, Şeyh Mustafa el-Bekrî Hazretleri, “Hizbün-Nevevî” kitabında
şöyle buyurdu: “Kim her gece, -“Muhammed (s.a.v.)” ismi şerîfini
yirmi iki (22) kere okursa; o kişi, Nebi (s.a.v.)’i çokça rü’yâda
görür.
(Yusuf Nebhani, Misvak Neşr. Nebi (s.a.v.)’i Rüyada Nasıl Görebiliriz, s.83)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İ RÜYÂDA GÖRMEK
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kâinatın efendisidir. Her
mü’minin en büyük arzularından biri de o yüce Resûlü (s.a.v.)’i
rüyâda görmektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular
ki: “Kim, beni rü’yâsında görürse; gerçekten beni görmüş
olur. Zira şeytan kesinlikle benim şeklime girmez.” (Sahih-i
Buhârî)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i rüyasında gören kişi, sanki
uyanık olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görmüş gibidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i Rüyada Görmenin Fay-
daları:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini rüyada görmenin
maddî ve manevî birçok faydaları varı: 1.Hidâyete sebeptir.
2.Allâh’ım rahmetine vesiledir. 3.Hayra vesiledir. 4.Ebedî dev-
lettir. 5.Sevgi ve muhabbete sebeptir. 6.Zâhid olur. 7.Takvâ
sahibi olur. 8.Dünyâ sıkıntılarından kurtulur. 9.Bütün işleri
kendisine kolay gelir. 10.Sabır sahibi olur 11.Tahammül eder.
12.Tevekkül sahibi olur. 13.Kanaatkâr olur. 14.Varlığa sevin-
mez, yokluğa üzülmez. 15.İbâdetlerden haz alır.
16.Amellerin sırrına vakıf olur. 17.Duası makbûl bir kişi olur.
18.Allâh’a teslimiyeti artar. 19.Amellerinin sevabı kat kat olur.
20.En uzun ömürlü insanların yaptığı ibadetler kadar sevap alır.
21.Sünnet-i Seniyye üzerine yaşar. 22.Yüzü nurlanır. 23.Ahlâkı
ve huyu güzel olur. 24. Allâh dostları onu sever. 25.Melekler
ona aşık olur. 26.Son nefesinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i
zahiren görür. 27.Sekerâtü’l-mevt halinde Peygamber Efendi-
miz (s.a.v.) ona yardım eder ve ondan şeytanı def eder. 28.
İman ile vefat eder. 29. Kıyâmet gününde Peygamber Efendi-
miz (s.a.v.)’e gâyet yakın olur. 30. Şefaat edicilerden olur. 31.
Cehennem ateşi kendisini yakmaz. 32. Cennetliktir.
olur.
(Saadetü’d-Darayn: s. 459; Tenbîhü’l-Gabi fi Rü’yetin-Nebî: s. 93-94;
Hazinetü’l-Esrâr, s. 175
HRİSTİYANLIĞI BIRAKIP NEBÎ (S.A.V.)’İN
DAVETİYLE MÜSLÜMAN OLANLAR
Sûreyi böylece okuyup bitirdiğin zaman:
‘Ben Muhammed’e iman ettim ve ben ona iman edenlerin il-
kiyim!’ de!Onlar sana hiçbir hüccet getirmezler ki, boşa gitmesin!
Hiçbir yaldızlı kitap getirmezler ki, nuru sönmüş olmasın.Onlar
sana kendi dilleriyle birşey okudukları zaman: ‘Tercüme ediniz!’ de!
‘Allah bana yeter!’ dedikten sonra:‘Ben Allah’ın indirdiği her kitaba
inandım. Aranızda adaleti yerine getirmekle de em rol undum.
Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir!
Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de size aittir.
Bizimle sizin aranızda hiçbir mücadele yoktur.
Allah hepimizi biraraya toplayacaktır. Dönüş ancak O’nadır!’
[Şûra: 15] de!
Müslüman oldukları zaman toplanıp önünde yere kapandıkları
değneği iste!
Onlar ılgın ağacındandır.
Birisi beyaz ve sarı ile karışık alacadır.
Birisi kamış gibi boğumludur. Öbürü de kara abanoz ağacı gibi
kapkaradır!
Onları çıkarttır, çarşılarında ateşe ver, yak!” buyurdu.
Ayyaş b. Ebi Rebia der ki:
“Gittim. Resûlullah (s.a.v.)ın bana emrettiği şeyleri yaptım.
Yanlarına vardığım zaman, onlar süslenmiş, süslü elbiselerini
giymiş bulunuyorlardı.
Kendilerini göreyim diye üç evin kapılarındaki büyük perdelere
kadar yaklaştım.
Onlara:
‘Ben Resûlullahın elçisiyim!’ dedim.
Ve Resûlullah (s.a.v.)ın yapmamı bana emrettiği şeyleri yaptım.
Beni kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.)ın beyan buyurduğu gibi
oldu.”
Hicretin 9. yılında Ramazan ayındaPeygamberimiz (s.a.v.)’in
Tebük’ten dönüp geldiği sırada, Hristiyan olan Himyer kralları
Hemdan kralı Numan’ın şirkten ve müşriklerden ayrılıp Müslüman
oldukları hakkında Peygamberimiz (s.a.v.)’e gönderdikleri yazıları
ile elçileri Mürâretü’r-Rahâvî Medine’ye geldi.
(İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 282-283)
NEBÎ (S.A.V.)’İN HRİSTİYANLARI
İSLÂM’A DAVETİ
Peygamberimiz (s.a.v.), Ayyaş b. Ebi Rebia (r.a.)’i bir yazı
ile Hristiyan Kral Himyerî’ye göndermiş ve yazısında şöyle
buyurmuştu:“Sizler, Allah’a ve Resûlüne iman ederseniz, selamete,
güvenliğe erersiniz.Hiç şüphesiz, bir olan, eşi ortağı olmayan Allah,
Musa’yı âyetleriyle (mucizeleriyle) gönderdi. İsa’yı kelimeleriyle ya-
rattı.(Fakat) Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur!’ dedi.Nasrânîler de,
‘Allah, üçün üçüncüsüdür. İsa Allah’ın oğludur! dediler”
Peygamberimiz (s.a.v.), Ayyaş b. Ebi Rebia’yı mektupla gönde-
rirken de:
“Sen, onların yurduna varınca, geceleyin girmeyeceksin.
Sabaha kadar bekledikten sonra, güzelce bir abdest al. İki rekat
namaz kıl. Allah’tan kurtuluş ve kabul dile ve Allah’a sığın.
Yazımı sağ eline al ve onu onlara sağ elinle ve sağ taraflarından
ver!
Seni kabul ettikleri zaman, onlara Beyyine sûresini oku:
“Kitablılardan ve müşriklerden küfredenler, apaçık bir hüccet,
yani içinde kitabların en doğru hükümleri yazılı, bâtıldan uzak ve
temiz sahifeleri okuyacak, Allah’tan bir peygamber gelinceye kadar
güya bekleyeceklerdi, dinlerinden ayrılacak değillerdi.
Böyle iken, Kitab verilmiş olan bunlar, ayrılmadılar ayrılmadılar
da, ancak kendilerine o apaçık hüccet geldikten sonra ayrıldılar.
Halbuki, onlar Allah’a O’nun dininde ihlas ve samimiyet erbabı
ve muvahhid olarak ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmala-
rından, zekatı vermelerinden başkasıyla emrolunmamıslardı.
En doğru din de, bu idi.
Gerçekten, Kitablılardan olsun, müşriklerden olsun, bütün o küf-
redenler Cehennem ateşindedirler, onun içinde temelli kalıcıdırlar.
Yaratılanların en kötüsü de, onların ta kendileridir.
İman edip de güzel amel ve hareketlerde bulunanlara gelince;
hiç şüphe yok ki, bunlar da yaratılanların en hayırlısıdırlar.
Onların Rableri katında mükâfat, altından ırmaklar akmakta
olan Adn cennetleridir. Hepsi de içlerinde temelli kalıcıdırlar.
Allah onlardan hoşnut olmuş, bunlar da Allah’tan hoşnut olmuş-
lardır.
İşte bu saadet, Rabbinden korkanlara mahsustur.’ [Beyyine:
1-8]
(İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 282-283)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN İSM-İ ŞERİF’İNİN
YÜCELTİLMESİ
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir: “Peygamberimiz (s.a.v.)
buyurdu ki: Âdem, cennetten çıkarıldığı zaman Hind’e (ora-
daki Serendip arzına) indi ve yalnızlık sebebiyle korktu… O
sırada Cebrail (a.s.) inerek ezan okudu: “Allahü Ekber Al-
lahü Ekber! Eşhedü enlâilâhe illallah, eşhedü enne Mu-
hammeden resûlüllah diyerek nida etti. Âdem ona sordu:
“Muhammed kimdir?” Cebrail de: “Senin evladından pey-
gamber olanların en sonuncusudur” diyerek cevap verdi…”
Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: “Allah Teâlâ Peygamberimiz
(s.a.v.)’e Ezân’ı öğretmek istediği zaman, Cebrail Burak’a
binerek geldi. Burak, önce O’nu bindirmek istemedi. Cebrail
ona dedi ki: “Sakin ol yâ Burak! Allah (c.c.)’a yemin ederim
ki Allah (c.c.) indinde Muhammed (s.a.v.) ‘den daha kerim
olan birisi sana binmiş değildir. Peygamberimiz (s.a.v.)
Burak’a binerek ilâhî huzura kadar yükseldi… O orda du-
rurken perde arkasından bir melek çıkıp: “Allahü Ekber
Allahü Ekber!” dedi.Perdenin arkasından o meleğe ceva-
ben: “Kulum doğru söyledi, gerçekten Ben’den başka
ilâh yoktur!” denildi. Melek tekrar: “Ben şehadet ederim
ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür” diye şehâdette bulun-
“Kulum doğru söyledi, ben Muhammed (s.a.v.)’i Resûl
olarak gönderdim” denildi.Melek: “Hayye ales-saîâh,
hayye alal-felâh! kad kâmetis-salâh!” dedi ve devamla:
“Allahü ekber Allahü ekber!” diye nida etti.Perde arka-
sından: “Kulum doğru söyledi, ben en büyüğüm, ben
yegâne büyük olanım!” denildi.Sonra melek: “Lâ ilahe
illallah” kelime-i tevhidi ile ezanı bitirdi. Perde arkasından
da: “Kulum doğru söyledi! Gerçekten benden başka
ilâh yoktur!” diye cevap verildi. Sonra Melek Muhammed
(s.a.v.)’in elinden tutarak O’nu ileri götürdü, biraz daha ilâhî
huzura yaklaştırdı.
(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri, c.1 s.23)
NEBİ (SA.V.)’İN EVDEKİ MEŞGÂLESİ
Hz. Hüseyin (r.a.) der ki: “Peygamber (s.a.v.)in ev içindeki
meşgalesini babam (Ali b. Ebû Talib)’dan sordum. Babam:
‘Peygamber (s.a.v.), evine girişinden itibaren vaktini Allah’a
ibadete, ev halkının işlerine, ve kendi işlerine ait olmak üzere
üçe ayırmıştı. Şahsına ayırdığı vakti de, kendisiyle insanlar ara-
sında buluşturmuştu. O vakitte yanına, gelen insanlardan ancak
seçkin sahabileri girerdi.
Halka dinî meseleleri onlar aracılığıyla tebliğ eder, halkı ilgi-
lendiren hiçbir şeyi yanında tutmaz, biriktirmezdi.
Ümmetine ait vakti fazilet sahiplerine dindeki üstünlük dere-
celerine göre bölüştürüp kendilerini ona göre huzuruna çağır-
mak, Peygamber (s.a.v.)in âdeti idi. Onlardan kimisi bir hâcetli,
kimisi iki hâcetli, kimisi de daha çok hâcetli idi. Peygamber
(s.a.v.), onların dinî hâcetleriyle meşgul olur, sorularına gereken
cevapları verir, sonra da:
‘Bunları burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin!
Bana kendisi gelemeyip hacetini arzedemeyen kimsenin ha-
cetini siz bana arzediniz!
Muhakkak ki, sultana hacetini arzedemeyenin hacetini arze-
den kimsenin ayaklarını Kıyamet gününde Allah Sırat üzerinde
sabit kılar!’ buyururdu. Babamdan, Peygamber (s.a.v.)in evinden
çıkışında ne yaptığını sordum. Babam:
‘Resûlullah (s.a.v.) dışarıda konuşmazdı. Ancak konuşması,
Müslümanlara yararlı olacak, onları birbirlerine ısındıracak, ara-
larındaki tefrikayı, soğukluğu kaldıracak ise konuşurdu.
Her kavmin yüksek hasletli kişisine ikram eder ve onu kav-
minin üzerine vali yapardı. Hiç kimseden güleryüzünü ve güzel
huyunu esirgemezdi. Ashabını göremese arar, halka aralarında
olan bitenleri sorardı.
İyiliği över ve berkiştirir, kötülüğü de yerer ve zayıflatırdı.
Kendisinin her işi itidal üzere idi, ihtilafsızdı.
Gaflete düşerler endişesiyle, Müslümanlan uyarmaktan geri
durmazdı. Her hali mûtad idi. İbadet ve taat için kendisinde tam
bir istidad vardı.
Ne hakkı tecavüz, ne de onu yerine getirmekte kusur ederdi.
(İbin Sa’d, Tabakât, c. 1 , s. 424-425, Tirmizî, Şemail, s. 59-60, Kadı
lyaz, Şifa.c.1, s. 119-121)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN ADININ
ALLAH’IN ADI İLE BİRLİKTE YAZILMASI
Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: “Resûlüllah (s.a.v.) şöyle bu-
yurdular: “Âdem (a.s.) Cennette malûm hatayı işlediği za-
man, “Yâ Rabbi! Beni, has kulun Muhammed hürmetine
bağışla!” diye duâ etti. Allah (c.c.) da kendisine: “Yâ Âdem,
Muhammed’i nasıl tanıdın?” diye sordu. Âdem (a.s.) şöyle
cevap verdi: “Yâ Rabbi! Sen beni yarattığın ve ruhundan bana
üflediğin zaman, başımı kaldırıp yukarı bakmıştım, işte o sıra-
da Arş’ın sütunları üzerinde: “Lâ ilahe illallah! Muhammedün
Resûlüllah” diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, kendi
adının yana ancak en sevgili kulunun ismini koyarsın.” Bunun
üzerine Cenâb-ı Hakk: “Evet yâ Âdem, doğru söyledin. Eğer
Muhammed olmasaydı, Ben seni yaratmazdım…” diye bu-
yurdu. (Hâkim, Beyhâkî, Taberânî)
Hz. Ali (r.a.) rivâyet eder: “Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Ben mîrâc gecesinde Arş’ın üzerinde; “Allah’tan başka
ilâh yok, Muhammed(s.a.v.) Allah’ın Resûlüdür! Ebû Bekir
gerçekten sıddîktir, Ömer fâruktur, Osman da iki nûr sahi-
bidir!” şeklinde yazılı olduğunu gördüm.”
Ebû’d-Derdâ (r.a.) ‘dan şöyle rivâyet olunmuştur: “Peygam-
ber (s.a.v.) buyurdu ki: “Ben mîrac gecesi Arş’ta bir yeşil
yaygı gördüm, üzerinde beyaz bir nur halinde şöyle yazılı
idi: “Allah’tan başka ilâh yok, Muhammed (s.a.v.) Allah’ın
Resûlüdür! Ebû Bekir sıddîktır. Ömer de fâruktur!” Câbir
(r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlüllâh(s.a.v.) tarafın-
dan “Cennetin kapısında: Lâ ilahe illallah Muhammedün
Resûlüllâh!” yazılı olduğu bildirilmiştir.
İbn-i Abbâs (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Resûlüllâh
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Cennette mevcut her bir ağacın
her yaprağında: Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllâh”
yazılıdır.”Câbir (r.a.)’den şöyle rivâyet olunmuştur: “Âdem
(a.s.)’ın iki omuzu arasında: “Muhammed Allah’ın Resûlüdür
ve bütün peygamberlerin hâtemidir” diye yazılmıştır.”
(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri c. 1 s.21)
RESÛL-İ EKREM (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
NASÎHATLERİ
Buhârî’de Abdullâh ibn-i Ömer (r.a.) der ki:
“Resûlullâh (s.a.v.), omuzumu tutarak:
“-Dünyâda garîbmişsin gibi yâhûd yolcuymuşsun gibi ol!”
diye buyurdular. Sonra: Ey İbn-i Ömer! Akşama kavuştuğun-
da sabaha çıkacağına, sabaha kavuştuğunda da akşama
çıkacağına ümidlenme. Sağlıklı olduğunda, hasta olduğun
zaman için; dünyâ hayatında da âhiretin için hazırlık yap.”
buyurdular.
Tirmizî ve Beyhakî’de Abdullâh ibn-i Ömer (r.a.) şöyle anlat-
tılar: “Resûlullâh (s.a.v.), omuzumu tutarak:
“-Dünyada garîbmişsin gibi, yahûd yolcuymuşsun gibi ol.
Kendini ölülerden say; dünyâya bağlanma; ey İbn-i Ömer!
Sabaha kavuştuğunda, akşama çıkacağına; akşama kavuş-
tuğunda da, sabaha çıkacağına ümidlenme. Hasta olmadan
önce, sağlıklı zamanlarında; ölmeden önce de, yaşadığın
müddetçe çok çalış, âhiretine hazırlan. Çünkü ey Abdullâh!
Âhirette (yarın) isminin dahî ne olduğunu bilmezsin.” diye bu-
yurdular.
Taberânî’de Muâz (r.a.)’den şöyle rivâyet olundu: “Resûlullâh
(s.a.v.)’e: “-Yâ Resûlallâh! Bana nasîhat et!” dedim: “-Allâh’a,
sanki O’nu görüyormuş gibi, ibâdet et. Kendini ölülerden say,
yani kendini ölmüş bil, dünyâya kalbini kaptırma. Her taşın
yanında, her ağacın yanında, her yerde Allâh’ı zikret. Bir gü-
nah işlediğinde hemen peşinden bir iyilik yap ki ona keffâret
olsun. Gizli hataları, gizli tevbe ile; açıktan işlediğin hataları,
açıktan tevbe ile afvettir.” diye buyurdular.
Buhârî ve Nesâî’de, Enes (r.a.) der ki:
“Resûlullâh (s.a.v.) bir çizgi çektiler: “Bu insandır.” buyurdu-
lar. O çizginin yanına bir çizgi daha çektiler: “Bu da, insanın
ecelidir.” buyurdular. İkinci çizgiden uzağa bir çizgi daha çe-
kerek: “Bu da, insanın arzularıdır.” buyurduktan sonra: “İşte,
insan ecelinden daha uzak arzularına giderken daha yakın
olan eceli gelir ve insan arzularına kavuşmadan ölür”. diye
buyurdular.” (Münzirî, Et-Tergîb ve’t-Terhîb)
NEBİ (S.A.V.)’DE ADALETİ VE ALLAH KORKUSU
Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde, Mekke’nin fethi esnasında
Mahzum oğullarından bir kadın hırsızlık yaptı. Kavmi onun
elinin kesilmemesi için Üsâme b. Zeyd’i Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e aracı gönderdiler. Üsâme gidip onun affını isteyin-
ce Hz. Peygamber (s.a.v.) kıpkırmızı kesildi ve “Allah’ın
koymuş olduğu cezalardan birini kaldırmam için mi bana
ricada bulunuyorsun?” buyurdular. Bunun üzerine Üsâme
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bağışlanmam için Allah’a dua et; ben çok
pişmanım” dedi. Akşam olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) kalka-
rak Allah’a hamdü senâlar ettikten sonra şunları söyledi:
“Ey insanlar! Önceki ümmetlerin helâk sebepleri, içle-
rindeki soylu ve şerefli kimselerin herhangi bir suç işleme-
si halinde onlara ceza tatbik etmemeleri; zayıf ve sıradan
kimselerin suç işlemesi durumunda ise onları cezalandır-
malarıdır. Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Allah’a
yemin ederim ki onun kızı Fatıma hırsızlık yapacak olsa
onun da elini kestirirdim”. Sonra Hz. Peygamber kadının
elinin kesilmesini emretti. Kadın daha sonra güzel bir şekilde
tevbe ederek evlendi. Hz. Âişe vâlidemiz şöyle diyor:
“Bu kadın o olaydan sonra bana gelir; ben de onun ihtiyaç-
larını ve isteklerini Hz. Peygamber’e iletirdim”
Bir gün Hz. Ömer
“Ey Allah’ın Rasûlü! Saçlarınızın ve sakallarınızın kılları ne
de çabuk beyazlaştı” deyince Hz. Peygamber (s.a.v.) “Hûd ve
kardeşleri olan Vâkr’a, Amme yetesâelûn ve İze’ş-şemsü
küvvirat sûreleri beni ihtiyarlattı” buyurdular.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir keresinde “Sûr’a üfürmekle
görevli olan İsrafil onu ağzına almış, kulak kabartarak ken-
disine ne zaman emir geleceğini bekleyip dururken ben
hayattan nasıl tat alabilirim?” buyurdular. Bunun üzerine
sahabiler “Ey Allah’ın Rasûlü! O halde biz ne diyelim?” diye
sordular. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Allah bize kâfidir ve O ne
güzel vekildir. Biz O’na tevekkül ederiz (Hasbüna’I-lâhu ve
ni’me’l-vekîl, ale’l-lâhi tevekkelnâ!)” buyurdular.
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477-478)
HUNEYN SAVAŞINDA MÜŞRİKLERİN BOZGUNU
Huneyn savaşında Müslümanlar bozguna uğrayıp da düş-
manlar Peygamberimiz (s.a.v.)’e doğru yönelince, Peygam-
berimiz (s.a.v.) katırından yere inip: “Peygamber, benim!
Abdulmuttalib’in oğlu benim! Allah’ım! Bize yardımını
indir! Ey Allah’ım! Ben, Senden, bana olan (zafer) va’dini
yerine getirmeni diliyorum! Ey Allah’ım! Muhakkak ki.
Sen, onların bize galip gelmelerini istemezsin!” diyerek,
Allah’tan yardım ve zafer diledi. “Ey Allah’ım! Hamd, Sana
mahsustur.Şikâyetler ancak Sana arzolunur. Yardım an-
cak Senden dilenir” diyerek dua edince, Cebrail (s.a.v.) ge-
lerek: “Sana telkin olunan bu kelimeler, arkasında Firavun bu-
lunduğu ve kendisine deniz yarılıp yol açıldığı gün, Musa’ya
da Allah tarafından telkin olunmuştu!” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) yerden aldığı bir avuç toprağı veya
kumu müşriklerin yüzlerine doğru attı, saçtı. “Bu yüzler kara
olsun!” dedi. Onlardan, Allah (c.c.)’ın yarattığı hiçbir kimse
yoktu ki, Yüce Allah (c.c.), o bir avuç toprak veya kumla on-
ların gözlerini doldurmamış, kalblerine korku düşürmemiş ol-
sun! Peygamberimiz (s.a.v.): “Kâbe’nin Rabbine andolsun
ki; onlar bozguna uğradılar, gittiler!” buyurdu.
Cübeyr b. Mut’im, o sıradaki müşahedelerini şöyle anlatır:
“Havâzinler, bozguna uğramadan, Müslümanlara çarpış-
tıkları sırada, gökten simsiyah örtü gibi birşeyin gelip bizim-
le Havâzinler arasına düştüğünü, bu gökten gelip bizimle
Havâzinleri gölgeleyen ve ufku kaplayan siyah şemsiye gibi
şeye dikkatlice baktığım zaman, onun siyah karıncalar oldu-
ğunu, vadiyi doldurduğunu, Huneyn vadisinde karınca seli ak-
tığını gördüm! Onların meleklerden ibaret olduğunda, bunun
Allah tarafından bir yardım olup bizi onlarla desteklediğinde
hiç şüphem kalmadı. Nihâyet, Havâzinlerin bozguna uğrama-
larından başka bir şey vuku bulmadı!” Bir mucize olarak, gök-
le yer arasında, demir taşlar üzerine düşen demir parçalarının
çıkardıkları sesler gibi çınlayan sesler de duyulmuştu!
(M.Asım Köksal, İslam Tarihi c. 7 s.17)
KUR’AN-I KERİM’DE EFENDİMİZ (S.A.V.)’E
İSMİYLE HİTAP EDİLMEMESİ
Cenâb-ı Hakk, bazı peygamberleri kendi isimleriyle isim-
lendirmiştir. Meselâ Hz.İsmâil ve İshâk, “Alîm” ve “Halîm”,
Hz.İbrâhim, “Halîm”, Hz.Mûsâ, “Kerîm”, Hz.Yûsuf, “Hafîz” olarak
isimlendirilmişlerdir. Hz.Muhammed’in (s.a.v) dışındaki peygam-
berler, bu İlâhî isimlerden sâdece bir veya iki isimle anılırken,
Resûlullah’ın bunlardan otuz kadarıyla Kur’ân’da anıldığı görül-
mektedir.
Ancak Cenâb-ı Hakk’ın, hiçbir peygamberi, kendine âit olan
“Raûf” ve Rahîm” isimleriyle anmadığını, yalnızca Resûlullah’ı
bu iki isimle adlandırdırmıştır: “Size kendi aranızdan öyle bir
Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi
üstünüze titrer, müminlere karşı raûf ve rahîmdir. (pek şef-
katli ve merhametlidir.)” (Tevbe 9/128)
“Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları
tebliğ et!” (Mâide 5/67)
“Ey Peygamber! Allah sana ve seninle beraber olan mü-
minlere yeter.” (Enfâl 8/64), “Ey örtüsüne bürünen!” (Müzzem-
mil 73/1), “Ey örtüye bürünen!” (Müddessir 74/1).
Resûlullâh (s.a.v.)’e hitapta en çok kullanılan sıfatlar, “Ey
Nebi! Ey Resûl”dur. Hz.Peygamber (s.a.v)’in bizzat isimleri de
Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. Ancak bunlar, hitap makamında
olmayıp, nübüvvet özelliğinin vurgulanmak istendiği yerlerde
geçmektedir: Yine Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş kavimlerin, pey-
gamberlerine isimleriyle hitap ettiklerini görüyoruz. Ancak Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e karşı olan hitaplarda, bu şekil bir hitap tarzı
yasaklanıyor ve: “Resûlullah (s.a.v.)’i, kendi aranızda birbiri-
nizi çağırdığınız gibi çağırmayınız…”(Nûr 24/63) buyruluyor. Bu
âyetten de, insanların birbirlerine seslendikleri gibi, Resûlullâh
(s.a.v.)’e seslenmemeleri, Ey Muhammed! Ey Ebe’l-Kâsım! gibi
isim zikrederek hitapta bulunmamaları, ancak Yâ Resûlellah! Yâ
Nebiyyellâh! gibi yumuşak bir şekilde ve saygı ifade eden kelime-
ler kullanmaları gerektiği anlaşılmaktadır. Zaten ashâb-ı kirâm da
ona: Anam-babam sana fedâ olsun Ey Allah’ın Resûlü! gibi saygı
ifâde eden kelimelerle hitap ederlerdi.
(Zemahşerî, Keşşaf Tefsiri, 2/325; Kurtubî, a.g.e, 8/302; Âlûsî, a.g.e,
11/52, Râzî, Tefsîr, 24/35)
HUNEYN SAVAŞINDA PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.’İN
MÜCAHİDLERİ ZAFERLE MÜJDELEMESİ
Peygamberimiz (s.a.v.), Huneyn savaşından önce Müca-
hidleri çarpışmaya teşvik etti. Sadakat ve bağlılık gösterdikleri,
güçlüklere göğüs gererek sabır ve sebat ettikleri takdirde fetih
ve zafere kavuşacaklarını onlara müjdeledi.Huneyn vadisine
sabahın alacakaranlığında, savaş düzeni halinde inilmeye
başlandı. Havâzinler, Huneyn vadisinin iki yanına gizlenmişler,
pusu kurmuşlardı. Cabir b. Abdullah; Havâzinlerin Huneyn’e
önceden gelip vadinin gizli yollarını ve dar geçitlerini tuttukla-
rını, Müslümanları oralarda pusuya düşürmek için toplanmış,
hazırlanmış, üslenmiş olduklarını ve birdenbire saldırılarına
uğradıklarını söyler.
Seleme b. Ekvâ da:“Ben, ilerleyip bir yokuşa çıkıyordum.
Beni düşmandan biri karşıladı. Hemen ona bir ok attım. Ben-
den gizlendi de, ne yaptığını bilemedim.Havâzinlere bakıp
dururken, bir de ne göreyim: Onlar başka bir yokuştan ortaya
çıkıvermişlerdi!” der.
Havâzinler; attıkları hiçbir oku boşa gidermeyecek kadar
keskin nişancı ve atıcı idiler. Havâzin’lerin İslâm askerlerin-
den ilk karşılaştıkları kimseler ise, genellikle, aceleci, zırhsız,
silahsız veya pek az silahlı bir takım toy gençlerdi. Bununla
birlikte, onlar karşılaşır karşılaşmaz Havâzin’lerin üzerlerine
atılıp onları bozguna uğratmayı başarmışlardı. Fakat ganimet
toplamaya koyuldukları zaman da, Havâzinlerin çekirge sürü-
sü gibi ok yağmuruna tutuldular ve tutunamayarak bozuldular,
dönüp kaçmak zorunda kaldılar. Bu öncü birliği içinden ilk ür-
küp kaçanlar da, suçları bağışlanmış ve kendiliklerinden İslâm
mücahidleri arasına katılmış bulunan iki bin kadar Mekkeli idi.
Enes b. Malik (r.a.) de hiçbir zaman Havâzin’ler kadar ka-
labalık ve çokluk bir topluluk görmediğini, sabah karanlığında,
vadiye inerken, dar bir geçitte onların birdenbire saldırısına uğ-
radıklarını ve ilk bozulup kaçanların Süleym süvarileri olduğu-
nu ve Süleymleri Mekkelilerin, Mekkelileri de sair halkın takip
ettiğini, süvarilerin kaça kaça İslâm ordularının arkasına kadar
çekilmiş olduklarını gördüklerini bildirir.
(M.Asım Köksal, İslam Tarihi, c. 7 s.17)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İ VESÎLE KILMAK SÜNNETTİR
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in makâmı ve bereketi sebe-
biyle tevessülde bulunmak, peygamberlerin sünneti ve geç-
mişteki sâlihlerin sîretidir. Dört mezhebin âlimlerinden bir çoğu,
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’i ziyâret bahsinde; ziyâretçinin
kabr-i şerîfe dönmesinin, Resûlullâh (s.a.v.) ile tevessülde bu-
lunmanın sünnet olduğunu, dile getirmiştir.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in irtihâlinden üç gün sonra,
onlara bir Arâbî gelip kendisini kabr-i şerîfin üzerine atmış,
oranın toprağından başının üzerine saçmış ve “Yâ Resûlullâh
(s.a.v.), Sen söyledin, biz de Senin kelâmını işittik ve kabûl et-
tik. Bizim Senden muhafazaya çalıştığımızı, Sen de Allâh’dan
telakkî ve muhâfaza ettin. Allâhü Te‘âlânın sana indirdikleri ara-
sında şu âyet de bulunmaktadır:
“Onlar, kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de
Allâh’dan mağfiret dileselerdi (Sen) Peygamber de on-
lar için mağfiret dileyiverseydi(n) elbette Allâh’ı tevbeleri
hakkıyla kabûl edici, çok esirgeyici bulacaklardı.” “Ben de
nefsime zulmettim, Rabbime benim için mağfiret dileyivermeniz
için zâtına geldim” dedi. Kabr-i şerîften “O, seni muhakkak
yarlığadı” diye bir ses yükseldi.
Hadîs-i şerîf: “Hayâtım sizin için hayırdır; siz haber ve-
rirsiniz ve haberdâr edilirsiniz. Ölümüm de sizin için hayır-
lıdır. Yaptıklarınız bana arz olunur. Hayırdan bir şeyi gördü-
ğümde Allâh’a hamd ederim. Şerden bir (şey) gördüğümde
sizin için mağfiret dileğinde bulunurum.”
Netîce; ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine göre, Resûlullâh
(s.a.v.) Efendimiz’in gerek hayâtında, gerekse irtihâlinden son-
ra O (s.a.v.) ile tevessül etmek câizdir. Diğer peygamberler ve
sâlih kullar ile tevessül de câizdir. Zikri geçen hadîs-i şerîfler
buna delâlet etmektedir. Zîrâ biz, ehl-i sünnet ve cemâat toplu-
luğu olarak, yaratma ve yoketme, fayda ve zarar eriştirme yö-
nünden gelecek te’sîrin ancak Allâh’a mahsûs olduğuna itikâd
etmekteyiz. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz için yaratma, yoktan
var etme, fayda ve zarar eriştirme cihetinden bir te’siri olduğu-
na inanmıyoruz.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 157-162.s.)
Hind b. Ebi Hâle de Nebi (s.a.v.)’i şöyle anlatır:
“Resûlullah (s.a.v.) yürürken ayaklarını yerden canlıca
kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir
yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahat
yürürdü. Bakmak istediği, bakacağı tarafa tamamıyla dönerek
bakardı. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Yeryüzüne bakışı,
semaya bakışından uzundu.Yeryüzüne bakışı da, gözucuyla
idi. Yürürken, sahabilerinin gerisinde yürürdü. Birisiyle karşı-
laştığı zaman, önce kendisi selâm verirdi.
Resûlullah (s.a.v.) daima düşünceli idi. Kendisinin susma-
sı, konuşmasından uzun sürerdi. Resûlullah (s.a.v.) lüzum-
suz yere konuşmazdı. Söze başlarken de, sözü bitirirken de,
Allah’ın ismini anardı. Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle
konuşurdu. Resûlullah (s.a.v.)’in sözleri hep gerçek ve yerin-
de idi. Resûlullah (s.a.v.) konuşurken ne fazla, ne de eksik
söz kullanırdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmez-
Bir nimeti ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için
yererdi.
Dünya için, dünya işleri için kızmazdı; fakat bir hak çiğ-
nenmek istendiği zaman, onun öcünü almadıkça hiçbir şey
kızgınlığının önüne geçemezdi. Kendi şahsı için asla kızmaz
ve öç almazdı.
Birşeye işaret edeceği zaman, parmağıyla değil, bütün
eliyle işaret ederdi. En fazla gülmesi, gülümsemekti. Gülüm-
serken de, ağzındaki dişleri inci taneleri gibi görünürdü.”
Hz. Âişe (r.anha)’nın bildirdiğine göre; Peygamberimiz
(s.a.v.) insanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söy-
lemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve
pazarlarda bağınp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamaz-
dı. Fakat, affeder ve bağışlardı. İnsanların en naziği, en iyi
huylusu ve en güleci idi. Allah (c.c.) yolunda cihad dışında ne
bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış,
vurmuştu.
(Kadı lyaz, Şifa-ı Şerîf, 1.c., 118-119.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN SUSUZ KUYUDAN
SU FIŞKIRTMASI
Müslümanlar, Hudeybiye’de, Peygamberimiz (s.a.v.)’e su
darlığından şikâyetlendiler. Peygamberimiz (s.a.v.), ok çanta-
sından bir ok çıkarıp onun Semed kuyusunun dibine saplan-
masını emretti. Oku ashabdan birisi alıp kuyunun içine indi.
Ok kuyunun dibine saplanır saplanmaz, su fışkırmaya başla-
dı. Müslümanlar, kuyunun kıyısına oturarak, su kaplarını dol-
durdular. Develerini de çöktürüp suladılar.Kuyunun içine okla
inen sahabi, kurbanlık develerin sürücüsü Naciye b. Cündüb
idi.Naciye b. Cündüb’ün kuyunun içinde halkın salınan kova-
larını doldurmakla uğraştığı sırada, bir kadın elinde bir kova
ile kuyunun başına gelip:“Ey kovaları dolduran kişi! Benim
kovam öndedir. Onu da dolduruver! Görüyorum ki; halk seni
övüyorlar, seni hayırla anıyorlar, sana tazimde bulunuyorlar”
demişti.
Berâ b. Âzib (ra) ’in bildirdiğine göre; Hudeybiye kuyu-
sunun suyu çekilmiş, içinde bir damla bile su kalmamıştı.
Durum Peygamberimiz (s.a.v.)a arzedildi.Peygamberimiz
(s.a.v.), kuyunun başına gelip oturdu. İçinde biraz su bulunan
bir kab istedi. Getirilen su ile abdest aldıktan sonra, ağzını
çalkaladı ve içinden, dua etti. Abdest aldığı ve ağzında çal-
kaladığı suyu kuyunun içine döktü. Peygamberimiz (s.a.v.)’in
emriyle, kuyu, biraz kendi haline bırakıldı. Sonra, kuyu su-
landı. Müslümanlar da, Müslümanların hayvanları da, ondan
kana kana içtiler. Kuyunun suyundan içenler, 1400 kişi idi.
Seleme b. Ekvâ da der ki: “Biz, Resûlullah (s.a.v.)ın maiy-
yetinde Hudeybiye’ye geldik. Biz, o gün, yüzer kişilik ondört
bölüktük. Kuyunun yanında, henüz suvarılacak elli koyun da
vardı ki, kuyu onları bile sulayamıyor, suya kandıramıyordu.
Resûlullah Aleyhisselam, kuyunun kıyısına oturup dua etti ve
ağzına alıp çalkaladığı suyu kuyuya bırakınca, kuyunun suyu
yükseldi. Biz ondan hem hayvanları suladık, hem de kendi-
miz su aldık.
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, 5/272-274.)
MEKKE’NİN FETHİNDEN SONRA YAŞANANLAR
Cabir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre; Peygamberimiz (s.a.v.),
Fetih yılında, Mekke’de:
“Hiç şüphe yok ki; Allah ve Resûlü hamrı (şarabı),
Lâşeyi, Domuzu, Putları satmayı haram kıldı!” buyurmuştur.
“Yâ Rasûlallah! Ölü hayvanların iç yağlarının hükmünden bize
haber ver.Çünkü, onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor.
Halk onlardan kandil yakıyor” denildi.Peygamberimiz (s.a.v.):
“Hayır! O da haramdır.Allah Yahudilerin belâsını versin! Allah ken-
dilerine ölü hayvanların iç yağlarını haram kılınca, onu erittikten
sonra satıp, parasını yediler!” buyurdu.Peygamberimiz (s.a.v.),
Mekke’nin fethinde kadınlarla müta suretiyle belirli ve kısa bir süre
için evlenmeyi de yasakladı. (Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 866)
Soylu Bir Kadının Hırsızlık Suçundan Dolayı Elinin Kesi-
lişi
Kureyşîlerin Mahzum oğullarına mensup bir kadın, nasılsa,
bir hırsızlık yapmıştı.Kadının aile halkı, elinin kesileceğinden
korkarak, Üsâme b. Zeyd’e başvurup, kendisinin Peygamberimiz
(s.a.v.) katında şefaatçi olmasını dilediler.Üsâme durumu Pey-
gamberimiz (s.a.v.)’e arzedip kadının bağışlanmasını dileyince,
Peygamberimiz (s.a.v.)’ın rengi değişti ve:“Sen kötülükleri önle-
mek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı
hakkında mı benimle konuşuyorsun?!” buyurdu.
Üsâme:
“Yâ Rasûlallah! Bu uygunsuz davranışımdan dolayı, Allah’tan
yarlıganmamı dile!” dedi.Akşam olunca, Peygamberimiz (s.a.v.)
ayağa kalkıp Allah’a lâyık olduğu üzere hamd-ü senada bulundu
ve:“Bundan sonra derim ki: Sizden önceki insanları helak eden,
ancak, onların içlerinden şerefli ve soylu birisi hırsızlık ettiği za-
man onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri hırsızlık
edince de onun hakkında ceza uygulamaları idi.Muhammed’in
varlığı Kudret Elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Fâtıma binti
Muhammed hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak, onun da elini
keserdim!” buyurdu.Sonra da emretti, o kadının eli kesildi.Bunun
üzerine, kadın güzelce tevbe etti ve evlendi de.Kadın, bundan
sonra, Hz. Âişe’nin yanına gelir gider, o da onun ihtiyacını Pey-
gamberimiz (s.a.v.)a arzederdi.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 162)
RASÛLULLAH (S.A.V.)’İN ZENGİN TEBLİĞİ
Rasûlullah (s.a.v.)’a çeşitli zamanlarda en faziletli amelin, en
hayırlı işin ne olduğu sorulmuş, sorulan sorulara tamamen farklı
cevaplar vermiştir. Bu özellik Rasûlullah (s.a.v.)’in herkese farklı
reçete sunduğunu göstermektedir.
Rasûlullah (s.a.v.)’a “Hangi amel daha üstündür?” diye sorul-
muştu. Rasûlullah (s.a.v.) “Allah (c.c.)’a imandır” buyurdu. “Son-
ra nedir?” diye sordular. “Allah (c.c.) yolunda cihâddır” buyur-
(Buhârî)
Bir başka zaman ona: “Hangi amel daha üstündür?” diye so-
ruldu. Rasûlullah (s.a.v.): “Vaktinde kılınan namazdır” buyurdu.
“Sonra hangisidir?” dediler. “Ana-babaya iyiliktir” buyurdu. “Son-
ra hangisidir?” dediler. “Allah yolunda cihâddır” buyurdu. (Buhârî)
Ebû Ümâme’den şöyle rivâyet edilir: Rasûlullah (s.a.v.)’a gel-
dim ve: “Bana doğrudan senden öğreneceğim bir şey emret” de-
dim. Bana: “Oruca sarıl! Çünkü onun gibisi yoktur” buyurdu.
(Nesâî)
Rasûlullah (s.a.v.)’a “Kıyamet gününde Allah katında derece
bakımından en üstün amel hangisidir?” diye soruldu. “Allah (c.c.)’ı
çok zikreden erkekler ve kadınlar” buyurdu. (Tirmizî)
Yine “La ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh…” zikri hak-
kında: “Hiçbir kimse, ondan daha üstün bir şey getirmemiştir”
buyurmuştur. Bir rivâyette ise “Allah (c.c.) katında duadan daha
üstün başka bir şey yoktur” buyrulmuştur. (Nesâî)
Rasûlullah (s.a.v.)’a “Hangi ibadet daha üstündür?” diye sorul-
Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?” sorusuna Rasûlullah
(s.a.v.): “Müslümanların, dilinden ve elinden emin oldukları
kimsedir” buyurdu. (Müslim)
Yine ona: “Hangi müslümanlık daha hayırlıdır?” diye sordular:
“Yemek yedirmen, tanıdığın tanımadığın herkese selâm ver-
mendir” buyurdu. (Müslim) Hadîs kaynaklarında farklı reçeteler
olarak “Kişiye sabırdan daha hayırlı ve geniş başka bir bağışta
bulunulmamıştır” (Buhârî, Müslim) “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı
öğrenen ve öğreteninizdir”(Buhârî, Tirmizî) “İbadetlerin en üs-
tünü, (Allah (c.c.)’tan) kurtuluş beklentisidir” (Tirmizî) h adîs-i
şerîfleri bulunmaktadır.
(Şatıbi, el-Muvafakat, s. 98-99)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İ ZİYÂRET
Ebü’d-derdâ (R.A.)’den şöyle nakledilir: “Ömer bin Hat-
tab (r.a.) Beyt-i Makdis’i fethedip, Câbiye denen yere gelin-
ce, Bilâl-i Habeşî (r.a), Hz. Ömer (r.a.)’den, kendisini Şam’a
yerleştirmesini istedi. Hz. Ömer (r.a.), onun bu teklifini kabûl
etti. Bilâl-i Habeşî (r.a.) burada evlendi. Bir gün rü’yâsında
Resûlullah (s.a.v.)’i gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona; “Bu ne
eziyet böyle yâ Bilâl? Beni ziyâret edeceğin zaman yak-
laşmadı mı?” diye buyurunca, Hz. Bilâl (r.a.) üzüntü ile
uyandı. Bineğine bindi ve korku ile Medîne’ye doğru yola
çıktı. Resûlullah (s.a.v.)’in kabr-i şerîflerine geldi. Orada ağ-
lamaya başladı. Sonra Hasan ve Hüseyin (r.anhümâ)’nın
yanlarına gitti. Onlara sarıldı ve onları öptü. Onlar Hz. Bilâl
(r.a.)’e; “Mescid-i Nebevî’deResûlullah (s.a.v.) için oku-
duğun ezân gibi bir ezânını dinlemek istiyoruz” dediler.
Bilâl-i Habeşî (r.a.) onların bu isteğini kabûl etti. Mescid-i
Nebevî’ye giderek, Resûlullah (s.a.v.) zamânında ezân
okuduğu yerde durdu. Allâhü Ekber, Allâhü Ekber diye
okumaya başlayınca, Medîne-i Münevvere’de büyük bir
heyecân meydâna geldi. Eşhedü en lâ ilahe illallah de-
yince, bu durum daha da arttı. Eşhedüenne Muhamme-
den Resûlullah okuyunca, herkes başlarını pencereler-
den dışarı çıkardılar ve: “Yoksa Resûlullah (s.a.v.) tekrar
mı dirildi?” dediler. Resûlullah (s.a.v.)’in vefâtından sonra,
bugünden daha çok erkek ve kadınların ağladığı bir gün
görülmedi.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) zamânında, Bilâl-i Habeşî (r.a.)
Medîne-i Münevvere’ye sırf Resûlullah (s.a.v.)’i ziyâret için;
Tabiîn zamânında Ömer bin Abdülazîz (r.a.)’in gönderdiği
şahıs ise, sırf onun selâmını Resûlullah (s.a.v.)’e ulaştırmak
için gitmişti. Medîne’ye bir ihtiyâcı için gidip, bu sırada da
Resûlullah (s.a.v.)’in ziyâret edilmesi veya sırf Resûlullah
(s.a.v.)’i ziyâret gâyesi ile Medîne’ye gidilmesiyle ilgili
rivâyetler pek çoktur.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-Sikâm fî ZiyâretiHayr-il-Enâm)
NEBİ (S.A.V.) ANNE BABASI MÜ’MİNDİRLER
Kesin delillerle sabittir ki Peygamber(sav)’ ın annesi babası mü-
mindir. Allah Resûlü (s.a.v.)’in Ebeveyni’nin ehl-i necat olduğunu
kabul etmenin gerek dini gerekse de dünyevi önemli faydaları var-
dır. Aksi bir kabul, büyük zararlar ihtiva etmektedir. Abdülahad Nûrî
(k.s.) bu faydalar bağlamında şunları zikretmektedir:
1.Müslümanların kalplerine sevinç vererek rahatlamalarını temin
etmek.
2.Din düşmanlarının istihzalarına engel olmak.
3.Allah Resûlü (s.a.v.)’in sevinip göz aydınlığı kabul ettiği şeyle
mesrur olmak.
olarak O (s.a.v.)’in atalarının şeref ve faziletine işaret ettiğini anla-
mak.
5.Allah Resûlü (s.a.v.)’in hoşnut ve razı olacağı bir meseleye
rağbet ederek O (s.a.v.)’e yaklaşmak ve şefaatine nail olmak.
6.Fetva kitaplarında da belirtildiği gibi dini konularda en güzel
olanı tercih edip onunla amel etmek.
“Bir kimseye doksan dokuz açıdan küfür, tek bir açıdan iman
gerekse bu durumda en doğru olan onun imanına hükmetmektir.
Çünkü kişinin küfrünü ispat etmekte hiçbir fayda yoktur.” Buna göre
müşrik olduklarına dair kat’i nass olmayan Ebeveyn’in mümin olduk-
larına hükmetmek en güvenilir yoldur.
Şer’î deliller ve tarihî veriler Ebeveyn-i Resûl’ün mü’min olduğu
yönündedir. Bu yüzden dört müctehit imam bu konuda açıkça görüş
belirtme ihtiyacı hissetmemiştir.Allah Resül’ü (s.a.v.)’in Ebeveyn-i
mü’mindirler.
Sonraki dönem alimlerinin mesele üzerinde fikir beyan ederken
son derece hassas davranmaları, bir kısmının da açıkça görüş be-
yan etmekten kaçınmaları, ilerleyen yıllarda konunun ne derece cid-
diye alındığını göstermektedir.
Ulema, Ebeveyn’i tekfir etmenin hiçbir fayda temin etmeyeceği
gibi Allah Resûlü (s.a.v.)’e eza etme cihetiyle de laneti gerekli kılaca-
ğı hususuna dikkat çekmiştir.
Allah Resûlü (s.a.v.)’in Ebeveyni’nin dini durumunun bilinmeme-
si müminlerin imanına bir zarar vermez. Fakat onların cehennemde
olduklarını iddia etmek Resûl-i Ekrem’e eza verir.
(İnkişaf Dergisi 10. Sayı 14-31.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN MASUMİYETİ
Peygamber (s.a.v.)’imizin ve diğer peygamberlerin, Allah
(c.c.)’ın varlığını ve topluca sıfatlarını bilmemekten korunmuş
oldukları hakk ve gerçektir. Bu husus, kendisine peygamberlik
geldikten sonra aklî delîller ve icma ile kendisine peygamberlik
gelmeden önce ise işitme ve nakli delîllerle sabittir. Peygambe-
rimiz (s.a.v.)’in, dîn işlerinde beyan buyurduğu, vahiy yolu ile
Rabbinden alıp tebliğ buyurduğu hususlarda ilme muhalif bir
hâlde bulunması da kesin olarak vâki değildir. Bu husus da aklî
ve şer’î delîllerle sabittir.
Allah (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.)’i yalan söylemekten
ve sözünde durmamaktan korumuştur. Yalan söylemenin ve
sözünde durmamanın; O’nun için imkânsız olduğu şer’î, aklî
ve nazarîdelîllerle sabittir. Kendisine peygamberlik gelmeden
önce yalan söylemekten kesin olarak münezzehtir. Büyük gü-
nahlardan münezzehtir. Küçük günahlardan da uzaktır. De-
vamlı olarak unutmak ve gaflet içinde bulunmaktan, ümmeti
için Allah (c.c.)’ın gönderdiği hükümlerde kendisine devamlı
unutma olmasından ve hata etmekten korunmuştur. Rıza
hâlinde olsun, öfkeli iken olsun, ciddi konuşurken olsun,
şaka yaparken olsun bütün hâllerinde Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz korunmuştur.
UYARI: Bu hususlara sımsıkı sarılman ve bunları kesinlik-
le kabullenmen sana vâcibtir. Bu bölümleri hakkıyla bilmenin,
faydası büyük olduğu gibi tehlikesinin de büyüklüğünü bilmen
gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e vâcip, câiz ve imkânsız
olanları; peygamberin getirdiği hükümlerin (farz, vâcib, sünnet
gibi) şekillerini bilmeyen kimse, zikredilen hususların, aldık-
ları hükmün tersine bir inanca sahip olmaktan emin olamaz.
Peygamberimiz(s.a.v.) için düşünülmesi câiz olmayan bir şeyi
O’na isnad etmek suretiyle veya Peygamber (s.a.v.)’de ol-
mayandan kendisini tenzih etmez de böylece bilmediği hâlde
helak olur; cehennemin en derin ve aşağı tabakasına düşer.
Çünkü bâtıl olanın Peygamber (s.a.v.)’de mevcud olduğunu
sanmak ve Peygamber (s.a.v.)’e câiz olmayanı ona isnad edip
inanmak sâhibini helâk ve hüsrana götürür.
(Kadı İyad, Şifa-i Şerîf, s. 590-591)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN MASUMİYETİ
Peygamberimiz’in (ve diğer peygamberlerin) Allah
(c.c.)’yu ve sıfatlarını bilmemekten masumdurlar. Bu husus,
kendisine peygamberlik gelmeden öncesi ve geldikten son-
rası için kesin olarak sabittir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, din
işlerinde beyan buyurduğu, vahiy yolu ile Rabbinden alıp teb-
liğ buyurduğu hususlarda ilme muhalif bir halde bulunması da
kesin olarak vâki değildir. Bu husus da aklî ve şer’î delillerle
sabittir. Peygamberimiz (s.a.v.), Allah onu peygamber olarak
ümmetine gönderdiği andan beri kasıdlı olsun, kasıdsız olsun
yalan söylemekten ve sözünde durmamaktan korunmuştur.
Yalan söylemenin ve sözünde durmamanın O’nun için im-
kansız olduğu şer’i, akli ve nazari delillerle sabittir. Kendisine
peygamberlik gelmeden önce yalan söylemekten kesin ola-
rak münezzehtir. Büyük günahlardan ittifakla münezzehtir.
Bütün günahlardan da uzaktır. Devamlı olarak unutmak ve
gaflet içinde bulunmaktan, ümmeti için Allah’ın gönderdiği
hükümlerde kendiside devamlı unutma ve hata etme halle-
rinden korunmuştur. Rıza halinde olsun, öfkeli iken olsun, cid-
di konuşurken olsun, şaka yaparken olsun bütün hallerinde
Peygamber (s.a.v.) korunmuştur.
Bu hususlara, sımsıkı sarılman ve kesinlikle kabullenmen
sana vaciptir. Bu bölümleri hakkıyla bilmenin faydası büyük
olduğu gibi tehlikesinin de büyüklüğünü bilmen gerekir. Çün-
kü Peygamber (s.a.v.)’e, vâcip, caiz ve imkansız olanları,
peygamberin getirdiği hükümlerin (farz, vacip, sünnet gibi)
şekillerini bilmeyen kimse, zikredilen hususların aldıkları hük-
mün tersine itikad etmesinden emin olmaz. Peygamberimiz
(s.a.v.) için düşünülmesi câiz olmayan bir şeyi O’na isnad
etmek suretiyle veya Peygamber (s.a.v.)’de olmayandan
kendisini tenzih etmez de böylece bilmediği halde helâk olur,
cehennemin en derin ve aşağı tabakasına düşer. Çünkü bâtıl
olanın Peygamber(s.a.v.)’de (mevcud olduğunu) sanmak ve
Peygamber (s.a.v.)’e caiz olmayanı ona isnad edip inanmak
sâhibini helâk ve hüsrana götürür.
(Kadı İyad, Şifa-i Şerîf, 590-591.s.)
TARİH SAHNESİNDE DAHA ÖNCE
GÖRÜLMEMİŞ YİĞİTLİK: MUTE HARBİ
Mute gazası, Hicretin 8. yılında gerçekleşmiştir.
Silahlanıp yola çıkmaya hazırlanan İslâm mücahidlerinin sa-
yısı 3.000 idi. Mute’de düşman ise 200.000 veya 250.000 kişilik
mücehhez idi.Bunların yanlarında atlar ve silahlar da bulunuyor-
Peygamberimiz (s.a.v.), öğle namazını kıldırdıktan sonra,
oturdu. Ashab (r.a.e.) da, çevresinde, kendisiyle birlikte oturdular.
O sırada, Numan b. Funhus (Mahs) adındaki Yahudi de, gelip
halk ile birlikte Peygamberimiz (s.a.v.)‘in başucunda durdu. Pey-
gamberimiz (s.a.v.): “Cihada çıkacak olan şu insanlara, Zeyd
Ebu Talib kumandandır! Cafer b. Ebu Talib öldürülürse, Ab-
dullah b. Revâha kumandandır! Abdullah b. Revâha da öldü-
rülürse, Müslümanlar, aralarından münasip birini seçsinler
ve onu kendilerine kumandan yapsınlar!” buyurdu.
Bunun üzerine, Müslümanlar ağlamaya başladılar ve: “Yâ
Rasûlallah! Keşke sağ kalsalar da, kendilerinden yararlansay-
dık!” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.), cevap vermeyip sustu.
Yahudi Numan b. Funhus: “Ey Ebu’l-Kasım! Eğer sen gerçek-
ten peygambersen, az veya çok adlarını andığın kişilerin hepsi
ölürler.
Çünkü, İsrail oğulları içinde zuhur eden peygamberler bir
adamı bir cemaat üzerine kumandan tayin ettikleri ve ‘Filan, filan
öldürülecek!’ dedikleri zaman, yüz kişinin bile adını anmış olsalar,
onların hepsi ölürler, sağ kalmazlardı!” dedi.
Sonra da, Zeyd b. Hârise (r.a.)’e dönüp:“Vedânı, vasiyetini
yap!Eğer Muhammed (s.a.v.) gerçekten peygamberse, artık sen
hiçbir zaman onun yanına geri dönemeyeceksin!” dedi. Zeyd b.
Harise (r.a.) ise: “Ben şehadet ederim ki; o, hiç şüphesiz, gerçek
peygamberdir!” dedi. Mute savaşında, yedi günde, mücahidler-
den ancak on dört kişi şehit oldu. Düşmanlardan öldürülenler
ise, pek çoktu. (Devamı 27 Mart’ta)
(İbn İshak; İbn Hişam, c. 4, s. 17; Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 760)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ,
BÜTÜN DİNLERİ İPTAL ETTİ
“O’dur (Allah, O Ma’bud-ı Kerim’dir) ki Resûlü’nü
Kur’an ile ve Hakk Din ile gönderdi, O’nu her din üzeri-
ne yükseltmek (üstün kılmak) için, velev ki müşriklerin
hoşuna gitmesin.” (Saff s. 9)
Bu mübârek Âyet’te, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in
ne gibi ulvî şeylerle ve ne gibi bir gayeyi te’min için pey-
gamber gönderilmiş olduğunu bildiriyor.
Evet, şüphe yok ki Din-i İslâm’a karşı bütün muhâlif din-
ler, bozguna uğratılmış ve hâle gelmiştir. Bir kere ma’lûmdur
ki bütün semâvî dinler, başlangıçta Tevhid esasına dayalı
idiler, hepsi de Tevhid-i Bâri (Allâh’ın Birliği) meselesinde
ve diğer inanç konularında aynı hükümleri ihtiva etmektey-
diler. Ancak şer’i hükümler ve amelî mes’eleler i’tibariyle
aralarında bazı farklar vardır. Fakat şunlar tahrif olmuştur.
Bu bakımdan ise İslâm Dîni diğer İlâhî dinler arasında pek
seçkin bir yere sahiptir. Hükümleri bütün insanlığa yöneliktir
ve Kıyâmet’e kadar bâkîdir.
Diğer mübârek peygamberler (a.s.)’ın tebliğ etmiş ol-
dukları dinlerin hükümleri ise kendi zamanlarına ve kendi
kavimlerine yönelik ve kendi zaman ve kavimleri ile sınır-
lıdır.
Bâtıl ve muharref (tahrif olunmuş) dinlere gelince bun-
ların aslında hiçbir ma’nevî kıymeti yoktur. Tahrif olunmuş
olmaları i’tibâriyle de Din-i İslâm’a göre asla bir kıymet ve
makbûliyyete sahip değildirler. Din-i İslâm’ın pek nûranî
olan ve pek kuvvetli delillere dayalı bulunan varlığı yanında
pek sönük kalmış, varlıklarını isbat edebilecek bir özellik-
lerden mahrum bulunmuşlardır. Dinler arasında mukâyese
yapabilen her insaf sahibi bu hakîkati i’tirafa mecbûrdur.
“(Ey Habibim!) De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. El-
bette batıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ s. 81)
(Ömer Nasuhî Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm’in Meali veTefsîri, 7.c. 3438)
NEBİ (S.A.V.)’İN KENDİSİNİ ANLATMASI
Peygember (s.a.v.) Efendimiz, Allah’ın bahşetmiş olduğu
nimetleri dile getirmek anlamında ve Allah katındaki makamı-
nın ve kadrinin ne kadar yüksek olduğunu ümmetine bildirmek
maksadıyla kendi faziletlerini beyan etmiştir. Ta ki kendisine
karşı îmanı, saygısı ve muhabbeti ona göre büyük olsun. Bu
husus, gizlenmesi caiz olmayan, aksine açıklanması elzem
olan bir dini meseledir. Nitekim O’ndan vahyin dışında bir söz
sâdır olmamıştır; “O, kuruntudan, keyfinden konuşmuyor,
indirilmiş bir vahiyden başkası değildir o.”
O (s.a.v.) şöyle buyurmuştu; “Kıyamet günü âdemoğlunun
efendisi benim. Ama bu iftihar vesilesi değildir.” Bazıları bu
sözü yanlış anlayıp sapıtmasın diye, bunun bir övünç kaynağı
olmadığını belirtmiştir. Ümmetine karşı çok merhametli olduğu
için “Kıyamet günü âdemoğlunun efendisi benim.” deyip
sözü bitirmemiştir. Bu sözü başkası söylese övünme anlamı
taşıyacağı için, bunu övünmek maksadıyla değil; sadece bir
hakikatin ifadesi olarak ve ümmetine Allah katındaki makamı-
nın ne denli yüce olduğunu bildirmek için, keza hadîsin deva-
mındaki “Kıyamet gününde ilk şefaat edecek olan benim”
mübarek sözünden de anlaşıldığı üzere büyük şefaatin yalnız-
ca O (s.a.v.)’e özel olduğunu, şefaat aramak için oradan oraya
koşarak yorulmaları gerekmediğini anlatmak için söylenmiştir.
İbn-i Arabi (k.s.) der ki: Allah Rasûlü bize, o dehşetli kıya-
met gününde o peygamberden bu peygambere şefaat dilen-
mek için koşuşturup yorulmamamız için şefkati gereği bizim
rahatlığımızı düşündüğünden dolayı ilk şefaat merciinin kendi-
si olduğunu bildirmiştir.
Herkesin “nefsî, nefsî” diyeceği o günde, yerini bize bil-
direrek, gönül rahatlığıyla yerimizde durup, sıra kendisine
gelip ümmeti için şefaat edinceye kadar sabretmemiz için o
sözü söylemiştir. Bu hadîsi duymayanlar veya duyduğu halde
unutanlar peygamber peygamber koşuşturup yorulacaklardır.
Oysa bu sözü duyup kıyamette de, o şekilde hareket edenler
rahat edecektir. O (s.a.v.)’in ümmetine karşı şefkati ne büyük-
tür.
(Yusuf en-Nebhâni, Fezâil-i Muhammediye, 9.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN YÜCE AHLÂKI
Çocukluk çağından itibaren Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanında
uzun bir bir hayat geçirmiş olan Hz. Ali (r.a.), oğlu Hüseyin (r.a.)’e
Peygamberimiz (s.a.v)’in ahlâkını şöyle tasvir ediyor:
“Peygamberimiz (s.a.v.), güler yüzlü, güzel huylu, nâzik kalbli
idi. Kendisinin ağzından kötü söz çıkmazdı.
Resûlullah (s.a.v.) sevmediği bir hareketi, hoşlanmadığı bir şeyi
ihmâl ile karşılardı. Şâyed öyle bir harekette bulunan bir adam, ha-
reketini kabul ettirmeye kalkışacak olursa, onu muaheze etmeden,
kalbini kırmadan ya bundan vazgeçirir, ya da susarak hoşnutsuz-
luğunu hissettirirdi.
Resûlullah şahsî münâkaşa ve mücâdeleden, lüzumundan faz-
la konuşmaktan, kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmaktan
çekinirdi. Hiç kimseyi tenkîd, tahkir ve mahcûb etmez, kimsenin
sırlarına vâkıf olmak istemezdi.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in bahis konusu ettiği meseleler halkı
yararlandıracak mesele ve konulardı.
Resûlullah (s.a.v.) söz söylemeğe başladığı zaman, Sahâbîleri
hep birden susar, başlarını önlerine eğerek candan dinlerlerdi. Bir
kimse söz söylemeğe başladığı zaman da, Resûlullah (s.a.v.) yö-
nelir, onu dikkatle dinlerdi.
Bir yabancı kimse sert ve kaba bir şekilde konuşacak olursa,
Peygamber (s.a.v.) ona sonuna kadar katlanırdı.
Kendisinin övülmesini dinlemekten hoşlanmazdı. Eğer, birisi
gördüğü iyilikten dolayı teşekkür edecek olursa, onun bu teşekkü-
rünü kabul ederdi.
Peygamber (s.a.v.) kimsenin sözünü kesmezdi. Son derece
âlicenap, özü, sözü doğru ve temizdi. Konuşması, sohbeti tatlı idi.
Kendisini, ilk defa görenler vakar ve heybeti karşısında sarsılır-
lar. Onunla arkadaşlık edenler ise kendisine hayran olurlardı.”
Ashâb’dan Enes b. Mâlik de: “Ben, on yıl Peygamber (s.a.v.)’in
yanında bulundum. Bir defa bile bana üff! dediğini bilmiyorum. Ne
işlediğim uygunsuz işlerden dolayı beni muaheze etti, ne de yapıl-
ması gereken işlerden dolayı (Niçin yapmadın?) dedi. O, herkese
de böyle idi” der.
(M. Âsım Köksal, Sohbetler, s. 308, 309),
KUR’ÂN’DA PEYGAMBER (S.A.V.)’E SAYGI EMRİ
Allâh (c.c.)’nun Resûlullâh (s.a.v.)’e karşı saygılı olunması ge-
rektiği hususunda Kur’an-ı Kerim’de birçok emirleri bulunmakta-
dır: “Şüphesiz Allâh (c.c) ve Resûlünü incitenlere, Allâh (c.c)
dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azâb
hazırlamıştır” (Ahzâb s. 57) buyrulmaktadır.
Yine Kur’an-ı Kerim’de Hakk Teâlâ hazretleri: “Ey îmân eden-
ler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini bekle-
meksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin,
çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın.
Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i
rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allâh ise
gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından
bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Böyle
davranmanız hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri
için daha temizdir. Allâh’ın Resûlüne rahatsızlık vermeniz ve
kendisinden sonra hanımlarını nikâhlamanız ebediyyen söz
konusu olamaz. Çünkü bu, Allâh katında büyük bir günahtır”
(Ahzâb s. 53) buyurmaktadır.
Yine başka bir âyet-i kerimede: “Ey îmân edenler! Allâh’ın
ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allâh’a karşı gelmekten
sakının. Şüphesiz, Allâh (c.c) hakkıyla işitendir, hakkıyla bi-
lendir” (Hucurât s. 1) buyrulmaktadır.
Cenâb-ı Hakk, Nebî (s.a.v.)’e nasıl hürmet gösterilmesi gerekti-
ğini şöyle beyân buyurmuştur: “Mü’minler ancak Allâh’a ve pey-
gamberine inanan, onunla beraber toplumu ilgilendiren bir iş
üzerindeyken ondan izin almadan çekip gitmeyen kimseler-
dir. O hâlde bazı işlerini görmek için senden izin isterlerse,
içlerinden dilediğine izin ver ve onlar için Allâh’tan bağışlama
dile. Şüphesiz Allâh çok bağışlayandır, çok merhamet eden-
dir.” (Nûr s. 62) Hemen akabinde ise: “(Ey inananlar!) Peygam-
berin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi
tutmayın (zira O’nun çağırmasına derhal koşmak gerekir, Pey-
gamber çağırmasına aldırmazlık edilemez). İçinizden biribirini
siper ederek sıvışıp gidenleri Allâh gerçekten bilir. Artık onun
emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden
veya elem dolu bir azâba uğramaktan sakınsınlar” (Nûr s. 63)
İNSANLIĞA EN MÜKEMMEL ÖRNEK
“Andolsun Allâh’ın Resûlün’ de sizin için Allah’ı (c.c)
ve âhireti arzu eden ve Allah (c.c)’yu çok anan kimseler
için-uyulacak en güzel bir örnek vardır” (Ahzâb s. 21).
Bu âyette, Resûlullah (s.a.v.)’in, Allah’a ve âhiret gününe
inananlar için örnek bir şahsiyet olarak gösterilmesi, böyle-
ce onu örnek edinmenin Allah’a ve âhiret gününe îman hu-
susuna bağlanması O (s.a.v.)’in sünnetine dinde ne kadar
değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah (s.a.v)’ın bütün sözlerinin
haklı olduğunu, hatalara karşı korunduğunu da belirtir:
Necm Sûresi’nde: “O, hevasından konuşmaz, onun ko-
nuşması kendisine yapılan bir vahiy iledir” (Necm: 53/3-
4) buyrulmaktadır, Bâzı âlimlerimiz, burada Kur’ân kaste-
dildiğini ifâde etmişse de, âyet ve hadîslerden elde edilen
başka delillere de dayanan ve büyük çoğunluğu teşkil eden
âlimler, Resûlullah (s.a.v)’ın bütün sözlerinde hataya karşı
korunduğu yâni ismet sâhibi olduğu görüşünde birleşmiştir.
Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Size bir şeyi neh-
yettiğim zaman ondan sakının, emrettiğim zaman da
gücünüz yettiği kadar yerine getirin” (Ahmed b. Han-
bel) hadîsinde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hangi kapsamda
uyulacağına dâir özel bir kısıtlama getirilmemiştir. Başka bir
hadîs-i şerîfte Abdullah b. Amr-ı As (r.a.)’dan şöyle rivâyet
edilmiştir: Ben Resûlullah (s.a.v)’ten duyduğum her şeyi
yanımda bulundurmak için yazıyordum; nihâyet Kureyş
muahcirleri beni bu işten sakındırarak, “Sen Resûlullah
(s.a.v)’den duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Peygamber
de bir beşerdir; öfke veya sevinç üzerine bir şey söyleyebi-
lir!” dediler. Bu nedenle Resûlullah (s.a.a)’in hadîslerini yaz-
maktan sakınarak olayı Nebi (s.a.v.) hazretlerine aktardım.
Hazret ağzına işaret ederek bana, “Nefsim elinde olan
Allâh (c.c.)’a andolsun ki buradan haktan başka bir şey
çıkmaz” buyurdu. (Ebû Davud)
(Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 1.c., 341-342.s.)
PEYGAMBERİMİZ ALEYHİSSELÂMIN
PARMAĞINDAN PINAR GİBİ SU AKITMASI
Cabir b. Abdullâh’ın bildirdiğine göre; Hudeybiye günü halk
susuz kalmış, Resûlullâh Aleyhisselâmın önünde bulunan su ibri-
ğinden abdest aldığı sırada ona doğru varmışlardı.
Resûlullâh (s.a.v.), onlara: “Size ne oluyor!” diye sordu.
“Mahvolduk yâ Rasûlallâh!” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Ben sizin aranızda iken, siz mahvolmayacaksınız!” bu-
yurdu.
“Yâ Rasûlallâh (s.a.v.)! Yanımızda, senin ibriğindekinden baş-
ka, ne abdest alacağımız, ne de içeceğimiz su var!” dediler. Bu-
nun üzerine, Resûlullâh Aleyhisselâm elini ibriğin üzerine koydu.
“Alınız, Bismillâh=Allâh’ın ismiyle” buyurdu.
Kaynaklardan kaynar gibi, hemen parmaklarının arasından
su akmaya başladı! Müslümânlar, ondan hem su içtiler, hem de
abdest aldılar.
Cabir b. Abdullâh’a: “O zaman siz kaç kişi idiniz?” diye sorul-
Müslümânlar, Hudeybiye’de, Peygamberimiz (s.a.v.)’in
duâsının bereketiyle, yağmura da kavuştular. Hudeybiye’de yağ-
mura tutulunca, Resûlullâh (s.a.v.)’in emriyle, münadi: “Namazla-
rınızı, ağırlığınızın yanında kılınız!” diyerek seslenmişti.
“Hudeybiye’de bir gece üzerimize yağmur yağmış, geceleyin
yağmış olan yağmurdan sonra, Resûlullâh (s.a.v.) bize sabah
namazını kıldırmıştı. Sonra, halka yüzünü döndürüp: ‘Bilir misi-
niz, Rabbiniz ne buyurdu?’ diye sordu. ‘Allâh ve Allâh’ın Resûlü
daha iyi bilir!’ dediler. Bunun üzerine, Resûlullâh (s.a.v.): ‘Allâh;
‘Kullarımdan kimisi bana îmân etmiş, kimisi de kâfir olarak
sabaha çıkmıştır! Kim ki, Allâh’ın fazlı ve rahmetiyle üzerimi-
ze yağmur yağdı, dediyse o Bana îmân etmiş; kim de, şöyle
şöyle oldu da bize yıldız sayesinde yağmur yağdı, dedi ise,
işte o, Beni inkâr, yıldızlara îmân etmiştir!’ buyurdu’ dedi.
Ebû Katâde de: “Biz Hudeybiye’de bulunduğumuz ve üzerimi-
ze yağmur yağdığı sırada, Abdullâh b. Übeyy’in, ‘Bu, güz mevsimi
yıldızının işidir! Şi’râ yıldızından dolayı bize yağmur yağdı! dedi-
ğini işittim” demiştir.
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5 s.275-276.)
NEBİ (S.A.V.)’İN ŞEREFİNE
BU ÜMMETE VERİLENLER
Ebû Zerr (r.a.) anlatır: “Bir gece çıktım, baktım ki Resûlullâh
(s.a.v.) tek başına yürüyor. Yanında herhangi bir insan yoktur.
Kendi kendime “Herhalde Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir
insanın kendisiyle yürümesini istemiyor. O halde ben de onun
arkasından yürüyeyim!” dedim ve böylece ayın ışığında onun
arkasından yürümeye başladım.
Geriye bakarak beni gördü ve “Sen kimsin?” buyurdu.
“Ben Ebû Zerr’im, Allâh (c.c.) beni sana feda etsin!” dedim. Hz.
Peygamber (s.a.v.), “Ey Ebâ Zerr! Gel” dedi ve ben böyle-
ce Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bir saat yürüdüm. Bu esnada
“Adam bugün ne kadar çalışırsa çalışsın kıyâmet gününde
az bulacaktır. Ancak Allâh (c.c.) bir insana mâl verir ve o
da bunu sağına, soluna, önüne ve arkasına bunu dağıtarak
hayır yolda infak ederse o müstesnadır” buyurdu. Peygam-
ber (s.a.v.) ile yine bir müddet daha yürüdük. Bana “Sen bu-
rada otur. Ben bir yere kadar gidip geleceğim” dedi ve beni
taşlık bir düzlükte oturttuktan sonra ilerleyip gözden kayboldu.
Geri dönmesi uzun sürdü. Sonra uzaktan bir karartı görün-
meye başladı ve bana yaklaşınca “Zina da yapsa, hırsızlık da
yapsa” dediğini duydum. Yanıma gelince dayanamadım ve “Ey
Allâh’ın Peygamberi (s.a.v.)! Allâh (c.c.) beni sana fedâ kılsın,
sen şu düzlüğün kenarında kimle konuşuyordun? Sana cevap
veren bir kimseyi işitmedim” dedim.
Hz. Peygamber (s.a.v.) “O Cebrail (a.s.) idi. Tam düzlü-
ğün kenarında benimle karşılaştı ve “Ümmetine müjde ver!
Allâh (c.c.)’ya birşeyi ortak koşmadığı halde ölen bir kimse
(doğrudan veya günahı kadar cehennemde kaldıktan son-
sızlık yapsalar da mı?” dedim. Cebrail (a.s.) “Evet” dedi”.
Ben “Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.)! Hırsızlık yapsalar, zina etseler
de mi?” diye tekrarladım. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Evet” dedi.
Ben yine “Hırsızlık yapıp zina etseler de mi?” dedim. Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) “Evet” dedi. “İçki içse de” ibaresini de ekledi.”
(Rûdânî, Cem’ül-Fevaid, c.1 s.7)
NEBİ (S.A.V.)’E ÎMÂNIN KABİRDEKİ FAYDASI
Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Meyyit mezara konup, mezar ba-
şındakiler dağılırken onların ayak seslerini işitir. Sonra
yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Biri-
ne Nekîr, diğerine Münker denir. Meyyite; ‘Muhammed
(s.a.v.) hakkında ne dersin?’ dediklerinde, eğer mü’min
ise, bu iki meleğin suallerine cevap olarak; ‘Muham-
med (s.a.v.), Allâhü Teâlâ’nın kulu ve Resûlüdür. Eşhe-
dü en lâ ilahe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden
Resûlullâh’ der. Bu iki melek; ‘Biz elbette biliyoruz ki,
sen dünyâda da böyle derdin’ derler. Daha sonra kab-
re cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir.
Meyyit için cennetten bir kapı açılır. Kabre cennet ko-
kuları yayılır. Eğer meyyit kâfir ise, bu iki meleğe cevap
olarak; ‘Ben bilmem, insanlardan işitirdim, bir şeyler
söylerlerdi, ben de onu söylerdim’ der. Bu iki melek;
‘Biz elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin’ derler. Sonra
toprağa sıkış diye emrolunur. Toprak, o kimsenin üzeri-
ne sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine geçirir ve
Allâhü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar,
dâima azâb içinde bulunur” buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîfler sahîhtir. Ehl-i sünnet ve cemâat
âlimleri, kabirdeki hayat hakkında icmâ’ etmişlerdir. İmâm-ı
Haremeyn, “Şâmil” adlı eserinde şöyle demiştir: “Önce ge-
len âlimler, kabir azâbı ve meyyitlerin kabirlerinde hayat-
ta oldukları, rûhların cesedlerine iâde edildiği husûsunda
ittifâk etmişlerdir.”
Ebû Bekr İbn Arabî “Emed-ül-aksâ” adlı eserinde; “Mü-
kellef olanların kabirlerinde diriltilip, onlara suâl sorulması
husûsunda Ehl-i sünnet arasında ihtilâf yoktur” demiştir.
Hasılı, rûh cesede iade olunur. Cesed suâl vaktinde di-
riltilir. Bu andan kıyâmete kadar, ya ni’mete kavuşur veya
azâb görür.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ
İNSANLARIN EN GÜLER YÜZLÜSÜYDÜ
Kays’dan rivâyet edildiğine göre, demiştir ki:
Cerîr’in şöyle dediğini işittim:
Ben Müslümân olalı beri, Resûlullâh (s.a.v.), beni her gör-
dükçe, yüzüme karşı tebessüm buyurmuşlardır. (Buhârî)
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, demiştir ki:
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Gülmeyi azalt; çünkü çok
gülmek kalbi Öldürür. (Tirmîzi)
Gülmek, îmana aykırı düşen bir huy değildir. Zira İbn- i Ömer:
“Resûlullâh (s.a.v.)’in ashâbı gülerlerdi. Böyle olmakla bera-
ber kalblerindeki îman, dağdan daha büyüktü.” buyurmuştur. An-
cak daha önceki açıklamalarda belirtildiği gibi, fazla ve devamlı
bir şekilde gülmeye alışmak insanın vakar ve şerefini izale eder,
kalbin hassasiyetini gidererek âhireti unutturmaya, boşuna za-
man geçirmeye sebep olur. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’in buyurdukları şekilde az gülmeye gayret etmek ve buna
alışmaya çalışmak ve bunun yerine tebessümü çoğaltmak en
güzel bir hareket tarzıdır.
Ebû Hureyre (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini
rivâyet etti: “Çok gülmeyiniz; çünkü gülmenin çoğu kalbi öl-
dürür.” (İbn Mace)
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, şöyle anlat-
mıştır: Peygamber (s.a.v.), gülmekte ve konuşmakta olan bir
topluluğun yanma varıp: “Nefsim, kudret etinde olana (Allâh
(c.c.)’e) yemin ederim ki, eğer benim bildiğimi siz bileydiniz,
az gülerdiniz ve çok ağlardınız.” dedi. (Buhârî)
Sonra Peygamber (s.a.v.) döndü (gitti) de, o cemaat ağladı.
Sonra Allâh (Azze ve Celle), Peygamber (s.a.v.)’e vahy etti ki:
“Ey Peygamber (s.a.v.)! Niçin kullarımı ümidsizliğe dü-
şürüyorsun?”
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) geri dönüp, şöyle buyur-
du:
“Müjdeleyiniz, doğruyu söyleyiniz ve itidal üzre olu-
nuz (büsbütün sevinmeyiniz, tamamen ümidsizliğe
düşmeyiniz).”(Müsned-i İmam Ahmed b.Hanbel)
(İmam Buhârî, Edeb-ül Müfred, c.1 s.268)
MELEKLERİN NEBİ (S.A.V.)’E KARŞI EDEBLERİ
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)’in Resûlullâh (s.a.v.)’e olan ta’zim
ve edeblerine dâir hadîs-i şerîfleri ve haberleri pek çoktur.
Melekler bile Resûlullâh (s.a.v.)’e karşı kemâli edeb üzere
olurlardı.
Ebûbekir bin Ebû Şeybe, İbn-i Büreyde’den şöyle naklet-
ti: “Medîne-i münevvereye gelmiştik. Abdullâh bin Ömer’in
(r.a.) yanına gittik. Bize şunları anlattı: Resûlullâh (s.a.v.)’in
huzûrlarında bulunuyorduk. Bu sırada güzel elbiseli, gü-
zel yüzlü, hoş kokulu birisi geldi ve “Esselâmü aleyke yâ
Resûlullâh!” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) onun selâmını aldı. O
zât “Yâ Resûlullâh (s.a.v.)! Sana doğru yaklaşayım mı?” de-
yince, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) izin verdi. O zât da yaklaştı. Biz
o günkü gibi böyle güzel elbiseli, hoş kokulu ve güzel yüzlü
ve Resûlullâh (s.a.v.)’e daha fazla hürmet ve ta’zimde bulu-
nan birisini görmedik. O zât sonra yine; “Ey Allâh’ın Resûlü
(s.a.v.)! Sana doğru yaklaşayım mı?” diyerek izin istedi. Pey-
gamber (s.a.v.) Efendimiz ; “Evet, yaklaş” buyurdu. O zât
üçüncü defa Resûlullâh (s.a.v.)’e; “Ey Allâh’ın Resûlü! Sana
yaklaşayım mı?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yine;
“Evet, yaklaş” buyurdu” dedi.
Abdullâh İbn-i Ömer (r.a.), sonra o zâtın (Cebrâil (a.s.))
sözlerini, Resûlullâh (s.a.v.)’in îmân ve İslâm ve daha başka
mevzûlarla alâkalı sözlerini anlattı.” Burada, Cebrâil (a.s.)’ın
Resûlullâh (s.a.v.)’e olan ta’zimine, edebine iyi bakmak ve
bunu iyi anlamak gerekir.
Yine Resûlullâh (s.a.v.)’in mübârek rûhunu teslim alma-
ya geldiğinde, Azrâil (a.s.) Resûlullâh (s.a.v.)’e olan ta’zim
ve edebi de böyledir. Resûlullâh (s.a.v.)’e olan ta’zimi, hem
Kur’ân-ı Kerîm, hem hadîs-i şerîfler, hem de ümmetin icmâ’ı
bildirmektedir.
Şunda hiç şüphe yoktur ki, kim Resûlullâh (s.a.v.) ziyâret
edilmez, O (s.a.v.)’e ziyâret için gidilmez, O (s.a.v.)’den yar-
dım istenilmez derse, o kimse Resûlullâh (s.a.v.)’e karşı
edebden çok uzaktır.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-Sikâm fî Ziyâreti Hayr-il-Enâm)
NEBİ (S.A.V.)’İN SABRI
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor: “Resûlullâh
(s.a.v.)’in huzûruna girdim; sıtmaya yakalanmıştı. Üzerinde
bir kadife vardı. Elimi kadifenin üzerine koyarak “Ey Allâh’ın
Resûlü (s.a.v.)! Sıtman amma da korkunçmuş!” dedim. Pey-
gamber (s.a.v.) “Biz böyleyizdir. Bizim belamız çok şiddet-
li, ecrimiz de katmerli olur” buyurdu. Sonra “Musibeti en
zor olanlar kimlerdir?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Peygamberlerdir” buyurdu. “Peygamberlerden sonra kim-
dir?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Âlimlerdir!”
dedi. “Âlimlerden sonra kimdir?” diye sordum. “Sâlihlerdir”
dedi ve devamla “Onların herhangi birisi bitlenmekle
belâlanır ki, nerdeyse bitler onu öldürür. Başka birisi fa-
kirlikle belâlanır. Sırtında giydiği abadan başka hiçbir şey
bulamaz. Bununla birlikte onların bazılarının bu belâ ve
musîbetlerden duyduğu sevinç, sizin lüks ve refâh içinde
yaşamaktan duyduğunuz sevinçten daha büyüktür” bu-
yurdu.” (İbn Mâce)
Resûlullâh (s.a.v.)’e bir grup kadın olarak vardık, onu ziya-
ret ediyorduk. Kendisi sıtmaya tutulmuştu. Resûlullâh (s.a.v.)
bir su tulumu getirilmesini ve ağaca asılmasını emretti. Sonra
onun altına oturdu. O su tulumundan Resûlullâh (s.a.v.)’in mü-
barek başına su damlıyordu. Sıtmasının çok şiddetli oluşun-
dan böyle yapıyordu. “Ey Allâh’ın Rasûlü (s.a.v.)! Şu sıtmayı
senden uzaklaştırması için Allâh (c.c.)’ya yalvarsana!” dedim.
Hz. Peygamber (s.a.v.) “İnsanların bela yönünden en şid-
detlileri peygamberlerdir. Sonra onları takip edenler, son-
ra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir” bu-
yurdu. (Beyhakî)
Allâh’ın Resûlü (s.a.v.)’e bir hastalık Musâllat oldu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Aişe (r.anhâ) annemize:
“Kesinlikle, mü’minlerin üzerine hastalıklar şiddetli olur.
Hiçbir mü’min yoktur ki, ona bir diken batsın veya hastalı-
ğa yakalansın da, Allâh (c.c.) ona hastalığı keffaret kılma-
sın, onunla hatalarını silmesin, derecesini yükseltmesin”
buyurdu. (İbn Sa’d, Hakim ve Beyhakî)
(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, c.3, s.130-131)
RESûLULLÂH (S.A.V)’İ SEVMEK
ÎMÂN ALAMETLERİNDENDİR
– Ey Habibim? O hicreti terk edenlere de ki: “- Babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığı-
nız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticaret, ho-
şunuza giden meskenler, size Allâh ve Resûlünden ve onun
yolunda cihaddan daha sevgili ise artık Allâh’ın emri (azâbı)
gelinceye kadar bekleyin. Allâh fasıklar topluluğunu hidâyete
erdirmez.” (Tevbe s.24)
Bu tehdid , Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmenin gerekli olduğuna,
vacib olmasının kesinliğine, kadrinin yüceliğine ve Resûlullâh
(s.a.v.)’in buna müstahak olduğuna kafidir. Çünkü Allâhü Teâlâ:
“Artık Allâh’ın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleyin.” sözü
ile malı, akrabası, çoluk çocuğu kendisine Allâh ve Resûlünden
daha sevimli olanların halinin çirkin olduğunu, onlara azâb verece-
ğini beyan buyurdu. Sonra âyet-i kerîmenin sonu ile onların fasık
olduklarını ve sapıklardan olup Allâh’ın hidâyetine ulaşamadıkla-
rını bildirdi. Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir. Resûlullâh (s.a.v.)
buyuruyor ki:
– “Hiçbiriniz, ben ona, evlâdından, ebeveynlerinden ve bü-
tün halktan daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz.” (Buhârî)
Enes (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet et-
miştir: “Kimde üç (haslet) bulunursa, îmânın tadını tatmış olur.
gamberden başkasından daha sevgili olmak,
küfre dönmekten, ateşe atılacakmışçasına korkup hoşlanma-
mak. (Buhârî)
Ömer b. Hattab ‘dan, Resûlullâh (s.a.v.)’e şöyle dediği rivâyet
edilir: Allâh’a yeminle söylerim ki, (ya Resûlullâh) canım hariç,
bana her şeyden sevgilisin.
Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurur:
– Ben kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden
biriniz asla îmân etmiş olmaz.
Hz. Ömer (r.a.): Sana Kur’ân’ı gönderen Allâh ‘a yemin ederim
ki, sen bana canımdan daha sevgilisin. Resûlullâh (s.a.v.):
-Ey Ömer şimdi (tamam), buyurdu. (Buhârî)
(Kadı İyad, Şifâ-i Şerîf, s.398.)
İSLÂM GÜNEŞİ HER DEVİRDE
İNSANLARI AYDINLATMIŞTIR
İslâm şeriatı, hidâyet için en mükemmel, en şerefli ve en kap –
samlı bir şeriattır. Allâh teâlâ onunla gök şeriatlarını tamamlamış
ve onu sonsuz kılmıştır. Allâh yere varis oluncaya kadar İslâm şe-
riatına, kalma hakkı tanımıştır.
Bunun için o, kalıcı ve süreklidir. Binası güçlü, düzeni muh-
kemdir. Fert ve toplumlarm ihtiyaçlarına cevap verebilecek ni-
teliktedir.Bilindiği gibi İslâm şeriatı, iki büyük temel ve şerefli iki
kaynağa dayanır:
Birincisi: Allâh teâlânın kitabıdır ki bu onun en doğru yolu, en
güzel sözüdür. O, Allâh’ın metin âyetleri ve cehalet susuzluğunu
gideren tatlı su kaynağıdır.
Doğru İslâmî bakış açısına sahip olmayan dar görüşlü bazı
kimseler her zaman ve her yerde beşer ihtiyacına cevap vereme-
mekle İslâm şeriatını kusurlu buluyor.
İslam şeriatım donmak ve sönmekle suçlayarak yalan ve iftira-
da bulunuyorlar. Hem de bunları “Müslümân” sıfatı ile söylüyorlar.
Halbuki dinimiz ve din önderlerimiz tarihteki sonsuz İslâm mede-
niyetine kale olmuşlardır. Dünyayı uykusundan ve cehaletinden
kaldırmış ve medeniyet hareketine öncülük etmişlerdir.
Hiç kuşkusuz İslâm’a mensup olduğunu söyleyen o kimseler;
sömürgeci casusların en büyüklerinden ve İslâm toplumunu yok
etmek için plan yapan komplocuların en tehlikelilerindendirler.
İslâm düşmanları bile, İslâm şeriatını geniş ufuklulukla nitelerken,
içimizdeki bazı modernistler İslâm’ı kötülüyorlar. Nitekim 1937 yı-
lında, La Haye’de yapılan ‘Mukayeseli Kanun’ kongresi yapılmış,
bu kongreye çeşitli dünya devleterinden batılı düşünürler ve araş-
tırmacılar katılmıştır. Bu kongrede aşağıdaki kararlar alınmıştır.
durabilen bir şeriat olarak kabul edilmiştir.
Şeriatımız, Allâh’a hamd olsun her asırla beraber yürüyor, her
nesle yetiyor ve hayat gerçekleri ile dönüyor.
(Muhammed Alevî Mâlikî, Kâmil İnsan, 291-306)
NEbÎ (S.A.V.)’E MAHSÛS OLAN FÂZİLET VE
MÛCİZELERDEN bAZILARI
peygamberlerden mîsak (ahd) almıştır. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:
“Allâh geçmiş peygamberlerinden and olsun ki, size
kitab ve hikmet verdim. Sonra da size yanınızdaki o
kitab ve hikmeti tasdîk eden bir Peygamber gelmiştir
(gelecektir). Ona kat’iyyen îman ve ona her hâlde yar-
dım edeceksiniz diye.” (Al-i İmran s. 81)
Hz. Ali ve İbn Abbâs (r.a.e.) buyurmuşlar ki, “Cenâb-ı
Hakk göndermiş olduğu her peygamberden “Eğer sen
hayatta iken Muhammed Mustafâ (s.a.v.) gönderilirse,
ona îmân edip kendisine yardım edeceksin” diye söz ve
mîsak almıştır. İşte âyet-i kerîmenin mânası budur” dediler.
tılmışlardır.
tır.
ye varmıştır ve anası da kendinden çıkan bir nurun Şam
köşklerini aydınlattığını görmüştür. Melekler Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in beşiğini sallardı ve beşikte iken ay onunla
konuşmuş ve işâret ettiği yere eğilmiştir.
onun soyundan ana ve babalarından hiçbirinde zinâ olma-
mıştır. Birleşmeleri hep nikâhla olmuştur. Sonra soyundan
hiç kimse haksız yere bir kimsenin kanını dökmemiş, öl-
dürmemiştir. (Beyhaki ve Taberâni)
mı Nebî (s.a.v.)’e de kemâliyle verilmiştir.
“Rabbüke, Rabbike” (Senin Rabbin) buyurularak,
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz övülmektedir.
(İmâm-ı Kastalâni, İlâhi Râhmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 2.c, 82.s.)
RESûLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
YAPTIKLARI TÜM DUÂLARIN KABUL EDİLMESİ
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, her kim için duâ buyur-
muşlar ise anında müstecâb olmuştur. Bu husustaki haber-
ler mütevâtirdir. Huzeyfe (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîsi şerîfte
vârid olmuştur ki: “Resûlullâh (s.a.v.), bir kimseye duâ
buyurduklarında o duâdan (yalnız o kimse değil) çocu-
ğu ve torunu bile fâidelenirdi.”
Bazı seferlerde Ashâb-ı Kirâm (r.a.) susuz kaldılar. Hz.
Ömer (r.a.), Resûlullâh (s.a.v.)’e müracaat edip duâ istediler.
Resûlullâh (s.a.v.) duâ buyurdular. Bir bulut gelip Ashâb-ı
Kirâm (r.a.e.)’i sulayıp gitti. İstiska hakkında duâ buyurdu-
lar, bolca yağmur yağdı. Yağmurun çok yağması üzerine,
yağmurun kesilmesi için duâ istediler de Resûlullâh (s.a.v.),
yağmurun ihtiyâcı olan yerlere sevki için duâ buyurdular.
Ebû Hureyre (r.a.)’in annesine duâ buyurdular ve anne-
si, müslümân oldu.
Hz. Alî (k.v.)’e sıcak ve soğuğun te’sîr etmemesi için duâ
buyurdular. Hz. Alî (k.v.)’e bundan sonra sıcak da soğuk da
te’sîr etmedi. Bundan dolayı Hz. Alî (r.a.) yazın kışlık elbise,
kışın da yazlık elbise giyerlerdi.
Kerîmeleri Hz. Fatıma (r.a.)’ya: “Allâh, seni hiç aç bırak-
masın.” diye duâ buyurdular. Hz. Fâtıma (r.a.) Validemiz
derler ki: “Ondan sonra hiç aç kalmadım.”
Tufeyl bin Âmir (r.a.): “Yâ Resûlallâh, bana duâ buyu-
runuz da kavmime karşı bir alâmetim olsun.” diye müra-
caat edince Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Allâhım, onu
nûrlandır.” diye duâ buyurdular. Bundan sonra onun iki gö-
zünün arasında bir nur parlayıverdi. Tekrar duâ buyurdular:
“Yâ Rabbi, iki gözü arasına müsle yapılmış denilmesin-
den korkuyorum.” diye buyurunca, iki gözünün arasındaki
nur, değneğine yöneldi. O değnek karanlık gecelerde yolu-
nu aydınlatırdı. Tufeyl bin Âmir (r.a.)’e bundan sonra “Nur
sahibi” denildi.
(Kadı lyâz (r.h.), Şifâ-i Şerîf, s.327-329)
PEYGAMBERLİK MÜJDELERİ
Nebi (s.a.v.)’in peygamberliğini müjdeleyen
hâdiselerden biri de Ümeyye bin Ebî Salt kıssasıdır. Ebû
Süfyân (r.a.) söyle anlatmıştır:
Ümeyye bin Ebî Salt, Şâmda bana Utbe bin Rebî’nin
hâlini sordu. Anlattım, “güzel” dedi. Sonra yaşını sordu,
söyleyince, “ihtiyârlamış, onun kusûru budur”. “Böyle
söyleme, ihtiyârlık ona şeref ve fazîletten başka bir şey
getirmemiştir”, dedim. Bunun üzerine, “sus da bunun sır-
rını söyleyeyim” diyerek şöyle anlattı:
“Biz kitâplarımızda okuduk ki, bizim diyârımızdan bir
Peygamber gelecektir. Ben şüphesiz o peygamber ben
olsam gerektir” diyordum. İlim ehli olanlarla bu husûsu
konuştuk. O peygamberin Abd-i Menâf oğullarından
gelecegini söylediler. Abd-i Menâf oğullarına ne kadar
dikkatle baktıysam da bu işe Utbe bin Rebî’den başka
uygun birini göremedim. Fakat sen onun yaşını söyledin,
yaşı geçmiş. Anladım ki gelecek olan peygamber o de-
ğildir. Çünkü o, kırk yaşını geçmiş ve ona peygamberlik
bildirilmemiş”.
Bu konuşmalardan sonra aradan günler geçdi. Hz.
Peygamber (s.a.v.), peygamberliği bildirildi. Ben ticâret
için Yemen tarafına gittim. Ümeyye bin Ebî Salt’ın yanına
uğradım ve alay yollu “beklediğin peygamber gönderildi”,
dedim. Bunun üzerine bana, “o hakk ve gerçek peygam-
berdir. Ona tâbi’ ol” dedi. Ben de “sen niçin tâbi’ olmazsın”
dedim. Dedi ki “kabîlemin kadınlarından utanırım. Onlara
dâimâ gelecek olan peygamber ben olacağım derdim.
Şimdi benim Abd-i Menâf oğullarından bir kimseye tâbi
olduğumu görürlerse kınarlar. Ey Ebû Süfyân! Kendini
Onun huzûrunda boynuna ip takılmış bir oğlak gibi kabûl
et ve Ona tâbi’ ol. Her ne emrederse aslâ muhâlefet gös-
terme” diye tembîh etti.
(Molla Câmi, Şevâhidün-nübüvve, s.98)
NEBÎ-Yİ EKREM (S.A.V.),
PEYGAMBERLERIN EN ÜSTÜNÜDÜR
Bütün müslümânlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allâhü
Te’âlâ’nın Resûlü (peygamberi), peygamberlerin en üstünü,
efendisi ve sonuncusu olduğuna, bütün insanlara ve cinlere
peygamber olarak gönderildiğine îtikad eder. Nitekim Allâhü
Te’âlâ, “Seni bütün insanlara gönderdik” (Sebe s. 28) ve “Seni
âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ s. 107) buyuruyor.
Ebû Emâme (r.a.)’in bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Allâhü Te’âlâ
beni dört şeyle peygamberlerden üstün kıldı ve beni bütün
Insanlara peygamber gönderdi” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i
şerîfte, “Allâhü Te’âlâ’nın diğer peygamberlere verdiği
mu’cizeleri ve onlardan fazlasını bana verdi” buyuruldu.
Bâzı âlimler, Resûlullâh (s.a.v.)’den meydana gelen
mu’cizeleri saymışlar, bin tane olduğunu söylemişlerdir. Özel-
likle Arabların sözlerinin hepsinden yüksek olan Kur’ân-ı Kerîm,
Resûlullâh (s.a.v.)’in en büyük ve açık mu’cizelerindendir. Bu-
nunla Resûlullâh (s.a.v.)’in bütün Arablar, Arab edebiyatını bi-
lenler, edebî sanatlara hakim olanlar üzerine üstünlüğü açık
ve belli olmasıyla Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullâh (s.a.v.)’e mu’cize
olmuştur. Nitekim Musâ (a.s.)’ın asası, Mûsâ (a.s.)’a mu’cize
olmuştur. Çünkü Mûsâ (a.s.) sanatlarında gâyet usta, mahir ve
meşhur sihirbazlar ve kâhinlerin bulunduğu bir zamânda pey-
gamber olarak gönderilmişti.
Bunun gibi ölüleri diriltmek, ekmeh ve ebrası (körlük ve
fena hastalıkları) iyi etmek, Îsâ (a.s.)’a mu’cize olmuştur. Çün-
kü Îsâ (a.s.), san’atlarında gâyet usta hekimlerin bulunduğu bir
zamânda gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, konuşma sanatları yö-
nünden insanları aciz bırakmış ve Resûlullâh (s.a.v.) için en açık
bir mu’cize olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hakk Teâlâ Hazretleri, “Nebilerden ba-
zısını bazısından üstün kıldık.” (İsra s. 55) buyurmaktadır.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de Allâhü Teâlâ, bütün peygamberlere, “Ya
Âdem, Ya Musâ, Ya İsa” diyerek ismi ile hitap ederken, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’e “Ya eyyühennebiyyu, ya eyyüherresûl” diye
özel hitapta bulunmuştur. Bu da Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in
peygamberlerin en üstünü olduğunun bir göstergesidir.
(Abdulkâdir-i Geylânî, Gunyetü’t Tâlibîn, s.109-110)
NEBİ (s.a.V .)’İN HALASI VE
MÜCÂHİD eVlâd ÂNASI ERVÂ (r. aNHâ )
Rasûlüllâh (s.a.v.)’in halasıdır. Oğlu Tuleyb İbn Umeyr
Müslümân olunca annesine:
— Ben Müslümân olup Muhammed (s.a.v.)’e tabi oldum, dedi.
Erva Bint Abdulmuttalib de şöyle dedi:
— Senin yardım ve desteğine en lâyık kimse halaoğlundur
(Resûlullâh (s.a.v.)’dir).
Birgün Tuleyb İbn Umeyr (r.a.):
— Ben, Allâh için, Rasûlullâh (s.a.v.)’e gelip onun huzûrunda
Müslümân olmanı, onu tasdîk etmeni ve Allâh’tan başka ilâh ol-
madığına şahadet etmeni istiyorum, dedi.
Erva Bint Abdilmuttalib hemen:
— Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın
elçisi olduğuna şahadet ederim, dedi.
Ondan sonra devamlı Peygamber’e (s.a.v.) yardım eder ve
oğlu Tuleyb İbn Umeyr (r.a.)’i ona yardım etmeye ve emrini yerine
getirmeye teşvik ederdi.
Tuleyb (r.a.), Avf İbn Sabre es-Sehmî’nin Rasûlullâh (s.a.v.)’e
sövüp hakaret ettiğini duydu. Bunun üzerine ölmüş bir devenin
çene kemiğini alıp Avf İbn Sabre’ye vurdu ve onun başını yardı.
Böylece o İslâm’da bir müşriğin kanını akıtan ilk kişi oldu.
Erva (r.a.)’e:
— Oğlunun yaptıklarını görmüyor musun? dediler. Erva (r.a.):
— Onun günlerinin en hayırlısı dayısının oğluna yardım ettiği
gündür diye cevap verdi.
Tuleyb dayısının oğluna yardım eder. Ondan kanını ve malını
esirgemez. Erva (r.a.) Medine’ye hicret edip Peygamber (s.a.v.)’e
biât etmiştir.
Rasûlüllâh (s.a.v.) Refîk-i a’lâ’ya gidince Erva (r.a.) şu şiiri
söylemiştir:
Ey Allâh’ın Rasûlü (s.a.v.)! Sen bizim ümîdimizdin. Sen bize
iyilik ederdin. Zulmetmezdin. Sanki kalbimin üzerinde Muham-
med (s.a.v.)’in adı var. Peygamber’den sonra kabileler bir araya
gelmediler. Ne mutlu evlâtlarına İslâmı öğretip de, onların İslâmın
hizmetçileri ve fedaileri olmalarını isteyen faziletli annelere!
(Sahabe Hayatından Tablolar, c. 3 s.241-243)
EHL-İ KİTAP’TAN, NEBİ (S.A.V.)’E İMÂN EDENLER
AbdUrrahmân bin Avf (r.a.) şöyle anlatıyor: Hz. Muham-
med (s.a.v.)’in peygamberliğinin bildirilmesinden önce ticaret
için Yemen’e gitmiştim. Askalan bin Ebî Avâlimin evinde misâfir
olmuştum. O çok yaşlı, zayıf, âdetâ kuş yavrusu gibi kalmış bir
ihtiyârdı. Her gidişimde “sizin aranızdan, şeref ve şöhret sâhibi
ve dîninize muhâlefet eden bir kimse çıktı mı” diye sorardı.
Ben de “hayır” diye cevap verirdim.
Bir defasında yine gitmiştim. Bana “nesebini söyle”, dedi.
Ben de söyledim. “Sana öyle güzel bir müjde vereceğim ki,
ticaretten çok iyidir”, dedi ve şöyle bildirdi. “Hakk Teâlâ se-
nin kavminden geçen ay bir peygamber gönderdi. Onu bü-
tün mahlûkâtdan üstün kıldı ve ona bir kitâb gönderdi. Put-
lara tapmaktan men’ eder, dîn-i islâma da’vet eder. Hakka
çağırır, bâtıldan sakındırır. O hangi kabîledendir”, dedim.
Hâşimoğulları kabîlesindendir ve siz Onun dayılarısınız. “Ey
Abdurrahmân! Hemen git, Ona tâbi’ ol, doğru söylediğine inan
ve yardımcı ol ve benim şu birkaç beyitimi Ona götür”, dedi. O
beytlerden üçünün ma’nâsı şöyledir:
Sonsuz ilm sâhibi Allâh’a inanırım,
Geceyi sabâh ile aydınlatan Allâh’a inanırım.
Şehâdet ederim, Mûsâ’nın Rabbine,
Seni Resûl olarak gönderdiğine.
Şefâ’atcim ol Rabbimin huzûrunda,
İyiliğe, kurtuluşa çağrıldığımda!
İşlerimi çabuk bitirip, Mekkeye döndüm. Hz. Ebû Bekir
(r.a.) ile karşılaşıp, Humeyrî’nin söylediklerini anlatdım. “Evet,
Allâhü Teâlâ Muhammed bin Abdullâh (s.a.v.)’i peygamber ola-
rak gönderdi. Huzûruna git”, dedi. O sırada Hz. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) Hz. Hatîce (r.anhâ)’nin evinde idi. Oraya gidip girmek
için izin istedim. İzin verildi, içeri girdim. Beni görünce tebes-
süm edip, “İki hayırlı şeyden birini getirdin”, buyurdu. Nedir
deyince, “Ya hediye getirdin veyâ bir kimseden mektûb ge-
tirdin”, buyurdu. Orada bulunanlara da, “Biliniz ki, Humeyrî
mü’minlerin üstünlerindendir”, buyurdu. Sonra ben kelime-i
şehâdet söyleyerek müslümân oldum.
(Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, Şevâhid-ün Nübüvve, s.100-101)
RESÛLULLÂH (s.a.V .)’E İRTİHALİNDEN
SONRA DA AYNI SAYGI GÖSTERİLMELİDİR
İnsanlara vefâtından sonra da, hayattaki gibi muâmele
edilir. Onun için, Resûlullâha (s.a.v.) hayatta iken olduğu gibi,
vefâtlarından sonra da aynı edebi gözetmek gerekir. Hz. Ebû
Bekir (r.a.) buyurdu ki: “Hayatta iken de, vefâtlarından sonra da
Resûlullâhın (s.a.v.) huzûrunda sesi yükseltmemek gerektiği bil-
dirilmiştir.”
Âişe (r. anhâ), Resûlullâhın (s.a.v.)’in mescidine çivi çakanla-
rın gürültülerini duyunca; “Resûlullâh (s.a.v.)’i rahatsız etmeyin”
diye haber gönderirdi.
Şöyle bildirilmiştir: “Hz. Ali (k.v.), evinin kapısının ta’mir edi-
lecek bir kısmı olduğu zaman, Resûlullâhı (s.a.v.) rahatsız etme-
mek için tenhâ bir yere götürür, öyle ta’mir ederdi.”
Urve (r.a.) nakletti: “Birisi, Hz. Ömer (r.a.)’in huzûrunda Hz.
Ali (r.a.)’e dil uzatınca o şahsa; “Allâhü teâlâ senin yüzünü çirkin-
leştirsin. Şimdi kabrinde Resûlullâh (s.a.v.)’e eziyet ettin” dedi.
(r.a.e.)
Selef-i sâlihînin hayatlarına bakılırsa, hayatındaki gibi,
vefâtından sonra da, Resûlullâh (s.a.v.)’e karşı edeb ve hürmete
pekçok dikkat ettikleri görülür. Aynı şekilde, Peygamber (s.a.v.)’in
kabr-i şerîfinde de, edeb ve hürmete çok riâyet ederlerdi.
Ka’b-ül-Ahbâr’dan (r. aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir: “Her
fecrin doğuşunda, yetmişbin melek iner, Resûlullâhın (s.a.v.)
kabr-i şerîfini kuşatırlar, kanatlarını sürerler. Resûlullâh (s.a.v.)’e
salevât okurlar. Akşam olunca yükselirler. Sonra onlar kadar bir
gurup melek iner ve onların yaptıklarını yaparlar. Böylece kabr-i
şerîfin yanına gelinip duâ edildiği zaman, orada bulunan me-
leklerin huzûrunda duâ edilmiş olur. Melekler oraya, o kabirde
Resûlullâh (s.a.v.) bulunduğu için gelmektedirler. Bu sebeple,
Ashâb-ı Kirâm, ta’zimden dolayı, Resûlullâh (s.a.v.)’in kabr-i
şerîfinde seslerini alçaltırlar, kısarlardı.”
Sahîh-i Buhârî’de, Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir: “Taifli iki kişiye; “Eğer siz buralı olsaydınız, sizi
incitirdim. Çünkü siz, Resûlullâh (s.a.v.)’in mescidinde seslerinizi
yükseltiyorsunuz” buyurdu.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm naklen)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN TEVÂZUU
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) en üstün mevkiye sahip olmakla
beraber insanların en mütevazisiydi. İbn Amr (r.a.) diyor ki,
“HacC mevsiminde ak bir deve üzerinde herkes arasında, kim-
seyi sağa sola itip kakmadan, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’i sıradan
insanlar gibi cemreler atarken gördüm. Çullu merkebine biner,
terkisine adam alırdı. Hastaları ziyaret eder, cenazelere katı-
lır, kölelerin bile davetlerine icabet ederdi. Ayakkabısını tamir
eder ve elbisesini yamardı. Evde muhterem zevcelerinin işle-
rine katılır onlara yardım ederdi. Kendisi için ayağa kalkılma-
sından hoşlanmazlardı. Çocuklar topluluğuna uğrar ve onlara
selâm verirdi.”
Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir adamın yanına gitti.
Adam Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in heybetinden titremeye başladı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Sâkin ol, ben bir hü-
kümdar değilim. Ben, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et
yiyen bir kadının çocuğuyum.” buyurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hususi bir mevkii yoktu. Ashâb-ı
(r.a.e.) arasında onlardan bir fertmiş gibi otururdu. Gelen bir
yabancı onu sormadan bilemezdi. Hz. Aişe (r.anhâ) bir gün
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, “Yemeğini yaslanmış olduğun halde
ye, çünkü bu senin için daha kolaydır” dedi. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) başını uzattı, eğdi nerede ise yere değecekti. Daha
sonra da, “Hayır ben kulların yediği gibi yer, oturduğu gibi
otururum” buyurdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) masada yemedi-
ği gibi, hazmı kolaylaştıran ve iştahı açan şeylerle donatılmış
sofrada da yememiştir.
Kim olursa olsun kendisini çağıranlara “Lebbeyk (Buyu-
run)” diye cevap verirdi. Bir meclise gittiği zaman herkese
karşı olan sevgisi ve tevazuundan onların sohbetlerine iştirak
eder; ahiret konuşuyorlarsa ahiretten, yemek içmekten konu-
şuyorlarsa yemek içmekten, başka bir mubah bir şey konu-
şuyorlarsa bu yönden onların sohbetine katılırlardı. Zaman
zaman saadetli huzûrlarında eski devirleri anan şiirler söyler
ve gülüşürlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de gülümser ve haram
olmayan şeylerden onları men etmezlerdi.
(İmâm-ı Gazâlî, İhyâyı Ulumiddîn, c.2 s.896)
HADÎS-İ ŞERİFLERDE NEBİ (S.A.V.)
“Bana, benden önceki nebilere verilmeyen özellikler veril-
miştir: Düşmanın kalbine korku salma, yeryüzünün hazinele-
rinin anahtarları, Ahmed ismi, toprağın bana temiz kılınması,
ümmetimin en hayırlı ümmet oluşu.” İmam Ahmed Ali’den (r.a.)
rivayet etmiştir.
Nihâye’de şöyle denmektedir: “Bana arzın hazînelerinin
anahtarları verildi” ifadesiyle Allâh Rasûlü (s.a.v.), kendisinin ve
ümmetinin ülkeler fethetmede ve hazineler elde etmede kabiliyetli
kılındığını haber vermiştir.
“Ben mü’minlere göre kendi öz benliklerinden daha değer-
liyim. Vefat edip de borç bırakan mü’minin borcunu ödemek
benim boynumun borcudur. Mal bıraktıysa varislerine aittir.”
İmâm Ahmed, Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ibn Mâce Ebû Hureyre
(r.a.)’den rivayet etmişlerdir.
“Ben şu anda yaşayanların da, benden sonra doğacakların
da peygamberiyim.” İbn Sa’d Hasenu’l-Basri’den rivayet etmiştir.
“Ben peygamberlerin efendisiyim. Ama bununla övünmek
yok.” Semûye Câbir’den (r.a.) rivayet etmişlerdir.
“Ben sizin takvaca en üstününüz ve Allâh’ın hadlerini en
iyi bileninizim.” İmâm Ahmed ensardan bir sahâbiden rivayet et-
miştir.
Allâh’ın hadleri; büyük günah saydığı ve yasaklayıp yapanla-
ra cezâ verdiği haramlardır. Had lügatte, men etmek ve iki şeyin
arasını ayırmak demektir. Şer’î hadler de helâl ile haramın arasını
ayırmaktadır.
“Ben Ahmed’im. Ben Muhammed’im. Ben, insanların ar-
dından haşrolunacağı ‘hâşir’im. Ben Allâh’ın kendisiyle küf-
rü mahvettiği mahvediciyim. Kıyâmet günü geldiğinde hamd
livası sancağı benim yanımda olacak. Ben peygamberlerin
efendisi ve şefââtçisi olacağım.” Taberânî, Câbir’den (r.a.) riva-
yet etmiştir. Hâşir; insanların kendi peşinden diriltileceği ve başka
değil sadece kendi dininde olacağı kimse demektir. Liva; sadece
ordu komutanının yanında bulunan sancak demektir. Sallallâhu
aleyhi ve sellem kıyâmet günü bütün yaratıkların efendisi ve hep-
sinin altında toplanacağı sancağın sahibi olacaktır.
(Yusuf en-Nebhâni, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, s.84-86)
NEBİ (S.A.V)’İN
SAVAŞ İDARESİNDEKİ ÜSTÜNLÜĞÜ
Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatını, savaşlarını ve düşmanlara
karşı tutumlarını inceleyen bir kimse O’nun üstünlüklerini görecektir.
Bunlar, liderliğinin büyüklüğüne, bilgisinin kemaline, savaş teknikle-
rindeki deneyimine, marifetinin güzelliğine ve orduları güzel idare-
sine birer delildir. Halbuki Allâh Resûlü (s.a.v), savaş tekniklerini ve
askeri bilgileri okulda veya fakültede okumamıştır.
Allâh Resûlü (s.a.v), savaş stratejisini belirlerken işlerini düşman-
larından gizli tutmaya, düşmanlarının durumunu öğrenmeye özen
gösterirdi. Böylece onların tedbir alması önlemek isterdi.
Allâh Resûlü (s.a.v)’in hikmetli siyasetinden biri de şudur. Ne
zaman ki Kureyş, Hudeybiye Antlaşması’nı bozdu, Ebû Süfyan’ı
Medine’ye, yüce Peygamber (s.a.v.)’e antlaşmanın yenilenmesini
ve sürenin uzatılmasını sormaya gönderdi. Ebû Süfyan şöyle dedi:
“Ey Muhammed (s.a.v.)! Şüphesiz ben, Hudeybiye Antlaşması’nda
yoktum. Antlaşmayı yenilemek için geldim. Hz. Peygamber (s.a.v)
buyurdular ki: “Bunun için mi geldin?” Ebû Süfyan: “Evet” dedi.
Allâh Resûlü (s.a.v): “Bir şey mi oldu?” dedi. Ebû Süfyan: “Allâh
korusun. Biz antlaşmamıza ve sulhumuza sahibiz, değiştirme-
dik.” dedi. Bunun üzerine yüce Peygamber (s.a.v.) de: “Biz de ant-
laşmaya bağlıyız.” buyurdular.
Şu peygamber siyasetine bakın! Yüce Peygamber (s.a.v.) antlaş-
manın bozulmasından ötürü onu kınamamıştır. Savaş yapma düşün-
cesine kapılmamaları ve savaş için hazırlıklar yapmamaları için onu
savaşla korkutmamıştır.
Allâh Resûlü (s.a.v), düşmanlarla karşı karşıya gelmeden önce
onları tehdit etme ve korkutma yoluna giderdi. Yüce Peygamber
(s.a.v.) Fatıma Vadisi’ne ulaşınca Kureyş’i korkutmak için her aske-
rin bir ateş yakmasını emretti. On bin ateş yakıldı. Ebû Süfyan bu
ateşleri görünce ürktü, kalbine korku doldu ve şöyle dedi: “Bu ateşler
nedir?” Ateşler sanki Arafat ateşlerine benziyordu. Eskiden adetleri
üzere Arafat gecesinde ateşler yakılırdı. O gece Ebû Süfyan ve Bedil
bin Verka, haber almak için casusluk yapmaya çıktılar. Bu manzara
onları çok etkiledi. Rahatsızlık, dehşet ve hayret içinde konuşmaya
başladılar. Aynı zamanda bu gördükleri Ebû Süfyan’ın Allâh Resûlü
(s.a.v)’den Mekke ahalisi için aman dilemesine neden olmuştur.
(Muhammed Alevi, Kamil İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), s.223-232)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’E KARŞI EDEB
“Birisi; ‘Eğer Resûlullâh (s.a.v.) vefât etse, Resûlullâh
(s.a.v.)’in falanca hanımı ile evlenirdim’ deyince, şu meâldeki
âyet-i kerîme nâzil oldu: ‘Ey îmân edenler! Yemek vaktini gö-
zetmeksizin size izin verilip de davetli olduğunuz vakitten
başka zamanlarda Peygamberin evlerine girmeyin. Fakat
çağırıldığınız zaman girin. Yemeği yediğinizde de hemen
(yanından) dağılın. Konuşmak, sohbet etmek için de izin-
siz girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eziyet veriyor. Size
(çıkın veya girmeyin demeğe) utanıyor, fakat Allâh, gerçeği
açıklamayı terk etmez. Bir (Peygamberin) zevcelerine ge-
rekli bir şey soracağınız vakit de, perde arkasından sorun.
Böyle yapmanız, hem sizin kalbleriniz, hem de onların
kalbleri için daha temizdir. Allâhın Resûlüne, sizin ezi-
yet etmeniz doğru olmaz. Arkasından (vefâtından sonra)
zevcelerini nikâh eylemeniz de hiçbir zaman câiz olmaz.
Bu (Peygambere eziyet etmek ve arkasından zevcelerini
nikâhlamak), Allâh katında çok büyük bir günahtır.’ (Ahzâb
vefâtlarından sonra Resûlullâha (s.a.v.) eziyet verecek şey-
lerden nasıl muhâfaza buyurduğunu iyi anlamalıdır. Bu husûs,
dînde zarûrî olarak bilinen ve âyet-i kerîmenin, Resûlullâh
(s.a.v.)’in vefâtından sonra zevceleri ile evlenmenin ona eziyet
olacağını bildirmesi ile anlaşılmaktadır. Öyleyse Müslümân bir
kimsenin, Resûlullâha (s.a.v.) karşı çok edebli olması lâzımdır.
Bu mevzûda çok dikkatli olmalıdır. Aksi takdîrde, insanın
maazallâh ayağı kayar, dünyâ ve âhırette hüsrana uğrar.
İmâm-I Mâlik Hazretleri Resûlullâh (s.a.v.)’i ziyaret için
Medine’ye geldiğinde, binmesi için kendisine bir katır getirilmiş-
ve şöyle dedi:
“Resûlullâh (s.a.v.)’in mübârek ayaklarıyla bastığı bir yeri
katırın ayaklarıyla çiğnemek bana lâyık değildir.”
Böylece Medine’ye Peygamberimiz (s.a.v.)’in kabr-i
şerîflerine kadar iki ayağına elleriyle dayanarak zorla yürüyüp
gitmişti.
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)’İN
ÜSTÜN SİYASETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatında, sorunların çözümünde,
durumlara karşı koymada, andlaşmaların yapılması ve yapılan
andlaşmaların uygulanmasında, ileri görüşlü olmada ve çözüm
yolu bulmada, işleri yönlendirmedeki hikmeti, kemali ve siyaseti-
nin büyüklüğüne dair apaçık örnekler vardır.
Allâh Resûlü (s.a.v), bu sıfatları ile maddi ve manevi men-
faatleri gerçekleştirmiş, faydalı olanları almış, bozguncu olanları
def etmiş ve kötülüklerin önüne set çekmiştir. İşleri yerli yerine
oturtmuş ve kendisinden önce hiçbir kimsenin getiremediği ba-
şarıyı elde etmiştir.
Bu bir misali daha olmayan kesin başarı, O (s.a.v.)’in dînini
eksiksiz yapan ve yaşayan, zâhid, mütevâzi, iyiliksever ve mer-
hametli niteliklerini değiştirmemiştir.
Hiç şüphe yoktur ki O (s.a.v.)’in hayatında, ümmetine önderli-
ğinde, idareyi ele alışında ve peygamberlik görevini eda edişinde
en büyük delil, hakimin (devlet başkanının)yapması gerekenleri
söz ile değil, bilfiil yapmasıdır.
Bin Erkam, Bin Ubey oğlu Selul’ün sözlerini Allâh Resûlü
(s.a.v)’e aktardı. Bunun üzerine Hz.Ömer (r.a) şöyle dedi: “Ey
Allâh Resûlü (s.a.v)! Birine emret onu öldürsün.” Allâh Resûlü
(s.a.v), Ömer (r.a.)’e şu karşılığı verdi: “Ey Ömer! Bu nasıl olur?
İnsanlar Peygamber arkadaşlarını öldürüyor demezler mi?”
Allâh Resûlü (s.a.v), bu konuda Hz.Ömer (r.a)’e ölçülü ve
etkili siyasetini açıklamayı istemiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Ey
Ömer! Durumu nasıl görüyorsun? Allâh (c.c.)’ya yemin ede-
rim ki bana söylediğin gün o münafığı öldürtmüş olsaydım,
kavmi arasında büyük bir kahraman olarak ismi yaşayacaktı.
Diğer yandan da başlatmış olduğu fitne yayılarak artacak ve
başımıza sayısız engeller çıkacaktı. Bugün öldürülmesi için
emir vermiş olsam, hemen onu öldürürsün, zira kavminin gö-
zünde o münafığın durumu daha iyi anlaşılmış, bize karşı da
insanların kalpleri sevgi ve muhabbetle taşmaktadır.”
Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyor: “Allâh (c.c.)’ya yemin olsun ki,
Allâh Resûlü (s.a.v)’in emir ve hikmetli siyasetinin, bereket ve ha-
yır yönünden büyük sonuçları olmuştur.”
(Muhammed Alevi, Kamil İnsan Hz. Muhammed (s.a.v), s.215-219)
NEBİ (S.A.V)’İN KADINLARA VE
ÇOCUKLARA ŞEFKÂTİ
Allâh Resûlü (s.a.v), eşleriyle ve ailesinin diğer fertleriyle gü-
zel geçinirdi. Eşlerine oldukça nazik davranır ve onlarla şakala-
şırdı. Onlara sevgi ve muhabbetle muâmele eder, ihsanda bulu-
nurdu. Yüce Peygamber (s.a.v) şu sözleri ile de bunu belirtmiştir:
“Sizin en hayırlınız, ailesine hayırlı olandır. Ben aileme sizin
en hayırlınızım.” (İbn Mace)
“Allâh Resûlü (s.a.v) evinde kaldığı zaman nasıldı?” diye Hz.
Âişe (r.anhâ)’dan sorulduğunda şu cevabı verdi: “İnsanların en
yumuşağı, en çok tebessüm edeni ve güler yüzlüsü idi.”
Başka bir hadîs-i şerîf’te, Allâh Resûlü (s.a.v), Hz.Ali (r.a.)’in
çocukları Hasan ve Hüseyin (r.a.e.)’i öptü, yanında Temimli Akra
bin Habis de vardı. Akra şöyle dedi: “Benim on çocuğum var,
onlardan hiçbirini asla öpmedim.” Allâh Resûlü (s.a.v) ona baktı,
sonra şöyle dedi: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”
Başka bir rivâyette ise Allâh Resûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:
“Allâh senin kalbinden rahmeti merhameti söküp almıştır,
sana karşı ben ne yapabilirim?” (Buharî; Müslim; Tirmizî) Yani
kimin kalbinde çocuklara dâir rahmet ve merhamet bulunursa,
bu onu çocukları öpmeye sevkeder, kimin kalbinden de rahmet
sökülüp alınmışsa, bu da onu çocukları öpmekten alıkor.
Allâh Resûlü (s.a.v)’i gördüğümde Hasan (r.a.) onun om-
zunda idi ve şöyle söylüyordu. “Allâh’ım! Ben onu seviyorum.
Sen de onu sev.” Yine Allâh Resûlü (s.a.v)’den soruldu: “Aile
efradından hangisi sana daha sevimlidir?” “Hasan ve Hüseyin”
cevabını verdiler.
Enes (r.a)’den rivâyet edilen bir diğer hadîste de Allâh’ın elçisi
(s.a.v.) oğlu İbrahim (r.a.)’in yanına girdi, İbrahim (r.a.) can çeki-
şiyordu, son nefeslerini yaşıyordu. Allâh Resûlü (s.a.v)’in gözleri
doldu ve yaşlar inmeye başladı. Bunu gören Abdurrahman bin
Avf (r.a.) O (s.a.v.)’e şöyle dedi: “Ey Allâh’ın Resûlü! Sen de mi
ağlıyorsun?”
Allâh Resûlü (s.a.v): “Ey Bin Avf! Onlar rahmettir.” cevabını
verdi ve devamla şunları söyledi: “Göz ağlar kalp üzülür; Rab-
bimizin râzı olmayacağı şeyi söylemeyiz. Ey İbrahim! Şüphe-
siz biz, senin ayrılığından ötürü üzgünüz.” (Ebû Dâvud)
(Muhammed Alevî Mâlikî, Kâmil İnsan, s.118-120)
FETİH GÜNÜ
Mekke’nin Fethi Günü Hz. Peygamber (s.a.v.), Ebû Süfyan’ı
gördüğünde:
“Ey Ebû Süfyan! Azâb olasıca! Allâh’tan başka ilahın
olmadığına şahidlik edeceğin zaman gelmemiş midir? diye
sordu. Ebû Süfyan: “Sana annem babam feda olsun! Sen ne
kerim ne hâlim bir insansın! Akrabalık bağlarına riâyet eder-
sin. Ben zannediyorum ki eğer Allâh ile beraber başka ilahlar
da olursa benim için daha faydalı olur” dedi. Hz. Peygamber
(s.a.v.):
“Azâb olasıca, ya Ebû Süfyan! Benim Allâh’ın Resûlü
olduğumu kabul etmenin zamanı gelmedi mi?” dedi. Ebû
Süfyan: “Yine annem babam sana feda olsun. Sen ne
hâlim, ne kerim bir insansın! Akrabalık bağlarına çok riâyet
edersin. Allâh’a yemin ederim ki, şu ana kadar bu hususta
şüphedeydim” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Azâb olasıca, Ey Ebû Süfyan! Beni yormazdan evvel
Müslümân ol. Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muham-
med (s.a.v.)’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şahidlik et” dedi.
Böylece Ebû Süfyan şehadet getirdi ve Müslümân oldu.
Hz. Abbas (r.a.): “Ey Allâh’ın Resûlü! Ebû Süfyan gösterişi
sever. Ona bir paye ver” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:
“Kim ki Ebû Süfyan’ın evine girerse emniyettedir. Kim
ki kapısını kapatırsa emniyettedir. Kim ki mescide girerse
o da emniyettedir” dedi. Ebû Süfyan gitmek istediği zaman
Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Ey Abbas! Onu dağın bittiği noktada, tam vadinin ka-
pısında durdur. Tâ ki Allâh’ın askerlerini görsün” buyurdu.
Abbas diyor ki: “Ebû Süfyan’ı aldım, vadinin daraldığı tam uçta,
Resûlullâh (s.a.v.)’in emrettiği noktada durdurdum. Kabileler
sancaklarını takib ederek yanımdan geçtiler. Her kabile geçer-
ken bunların kim olduğunu soruyordu. Tüm kabileler böylece
geçti.
Affedişlerin en makbulü, muktedirken affetmek, iyiliklerin en
güzeli ise, kötülüklere karşı yapılarıdır. “Kolaylık göster, affa
sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden de yüz çevir.” (A’râf s. 199)
(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, c.1, s.150)
ÖNCEKİ KİTAPLARDA NEBİ (s.a.v.)
Taberâni Ebû Umâme’den (r.a.) rivayet etmiştir. Allâh
Rasûlü (s.a.v.) haber vermiştir: “Ma’add b. Adnan’ın ço-
cukları kırk kişi olunca Musâ’nın askerlerinin üzerine yü-
rüdü. Askerleri esir alıp döndüler. Musâ onlara beddua
etti: Yâ Rabb’î, Ma’add’in çocukları askerlerimi esir aldı.
Allâh Teâlâ hemen vahiy indirdi: Ey Musâ, onlara beddua
etme! Zira onların soyundan benim seçtiğim, müjdeleyen
ve uya ran ümmî bir nebî gelecektir. Onların soyundan,
verdiği kolay rızıktan dolayı Allâh’tan râzı olan, az da olsa
Allâh’ın amellerini kabul edip kendilerinden râzı olduğu,
rahmete nail olmuş Muhammed ümmetini gönderecektir.
Allâh onları ‘Lâ ilahe illallâh’ sözüyle cennete koyacaktır.
Çünkü onların nebisi Muhammed b. Abdullâh b. Abdul-
muttalib, büyük bir akıl ve heybet sahibi olduğu halde çok
mütevâzi; hüküm ve hikmet sahibi olduğu halde sükût
eden bir insandır. Onu en hayırlı ‘cîl’den, Kureyş ümme-
tinden; Kureyş’in de en hayırlı kolu Hâşimoğulları’ndan
çıkaracağım. O (mahza) ha yırdır, hayırdan gelip, hayra
gidecektir. Keza ümmeti de hayra gidecektir.”
Hüküm; amel ve fıkıh sahibi olmak, adâletle hükmetmek
anlamında dır. Cîl ise; insan topluluğu demektir. Ümmet ma-
nası da verilmiştir. Keza ayrı dil kullanan her kavim anlamına
da gelmektedir.
Ebû Nu’aym İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivayet etmiştir: Allâh
Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem önceki kitaplarda şöyle
anıldığını söylemiştir: “Sıfatı, mütevekkil Ahmed’dir. Doğu-
mu Mekke’de, hicreti Medîne’yedir. Katı ve kaba değildir.
İyiliğe iyilikle karşılık verir, kötülüğe kötülükle karşılık
vermez. Ümmeti çok hamdeder. Bellerinden aşağıya izar
bağlar, çevrelerini tertemiz tutarlar, kalplerinden dua
ederler. Cephede saf tutar gibi namaz için saf bağlarlar.
Bana yakın olmak için kanlarıyla kurban sunarlar. Gece
zâhid olur, gündüz aslan kesilirler.”
(Yusuf en-Nebhâni, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, s. 84-86)
CİNLERİN NEBÎ (s.a.v .)’DEN İSTİFADESİ
Resûlullâh (s.a.v) bir gece teheccüd ile meşgûl idi
ve Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Nusaybin cinnîlerinden
yedi cinnî oraya uğradılar. Resûlullâh (s.a.v.)’in okuduğu
Kur’ân-ı kerîm âyetlerini işittiler. Bir müddet sonra Nusay-
bin cinnîlerinden kalabalık bir toplulukla gelip, Mekke’nin
yukarısına indiler. Onlardan birisi, Resûlullâh (s.a.v.)’in
huzûruna geldi. Resûlullâh (s.a.v.) Ashâb (r.a.e.) ile oturu-
yordu. Ashâb-ı Kirâm’a, “Benimle kim gelir ki, kalbinde
zerre miktar korku bulunmasın.” buyurdu.
Abdullâh bin Mes’ûd (r.a.) ayağa kalktı ve Resûlullâh
(s.a.v.)’in hurma nebiziyle dolu olan matarasını su dolu
zan ederek aldı. Birlikte Mekke’nin yukarısına gittiler.
Resûlullâh (s.a.v.) bir çizgi çizip: “Ey Abdullâh, bu çiz-
ginin içinden dışarı çıkma ve hiçbir şeyden korkma”
buyurdu. Abdullâh İbn Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatmıştır:
“O çizginin içinde oturdum. Uzakda bir topluluk vardı.
Resûlullâh (s.a.v.) onlara yaklaşınca ayağa kalkdılar, hür-
met gösterdiler. Resûlullâh (s.a.v.) sabâha kadar onların
arasında kaldı. Sonra benim yanıma geldi ve “Çok bek-
ledin yâ Abdullâh” buyurdu. “Nasıl beklemeyeyim ki yâ
Resûlullâh (s.a.v.). Dünyâ ve âhıret saâdeti senin emrine
uymağa bağlıdır” dedim.
Sonra o kalabalık arasından iki kişi Resûlullâh (s.a.v.)’in
yanına geldi. Resûlullâh (s.a.v.) onlara “Niçin geldiniz ki,
sizin işinizi hâllettim” buyurdu. Dediler ki, “Yâ Resûlullâh
(s.a.v.) Sabâh namâzını seninle birlikte kılmak istiyoruz,
onun için geldik”. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) ab-
dest aldı. “Onlar kimlerdir” diye sordum. “Nusaybin
cinnîleridirler. Müslümân oldular. Ba’zı ihtilâfları vardı.
Hâllettim. Kendilerine yiyecek ta’yîn edilmesini istedi-
ler. Kemikleri kendileri için, tezeği de hayvânları için
yiyecek olarak bildirdim” buyurdu. Bu hâdiseden sonra
kemikle ve tezek ile tahâretlenmeyi yasakladı.
(Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Şevâhid-ün Nübüvve, s.120-121)
NEBİ (S.A.V.)’İN EHL-İ KİTABI İMANA DAVETİ
Peygamberimiz (s.a.v.), Hayber yahudilerine bir yazı göndere-
rek onları hakkı itiraf ve kabûle dâvet etti. Onlara gönderdiği yazı-
sında şöyle buyurdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Musâ (a.s.)’ın ve kardeşinin
dostu ve Musâ (a.s.)’ın getirdiklerinin doğrulayıcısı Muham-
med Resûlullâh tarafındandır.
Ey Tevrat ehli topluluğu! Allâh size Kitabınızda: ‘Mu-
hammed, Allâh’ın Resûlüdür! Onunla birlikte bulunanlar da,
kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok merha-
metlidirler. Onları, hep rükû ve sücud halinde, Allâh (c.c.)’dan
lütuf ve hoşnutluk dilerlerken görürsün. Onlar yüzlerindeki
secde eserinden tanınırlar. Bu, onların Tevrat’taki tavsif ve
temsilleridir.
Onların İncil’deki tavsif ve temsilleri de, filizini çıkarmış,
onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dimdik
yükselmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Onlar,
kâfirleri kızdırmak için yetiştirilmişlerdir. Allâh (c.c.), onlardan
îmân eden, sâlih amellerde bulunanlara, hem yarlıganma, hem
büyük mükâfat va’d etmiştir’ (Feth s. 29) diye buyurmadı mı? Siz
bunu Kitabınızda muhakkak yazılı bulmuşsunuzdur.
Ben, size Allâh hakkı için and veriyorum! Üzerinize indiril-
miş olanlar için and veriyorum! Sizden önceki torunlara kudret
helvası, selva kuşu eti yediren Allâh (c.c.) için and veriyorum!
Babalarınızı Firavun’dan ve onun yaptığı kötülüklerden kurta-
rıncaya kadar denizi kurutan Allâh (c.c.) için and veriyorum!
Allâh’ın size indirdiği Kitap’ta, Muhammed’e îmân edece-
ğiniz hakkındaki âyetleri bulmadığınızı bana haber verebilir
misiniz? ‘Eğer bunu Kitabınızda bulmadınızsa, size zorlama
yok!’(Bakara s. 256)
Artık îmân ile küfür apaçık belli olmuştur… Sizi Allâh
(c.c.)’ya ve O’nun Peygamberine îmâna davet ediyorum!”
(Beyhakî, Sünen, c. 10, s. 180)
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemîn olsun ki, ister
yahudi ister hristiyan olsun, bu ümmetten beni işitip de gön-
derildiğim şeylere îmân etmeden ölen kimse cehennemliktir!”
(Müslim)
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5 s.455-456.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) lütûf yönünden insanların en cö-
merdi idi. Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki O (s.a.v.), soğuk sa-
bahlarda herhangi bir erkek, köle, kadın veya bir çocuk ken-
disine su getirdiğinde onun kalbini kırmamak için o suyla elini,
kollarını ve yüzünü yıkardı. Kim kendisine bir sual sorsa, ona
kulak verir ve kimse ayrılıp dönmedikçe dönmezdi. Elini sık-
mak isteyen ister büyük, ister küçük olsun onun elini sıkar, o
elini çekmeden de çekmezdi. Eğer birisi Resûlullâh (s.a.v.) ile
yüz yüze gelerek karşılarsa, o yüzünü çevirmeden Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) yüzünü çevirmezdi. Yanında oturan hiç kimse-
nin huzûrunda ayaklarını, dizlerini uzatmazdı. Hz. Peygamber
(s.a.v.), hiçbir hizmetçisine ve herhangi bir kadına vurmamıştır.
Eliyle herhangi bir şeye vurmamıştır. Ancak Allâh (c.c.) yolunda
cihad ederken mesele değişirdi.
Hz. Âişe (r.anhâ)’ya, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkını
sordum. Bana; “Hz. Peygamber (s.a.v.) çirkin konuşmaz; çar-
şılarda bağırmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. O af-
feder veya yüz çevirirdi yahut da affeder, bağışlanma talebinde
bulunurdu.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Medîne’ye geldi. Ben (Enes b. Mâlik
(r.a.)) o zaman sekiz yaşındaydım. Annem beni Resûlullâh
(s.a.v.)’e götürerek “Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.)! Ensar’ın erkek-
leri ve kadınları sana hediyeler vermiştir. Benim sana hediye
verecek gücüm yoktur. Ancak benim bu oğlum vardır. Onu ben-
den kabul et. İstediğin kadar sana hizmet etsin!” dedi. Böyle-
ce ben Peygamber (s.a.v.)’e on sene hizmet ettim. Andolsun,
bana of bile demedi. Yaptığım bir şeye “Niçin şöyle yaptın?”
demediği gibi, yapmadığıma da “Niçin şöyle şöyle yapmadın?”
demedi. Hiçbir zaman bana küfrettiği vaki olmadı ve hiçbir fiske
vurmadı. Hiçbir zaman beni azarlamadı ve hiçbir zaman yü-
zünü bana ekşitmedi ve hiçbir zaman, bana emrettiği şeyde
gevşeklik yaptığımda beni kınamadı. Ailesinden biri beni kına-
sa, “Onun yakasını bırakın, eğer olması takdir edilseydi o
olacaktı” derdi. (Ebû Nuaym, Delâil s. 57 (Enes’den))
(Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, c.3 s.92-96)
KUR’ÂN’DA NEBİ (S.A.V.)
Allâh Teâlâ Haşr Sûresi’nde şöyle buyurmuştur: “Resûl
size ne verdiy se onu alın; size neyi yasakladıysa ona son
verin ve Allâh’tan korkun. Hiç kuşkusuz, Allâh’ın azâbı
çok şiddetlidir.” (Haşr s.7)
Allâh Teâlâ Saff Sûresi’nde şöyle buyurmuştur: “Meryem
oğlu Îsâ’nın da şöyle dediğini hatırla: “Ey Isrâiloğulları!
Ben size Allâh’ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı
doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir
elçiyi mûjdeleyici olarak gönderildim. Fakat İsa’nın müj-
delediği elçi onlara apaçık delilleri getirdiğinde: “Bu, ka-
tıksız bir büyüdür.” dediler” (Saff s. 6)
Allâh Teâlâ Cumâ Sûresi’nde şöyle buyurmuştur: “O
Allâh’tır ki, ümmîlere içlerinden bir Resûl göndermiştir de
O onlara Allâh’ın âyetlerini okur, onları arıtıp temizler, on-
lara Kitab’ı ve hikmeti öğretir. Onlar bundan önce tam bir
sapıklık içine gömülmüşlerdi.” (Cuma s. 2)
Başka âyetlerde de Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
“Îmân edip sâlih amel işleyenleri, karanlıklardan ay-
dınlığa çıkarmak için size Allâh’ın apaçık âyetlerini oku-
yan bir peygamber gönderdi. Kim Allâh’a inanır ve sâlih
bir amel işlerse, Allâh onu, içinden ırmaklar akan, içinde
ebedî kalacakları cennetlere sokar. Allâh, gerçekten ona
güzel bir rızık vermiştir.” (Talak s. 11)
“Eğer (ikiniz) Allâh’a tevbe ederseniz, ne iyi; çünkü iki-
nizin de kalpleri eğildi. Yok, eğer peygambere karşı birbi-
rinize arka çıkmaya kalkışırsanız haberiniz olsun ki, onun
yardımcısı Allâh’tır, Cebrâil’dir ve sâlih mü’minlerdir.”
Onun arkasından da melekler ona arka çıkar. (Tahrim s. 4)
“Ey îmân edenler, Allâh’a öyle tevbe ile tevbe edin ki,
nasûh (gâyet ciddi, samimi) bir tevbe olsun! Ola ki Rab-
biniz kusurlarınızı örter, Allâh’ın peygamberi ve onun
beraberinde îmân edenleri utandırmayacağı günde sizi
altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onların nurları,
önlerinde ve sağ yanlarında koşacak, şöyle diyecekler:
«Ey Rabbimiz, bizlere nurumuzu tamamla ve bizi bağışla;
şüphesiz ki sen her şeye kadirsin!»” (Tahrim s. 8)
NEBÎ (S.A.V.)’İN DOĞUMU
Peygamber (s.a.v.)’in doğumunda yaşanan bir olayı Hz.
Âmine (r.a.) şöyle anlatır:
“(Nebi (s.a.v.) Efendimiz doğduğunda) O’nu elime almak
istedim. Hemen üç hûrînin hazır olduğunu gördüm. Her biri-
nin yüzü bir bedir (ay) gibiydi. Başka melekler de vardı. Bun-
lar bir anda kaybolup o üç melek yaklaştılar. Meğer bunlar
hûrî suretinde melekler imiş. Yanıma geldiler. Birinin elinde
gümüşten beyaz bir ibrik, yeşil zebercedden bir maşraba
vardı. Diğerinin elinde kızıl ipekten dürülmüş bükülmüş bir
bez vardı. Meleklerden biri ileri geldi. Leğeni Allâh’ın Habîbi
(s.a.v.)’in önüne koydu ve:
-Ey Muhammed (s.a.v.)! Bu leğen dünyanın benzeridir.
Dünyayı sana arz ettim. Nereyi gösterirsen senin makamın
orası olacaktır. Elini bu leğenin neresine gösterirsen ben de
sana oranın doğuda mı, yoksa batıda mı, Şam’da mı yoksa
Anadolu’da mı olduğunu haber vereceğim, dedi. Gözümün
nuru o leğenin orta yerine elini koydu. Ben şaşakaldım. Daha
şimdi doğan çocuk bu sözü nasıl anlamıştı?
Âmine Hâtun bilmezdi ki, bütün yaratılmışlar onun yanın-
da tıfıldır. Amma onun cümle mahlûkâtdan şânı uludur.
Ey müminler! Resûlullâh (s.a.v.) hakkında söylenen söz-
leri ve o sözlerin şerhlerini, mucize ve kerametlerini sakın
inkâr etmeyin. Diliniz ve dîniniz zayıflar. Îmânınıza zarar
gelir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in makamı yüksek makamdır.
Yüce menzildir. Bütün peygamber ve velîlerle, dîn imâmları
ve yakîn ehli âlimler onun haline hayran kaldılar. Hiç kimse
O’nun kurbetinin, zînetinin ve rütbesinin derecesini gereği
gibi anlayamamıştır.
Mevlîd gecesi, Resûlullâh (s.a.v.)’in doğum zamanında
görülen hâlleri, mûcizeleri okumak, dinlemek, çok sevâbdır.
Çünkü hadîs-i şerîfte “Allâhü Teâlâ bir kimseye söz ve
yazı sanatı ihsân ederse, Resûlullâh (s.a.v.)’i övsün, düş-
manlarını kötülesin” buyurulmuştur.
Not: Bugün veya ertesi gün oruç tutmak sevâbdır.
(Mustafa Darir, Siyer-i Nebî,c.1s.249)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
ÜSTÜNLÜĞÜ VE O’NA SALAVÂTIN FAZÎLETİ
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Bir melek yanıma gelerek bana selâm verdikten sonra
şöyle dedi: ‘Ben devamlı olarak seninle müşerref olmak için
Allâh’ımdan müsaade istiyordum.’ (Melek daha sonra şöyle
dedi:) ‘Ey Allâh’ın Resûlü sana müjdeler olsun ki, Allâh’ın nez-
dinde senden daha iyi bir hiç kimse yoktur.’”
“Benimle kıyâmetin durumu (ha geldi, ha gelecek diye) yarış
eden iki koşu atına benzer. Yine benimle sizin durumunuz, daha
önce gönderilip düşman bu tarafa geliyor diye elbiselerini çıka-
rarak işaret eden bir öncüye benzer.”
“Kıyâmet günü bütün insanların efendisi, yer yarılarak kab-
rinden ilk çıkacak insanlara şefâât kabul edilecek yine ben ola-
cağım.”
“Ben dört meziyetle insanlardan üstün kılındım; Cömertlik-
le, Cesurlukla, Zevcelerime karşı iyi davranmakla
“Ey müminler bana salavât getiriniz ve tam manasıyla duâ
ediniz. Sonra şöyle deyiniz: Allâhümme salli ala Muhammedin
ve ala a’li Muhammed, ve barik ala Muhammed’in ve alâ â’li Mu-
hammedin kema bârakte a’la İbrahime ve, alâ â’li İbrahim inne-
ke hamidüm mecid.
Allâh’ım, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in ve aile efradının
derecelerini yükselt ve makamlarını ali eyle. İbrahim (a.s.) ve aile
efradına ihsan da bulunduğun fevzü bereketini, Hz.Muhammed
(s.a.v.) ve aile efradını da bağışla. Çünkü sen şüphesiz hamid ve
mecitsin.”
“Oturduğunuz meclislerinizi bana salavât getirmekle süs-
leyiniz. Çünkü salavâtlarmız sizin için nur olacaktır. (Kıyâmet
günü o nurun sayesinde sırat köprüsünden geçmeyi başara-
caksınız.)”
“Allâh’ın (c.c.) öyle melekleri vardır ki, kendilerine (insan-
ların) ibâdetlerini işitme duygusu verilmiştir. Kim bana salavât
getirirse o melekler onu bana ulaştırır. Rabbime yalvardım ki,
bana salavât getiren kuluna on tane rahmetini ihsan eylesin”
“Ey müminler bana salavât getiriniz. Zira üzerime getirilen
salavâtlar, günahlarınızın kirlerini temizleyen manevi bir alettir.”
(İmam-ı Suyutî, Câmiü’s-sağîr, c.1 s.26-36)
“SENİ NEREDE BULALIM”
Fahr-i Kâinat (s.a.v.) buyurur ki : Hz. Adem (a.s.), hatasının
affı için Cenâb-ı Hakk’a “Yâ Rabbi!, Muhammed (s.a.v.) hak-
kı için beni bağışla!” deyince, Cenâb-ı Hakk affetti ve sordu:
“Ya Adem, Muhammed’i nereden bildin?” Hz. Adem (a.s.),
cevaben: “Ya Rabbi, O zaman ki beni yaratıp ruh verdin, ba-
şımı kaldırınca arşın üzerinde: “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-
resûlullah” yazılı gördüm ve ind-i ülûhiyetinde (senin yanında)
halkın en hayırlısının O olduğunu anladım.” deyince, Cenâb-ı
Hakk: “Evet Yâ Adem! Doğru söyledin, halkın bana en sev-
gilisi O’dur. Madem ki onun hürmetine dedin, seni bağış-
ladım. Eğer Muhammed olmasa idi seni halketmezdim.”
buyurdu. (Yusuf Nebhâni, Şevahidül-Hak)
Enes (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’e: “Bana yevmi kıyamet-
te (kıyamet gününde) şefaat edersin değil mi Ya Resûlullah?”
diye sordu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Evet! Allâh izin
verirse.” buyurunca, Hz. Enes (r.a.): “Sizi o gün nerede araya-
yım Ya Resûlullah (s.a.v.)” dedi. Fahr-i Âlem (s.a.v.): “Evvelâ
sıratta ararsın, bulamazsan mîzanda ararsın, bulamazsan
havzımın başında ararsın, bu üçünden birinin başında, mu-
hakkak bulunacağım.” buyurdular. (İmam-ı Şârânî, Elkeşfül-
ğumme)
Hz. Ali (k.v.) Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, sûretiniz nedir?
diye sordular. Peygamberimiz (s.a.v.) cevaben buyurdular ki;
“Mârifetullah sermayem, akıl dinimin aslı, muhabbetullah
esası, şevkullah binitim, zikrullah hemdemim (arkadaşım),
Allâh (c.c.)’a itimad hazinem, hüzün refîkim, ilim silâhım,
sabır libasım (elbisem), mukadderata (Allâh (c.c.)’un tak-
dirine) rıza ganimetim, Rabbıma karşı aczimle müftehi-
rim (iftihar ederim), dünyaya meyletmemek sanatım, Allâh
(c.c.)’u yakîn ilmiyle bilmek azığım, Hakk’a taat bana kâfi,
cihad ahlâkım, gözümün sürûru namazdadır. Bütün gam ve
düşüncem ümmetim içindir ve iştiyâkım (arzum) da Allâh
Celle ve Alâ Hazretlerinedir.”
(Kadı İyaz, Şifa-i Şerif)
Ya Rabbel Âlemin!.. Hatalarımızı lûtfunla bağışla, Kalbimizi
Habîbinin sevgi ve muhabbetiyle ihya et. Râzı olup cemâlini na-
sib ettiğin kullarının arasına kat! Amin…
NEBİ (S.A.V.)’E İTAÂT
ALLÂH (C.C.)’YA İTAÂT GİBİDİR
Buhâri’nin Ebû Hureyre (r.a.)’in naklettiği bir hadise
göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İstemeyenler
hariç, ümmetimin hepsi cennete girerler.” Orada bulu-
nan sahabeler “Ya Resûlullah, istemeyenler kimlerdir?”
diye sorunca Resûlullah (s.a.v.) “Kim bana itaât ederse
cennete girer ve kim de bana isyân ederse, işte o iste-
meyendir.” buyurdu.
Buharî ve Müslim’in Abdullah bin Mesud (r.a.)’den nak-
lettiklerine göre İbn Mes’ud (r.a.) şöyle buyurdu: “Allâh
(c.c.) dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını yoldu-
rana, dişlerini törpületene, Allâh (c.c.)’ın yarattığını güzel
görünmek için değiştirenlere lanet etti.” Bu haber Ümmü
Yakub denilen bir kadına ulaştı. Kadın İbn Mes’ud’a gelip
“Senin böyle böyle söylediğin bana ulaştı.” dedi. Bunun
üzerine İbn Mes’ud (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.)’in lanet etti-
ğine bana ne oluyor ki lanet etmeyeyim. Bu hem Allâh’ın
Kitabın’da da mevcuttur.” Buyurdu. Kadın “Ben Kur’anın
hepsini okudum fakat dediğini bulamadım.” deyince İbn
Mes’ud (r.a.) “Eğer sen onu okusaydın bunu bulurdun. Sen
şu ayeti okumadın mı ‘Resûl size neyi verdiyse onu alı-
nız ve neden de nehy ettiyse ondan da kaçınınız.’”
İmam Beyhâki (r.a.) şöyle demiştir: “Şayet sünnet din-
de delil olmasaydı, Resûlullâh (s.a.v.) kendisiyle beraber
bulunanlara, dinlerini öğrettikten sonra, vermiş olduğu
hutbesinde şöyle buyurmazdı: ‘Burada bulunan kişi-
ler, bulunmayanlara anlattıklarımı aktarsınlar, umulur
ki, anlatılan şahıs burada dinleyenden daha anlayış-
lı ve kavrayışlı olabilir.’ ve yine sünnet delil olmasaydı
Resûlullah (s.a.v.), ‘Allâh (c.c.), bizden bir hadisi dinle-
yipte, bunu başka bir kişiye anlatarak vazifesini yerine
getirenin yüzünü parlatsın. Olur ki anlatılan kişi dinle-
yenden daha kavrayışlıdır.’ buyurmazdı.”
(İmam-ı Suyûti, Miftahu’-l Cenneh, 8-15.s.)
HUDEYBİYE SEFERİ
Allâh (c.c.)’un elçisi, rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik
içinde Kâbe’yi ziyaret ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun
üzerine, Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını em-
retti ve 1400 kişi yola çıktı. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in hareketini öğrenince, toplanarak Resûlullah (s.a.v.)’in
Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırmışlardı.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, onlarla görüşmesi için, Hz.
Osman (r.a)’i Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman (r.a.) kiminle
görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Hz.
Peygamber (s.a.v.): “Biz buraya kesinlikle savaşmak için
gelmedik. Amacımız Kâbe’yi ziyarettir, Umre yapmaktır.
Kureyşliler eski savaşlarda zayif düşmüşlerdir. Dilerlerse
onlarla bir anlaşma, bir süre için barış anlaşması yapmak
isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allâh (c.c.)’a
yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım” dedi.
Resûlullah (s.a.v.) ile Süheyl, uzun görüşmelerden sonra an-
laşma şartlarını tesbit ettiler. Buna göre;
birbirlerine saldırmayacaklardı.
dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin bo-
şaltacağı Mekke’de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıç-
larından başka silah taşımayacaklardı.
da iade edilecek; fakat Medine’den Mekke’ye sığınanlar iade
edilmeyecekti.
best olacaklardı.
Müslümanlar bu şartların aleyhlerine olduğunu düşündüler,
fakat şüphesiz Allâh (c.c.) ve Resulü (s.a.v.) neyin hayırlı, neyin
şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi. Bu andlaş-
ma ile ilk kez müşrikler Medine İslâm toplumunu resmen tanı-
mış oluyorlardı. Ayrıca, Hudeybiye ile Mekke’nin fethi arasında
geçen iki yıl içinde, müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’den
önceki on dokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaş-
mıştı.
(M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Beni Kureyza-Hudeybiye Seferi)
Peygamberimiz (s.a.v.) dostlarının ve yakınlarının verdiği
hediyeleri bir sevgi alâmeti olarak kabul eder, reddetmezlerdi.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.), kendilerine muhtelif hediyeler gönde-
rirdi. Bir gün adamın biri Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e bir kumaş
parçası hediye etmiş, fakat bir başkası bunu kendisinden is-
teyince bu kumaşı ona hediye etmişlerdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri, kendilerine hediye ve-
renlere mukâbil hediyeler verirlerdi. Hattâ bir def’âsında biri
kendilerine bir deve hediye etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.)
buna mukâbele etmek isteyince adamın canı sıkılmıştı. Bu-
nun üzerine Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) : “Siz bana hediye ge-
tiriyorsunuz ben de kabul ediyorum. Fakat hediyenize
mukâbele etmek isteyince bundan sıkılıyorsunuz. Eğer
böyle hareket ederseniz bundan böyle ben de sizin hedi-
yelerinizi kabul etmem” buyurdular.
MİSAFİRPERVERLİKLERİ
Muhtelif yerlerden Peygamberimiz (s.a.v.)’e birçok ziya-
retçi ve misafir gelirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bunların hizme-
tini bizzat görür ve ağırlarlardı. O (s.a.v.)’i görmeye gelen hiç
kimse ağırlanmadan bırakılmazdı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ihsân ve ikramlarında müslimi,
gayr-i müslimden tefrik etmez ve herkesi ağırlarlardı. Bir
def’a müşriklerden biri O (s.a.v.)’i ziyârete gelmiş ve misa-
firleri olmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) misafirine doyuncaya
kadar keçi sütü ikram etmişlerdi. Bazen misafirler çok gelir,
evdeki bütün yiyecekler biter, ev halkı aç sabahlardı.
Ashâb (r.a.e.) içinde en fakiri Ashâb-ı Suffa idi ki, bun-
lar cemaatin devâmlı misafiri idiler. Bir gün Resûl-i Ekrem
(s.a.v.), bütün Suffalıları alarak Hz. Âişe (r.anhâ)’nın evine
gittiler. Hz. Âişe (r.anhâ)’ya ne varsa getirmesini söylediler.
Mevcûd yemek getirilince yenilmiş ve biraz daha da isten-
mişti. Hurma ve müteâkiben süt verilmişti. Bu sûretle de Suf-
falılar ağırlanmıştı.
(Ahmed Kul, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 83-92.s.)
EZAN VE KÂMETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Sâid bin Mansur (k.s.), Ebû Umeyr bin Enes (r.a.)’den
şöyle rivayet eder. O şöyle der: “Ensar’dan olan amcam,
bana şu şekilde haber verdi: “Peygamber (s.a.v.), insanla-
rı namaza nasıl davet edeceği hususunda merak etmişti.
O, bu hususta Ashab’ı ile istişarelerde bulundu. Kendisi-
ne denildi ki: “Namaz vakti gelince, etraftan görülecek bir
şekilde yüksek bir yere bir sancak çektiriniz!”. O (s.a.v.),
bu fikri beğenmedi. Denildi ki: “Boru çaldırınız!” O (s.a.v.)
bu fikri de beğenmedi ve: “Bu, yahudilerin işidir” diye-
rek reddetti. O (s.a.v.)’e denildi ki: “Peki, çan çalınsın!”.
O (s.a.v.), bunu da beğenmedi ve: “Bu da Nasranîlerin
işidir.” diyerek reddetti. Bu istişare toplantısında bulunan
Abdullah bin Zeyd (r.a.) de, meraklı ve tasalı olarak evine
dönmüştü. O gece rü’yasında Ezan’ı gördü.”
Ebu Davud (k.s.) ve Beyhakî (k.s.), Îbni Ebu Leyla
(r.a.) tarikiyle rivayet ederler. O demiştir ki: “Bana bazı
arkadaşlarımızın söylediklerine göre, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: “Ben, gerçekten namaz vaktinin
geldiğini bildirmek üzere bazı kimseleri evlere gön-
dermeyi düşünmüştüm. Sonra bunu bazı kimselerin
yüksek yerlerden ilan etmelerine karar vermiştim.”
Bu sırada ensardan bir adam gelip dedi ki: “Ey Allâh’ın
Resûlu (s.a.v.), ben senin bu husustaki ihtimamını gör-
dükten sonra evime dönmüş yatmıştım. Rüyamda yeşil
elbiseli bir adam gördüm, Mescid’in üzerine çıkıp ezan
okudu, sonra oturdu. Sonra kalkıp yine ezan okudu, yal-
nız fazladan olarak: “Kad Kâmeti’s-Salah” diyordu. Ben
insanların tuhaf karşılamayacaklarını bilsem, o sırada
uykuda değil de, uyanık bir halde bulunduğumu da söy-
lerdim.” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurur ki:
“Haydi git Bilal’e, bunu söyle de ezan okusun! Allâh
gerçekten sana çok hayırlı bir şeyi göstermiştir.”
(es-Suyûti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, 341-343. s.)
PERGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN
İYİLİK VE MERHAMETLERİ-2
İyilik ve merhamette, Resûlullâh (s.a.v.)’in seviyesine
kimse ulaşamaz. Kuvvetli ve zayıf, fakir ve zengin hallerin-
de, bu iyilik ve merhamet vasıfları dâima O (s.a.v.)’in büyük
şahsiyetinin aynası olmuştur. Rahmet, kendilerine ihâta et-
miş, iyilik ve merhametin önderi olmuşlardır.
Resûlullâh (s.a.v.)’in merhameti, bütün insanlara şâmil,
ihsan ve iyiliği, hem mü’min hem de müşriklere vâsıl olmuş-
tur. Büyük kalbine ve geniş merhametine en yakın olanlar,
fakirler, zayıflar ve âcizlerdi. Fukaraya karşı beslediği sevgi,
Allâh (c.c.)’den dünyâ ve âhirette, olanlarla beraber olmayı
isteyecek dereceye varmıştı.
Hayâtı fakirlerle beraberdi. Evinde ve elinde ne varsa on-
ların olurdu. Fakirlere olan meyli son derece idi. Kendilerine
Allâh (c.c.) tarafından bahşedilen âlî fıtrat ve engîn rahmetin
gereğini, fakirlere i’tinâ ve ikram ederek, âcizlerin elinden tu-
tarak ve ihsânını onlara bezlederek yerine getirmişlerdi. Âlî
fıtrat ve engin merhametleri o derece idi ki, içinde yaşadığı
cemiyet ve nizâmını kısa zamanda değiştirmiş, fakir ve zayıf-
lardan şark ve garbı dize getiren bir ümmet çıkarmışlardır.
Resûlullâh (s.a.v.), ümmetine dâima iyilik ve merhametle
muamele etmiş, köle ve cariyelere, çocuklara, düşkünlere
ve canlılara merhametle muamele etmelerini emretmişlerdi.
O (s.a.v.)’in merhameti düşmanlarına bile şâmildi. Meselâ,
Uhûd’da kendileri yaralı, amcası parçalanmış, yardımcıları
ölmüş, yaralanmış ve dağılmış halde iken, düşmanlarına
bedduâ etmesi istenince duâ ettiren bu rahmetti. O (s.a.v.)’e
işkence eden ve de kendilerini kovan Sakîfliler’e, Taîf günü
duâ ettiren yine o merhametti.
Hz. Âişe (r.anhâ) der ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir
bedevî geldi ve dedi ki: “Sen çocukları öpüyorsun? Biz onları
öpmeyiz.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.) cevâben: “Allah kalbinden
merhamet hissini almışsa ben sana ne yapabilirim?” bu-
yurmuşlardır.
(Ahmed Kul, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlâkı, 79-82.s.)
ALLAH (C.C.)’NUN NEBÎ (S.A.V.)
VASITASI İLE BİLDİRDİĞİ BAZI GERÇEKLER
Peygamberimiz (s.a.v.), kendisinden asırlarca sonra keş-
fedilecek veya keşfine çalışılacak bazı ilmî, fennî hakikâtleri
Ayet-i Kerîme’lerle kıyamete kadar gelecek herkese haber ver-
mişlerdir. Meselâ:
ayrılmış olduklarını; güneş, ay gibi semavi cisimlerden her
birinin birer Felek’te yüzdüğünü;” (Enbiyâ s. 30-33)
eylediğini” (Yasin s. 38)
ni” (Rahmân s. 7)
linde bulunduğunu” (Â’raf s. 173)
yeceğini” (İsrâ s. 85)
Allah (c.c.)’un onları bir zaman insanlarla bir araya getire-
ceğini” (Şûrâ s. 29)
sınırlarını aşmak mümkün olmayacağını” (Rahman s. 33)
alındığını” (Câsiye s. 29)
lay kolay anlayamayacakları hususi bir dile sahip oldukla-
rını” (İsrâ s. 44)
(Asım Köksâl, İslâm Tarihi-Mekke Devri, 132.s.)
ZİLHİCCE’NİN ONUNCU GÜNÜNÜN FAZİLETİ
Saîd-i Hudrî’den (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Ayların üs-
tünü ve efendisi Şehr-i Ramazandır. Ondan daha büyüğü,
hacc-ı ekber ve Kurban bayramının bir araya geldiği Zil-
hiccenin onuncu günüdür” buyuruldu. Şeyh Ebülberekât’ın
isnâd ile Hz. Câbir (r.a.)’den bildirdiği hadîs-i şerîfte Resûlullah
(s.a.v.): “Dünya günlerinin en üstünü, Zilhiccenin onuncu
günüdür” buyurdu.
RESÛLULLÂH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN
KULLANILMASINI YASAKLADIKLARI ŞEYLER
Berâ’ (İbn-i Âzib) (r.a.)’den şöyle rivâyet edilmiştir. Berâ
(r.a.) demiştir ki: “Nebî (s.a.v.), bizi gümüş (ve altın) kap
(kullanmak)tan, altın yüzük (takmak)tan, ve ipekli kumaş
kullanmaktan menettiler.” Hz Peygamber (s.a.v.) ipeği sağ
eline ve altını sol eline alarak “Bu ikisi ümmetimin erkek-
lerine haramdır.” (Ebu Davud-Libas, Nesai-Zineh, Ahmed-Müsned)
buyurmuşlardır.
Hanefî imâmlarına göre, altın kaptan yiyip içmekteki ha-
ramlık, erkekler için olduğu gibi kadınlar için de geçerlidir.
Çünkü bu konuda bize ulaşan Huzeyfe (r.a.) Hadîsi’nde bir
cemaate karşı Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Ey Ashâbım,
siz gümüş ve altın bardaktan su içmeyiniz, bunların ta-
baklarından da yemeyiniz.” diye buyurmuşlardır. Altın
ve gümüş kaşık, saat, kalem, bıçak, buhurdan ve benzeri
şeyleri kullanmak da, böyle caiz değildir. Altın ile gümü-
şü süs olarak takmak yalnız kadınlara helâldir. Erkeklere
ise haram olup, yalnız gümüş yüzük ve köstekli cep sa-
atinin zincirinin gümüşten olması caizdir. Altından olursa
haramdır. Çünkü yasaklık, mutlaktır, umûmîdir. Bu konuda
icmâ’ da vardır. İmâm-ı Muhammed (r.h.)’a göre “övünmek
kasdedilmeyerek altın ve gümüş kab kacakları süs olarak
kullanmak câizdir. Çünkü bunda Ni’met-i İlâhiyye’yi göster-
mek vardır.” demiştir. (Aynî, 4.c., 13.s.)
Tâbiîn imâmlarından İbn-i Ebî Leylâ (r.a.) diyor ki: “Hu-
zeyfe (r.a.), Medâyin’de bulunduğu sırada, bir mecliste su
içmek istemişler. Bir rivâyete göre Medâyin eşrâfından bir
zât, diğer rivâyete göre, bir mecûsî, gümüş bir bardakla su
getirmiş. Huzeyfe (r.a.) Hazretleri, gümüş bardak sunulun-
ca bardağı alıp sâhibine fırlatmışlar. Ve: “Seni bu bardakla
su getirmekten kaç def’a men’ etmiş olmasaydım, şimdi bu
muâmeleyi yapmazdım.” demişler ve Hadîs-i Şerîfi zikret-
mişlerdir.
(İmam-ı Buhari, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi 4.c., 276-285.s.)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İN İYİLİK VE MERHAMETİ
“Ey Peygamber! Biz seni ancak âlemlere rahmet ola-
rak gönderdik.” (Enbiya s. 107)
Resûlullah (s.a.v.) hiç kimseye darılmazlardı. Merhametli
davranmada, bağışlama ve sabretmedeki güzel ahlâkı en
yüksek kemâlini bulmuştur. Bu özelliklerinden dolayıdır ki,
kâfirler onu yaraladılar, mübârek dişini kırdılar, mübârek yü-
zünü yaralayıp kan akıttılar. Bu halde iken Ashâb-ı Kirâm
(r.a.e.), O (s.a.v.)’e: “Ya Resûlallah (s.a.v.) bu kâfirlere bed
duâ et” dediklerinde Efendimiz (s.a.v.):
“Ben bedduâ etmek için gönderilmedim, ancak dâvet
ve râhmet edici olarak gönderildim.” buyurdular ve “Ya
Rabbi, kavmimi sen afvet, hidâyete erdir, zira onlar bil-
mezler” diye hayırlı duâlar ettiler. Bu olay bizlere Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in sabrının, afvedişinin, merhametinin ne
derece üstün olduğunu göstermeye yeter.
İmâm-ı Hibbân bu duâyı yorumlayıp “Ya Rabbi kavmimi
afvet” demekten dileği “Yüzümü yaraladıkları için günahları-
nı affet” demektir, yoksa tüm günâhlarını affet demek değil-
dir” diye buyurmuşlardır.
Bu makamda bir incelik vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
yüzünü yaraladılar afvedip “Ya Rabbi kavmimi bağışla” bu-
yurdular. Fakat Hendek Gazâsında namazdan alıkoydukları
zaman bedduâ edip “Allâh’ım karınlarını ateşle doldur” bu-
yurdular. Kendi hakkı üzerine Cenab-ı Hakk’ın hakkını üstün
tutmuşlardır. Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamberimiz (s.a.v.):
“İyilik cennete kavuşturur, yerdekilere merhamet edin
ki, göktekiler de size merhamet etsin. İnsanlara acıma-
yana Allâh (c.c.) merhamet etmez. Merhamet sahible-
rine Rahmân olan Allâh, râhmetiyle muâmele buyurur.
Gönlünde merhamet olmayanlar ancak şakîler (şeytana
uyanlar)dır” buyurmuşlardır. Resûlullah (s.a.v.)’in kalbi rah-
metle dolup taşmıştır. O (s.a.v.)’in rahmeti, dilinde müjde,
gözlerinde yaş, elinde ihsân olmuştur. Böylece merhamet ve
iyilikte de önde olmuşlardır.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhi Rahmet Nebi (s.a.v.), 1.c., 325-326.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN GÜZEL MUÂMELELERİ
Bir gün bir bedevî, Peygamber (s.a.v.)’den alacağını
almaya gelmiştir. Bedevî kabalığından dolayı Resûl-i Ek-
rem (s.a.v.)’e sert sözler söylemişti. Ashâb (r.a.e.) kızarak
bedevîyi şu sözlerle uyarmışlardı: “Sen kime hitâb ettiğini
biliyor musun?” Bedevî: “Ben hakkımı istemeye geldim” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de : “Siz onu tutacaktınız. Çünkü bu
adam hakkını istiyor.” buyurdular.
Hz. Cabir bin Abdullâh (r.a.) bir sefer esnâsında Resûlullâh
(s.a.v.) ile beraber bulunuyorlardı. Câbir (r.a.)’in devesi yorul-
muş ve işe yaramaz hale gelmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) bu
deveyi Câbir (r.a.)’den satın alarak parasını vermiş ve deveyi
tekrar: “Deve de para da senindir.” diye iâde etmişlerdi.
Yine bir def’a Resûl-i Ekrem (s.a.v.) birinden bir deve al-
mış yerine de daha mükemmel bir deve vermiş ve “Borçla-
rını daha iyi ve daha mükemmel ödeyenler fazîletli kişi-
lerdir.” buyurmuşlardır. Yine bir gün Medine hâricinde bir
kervan konaklamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.), kervanın yanın-
dan geçerken kırmızı bir deve görmüşler, fiyatını sormuşlar
ve hiç pazarlık yapmadan deveyi alıp gitmişlerdi. Bir müddet
sonra kervan halkından birkaç kişi arasında endîşe başlamış
ve deveyi, parasını almadan verdiklerinden pişmanlık duy-
muşlardı. Kervan içinde bir kadın: “Üzülmeyin, bu havalide
bu kadar nur yüzlü bir adam görmedik, böyle bir adam yalan
söyleyip bizi aldatmaz.” demiş, kervan halkını teskîn etmişti.
Akşam üzeri Resûl-i Ekrem (s.a.v.), devenin parasıyla birlikte
kervanın yiyecek ve içeceğini de göndermişlerdi.
Huneyn gazâsında Peygamberimiz (s.a.v.) İslâm müca-
hidlerine ödünç zırh temin etmek için henüz müslüman olma-
yan Safvan’a müracat etmişlerdi. Kaybolan zırhların te’min
edileceği sözüyle Safvan müslümanlara otuz-kırk zırh ödünç
verdi. Savaştan dönünce zırhlar sayılmış, birkaçının kaybol-
duğu anlaşılınca Resûl-i Ekrem (s.a.v.) tazminat teklif etmiş-
ler fakat Safvan (r.a.): “Ya Resûlullâh (s.a.v.) artık kalbim de
değişti” diyerek îmân etmişti.
(Ahmet Kul, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 66-70.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’DEN
MUÂZ BİN CEBEL (R.A.)’E TAZİYE MEKTUBU
Peygamberim (s.a.v.) Efendimiz sahâbelerine son dere-
ce düşkün idi. Âyet-i Kerime’de belirtildiği üzere “Andolsun,
size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün,
mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe s.
128) Sahâbelerinin her türlü derdi ile ilgilenirdi.
Bir gün Muaz b. Cebel (r.a.)’in çocuğu vefat etmişti. Pey-
gamber (s.a.v.) Efendimiz bundan haberdar olunca bir mektup
kaleme aldı ve Muaz b. Cebel (r.a.)’e gönderdi. Mektubun içeriği
şu şekildeydi: “Allâhü Teâlâ sana selâmet versin! Ona hamd
ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dile-
medikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allâhü Teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb
eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsan eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, ser-
vetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allâhü Teâlâ’nın
sayısız ni’metlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır. Bu
ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak
kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli
bir zamanda fâideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacak-
tır.
Allâhü Teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği za-
man şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz
zaman da sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allâhü
Teâlâ’nın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana
emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi
imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri
alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru
yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir.
Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli,
O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan,
sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman
olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belayı geri çe-
virmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecek-
tir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.”
(İslam Âlimleri Ansiklopedisi, 1.c., 329.s.)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İ SEVMENİN BELİRTİLERİ
Peygamber (s.a.v.)’e olan sevginin birçok belirtisi vardır
ki bunlardan biri de söz ve davranışlarıyla dininin gerekle-
rini yapmak ve ahlâklarıyla ahlâklanmaktır. Yani O (s.a.v.)
gibi eli açık, merhametli, alçak gönüllü, sabırlı olmak, belâ
ve musîbetlere sabredip onun sevgisiyle avunmaktır. Zira
seven kimse o sevginin lezzetiyle belâ ve musîbetlerin
acısını unutur. O sevgiyle dolmuş gönüller elem çekmez,
muhabbet neş’esiyle acıları savar.
Bir diğer muhabbet belirtisi de Hz. Peygamber (s.a.v.)’i
çok zikretmektir. Zira kişi sevdiğini çok anar. Muhabbet
zikrin devamıdır denilmiştir. Muhabbetin üç belirtisi vardır.
Biri sevdiğini daima düşünmek; biri suskun, durgun, olunca
onu düşünmek; biri de işi gücü ona itaat etmektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sevmenin bir başka belirtisi de
O (s.a.v.)’in tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim’i sevmektir.
Sehl bin Abdullah (r.a.): “Bir kimse, bütün hallerinde
Resûlullâh (s.a.v.)’i kendine velî (dost, sahibi) bilmez ve
yalnız nefsine uyarsa o, sünnetlerin tatlılığından zevk ala-
mamıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) “Beni nefsinden
fazla sevmeyenin imanı tam değildir” buyurmuştur” de-
miştir.
Nefsinin esiri günahkâr bir kadın vardı. Öldükten sonra
onu rüyada gördüler: “Cenâb-ı Hakk seni ne yaptı?” dedi-
ler. “Afvetti” dedi. “Bağışlamasının sebebi nedir?” diye sor-
dular. “Hz. Peygamber (s.a.v.)’i çok sevdiğini ve ona olan
özleyişi sebebiyle beni afvetti” diye cevap verdi ve o anda
şöyle bir ses işittim: “Bizim sevgilimizi görmek isteyeni kı-
namaktan utanırız. Belki onu sevdiğiyle bir araya getiririz”
diye buyurulduğunu sözlerine ekledi.
Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmek, sünnetini sevmek ve hadîs-i
şerîflerini dinlemekten zevk almaktır. Zira kişi sevdiği kim –
senin sözlerini işitmekten zevk alır. Hadîs-i şerîf dinlemek
Resûlullâh (s.a.v.) ile bir çeşit musahâbe (konuşma)’dir.
(İmâm-ı Kastalânî, Mevâhibü Ledünniye, 2.c., 162-168.s.)
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN GİYİNİŞLERİ
Ebu Nuaym (r.aleyh), İbn-i Ömer (r.a.)’in şöyle anlattığını söy-
lüyor: Hz. Peygamber (s.a.v.) “Mü’minin giyimi, temizliği ve aza
kanaat edip razı olması, Cenab-ı Hakk Hazretleri’ne ikram-
dandır” buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), renk ve biçimde kendine has bir elbi-
se giymezler, ak, siyah, yeni, eski ne rast gelirse giyinirlerdi. Bir
hadîs-i Şerîfte: “Ben bir kulum. Kulların giydiği elbiseler gibi
giyerim” buyurmuşlardır. Hz. Aişe (r.a), “Resulullâh (s.a.v.)’in bir
ak tacı vardı ve giyecekler arasında da gömleği fazla severdi.”
buyurmuşlardır.
Yezîd kızı Esmâ (r.a.) şöyle buyurdular: Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in gömleğinin kolları, mübârek bileğine kadardı. Bundan
fazla etmezdi ki, tutmaya engel olmasın. Eksik de etmezdi ki so-
ğuk ve sıcaktan korunmaya yetsin.
Bir hadîs-i şerîfte Resulullâh (s.a.v.) “Elbiseden yere temas
eden her şey ateştedir” buyurdular. Hattâbî (r.aleyh) bunların
mânâsı şudur diyor: Elbisesini topuklarından daha aşağı uzatan
kimsenin, topuğundan aşağısı cehennem ateşinde azap görür
demektir.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhi Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 1.c., 374-380.s.)
Resûlullah (s.a.v.) beyaz, yeşil ve sarı renkten hoşlanırlar ve
beyazın en güzel renk olduğunu söylerlerdi. Kendileri bazen baş-
tanbaşa sarı renkli elbiselerede giyerledi. Kırmızı renkten hoşlan-
mazlardı.
Birgün Abdullah b. Ömer (r.a kırmızı elbise giyerek Resulullah
(s.a.v.)’in yanına gitmişti. Peygamberimiz (s.a.v.)’de bu elbiseden
hoşlanmadığını ima edince Abdullah (r.a.) evine giderek bu elbi-
seyi yakmıştı.
Şa‘bân-ı Şerîf’te Okunacak Duâlar:
“Allâhümme bârik lenâ fî şa’bân ve belliğnâ ramazân vah-
tim lenâ bi’l-îmân ve yessir lenâ bi’l- Kur’ân.”
(Bu duânın, -sayı sınırı olmamakla berâber- Şa’bân-ı Şerîf bo-
yunca günde 100 defa okunması çok fazîletlidir.)
Şa‘ban-ı Şerîf Duâları:
İlk on (10) gün: “Yâ latîfü celle şânüh”
İkinci on (10) gün: “Yâ rezzâgu celle şânüh”
Son on (10) gün: “Yâ azîzü celle şânüh”
(Misvâk Neşriyat, İbâdet Takvimi ve Duâlar, 55.s.)
NEBÎ (S.A.V.)’İN DUÂSININ BEREKETİ
Ebû Eyyûb (r.a.)’in iki gözü görmeyen ihtiyar bir annesi, hanımı
ve birkaç tane de çocuğu vardı. Ebu Eyyûb(r.a.)’in annesi; “Oğlum!
Ey Hâlid! Bugün şehrimizde büyük bir kalabalık ve gürültü var. Bu-
nun sebebi nedir?” diye sordu. Ebû Eyyûb (r.a.); “Anneciğim! Allâh
Resûlü (s.a.v.) bugün şehrimize geliyor. Ahâli O’nu karşılamaya çık-
tı. Sevinç ve mutlulukları bu yüzdendir” dedi. Annesi; “Oğul! Resûl
(s.a.v.)’in evine misafir olacağı kimse ne saadetli ve bahtlı kişidir!”
dedi. Ağladı. Sonra şöyle devam etti: “Ne olurdu O kerîm, atûf, rahîm
ve raûf kimse gelip bizim evimize konuk olaydı!” dedi. Ebû Eyyûb
(r.a.); “Ey anne! Sen bu hayalden geç. Medine’nin beyleri, zenginleri
davarlar kestiler, hazırlıklar yaptılar. Resûlullah (s.a.v.)’in kendi ev-
lerine misafir olmasını beklemektedirler. Bizim gibi miskin yoksula o
devlet nereden gelsin?! “Ne olur! Gözlerim dahi görmüyor ki, O’nu
hiç olmazsa uzaktan seyredeyim. Meclisinde bir an dahi olsa otura-
yım. Ne büyük mahrûmiyet içindeyim” dedi. Ağladı, ağladı…
Allâh Teâlâ’nın sıfatlarından bir tanesi de kırık gönüllerin yanın-
da olmasıdır. Karanlıkları aydınlatıcıdır. O sultanın nazarı gönlü kırık
olanlaradır. Hakk Teâlâ, Cebrail (a.s.)’a;
“Resûl (s.a.v.)’e bildir, o gözsüz ihtiyarcığın gönlünü yapsın.
Onun kapısına, evine misafir olsun” dedi. Hz. Cebrail gelip; “Ey
Muhammed (s.a.v.)! Ben deveni o kadıncağızın evine götürürüm.
Seni kim davet ederse ona, “Hak Teâlâ deveye emretmiştir. O ne-
rede çökerse oraya misafir olacağım de” dedi. Allâh Resûlü (s.a.v.),
Ebû Eyyûb (r.a.)’in evine girdi. Ebû Eyyûb annesini getirdi. Peygam-
berimiz (s.a.v.);
“Ey anne!” diye hitap etti. Kadıncağız; “Lebbeyk yâ Resûlallah
(s.a.v.)!” diye karşılık verdi. “İster misin? Allâh’a dua edeyim de
gözün açılsın?” buyurdu. Kadıncağız; “Evet. Ey Allâh’ın Resûlü
(s.a.v.)! Dua et de gözüm seni bir an dâhi olsun görsün. Sonra da
elinde kurban olayım” dedi. Allâh Resûlü (s.a.v.) abdestini tazele-
gözü üzerine koydu. Hakk Teâlâ gözlerine nur verdi. Baktı, Resûl
(s.a.v.)’in mübârek cemalini gördü. Salevât getirdi, Resûl (s.a.v.)’in
ayağına düştü. Sevinerek dışarı çıktı. Etrafa bağırmaya başladı. “Ey
Yesribliler! Geliniz, Resûl (s.a.v.)’in mûcizesini görünüz. Benim gör-
meyen gözümü dua ile açtı” dedi. Bu haber Medine’de kısa sürede
yayıldı. İnsanlar koşuşarak Eyyûb (r.a.)’in annesinin yanına geldiler.
Müslüman olmayanlar da bölük bölük gelip müslüman oldular.
(Mustafa Darir, Siyer-i Nebi, 2.c., 199-204.s.)
EFENDIMIZ (S.A.V.)’IN GÖRÜŞÜNE UYMANIN ÖNEMI
Hicretin üçüncü senesi Şevval ayının başlarında Çarşam-
ba gününde, Kureyş ordusu Medîne’nin hizasına geldi. Uhud
Dağı yanındaki Ayneyn tepesinin yanına kondu. Perşembe
ve Cuma günleri orada kaldı. Cuma gecesi Resûlullah (s.a.v)
rüyasında görmüş ki bir takım sığırlar boğazlanıyor. Zülfikâr
adlı kılıcın ucu kırılıp bir gedik peyda olmuş ve arkalarına bir
muhkem zırh giyip mübarek elini o zırhın yakasına sokmuş.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ertesi günü rüyasını ashâbına söyledi:
“Boğazlanan sığırlar ashâbımdan katlolunacak kişi-
lere ve kılıcımın ucundaki gedik de ehl-i beytimden biri-
nin katlolunmasına işârettir. Ve muhkem zırh da Medîne
demektir. Şu halde Medîne içinde durunuz. Düşman içeri
hücum ederse savunma harbi yapınız” dedi.
Ashâb-ı Kiram’dan bazıları da bunu uygun gördü. Zira
Medine’nin her tarafı binalar ve duvarlarla çevrilmiş, geçit
yerleri istihkâmlarla kapatılmış olduğundan bir kale hükmün-
deydi. İçeride sebât edilerek düşman bıktırılabilir, hücum ha-
linde oklarla büyük kısmı telef edilebilir hatta düşman zayıf-
layınca hücum ederek muharebeyi kazanmak kolaylaşırdı.
Fakat Bedir Gazâsında bulunamayıp Ashâb-ı Bedir’in
nail olduğu derecelere imrenenler ve Hz. Hamza (r.a.) olmak
üzere pek çok sahâbe meydan harbi yapılması taraftarıydı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) çaresiz meydan har-
bine karar verdi. Hücre-i saadetine girdi ve birbiri üzerine iki
zırh kuşandı. Halbuki Efendimiz (s.a.v.) savunma harbini uy-
gun görmüşken bazı ashâbın O’nu dışarı çıkmaya mecbur
etmeleri büyük hataydı. Meydan harbinde ısrar eden ashâb
pişman oldular ve Efendimiz (s.a.v.) içeriden çıktıklarında:
“Yâ Resûlallah! Biz senin emrine muhalefet etmeyiz, dile-
diğini işle” dediler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz onla-
rın ısrarı üzerine silahlanıp atına binmek üzere olduğundan:
“Bir peygambere silahlandıktan sonra cenk etmeden
dönmek yakışmaz” buyurdular. Ve hemen atına binip ordu-
yu saâdet ile birlikte Medîne dışına çıktılar.
(Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Uhud Gazvesi, 9-12.s.)
PEYGAMBERIMIZ (S.A.V.)’I SEVMEK
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan sevginin belirtileri şun-
lardır: Sünnet-i seniyyelerini yerine getirmek, O (s.a.v.)’in
gösterdiği hak yolda yürümek ve O (s.a.v.)’e bağlı kalmak,
şerefli şerîatının çizdiği sınırı aşmamak ve şeriat âdabına
uymaktır.
Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’inde meâlen: “(Habibim)
de ki : Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki Allâh da
sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün.” (Âlî Imrân s. 31) bu-
yurdular.
Bir gün Hz. Ömer (r.a.) yemin edip: “Ya Resûlallâh
(s.a.v.), bana nefsimden başka herşeyden daha sevgilisin”
dedi. Peygamber (s.a.v.): “Beni nefsinden daha fazla sev-
meyen mü’min-i kâmil olamaz.” buyurdular. Bunun üzeri-
ne Hz. Ömer (r.a.): “Sana kitap indiren Allâh (c.c.)’a yemin
ederim ki, seni nefsimden daha çok seviyorum” dedi. Efen-
dimiz (s.a.v.): “Şimdi tam sevgimizi söyledin ya Ömer”
buyurdular.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:
“Îman halâveti (tadlılığı, lezzeti) üç şeyden alınır:
Allâh ve Resûlü (s.a.v.)’i her şeyden fazla sevmek,
sevdiği dostu, Allâh (c.c.) rızası için sevmek, yanında
küfre dönüşü, yakıcı ateşe atılmak gibi mekruh (kötü)
görmektir.”
Sevbân (r.a.) bir gün benzi sararmış, perişan bir halde
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına geldi. Onu o halde gören
Efendimiz (s.a.v.): “Sana ne oldu ya Sevban?” diye sor-
dular. O da: “Ya Resûlallâh (s.a.v.), sen âhirette peygam-
berlerle yüksek mertebelerde bulunacağın için seni göreme-
yeceğimi düşünüyor ve halim ne olacak diye üzülüyorum”
cevabını verdi.
O zaman Cenâb-ı Hakk şu Âyet-i Kerîmeyi indirdi: “Kim
Allâh’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allâh’ın
kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla,
şehîdlerle ve sâlihlerle beraberdirler.” (Nîsa s. 69)
(Imâm-ı Kastalânî, Mevâhibü Ledünniyye, 2.c., 151-158.s.)
Zühd, dünyaya, maddi şeylere ve çıkarlara rağbet
etmemek, ihtiraslı ve bencil olmamak, kanaatkâr olmak,
nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, mânevi
değerleri maddi değerlerden üstün tutmak, fırsat olduğu
halde başkasını kendine tercih ve nefsi terbiye etmek
amacıyla helâl olan şeylerden bile vazgeçmektir. Zühd
içinde olan bir kimseye veya dünyadan el etek çekerek
Allâh (c.c.)’e yönelen, kendini O’na ibadete veren kişiye
de “zâhid” denir. Allâh (c.c.)’den başka her şeyden, hatta
cennetlerden bile yüz çevirerek, O (c.c.)’den başkasını
sevmeyen kimse, mutlak mânâda zâhiddir.
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
hâne-i saâdetine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz
gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yap-
raklarından örülmüş bir hasır vardı. Allâh Resûlü (s.a.v.)
onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede
bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivi-
de asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadar
işte!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz
(s.a.v.)’e boyun eğdiği bir günde, O (s.a.v.)’in dünyaya
ait mal varlığı bunlardan ibâretti. Hz. Ömer (r.a.) bunları
görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu
oldu ve ağladı. Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu. Hz. Ömer
(r.a.) da: “Niçin ağlamayayım yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Kay-
ser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Resûlullâh
(s.a.v.) ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi. Hz. Pey-
gamber (s.a.v.), Hz. Ömer (r.a.)’in gönlünü hoş etti ve:
“Ağlama Ey Ömer! Dünyanın, bütün nîmet ve
zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını iste-
mez misin?”
(İmâm Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d- Din, 4.c., 535.s.)
KUR’AN’A GÖRE NEBİ (S.A.V.)’İN
ANNE-BABASI MÜ’MİNDİRLER
“Biz Peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz.”
(İsrâ s. 15) “Rabbin memleketlerin ana merkezlerine bir pey-
gamber göndermedikçe o memleketleri helâk edici değil-
dir.” (Kasas s. 59)
“Eğer biz, bu (Kur’an)’dan önce onları bir azapla helâk
etseydik, muhakkak şöyle diyeceklerdi: Ya Râbbi, bize bir
peygamber gönderseydin de şu aşağılığa ve rezilliğe düş-
meden önce senin âyetlerine tâbi olsaydık.” (Tâhâ s. 134),
meâlindeki âyetler fetret devrinde yaşayanların Allâh (c.c)’e
inanmakla kurtuluşa ereceklerine delildir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in anne-babasının da fetret ehlin-
den olması nedeniyle bu zümreden oldukları söylenmiştir.
İmam Gazalî (k.s.), kendisine dinî davet ulaşmadan ölen
kimsenin hükmen Müslüman olduğu sonucuna varmıştır. el-
Übbî, Suyûtî ve alimlerin büyük çoğunluğu İslâm daveti ulaş-
madığı ve fetret ehlinden oldukları için Resûlullah (s.a.v.)’in
Ebeveyn’inin mü’min olduklarını söylemişlerdir.
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın
temellerini yükseltiyorken (şöyle diyorlardı:) Ey Râbbi-
miz, bizden bunu kabûl buyur, sen elbette hakkıyla işi-
tensin, bilensin. Ey Râbbimiz, bizi Müslümanlardan (sana
itaat edenlerden) eyle, neslimizden de sana itaat eden
(Müslüman) bir ümmet çıkar…Ey Râbbimiz, onlara içle-
rinden bir peygamber gönder ki…” (Bakara s.127-128) buyrul-
muştur.
Âyette “Ey Rabbimiz, bizi Müslümanlardan kıl ve Ey
Rabbimiz, onların içinden kendilerine bir peygamber gön-
der…” şeklinde dua edenler, Hz. İbrahim ile İsmail (a.s.) idi ve
bu peygamberlerin duâsına icâbet olunarak gönderilen de Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den başkası değildi. Öyleyse Resûlullah
(s.a.v.)’in atalarından, sonunda kendilerinden Hz. Peygamber
(s.a.v.) dünyaya gelinceye kadarkilerin hepsi de İbrahim (a.s.)
dini (tevhid inancı) üzere Allâh (c.c.)’e itaat eden kimselerden-
dir. Bu, Kur’an’la sabit olmuştur.
(Abdulehad Nûri, Te’dîbü’l-Mütemerrîdîn)
NEBİ (S.A.V.)’İN BÜYÜKLÜĞÜ
Kıyamet gününde haşr ve neşr olduğunda, Allâhü Teâlâ
tarafından “Âlemlerin Rabbi’nin huzuruna gelin” diye bir nida
edilecek. Sonra sûrun deliklerinden ruhlar çıkıp havaya arı
gibi dağılacaklar. Herbir ruh kendi bedenini isteyecek. Bura-
da da bütün ruhlardan önce Peygamberimiz (s.a.v.)’in ruhu
inecek, bedenine girecek, ravzası üzerinde gayet güneş yüzlü
berk dururken hemen Cebrâil (a.s.) iki hulle ile bir Burak geti-
recek. Sonra da Livâ-i hamd’i getirip;
“Ey Muhammed! Hülleleri giy. Burağa bin. Bu hamd san-
cağını eline al. Bugün kıyamet günüdür. Bugün hükümdarlık
senindir. Sancak senindir. Keramet makamına gir” der.
İki cihân sultanı Burak’a binip mübarek eline Hamd
Sancağı’nı alır, Cebrâil (a.s.) sağ tarafında, Mîkâil (a.s.) sol
tarafında ve binlerce başka melek de yanlarında olduğu halde
Allâhü Teâlâ’nın vaat ettiği Makâm-ı Mahmûd’a tazîm ederek
varır. Ümmetinden buraya gelecekler hayrete düşüp şaşkınlık
geçirmesinler, Hamd Sancağını görüp sancak dibine toplan-
sınlar diye burada beklemeye başlar.
-Ya Rabbi! Bizi de bütün müslümanlarla birlikte orada top-
lananlardan eyle. Cennete girenlerden eyle.- Âmîn.
Allâh (c.c.)’un Habîbi (s.a.v.)’e diğer bütün ümmetler de
tazim gösteriler. Bu büyük bir müjdedir.
Nebi (s.a.v.) bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve
en azîzi yapan, Makâm-ı Mahmûd ile şefâat hakkını vere-
rek O (s.a.v.)’i bütün Peygamberlerden üstün kılan, ismini O
(s.a.v.)’in ismiyle yanyana yazarak, hasedci şeytanın burnunu
sürtüp, O (s.a.v.)’in şânını yücelten Allâhü Teâlâ’ya hamd-
ü-senâlar olsun. Nebi (s.a.v.), Allâhü Teâlâ’nın indinde çok
makbûldür. Allâhü Teâlâ’nın melekleri O (s.a.v.)’in yardım-
cılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O (s.a.v.)’le konuştular. O
(s.a.v.)’i sevenler dünyâda ve âhirette sevilip kurtulurlar. O
(s.a.v.)’e düşman olanlar, kovulup Cehennem’e atılırlar. Do-
ğumunun miladi sene-i devriyesi vesilesiyle, bizi Hz. Nebi
(s.a.v.)’in ümmeti yapmakla şereflendiren Allâhü Teâlâya
hâmd ederiz.
(Mustafa Darir, Siyer-i Nebî, 1.c., 243.s.)
TEVRAT’TA NEBÎ (S.A.V.)’İN ANLATILMASI
Îbn-i Asâkir Muhammed bin Hamza demiştir ki: “Büyük
dedem Abdullah bin Selâm, Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’de
çıktığını duyduğu zaman, O’nunla karşılaşmak istemiş, O’nun
yanına gitmiştir… Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kendisine:
“Sen, Abdullah bin Selâm’sın ve Yesrib (Medine) halkının
âlimisin!” buyurmuştur. Dedem de “Evet” demiştir. Peygam-
berimiz (s.a.v.) ona “Ey Abdullah, Allâh (c.c.) aşkına doğru
söyle, Allâh (c.c.)’nün Musa’ya indirdiği Tevrat’ta benim
vasfım yok mudur?” demiş. O, bu soru karşısında demiş ki:
“Yâ Muhammed! Bana Rabbinden bahset!” Tam bu sırada Ceb-
rail (a.s.) gelip: “De ki: Allah ehaddir, Allâh Samed’dir! Do-
ğurmamış ve de doğurulmamıştır! Hiçbir şey O’nun dengi
olmamıştır” meâlindeki Îhlâs Sûresinin âyetleriyle cevab ver-
mesini söylemiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) de bu âyetleri okuya-
rak cevaplamıştır. İşte bunun üzerine büyük dedem Abdullah bin
Selâm: “Şehâdet ederim ki Sen, Allâh’ın resûlüsün! Gerçekten
Allâh sana yardım edecek ve senin elinle İslâmı diğer dinlerin
üzerine çıkaracaktır. Ben senin sıfatını Tevrat’ta: “Ey Peygam-
ber, Biz Seni şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik! Sen
benim kulum, Resûlümsün! Sana el-Mütevekkil adını verdim,
sen sert ve şiddetli değilsin, sokaklarda bağırır değilsin, kötü-
lüğe iyilikle karşılık verirsin, affeder bağışlarsın… Allâh, eğri mil-
leti O’nunla doğrultmadıkça, onlar: “Lâ ilahe illallah!” Kelime-i
Tevhidi ile doğru yolu bulmadıkça; O’nun vâsıtası ile kör gözleri
açmadıkça, işitmeyen kulakları işitir hâle getirip kapalı kalbleri
açmadıkça, O’nu dünyadan âhirete göçürmeyecek, O’nu vefat
ettirmeyecektir!” şeklinde bulup okumuşumdur demiştir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Tevrat’ta kendi vasıflarına
dâir yazılanları ve ümmetinin “Ümmet-i Hammâd” (Her hâl ü
kârda Allâh (c.c.)’a hamd eden bir ümmet)” olduğunu anlattıktan
sonra: “…ve onların indileri yâni kitapları kalblerindedir… Savaş-
ta saf tuttukları gibi, namazlarında da saf tutarlar…Onlar, öz can-
larını Allâh (c.c.) yolunda feda ederek Allâh (c.c.)’nun yakınlığını
kazanırlar…Onlar, geceleri râhib, tâat ve ibâdette; gündüzleri ise
arslan kesilirler. Allâh (c.c.) yolunda canla başla cihâd ederler…”
buyurdular.
(İmâm Suyûti, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mucizeleri, 1.c., 26-40.s.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) yataklarında ihtiyacına yetecek
kadarıyla yetinirdi. Fazlasını istemezdi. Sahih-i Müslim’de
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Bir döşek er kişi için, bir döşek
hatun için, bir döşek misafir için, dördüncüsü şeytan
içindir” buyurmuşlardır. Fakat âlimler buyurmuşlar ki, bu
hadîsin mânâsı, lüzumundan fazlası kibirlenmek ve övün-
mek içindir. Bu duygu ile yapılan her iş yerilmiştir. Ayrıca
hadîste biri er, biri hatun için buyurulması hastalık ve özür-
lü zamanlarda ayrı yatmaları içindir.
Hz. Aişe (r.a.) : “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in döşeği, içi
hurma lifiyle doldurulmuş deridendi”, buyurdular. Yine
Hz. Aişe (r.a.) şöyle buyurdular: “Bir gün Ensâr hatunların-
dan biri bana geldi. Resûlullah (s.a.v.)’in döşeğini görünce
gitti ve bana içi yünle doldurulmuş bir döşek gönderdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) gelip gördü ve: “Ya Aişe bu ne-
dir” dedi. “Ensârdan bir hatun geldi senin döşeğini gördü
ve gidip bunu gönderdi” dedim.
“Ya Aişe bunu geri gönder. Vallahi eğer isteseydim
Allâh (c.c.) benimle gümüş ve altın dağlar yürütürdü”
buyurdular.
İbn Abbas (r.a.) şöyle rivayet ettiler: “Bir gün Hz. Ömer
(r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in odasına girdi ve Resûlullah
(s.a.v.)’in bir hasır üstünde yattığını ve iplerinin mübârek
vücudunda iz bıraktığını gördüler. Hz. Ömer (r.a.): “Ya
Resûlullah (s.a.v.), bir yumuşak döşek üzerine yatsaydınız
ne olurdu” dedi.
“Ya Ömer benim dünya ile ne işim vardır. Benim
dünya ile ilişkim sıcak bir günde yola çıkan ve bir ağa-
cın altında bir saat gölgelenip sonra kalkıp yoluna de-
vam eden yolcuya benzer” buyurdular.
Bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) hatunlarına: “Ben
Âişe’den başka hanginizin yorganına bürünsem bana
Cebrail (a.s.) gelmedi”, buyurdular.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhi Rahmet Nebi (s.a.v.), 1.c., 392-394.s.)
İNDİNDEKİ DEĞERİ
“Ey Peygamber, şüphesiz seni biz, bir şahit, müjde-
leyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Bakara s. 59) Allâh
(c.c.) bu âyette O (s.a.v.)’i, herkesin üstünde tutacak birçok
vasıflar vermiş, birçok rütbeler de ihsan etmiştir. Önce O
(s.a.v.)’i ümmetine karşı, Risaleti tebliğ ettiğine dair şahit tut-
muştur. (Bu pek büyük bir şereftir ve aynı zamanda sadece
O (s.a.v)’in özelliklerindendir). İnanan ve Allâh (c.c.)’nin emir-
lerine boyun eğenler için O (s.a.v.)’i bir müjdeleyici kılarken,
mâsiyet ehline karşı da bir uyarıcı ve cehennem ateşinden
korkutucu yapmıştır.
Yine bir âyette Allâh (c.c.): “Böylece sizi (ey Muhammed
(s.a.v.) ümmeti) vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır, in-
sanlara karşı, hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber
de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.” (Bakara s. 143)
buyurmuştur. Ebu-l’Hasan el-Kâbisî (r.h.) şöyle buyurmuştur:
“Allâh (c.c.) hem Peygamber (s.a.v.)’in üstünlüğünü, hem de
ümmetinin değerini bu âyette bütün insanlığa duyurmuştur”.
Bu hususta başka bir âyette Allâh (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Her ümmetten leh ve aleyhlerinde söyleyecek birer şahit
onların üzerine de Habibim seni bir şahit olarak gönder-
diğimiz zaman yahudîlerin, kâfirlerin, münafıkların halleri
nice olur?” (Nisâ s. 41) Denildi ki, Allâh (c.c.) Peygamberlere
“Tebliğ ettiniz mi?” diye sorduğunda “Evet” diyecekler, fakat
ümmetleri, “Bize ne bir müjdeci ve ne de bir korkutucu gelmiş-
tir” deyip inkâra kalkışacaklar. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in ümmeti o peygamberlerin doğru söylediklerine dair
şahit olacaklar, bizim Peygamberimiz (s.a.v.) de ümmetinin bu
şahadetini onaylayacaklardır.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “İman edenlere,
Râbleri indinde kendileri için muhakkak bir kadem-i sıdk
olduğunu müjdele!” (Yûnus s. 2) Katâde (r.h.), Hasenü’l Basrî
(r.h.) ve Zeyd b. Eslem(r.h.): “ Buradaki kadem-i sıdk’ın, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’dir, O (s.a.v.), onlara ahirette şefaat ede-
cektir” buyurdular.
(Kâdi Îyaz, Şifâ-i Şerîf, 32-36.s.)
NEBİYY-İ EKREM (S.A.V.) BİZE LÂZIM OLAN
HER ŞEYİ BİLDİRMİŞTİR
Allâh (c.c.)’un her yaptığı şeyde binlerce hikmet vardır.
Resûlullâh (s.a.v.)’e bildirdiği kadarını bildirmiştir. O (s.a.v.)
de bize lâzım olan kısmını beyân etmiştir. Bunun dışında-
kilerden de haberimiz yoktur. Eğer kıyametin vaktini bilsek
hepimiz tembellik ederiz. Onun için de Nebî (s.a.v.) bu güne
hazırlanmamızı söylemiştir. Allâh Resûlü (s.a.v.), hadislerle
sabit, çıkacak olan o zâtın özelliklerini, ismini, nereden çıka-
cağını beyan etmiştir ve Kütüb-ü Sitte’de altı hadis kitabının
üçünde de mevcut olduğu için o zâtın çıkışına inanmak Müs-
lümanlar için vacibdir.
Nebî (s.a.v.), Mehdiyy-i Âl-i Resûl için; “İsmi ismime,
yüzü de yüzüme benzeyecek. Medîne doğumlu olacak.
İsmi Abdullah’ın oğlu Muhammed, annesinin adı da Fat-
ma olacak.” diye beyan buyurmuşlardır. Bir başka rivâyette
annesinin adı için Âmine diyen de vardır. Bunların hepsini
Nebî (s.a.v.) tavsif etmiştir. Bir kere Medîneli olacaktır, Nebî
(s.a.v.)’in ahfadından olacak, sîma olarak Nebî (s.a.v.)’e
benzeyecek, ismi de Muhammed olacak, dilinde de hafif
rekâket (kekemelik) olacak. Günümüzde maalesef bu mev-
zu da sulandırılmıştır (Mehdi’nin çıkmayacağına dair) yanlış
propoganda bugün dahi yapılmaktadır ve yapanların durumu
ortadadır. Bir Müslüman eğer papaya gidip de papa efen-
di hazretleri derse; müşrikün kâfir olanlara iltifat eden, ittibâ
eden, hürmet eden, ta’zim edenlerin hükmünün ne olduğu
da fıkıh kitaplarında net bir şekilde bellidir. Allâh (c.c.) hepi-
mizi şaşmaktan şaşırmaktan muhafaza buyursun. Bizim şa-
hıslarla meselemiz yok; ama bu adamlar Müslümanları boz-
mak, ifsat etmek için kullanılmaktadır. Nebî (s.a.v.) “Fâsıkı
fıskıyla zikredin ki Ümmet-i Muhammed onlardan emîn
olsun.” buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk cümlemizi sırât-ı müstakîmden ayırmasın.
Habîb-i Edîbi (s.a.v.)’in nurlu yolunda etsin. Mahşer sabahı,
kıyâmet günü ve cennette kendisi ile komşu etsin.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 37.s.)
ALLÂH (C.C.)’ÜN NEBÎ (S.A.V.)’İ TALTİF ETMESİ
Allâh (c.c.) şöyle buyurmuştur: “Yemin ederim ki
o geceleri geri dönüp aydınlık neşreden, akıp akıp
yuvalarına giden yıldızlara, nefeslendiği dem sabaha
ki, şüphesiz o Kur’an, çok şerefli bir elçinin getirdiği
kelâmdır. Bir elçi ki çetin bir kudrete mâliktir. Arş’ın
sahibi olan Allâh (c.c.) nezdinde çok itibarlıdır. Orada
kendisine itaat olunandır. Bir emindir. Sizin sahibiniz
bir mecnun değildir. And olsun ki; sahibiniz onu apa-
çık ufukta görmüştür. O gaybden dolayı asla suçlu
da değildir. O Kur’an da taşlanmış bir şeytanın sözü
de değildir.” (Tekvir s. 15-25)
Bu Âyet-i Kerîmelerde de Peygamber (s.a.v.)’e yük-
sek pâyeler verilmiştir. Ali bin İsa (r.h.) buradaki şerefli
bir elçiden murat, Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir buyurdular.
Sonrasındaki tüm vasıflar tabiî ki O (s.a.v)’e aittir. Cenab-ı
Hakk bu sûrede kâfirlerin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yakış-
tırdıkları tüm kötü vasıflardan O (s.a.v.)’i tenzih etmek için
yeminle başlamıştır, O (s.a.v.)’i teselli etmiş, tasalanma-
masını buyurmuştur.
Yine bir âyette Allâh (c.c.): “Habibim sen, Rabbinin
nimeti sayesinde, bir mecnun değilsin.” (Kalem s. 2) bu-
yurmuştur. Bu âyet, hitab ve karşılıklı konuşmada riayet
edilmesi gereken en büyük bir nezaket kaidesini belirtir;
Allâh (c.c.) Peygamberi (s.a.v.)’i, bu ilâhî hitabına mazhar
kılarak taltif buyurmuştur. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in,
nezd-i, ilâhisinde sonsuz sevaba, bitmeyen mükâfata nail
olduğunu şöylece izah etmiştir: “Senin için muhakkak ve
muhakkak tükenmeyen bir mükâfat vardır.” (Kalem s. 3)
Sonra O (s.a.v.)’e yaptığı bağışlar, verdiği güzel ahlâk ve
tüm güzellikleri övmüş ve teyid ederek şöyle buyurmuştur:
“Hiç şüphesiz sen pek yüce bir ahlâk üzerindesin.”
(Kâlem s. 4)
(Kâdi ‘İyaz, Şifâ-i Şerîf, 43-48.s.)
HADİS-İ ŞERİF’LERDE HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)-2
“Allâh (c.c.) İbrahim’i dost, Musa’yı kurtarılmış dostu,
beni de sevgili edindi. Sonra dedi ki: İzzetime ve celâlime
yemin olsun ki habîbimi, halîlime ve neciyyime tercih ede-
ceğim.” Beyhaki, Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet etmiştir.
“Ben, diriltildiklerinde peygamberlerin efendisiyim,
Allâh (c.c.)’un huzuruna geldiklerinde öncüleriyim. Umut-
suzluğa düştüklerinde müjdeleyicileriyim. Secdeye var-
dıklarında imâmlarıyım. Huzurda toplandıklarında Allâh
(c.c.)’a en yakın olanlarıyım. Ben konuşurum, onlar tasdîk
eder. Ben şefaat ederim, onlar şefaatimi diler. Ben isterim,
onlar verir.” İbn Neccâr, Ümmu Kürz (r.anha)’dan rivayet et-
miştir.
“Ben kıyamet günü peygamberlerin tâbisi en çok ola-
nıyım. Cennetin kapısını ilk çalacak olan da benim.” Müs-
lim, Enes (r.a.) ‘dan rivâyet etmiştir.
“Ben cennette ilk şefaat edecek kimseyim. Hiçbir nebî
benim kadar tasdik edilmemiştir.” Müslim, Enes (r.a.)’den
rivayet etmiştir.
“İlk diriltilecek olan benim. Sonra Ebûbekir, sonra
Ömer, sonra Cennetetü’1-Bâkî ehli, sonra Mekke ehli.”
Tirmizî ve Hâkim, İbn Ömer (r.a.)’den rivayet etmiştir.
“Rabb’im katında benim on ismim vardır: Muhammed,
Ahmed, Ebû’l-Kâsım, Fâtih, Hatim, Mâhî, Âkib, Haşir, Ya-
sin, Tâhâ.” İbn Adiyy ve İbn Asâkir Ebû’l-Fadl (r.a.)’den rivayet
etmiştir. Fâtih; açan demektir. Efendimiz (s.a.v.)’in şu sözü de
bu isme delâlet etmektedir: “Âdem ruh ve ceset arasında
(yaradılış esnasında) iken ben nebî idim.”
“Allâhü Teâlâ beni en çok arzulanan zamanda seçmiş-
tir. Biz kıyamet günü öne geçen ilkleriz. Ve şunu iftihar
etmeksizin bildiriyorum: İbrahim halîlullah, Musa safiy-
yullah ve ben habîbullahım. Kıyamet günü livâu’l-hamd
benim yanımda olacaktır. Allah bana ümmetimi şu üç
belâdan âzâde kılacağını vadetmiştir: Kıtlık kırıp geçirme-
yecek. Düşman köklerini kazıyamayacak. Dalâlet üzere it-
tifak etmeyecekler.” Amr b. Kays (r.a.)’den rivayet edilmiştir.
(Yusuf en-Nebhanî, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, 81-103.s.)
HADİS-İ ŞERİF’LERDE HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)-1
“Cibril bana gelerek (Allâhü Teâlâ’nın şöyle buyurdu-
ğunu) bildirdi: Ey Habibim! Sen olmasaydın cenneti ya-
ratmazdım. Sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım.” Bu
hadisi Deylemî İbn Abbas (r.a.)’den rivâyeten aktarmıştır.
“Büyüklüğü Ka’be kadar olan bir melek gelerek dedi
ki: Kral nebi mi, yoksa kul nebî mi olmak istersin. Birisini
tercih et. Cibril bana Allâh (c.c.)’a karşı mütevâzi olmamı
başıyla işaret ederek bildirdi. Dedim ki: Ben kul bir nebî ol-
mayı yeğlerim. Rabb’im bu tercihimden hoşnud olup dedi
ki: Sen yerin yarılmaya başladığında ilk çıkan ve şefaat
etmeye başlayacak ilk kişisin.” Bu hadisi İbn Asâkir Âişe
(r.anhâ)’dan; İbn Abbas, İmam Ahmed, Ebû Dâvud. Tirmizî,
Nesâî ve İbn Mâce, Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet ederek ak-
tarmışlardır.
“Ben kıyamet günü Âdemoğlunun efendisiyim. İlk
açılacak kabir benimkidir, ilk şefaat edecek ve ilk şefaati
kabul edilecek olan benim.” Müslim ve Ebû Davud, Ebû Hu-
reyre (r.a.)‘den rivayet etmiştir.
“Ben temiz, sadık, ümmî nebîyim. Yazıklar olsun beni
yalanlayıp, benden yüz çevirip, bana karşı savaşana, ya-
zıklar! Ve nice büyük hayırlara ersin beni savunup, bana
yardım edip, sözümü doğrulayıp benimle beraber cihad
edene.” İbn Sa’d, Ömer b. Hibban (r.a.)’den rivayet etmiştir.
“Ben nebîyim asla yalan söylemem. Ben Abdü’l-
Muttalib oğluyum. Ben arabın en fasihiyim. Ben Kureyş’te
doğdum. Sa’d b. Bekr kabilesinde büyüdüm, nasıl dil ha-
tası yaparım.” Taberânî, Ebû Saîd (r.a.)’dan rivayet etmiştir.
“Allâh (c.c.)’a karşı en muttakiniz benim. Allâh (c.c.)’u
en iyi bileniniz de benim.” Buhârî, Âişe (r.anha) ‘dan riva-
yet etmiştir. “Ben girmedikçe cennet bütün peygamberlere
haramdır. Ve benim ümmetim girmedikçe diğer ümmetlere
de haramdır.” İbn-i Neccâr, Ömer (r.a.)’den rivayet etmiştir.
“Kıyamet günü her nebinin nurdan bir minberi olacak-
tır. Ben en parlak ve en uzun minberde duracağım.” İbn
Ebî Mansûr, Enes (r.a.)’dan rivayet etmiştir.
(Yusuf en-Nebhanî, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, 81-103.s.)
KUR’AN’IN, HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’İN
SÜNNETİNE VERDİĞİ DEĞER-1
İnsanlığın dünya ve âhiret rehberi olarak Kur’ân-ı Kerim,
onun ihtiyacı olan herşeyi göstermiştir. Bunların bir kısmına
kendi âyetleri arasında yer vermiş, bir kısmının da açıklamasını
Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e bırakmıştır. Dolayısıyla Efen-
dimiz (s.a.v.)’in beyânları, Kur’ân âyetlerinin açıklaması mesa-
besindedir.
Bu böyle iken “her mes’elede ille de Kur’an âyeti isterim’ diye
tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden nâsîbi olmamanın işa-
retidir. Bu tavır, insanı hadîsleri hafife almaya; Hz. Peygamber
(s.a.v.)’i tanımamaya götürür.
Kur’an-ı Kerim ise, bizi, mutlak olarak ‘en güzel örnek olan’
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymaya çağırmaktadır. Dini mevzuların
tamamı karşısında böyle bir hassasiyet, dünya ve âhiret rezillik-
lerinden bizi kurtaracaktır.
Özellikle son zamanlarda bir takım kimseler: “Bize Kur’ân
kâfidir. Allâh bize onu göndermiş ve sadece ona dayanmamızı
istemiş başka bir kaynakla bizi mesul tutmamıştır” deyip bile-
rek veya bilmeyerek, maksatlı veya maksatsız Allâh’ın Rasûlü
(s.a.v.)’in sünnetini devreden çıkarmaya çalışmakta; O (s.a.v.)’in
dinde hüccet oluşu, rivayetlerin sıhhati ve râvîleri hususunda
şüphe uyandırmaya gayret etmekte birtakım kimseler de Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in sünneti karşısında gevşek davranmakta
“sünnete uyulsa da olur uyulmasa da olur” gibi bir tavır sergile-
mekte ve herhangi bir konuda bir hadîs delil olarak zikredildiği
zaman da dudak bükmektedirler.
Halbuki, İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’da Yüce Allâh,
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ve O (s.a.v.)’in sünnetini çok müstesna
bir yere oturtmakta ve O (s.a.v.)’e itaati kendisine olan itâatla bir
tutmaktadır.
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere ve siz –
den buyruk sahibi olanlara itaat edin” (Nisa s. 59)
“Kim Allâh’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar,
Allâh’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddık-
larla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne
güzel arkadaştır.” (Nisa s. 69)
(Prof. Dr. Mevlüt Güngör, Kur’an’ın
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Sünnetine Verdiği Değer)
KUR’AN’DA HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)-2
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar ki, yanlarındaki
Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ümmi peygambere
uyarlar: O onlara iyiliği emreder, kötü ve çirkinden onları
alıkoyar. Güzel şeyleri onlara helâl kılar, pis şeyleri onlara
yasaklar. Sırtlarından ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki zin-
cirleri, bağları söküp atar. O’na inanan, O’nu destekleyen,
Ona yardım eden, Onunla indirilen ışığa uyan kişiler, kur-
tuluşa erenlerin ta kendileridir.” (A’raf s.157).
Allâhü Teâlâ yine şöyle buyurmuştur: “De ki! “Ey insanlar!
Ben sizin tümünüze Allah’ın Rasûlüyüm. Göklerin ve yerin
mülkü o Allah’ındır, O’ndan başka ilah yoktur. O diriltir, O
öldürür. O halde Allâh’a ve Resûlü’ne iman edin, Allâh’a
ve O’nun sözlerine inanın, O ümmî peygambere iman edip
uyun ki, doğruya ve güzele ulaşabilesiniz.” (A’raf s. 158).
“Küfre sapanlar, seni tutup bağlamaları yahut öldürme-
leri ya da yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyor-
lardı. Onlar tuzak kurarlar, Allâh da tuzak kurar. Ama Allâh,
tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (En’fâl s. 30)
Âyette Kureyş’lilerin Peygamber (s.a.v.)’e hazırladıkları
tuzak hatırlatılarak, bu tuzaktan kurtardığı için Allâh (c.c.)’ya
şükretmesi istenmektedir. Âyeti açarsak şöyle denmektedir:
Hatırla o zamanı ki, kâfirler seni bağlayarak, hapsederek, ya-
ralayarak, öldürerek veya Mekke’den sürerek etkisiz hale ge-
tirmek istemişlerdi.
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Biz onu hak ile indirdik ve
o hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. O’nun emrine uyanları güzel bir son ile müjde-
lemen, isyan edenleri ise acıklı bir azab ile uyarman için
gönderdik. Sana düşen sadece müjdelemek ve uyarmak-
tır.” (İsra s. 105)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Tâ, Hâ. Biz bu Kur’ân’ı
sana, zahmet çekesin, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ
Hâ s. 1-2) Yani kâfirler aydınlık yola gelmiyor diye üzüntüden
kendini harab etme. Senin görevin mesajı iletmekten (tebliğ-
den) ibarettir.
(Yusuf en-Nebhanî, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, 43-67.s.)
KUR’AN’DA HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)-1
Hakk Teâlâ Hazretleri Kitab-ı Kerim’inde meâlen şöyle
buyurmaktadır: “Ve unutma ki Allâh, peygamberlerden
mîsaklarını almış, şöyle demişti: Size, Kitap’tan ve hikmet-
ten nasib verdim. Sonra size elinizdekini doğrulayıcı bir
resûl geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona muhakkak
yardım edeceksiniz. Kabul ettiniz ve ağır yükümü üzerini-
ze aldınız mı? “Kabul ettik.” dediler. O halde tanık olun,
sizinle beraber ben de tanıklardanım, dedi.” (Âl-i İmran s. 81)
İbrahim (a.s.)’in İsmail (a.s.) ile birlikte, Beytullah’ın
ana duvarlarını yükselterek şöyle yakardıkları zamanı da
an: “Rabbimiz, bizden gelen niyazları kabul buyur; sen,
evet sen, Semî’sin, her şeyi çok iyi duyarsın; Alîm’sin, her
şeyi çok iyi bilirsin. Rabbimiz! Bizi, sana teslim olmuş iki
müslüman kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan müslü-
man bir ümmet oluştur. Bize ibadet yerlerimizi göster, bi-
zim tövbemizi kabul et. Sen, evet sen, Tevvab’sın, tövbemi
cömertçe kabul edersin; Rahîm’sin, rahmetini cömertçe
yayarsın.” (Bakara s. 127-128).
Peygamber (s.a.v.)’den başkası değildir, onların soyun-
dan gönderilen. Onların duâsına verilen cevab odur. Nitekim
(s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştu: “Ben babam İbrahim’in
duası, İsa’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım.”
Yine Kur’an-ı Kerim’de buyrulmuştur ki: “İşte böyle! Biz
sizi, insanlar üstüne tanık olasınız, resul de sizin üstünü-
ze tanık olsun diye, orta yolu izleyen bir ümmet yaptık.”
(Bakara s. 143).
“Hayır, Rabbi’ne yemin olsun ki iş, onların sandığı gibi
değil. Onlar, aralarında çıkan karmaşık işlerde seni hakem
yapıp verdiğin hükümle ilgili olarak, içlerinde hiçbir bu-
rukluk duymadan tam bir teslimiyete ulaşmadıkça iman
etmiş olamazlar” (Nisa s. 65). Yani, senin onlar hakkında ver-
diğin hüküm lehlerine de olsa, aleyhlerine de olsa homurdan-
madan razı olmaları, gereğini yapmaları gerekir. Sana hem
zahiri görüntüleriyle, hem de iç dünyalarında teslim olmadıkça
gerçek mü’min olmazlar.
(Yusuf en-Nebhanî, Nebi (s.a.v.)’in Faziletleri, 43-67.s.)
HABİB-İ EKREM (S.A.V.)’İNİN YÜCE VASIFLARI
Hadis-i Şeriflerinde Nebî (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu –
yururlar: “Cebrail (a.s.) geldi ve “Rabbinin adıyla oku!”
dedi. Daha sonra Cebrail (a.s.) beni, bulunduğum
yerden, düz bir yere götürdü; abdest aldı ve ben de
abdest aldım. Sonra Cibril (a.s.) namaz kıldı; ben de
O’nunla O’nun gibi iki rekat namaz kıldım. Sonra Cib-
ril (a.s.) bana : “Yâ Nebiyallah, namaz işte bu şekilde-
dir.” dedi.”
Bunun üzerine Varaka bin Nevfel’e gittiler. Ona, Nebî
(s.a.v.) Efendimiz’in durumunu anlattılar. Nebî (s.a.v.)
Efendimiz, bilâhare Varaka’ya gidince, Varaka, Nebî
(s.a.v.) Efendimiz’e: “Cibril (a.s.) sana herhangi bir kimse-
yi, Allâh’a îmân etmeğe da’vet etmeği emretti mi?” dedi.
Nebî (s.a.v.) Efendimiz de: “Hayır!” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Varaka: “Allâh’a yemin olsun ki, eğer senin
davet günlerine kadar yaşarsam, sana çok büyük destek
verir ve sana yardımcı olurum.” dedi. Fakat Varaka’nın,
Nebî (s.a.v.) Efendimiz’in davet günlerine erişmeğe ömrü
kâfi gelmedi.
İşte bu hâdise, Kureyş müşriklerinin diline düşüp ya-
yıldı. Ve müşrikler, Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e: “O,
bir deli (mecnun)” dediler de, Allâh-ü Teâlâ, işte bu Kalem
Sûresi’nin ilk beş Âyeti’yle “Habib-i Ekrem (s.a.v.)’in deli
olmadığına yemin etti.”
Allâh-ü Teâlâ, Habîb-i Edib-i (s.a.v.) Efendimiz’i taltîf
buyurup şu üç yüce vasıfla tavsîf etmiştir ki:
ni’meti sayesinde bir mecnun değilsin.”
muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükâfat var-
dır.”
siz büyük bir ahlâk üzerindesin.”
(Fahrüddin Er- Râzî (r.aleyh), Tefsîr-i Kebir Tercemesi, 22.c., 40-41.s.)
AZRÂİL (A.S.)’IN İZİN İSTEMESİ
Fahr-i Âlem (s.a.v.)’e, son günlerinde hastalandığı za-
man Cebrâil (a.s.) üç gün hâlini sormaya gelmiş hâl ve hatîr-ı
âlîlerini sormuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in irtihâl buyurduğu gün Azrâil (a.s.)
ve yanında yetmiş bin melekle beraber İsmâil nâmında henüz
yer yüzüne hiç inmemiş bir melek arza (yeryüzüne) indiler,
önde Cebrâil (a.s.) gelerek: Yâ Resûlullah, (s.a.v.) içeri girmek
için Azrâil izin istiyor, dedi. Nebî (s.a.v.) izin verdi ve Azrail (a.s.)
içeri girdi.
Nebiyyi Muhterem (s.a.v.) Efendimiz sordular: “Maksâd
ziyâret midir, yoksa kabz-ı rûh mudur? (ruhumu almak
mıdır?)”
Azrail (a.s.) “Hakk Tealâ size mûti’ olmamı (itaat etmemi)
emreyledi. Yâ Resûlullah izin verirseniz vazifemi yapacağım,
müsâade etmezseniz bırakıp gideceğim.” deyince Cebrâil (a.s.)
Nebî (s.a.v.)’e bakarak, “Allâhü Tealâ sizin likâınıza müştâkdır
(cemâlinize fazlaca istek duymaktadır) Yâ Resûlullah” dedi.
Nebi (s.a.v.), “Rabbıma kavuşmak istiyorum.” buyurdular ve
o anda ebedî âleme irtihâl eylediler.
Bütün âlim ve velîler şunda ittifak etmişlerdir ki: Fahr-i Ri-
salet (s.a.v.)’in mübarek vücud-u saâdetlerinin değdiği toprak,
Kâbe’den de, göklerden de, beyt-ül ma’mûrdan da, Sidre-i
Müntehâ’dan da, Arş-ı Âzam’dan da, daha mübarek, daha şe-
refli ve daha kıymetlidir. Şâir Nâbi, bir nâ’tında şöyle der:
Yüzün sür, her ne istersen dile bâb-ı recâdır bu.
Sakın, terk-i edebden, kûy-i mahbûb-u Hüdâdır bu,
Nazargâh-ı ilahîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.
(Ümit kapısıdır, Allah (c.c.)’nun sevgilisinin semtidir bu. Bu-
rada edebi terk etmekten sakın!)
Yâ Rabbe’l âlemîn! Bizim hatalarımızı lütfunla bağışla. Kal-
bimizi Habîb-i Edîb’in (s.a.v.)’in muhabbetiyle dirilt. Bizi râzı ol-
duğun kulların arasına kat.
“Ve sallallâhu ‘alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ muhamme-
din ve’alâ âlihî ve sahbihî ve sellim. Ve’l hamdulillahî rabbil
âlemîn.”
(İmâm Kastalânî, Mevâhibülledünnîye, 515.s.)
İKİNCİ AKABE BİATI
Bir Hacc mevsimiydi. Mus’ab (r.a.) Mekke’ye dönmüştü.
MedîneIi müşrik ve Müslümanlardan O’na refakat eden bir
kalabalık da vardı. Zilhicce ayının, büyük ihtimalle on ikinci
günü gece yarısına yakın bir saatte Hz. Peygamber (s.a.v.)
ile Akabe Mevkiinde buluşmak ve görüşmek üzere Onunla
sözleştiler.
Hepsi yetmiş üç kişi idiler. Aralarında iki tane de hanım
vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) kararlaştırılan gecenin bu sa-
atinde ve yanında yalnızca amcası Abbâs (r.a.) olduğu hal-
de bulundukları yere geldi. Abbas (r.a.), henüz kavminin dini
üzerinde bulunuyordu (daha müslüman olmamıştı.) Sadece
yeğeninin güvenliği için gelmişti ve Medînelilerden de yeğeni-
nin güvenliği için söz istiyordu.
Medîneliler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e şöyle hitâb ettiler:
“Ey Allah’ın elçisi (s.a.v.) asıl seni dinliyoruz. Kendi hakkın-
da ve Rabbinle ilgili olarak ne istiyorsan sen bize onu söyle,
gerisi önemli değil.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)
konuşmaya başladı. Kur’an-ı Kerim’den ayetler okudu ve on-
ları cesaretlendirmeye, rağbetlerini uyandırmaya çalışarak
sonunda şunları söyledi:
“Râbbimle ilgili olarak şu hususları şart koşuyorum:
Yalnızca O (c.c.)’a kulluk edeceksiniz. O (c.c.)’a asla or-
tak koşmayacaksınız. Kendim için de şunları şart koşu-
yorum: Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız
beni de öyle koruyacaksınız.”
Tam o sırada Medîneli grup içinden Ma’rur oğlu Berra
adında biri Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yaklaşarak elinden tuttu
ve şöyle dedi: “Evet, ey Allâh’ın elçisi (s.a.v.), seni insanlı-
ğa elçi olarak gönderen Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki nasıl
kendi ailelerimizi koruyorsak seni de öyle sakınacağız. He-
pimiz Resûlullah (s.a.v.)’a biât etmiş, (O (s.a.v.)’e söz vermiş
ve boyun eğmiş) bulunuyoruz. Şunu iyi biliniz ki bizler savaş
çocuklarıyız, silah erbabıyız, hepimiz askeriz ve bu geleneği
nesil nesil ecdâdımızdan devralmış bulunuyoruz.”
(Hz. Âdem’den Bugüne İslâm Tarihi, 1.c., 368-372.s.)
HÂTEM-ÜL ENBİYÂ (S.A.V.)’İN NÛRU
Habîl’i şehîd ettikten sonra Yemen’e giden Kâbil’in, ço-
cukları çoğalmıştı. Bunlar îmân etmemiş azgın bir hâlde sa-
pıklık içinde yaşıyorlardı. Şît (a.s.), Şam’dan Yemen’e gidip,
Allahü Teâlâ’nın emri üzere onları îmâna ve ibâdet etmeye
davet etti. Fakat bu kavim onun dînini kabul etmeyip, sapık-
lıklarında ısrar ettiler. Şît (a.s.) onlar ile harp etti. Bu harpte
kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemen’deki bu azgın
kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı.
Şît (a.s.) babası Âdem (a.s.) ile (veya kardeşleri ile) Kâbe’yi
balçık çamuru kullanarak taştan yaptı. Mekke’de de ikâmet
edip her yıl hacc yaptı, ömrünün dokuz yüz sene civarında
olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğinin ise iki yüz sene-
den uzun sürdüğü rivâyet edilmiştir.
Âdem (a.s.) irtihâl edeceği zaman, oğlu Şît (a.s.)’a;
“Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan
Muhammed (s.a.v.)’in nurudur. Bu nuru, mü’min, temiz ve
afîf hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!”
dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nuru Şît (a.s.)’dan sonra
oğlu Enûş’a geçmiş ve onun alnında sabah yıldızı gibi par-
lamıştı. Şît (a.s.) da babası Âdem (a.s.) gibi aynı vâsiyeti
oğlu Enûş’a yaptı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelinceye ka-
dar, bütün babalar, oğullarına böyle vâsiyet ettiler. Hepsi,
bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en afîf kız ile evlendi. Nûr,
temiz alınlardan, temiz hanımlardan geçerek, evlâddan
evlâda intikal edip asıl sahibi olan Hâtem-ül Enbiyâ (s.a.v.)
hazretlerine gelmiştir. Böylece, âdemoğulları içinde, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in nurunu taşıyan, seçilmiş bir soy vardı
ki, her asırda, bu soydan olan zâtın yüzü çok güzel ve par-
lak olurdu. Bu nur ile, kardeşleri ve diğer insanlar arasında
tanınır, içinde bulunduğu kabîle, başka kabîlelerden daha
üstün, daha şerefli olurdu. Şît (a.s.) irtihâl ettikten sonra
Âdem (a.s.)’ın yanına defnedildi. Kendisinden sonra yerine
oğlu Enûş’u halîfe tâyin etti.
(Peygamberler Tarihi Ansiklopedisi, 1.c., 50.s.)
MEDİNELİLERİN İSLAMİYETLE İLK TANIŞMASI
Mekke’de Hacc zamanı gelmiş; pazarlar, tezgâhlar kurul-
muştu. Komşu şehirlerden Arab kabîleleri Mekke’ye gelmek-
teydi. Hz. Peygamber (s.a.v), gelen çeşitli Arab kabîle men-
suplarıyla temas kurmaya çalışırken bir ara Medîneli Hazrec
kabîlesinden bir grup ile Akabe mevkîinde karşılaştı.
Onlara: “Kimlerdensiniz?” diye sorunca: “Bizler Hazrec
kabîlesinden bir grubuz” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber
(s.a.v.): “Oturmaz mısınız? Size bazı şeyler anlatacağım”
dedi. Onlar da “Elbette” diyerek oturdular. Hz. Peygamber
(s.a.v) onları Allâh (c.c.)’a imân etmeye ve müslüman olma-
ya dâvet edip Kur’ân-ı Kerîm’den ayetler okudu.
Medîneliler öteden beri, yahûdîlerle bir anlaşmazlık içi-
ne girdiler mi onların; şöyle dediğini duyarlardı: “Yakında bir
Peygamber çıkacak ve nerdeyse de çıkmak üzeredir. O’na
tabi olup O’nun izinden yürüyeceğiz ve Ad ile İrem kavimleri
nasıl öldürüldü ise biz de O’nunla birlikte size karşı sava-
şıp sizi yok edeceğiz.” Bu sözü hatırlayan ve yahûdîlerden
önce hak peygambere biât etmek isteyerek Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in davetine uydular, O’nu tasdîk ettiler ve kendilerine
aktardığı İslam’ın prensiplerini kabul ederek şöyle dediler:
“Biz öyle bir topluluğun içinden geliyoruz ki aralarındaki
düşmanlık ve fitne, hiçbir milletin arasında yoktur. Umarız ki
Allâhü Teâlâ senin vâsıtanla onların arasını bulur. Biz gidince
onlara teklifte bulunacağız. Senin emrine uymaları çağrısın-
da bulunacağız. Sana, uyacağımıza dair söz verdiğimiz bu
dînin icâblarını onlara da aktaracağız. Eğer Allâh (c.c) onları
bu dinin etrafında toplayacak olursa senden daha üstün bir
kimse bulunmayacaktır.” Sonrada seneye de akabeye gele-
ceklerine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’e söz verdiler.
Bunlar altı kişi idiler. Medîne’ye varınca bu olayı halka
anlattılar. Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında bilgi verdiler ve
onları imâna davet ettiler. İslâm dini, bir anda yayılmaya
başladı. Öyle ki Medîne’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adının
anılmadığı bir ev kalmadı.
(El-Bidaye, 3.c., 231.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN FAZİLETİ
Âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır: “Herhangi bir Peygambe-
re verilmiş bulunan bir mucize veya faziletin bir benzeri veya
onun daha büyüğü, mutlaka Peygamberimiz (s.a.v.)’e de ve-
rilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v)’in Nuh (a.s.)’a üstünlüğü aşikârdır.
Yirmi küsur sene gibi pek kısa zamanda Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz (s.a.v.)’e imân etmiş olanların sayıları yüzbinlere
varmış, insanlar ferd ferd değil, fevc fevc onun dinine gelip
Müslümân olurken; Nuh (a.s.) kavmi içinde dokuz yüz elli sene
kalmış olmasına rağmen, kendisine imân etmiş olanların sayısı
yüzü bulmamakta idi.
Hûd (a.s.)’a rüzgâr mucizesi verilmiştir. Peygamber (s.a.v.)’e
de, Hendek Gazvesi’nde rüzgârla yardım mucizesi verilmiştir.
Sâlih (a.s.)’a (dokunulması yasak) deve mucizesi verilmiş-
tir. Peygamber (s.a.v.)’e de; devenin kendisiyle konuşması ve
kendisine itaât etmesi mucizesi verilmiştir.
İsmail (a.s.)’a sabr ve metânet mucizesi verilmiştir. Fakat
Peygamberimiz (s.a.v)’in göğsünün yarılmasındaki sabır muci-
zesinin, İsmail (a.s.)’a verilen sabır mucizesinden daha büyük
olduğu ortadadır. Zîrâ İsmail (a.s.) Allâh (c.c)’nun emri istika-
metinde kurbân olmaya rızâ göstermişti, fakat kurbân edilme-
mişti. Efendimiz (s.a.v)’in bundan daha büyük bir sabır isteyen
göğsünün yarılması mucizesi ise, aynen meydana gelmiş ve
yaşanmış bir mucizedir. Yusuf (a.s.)’a verilen mucize, onun
bütün Nebî ve Resûllerden ve hatta bütün insanlardan daha
güzel olması idi. Peygamberimiz (s.a.v)’e verilmiş bulunan gü-
zellik ve cemâl ise, hiçbir kula verilmemiş derecede idi.
Yusuf (a.s.)’a verilmiş bulunan güzellik ile Peygamber
(s.a.v.) Efendimize verilmiş bulunan güzellik, eğer karşılaştırı-
lacak olursa; güzelliğin tamamının sevgili ve güzel Peygambe-
rimiz (s.a.v)’e, bunun yarısı kadarının da Yusuf (a.s.)’a verilmiş
olduğunu söylememiz gerekir. Dâvud (a.s.)’a demirin yumuşa-
tılması mucizesi verilmiştir. Kezâ Peygamberimiz (s.a.v)’e de
taşın ve kayanın yumuşatılması mucizesi verilmiştir.
(İmâm Suyûti, Peygamberimizin Mucizeleri, 340-346.s.)
RESÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZİ
ZİYARET ETMEYE DAİR HADİS–İ ŞERİFLER
“Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu.” (Dâre
Kutnî, Beyhâkî ve diğer imamlar bu hadisin “hasen” olduğunu
bildirmişlerdir) Resûlullah (s.a.v.)’i ziyâret husûsunda gelen
hadîs-i şerîflerin uydurma olduğunu iddiâ edenlerin sözlerinin
iftirâ olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Sübhânallah! Böyle
söyleyen, Allahü Teâlâ’dan ve Resûlü (s.a.v.)’den hiç hayâ
etmedi mi?
Hadîs-i şerîf’teki “Şefâatim vâcib oldu”nun manâsı;
şefâatim haktır ve mutlaka olacaktır, şefâatim lâzımdır, de-
mektir. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in bu Hadîs-i şerîf’i mutla-
ka tahakkuk edecektir. Çünkü O (s.a.v.) va’detmiştir.
Efendimiz (s.a.v.)’in şerefli kabrini ziyâret, yakınlıkların en
ileride olanı, taatlerin en fazla ümid vereni ve yüksek dere-
celere ulaşmanın yoludur. Kim bunun dışında bir inanç taşır-
sa, İslâm bağını boynundan çıkarmış; Allah (c.c.)’ya, Resûlü
(s.a.v.)’e ve yüksek âlimler topluluğuna muhâlefette bulun-
muş olur. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’i ziyâret sünnet olup bu ko-
nuda müslümanlar ittifâk hâlindedir. Ashâb-ı Kirâmdan Bilâl-i
Habeşî (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)’in kabr-i şerîfini ziyâret için,
Şam’dan Medîne-i Münevvere’ye sefer, yolculuk yapmıştır. Bu
mevzûda, Bilâl-i Habeşî (r.a.)’in bu seferi açık ve kesin delîldir.”
İbn-i Asâkir, Hz. Bilâl’in (r.a.)’in hayatını anlatırken hâdiseyi
zikretmiştir. Bunu bizzat Nebi (s.a.v.) Efendimiz tavsiye bu-
yurmuşlardır: “Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve
başka bir şey için niyeti olmasa, kıyâmet günü ona şefâat
etmemi haketmiş olur.”, “Hacc edip kabrimi ziyâret eden
kimse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur.” “Hacc edip
de, beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur.”, “Kim
beni ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.”
“Kim beni sırf Allah rızâsı için Medîne-i Münevvere’de
ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.” “Üm-
metimden bir kimse imkânı olduğu hâlde beni ziyâret et-
mezse, artık onun için mâzeret yoktur.”
(Takıyyüddin Sübki, Şifa-üs-sikam fi ziyâret-il-hayr-il-enam )
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)’E BAHŞEDİLEN
BAZI ÖZELLİKLER
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, daha Âdem (a.s.) kendi ya-
ratılışına maya teşkil eden çamurun içinde iken yaratılmış bir
peygamber idi. Ayrıca gerek Âdem (a.s.), gerekse diğer peygam-
berler ve bütün yaratıklar sadece O (s.a.v)’in hürmetine yaratıl-
mışlardır.
Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında diğer peygamberlerden
söz alınmıştır. Aynı zamanda Peygamberimiz (s.a.v.) “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” hitâbına da, herkesten ve bütün pey-
gamberlerden önce cevap verip: “Evet, Rabbimizsin!” demiştir.
O (s.a.v.)’in mübârek adı, günün beş vaktinde okunan ezan-
larda söylendiği gibi; Âdem (a.s.) zamanında ve melekût-ı âlâ’da
da söylenmiştir. Ayrıca melekler de O (s.a.v.)’i her zaman ve sa-
atte (selât ü selâmla) anmaktadırlar.
Gerek Adem (a.s.)’dan, gerekse de diğer bütün peygam-
berlerden, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sağlığına yetiştikleri
taktirde O (s.a.v.)’e iman edecekleri, O (s.a.v.)’e yardımcı olup
destekleyecekleri hakkında kendilerinden mîsâk, yani ilâhi bir
ahid ve söz alınmış olması da; sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in
büyük bir özelliğidir. Önceki nâzil olan semâvî kitaplarda, gerek
Peygamberimiz (s.a.v.)’in geleceği, gerekse de O (s.a.v.)’in üm-
metinin, ashabının ve halifelerinin bazı özellikleri de bildirilmiş ve
müjdelenmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in kalbinin, bütün ilâhi vahiy ve ilham-
lara istidatlı olması için kalbi Cebrâil (a.s.) tarafından yarılıp ame-
liyat edilmiş; nur ve hikmetle doldurulmuştur. Sırtında, tam kalbi-
nin hizasına düşecek yerde de Hâtemü’n-Nübüvvet yaratılmış;
O (s.a.v)’in mübarek kalbi bu yönden de şeytânın vesveselerine
kapalı kılınmıştır.
Hele İsrâ ve Mi’râc mucizesi, yedi kat gökler ve daha yüce-
leri kendisi için açılmış ve bir yol olmuştur. O (s.a.v.) bu gecede,
“Kâbe Kavseyn” makamına yükselmiştir. Hiçbir meleğin ve pey-
gamberin ayak basmadığı âlemlere ayak basmıştır. O gece pey-
gamberler kendisinin arkasında durmuşlar, O (s.a.v.) de onlara
namaz kıldırmıştır.
(Celâleddin es-Suyûti, Hasâisü’l Kübrâ, 353-360.s.)
MÜŞRİKLERİN AMBARGO KARARI
Kureyşliler, ailesinin Hz. Peygamber (s.a.v)’i yalnız bı-
rakmayacağını, amcası Ebu Talib’in halâ kendisini destekle-
meye devam ettiğini görünce müşrikler bir araya gelip yan-
larına Velîd bin Muğire’yi alarak Ebû Talib’e gittiler. Ona:
“Ey Ebû Talib! Bak, işte Kureyş topluluğununun en yiğit
ve en güzel delikanlısı Ammara bin Velid, al onu kendine
oğul edin. Bu delikanlı artık aklı ve gücüyle senindir. Buna
karşılık, senin ve atalarının dinine ters düşen, halkının bir-
liğini bozan, onların idealleriyle alay eden yeğenini getir de
bize ver. Onu öldürelim. İşte sana bir erkeğe karşılık bir er-
kek veriyoruz” dediler. Ebû Talib ise onlara şöyle bir karşılık
verdi:
“Benimle ne çirkin bir pazarlık yapıyorsunuz! Yedirip içi-
reyim diye bana oğlunuzu veriyorsunuz, ben de öldüresiniz
diye oğlumu size vereyim öyle mi? Allâh’a yemin ederim ki
bu ebedîyyen olacak iş değil!”
Kureyşliler bu durumu ve bununla beraber Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’e gün geçtikçe katılmaların devam ettiğini görün-
ce, ki aynı zamanda müslümanlar sığınabilecek Habeşis-
tan gibi güvenli bir ülke de bulmuşlardı, İslam dîni kabileler
arasında yayılıyordu, Ömer ve Hamza (r.a.e.) gibi Kureyş’in
tanınmışları müslüman olduktan sonra Müslümanlar daha
da güçlenmişlerdi. Kureyş’in ileri gelenleri bir araya toplanıp
bir danışma oturumu düzenlediler.
Bu oturumda, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e destek olanlara
karşı bir ekonomik ambargo kararlaştırdılar. Bunu da ya-
zılı olarak tesbît etmeyi karara bağladılar. Bu karara göre
Kureyşliler Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’na kız verme-
yecek, onlardan evlenmeyeceklerdi. Onlara hiçbir şey sat-
mayacak ve onlardan hiçbir şey satın almayacaklardı. Bu
sözleşmeye bağlı kalacaklarına dair birbirlerine güvence
verdiler ve sözleşmeyi Kâbe’nin içine astılar.
(El-Bidaye Tercümesi, 3.c., 126-149.s.;
Hz. Âdem (a.s.)’dan Bugüne İslâm Tarihi, 1.c., 310-311.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN HAK’TA SEBÂTLARI
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in güzel vasıflarının en yücesi ve
yaşadığı müddetçe bağlı kaldığı düstûr, Hakk’ta devam ve
sebât etmeleriydi. Amcası Ebû Tâlib’in kendilerini himaye
etmesinden dolayı ölümle tehdit edildiği, Kureyş tarafın-
dan korkutulduğu, Ebû Tâlib’in da’vâsından vazgeçsin diye
Resûlullâh (s.a.v.)’e yalvardıkça red ve gözyaşından başka
bir şey elde edemediği manzara. Etrafında kasırgalar kopan
iki adam ve bunların ortasında, Hakk sevgisinin, îmânda
sebâtın örneği Allah’ın Resûlü (s.a.v.)…
Resûlullâh (s.a.v.)’i, bir kere de Kâ’be yanında, Utbe
lim. Utbe: “Getirdiğin din sayesinde mal elde etmek murâd
ediyorsan, seni mallarımızla zengin yapalım. Eğer şeref
ve i’tibâr istiyorsan seni başımıza reîs yapalım. Eğer sana
gelen tutulup kurtulamadığın bir sihir ise seni iyi edinceye
kadar tedavi ettirelim.” dedi.
Utbe sözlerini bitirince Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Fussilet
Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak cevâb verdiler: – “Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Bu vahiy, yarattıklarını
rahmetiyle kucaklayan sevgiyle bağışlayan Allah’ın vah-
yidir. Öyle bir kitaptır ki hakkı bâtıldan ayırt etmiş arapça
Kur’ân’dır. Bilen (gören) insanlara gönderilmiştir. Müjdeler
verir, eğri yolun sonundan korkulur. Fakat onların çoğu,
ondan yüz çevirdikleri için O’nu hakkıyla dinlemezler.”
O’nun ruhunu dolduran Hakk, O’nun en yüce matlûbu olma-
saydı, kendisine düşman olan kavminin böylesine yumuşaması,
onların kahramanlığını tatmin etmeğe, ma’bûdlarına ve dinleri-
ne karşı başlattığı inkılâbı durdurmağa kâfi bir sebep olabilirdi.
Yüce Allah’ın Resûlü (s.a.v.) kahramanlık meydanında
hak üzere sebâtın ve insanları yalnız Allah (c.c.)’ya kul ve
kendi aralarında kardeş olmağa davetin tek örneğidir.
Not: Bu gece (22 Ramazanı 23’üne bağlayan gece)
Ankebût ve Rûm surelerini okumak çok faziletlidir.
(Misvak Neşriyat, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 53-57.s.)
NEBÎ (S.A.V.)’İN ÜSTÜN ŞEFKATİ
Nebî (s.a.v.) insanları tek olan Allah (c.c.)’ya îmâna davet et-
mek, Allah (c.c.) katından getirip teblîğ etmiş olduğu şeyleri kabul
etmelerini istemek, kavmi olan Kureyş müşriklerine karşı kendisini
barındırmalarını, korumalarını, kendisine yardımcı olmalarını talep
etmek üzere Tâif’e gitti. Ancak orada Peygamberimiz (s.a.v.)’le alay
ettiler. Köleleri toplayıp Peygamberimiz (s.a.v.)’e sövdürdüler!
Peygamberimiz (s.a.v.) onların aralarından geçerken, ayakla-
rını kaldırıp indirdikçe attıkları taşlarla yaraladılar. Peygamberimiz
(s.a.v.) üzgün bir halde, Taif’ten ayrılarak Mekke’ye yönelmişti.
Hz. Âişe (r.anhâ), bir gün Peygamberimiz (s.a.v.)’e: “Yâ
Resûlullah (s.a.v.)! Senin başına, Uhud gününden daha çetin bir
gün geldi mi?” diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v.)’de: “Senin
kavminden neler çektim neler! Hele onların yüzünden Akabe
günü çektiğim ise, çektiklerimin en çetini idi. (Taife gidip)
Kendimi Abdi Yâli’lere arz ve bana yardımcı olmalarını niyaz
ettiğim zaman, isteğimi kabul etmemiş, reddetmişlerdi. Ben
de, üzgün bir halde Mekke’ye yönelip, yüzümün doğrusuna
gittim durdum. Ancak Kamu’s-Seâlib’de kendime gelebil-
dim. Başımı kaldırıp baktığım zaman, bir bulutun beni göl-
gelemekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda, bir de ne
göreyim? Bulutun içinde Cebrâil var! Hemen bana seslendi:
“Şüphe yok ki, Allah (c.c.), kavminin sana söylediklerini
ve sana verdikleri red cevaplarını işitti de, onlar hakkında
dilediğini kendisine emredesin diye sana Dağlar Meleği’ni
gönderdi!” dedi. Dağlar Meleği bana seslendi ve selâm ver-
“Yâ Muhammed (s.a.v.)! Şüphe yok ki, Allah, kavminin
sana söylediklerini işitti. Ben Dağlar Meleğiyim! Rabbin, di-
lediğini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Şimdi, ne
dilersen, dile! Eğer onların üzerilerine iki ahşabı (dağı) kapa-
mamı dilersen dile! (Hemen kapatıvereyim!) dedi. Ben:
“Hayır! Ben onların helâk olmalarını istemem. Bilakis,
Allah (c.c.)’nun, onların sulblerinden, yalnız Allah (c.c.)’a
ibâdet edecek, O (c.c.)’ya hiçbir şeyi şerik koşmayacak kim-
seler çıkarmasını dilerim” dedim” buyurmuştur.
(Mustafa Âsım Köksâl, İslâm Tarihi, 5.c., 75.s.)
NEBÎ (S.A.V)’İN AZÎM VE CESARETLERİ
Cenâb-ı Hakk (c.c.), Kur’ân’da peygamberlerini methe-
derken onlar hakkında: “Azîm sâhibi peygamberler” bu-
yurmuştur. Peygamberlerin sonucusu olan Hz. Muhammed
(s.a.v.) bu sıfata kemâliyle lâyık ve sahip idiler. On üç sene
devam eden felâket ve haksızlık demleri O (s.a.v.)’in azim
ve cesâretini asla sarsmamıştır.
Mekke’nin ileri gelenleri Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e tatbîk
ettikleri zulüm ve haksızlıktan bıktıkları zaman, O (s.a.v.)’e,
Arabistan’ın hükümdarlığını, zenginlik ve en güzel kadın-
larını teklîf etmişler ve bu da’vâdan vazgeçmesini söyle-
mişlerdi. Onlar bütün baştan çıkarıcı va’dlerin bir fayda
vereceğini sanmışlardı. Aslında bu va’dler, en sağlam
insanı bile sarsıp, da’vâsından vazgeçirebilirdi. Fakat O
(s.a.v.), bu teklîflerin hiçbirini hoş karşılamamış, bütün bu
aldatıcı va’dlere mukavemet etmişti. Bu şartlar altında am-
caları Ebû Tâlib, kendilerini himâyeden ferâgat edeceğini
hissettirdiği zaman, gösterdikleri azim ve cesâret, insanlık
târihinde benzerine rastlanmayan bir numûnedir:
– “Amca! Bir elime ayı bir elime güneşi koysalar, ben
bu hak da’vâdan vazgeçmem!” buyurmuşlardı.
Hayâtları boyunca müşriklerle ve diğer gayr-ı müslimler-
le olan mücâhadelerinde azim ve cesâretin en güzel örnek-
lerini vermişler, orduları sayıca az olmasına rağmen büyük
sayıdaki müşrik ordularını azim ve cesâretleri sayesinde
perişan etmişlerdir.
Hz. Enes b. Sâbit (r.a.) anlatıyor: “Bizim hepimizin en
cesûru Hz. Peygamber (s.a.v.)’di. Bir gün Medîne’de düş-
manın şehre girdiği haberi yayıldı. Herkes müdâfaaya ha-
zırlandı. Fakat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) derhal hareket ederek
eyerlenmesini bile beklemeden atın sırtına atlamışlar, şeh-
rin istilâya uğradığı söylenen kısmına koşmuşlardı. Allâh
(c.c.)’nun Resûlü (s.a.v.) her tarafı teftîş ettikten sonra geri
dönerek korkanların korkusunu gidermişlerdir.
(Misvak Neşriyat, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 106-107.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN AFV VE MERHAMETLERİ
Afv ve bağışlama Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in öyle bir huyu-
dur ki, bu hususta kendilerini Kur’ân edeblendirmiştir. Cenâb-ı
Hakk (azze ve celle): “Afvı öne al, iyilikle emret, câhillerden
yüz çevir!” (A’raf s. 199) buyurmaktadır.
İntikam almağa kudreti varken affetmek Resûl-i Ekrem
(s.a.v.)’de öyle bir aynadır ki; orada temiz ruhların en güzel
şekilleri, ulvî maksat, yüce gâye, nefsin arzularının üstüne
yükselme gibi üstün vasıflar parıldar.
Hz. Hamza (r.a.)’i şehîd eden Vahşî (r.a.) anlatıyor: “Taîf ve
Mekke’nin fethinden sonra Resûlullâh (s.a.v.)’e gitmek üzere
yola çıktım. Huzûra girip Kelime-i Şahadeti getirince beni gör-
düler ve: “Sen Vahşî misin?” diye sordular. Ben de: Evet Yâ
Resûlullah (s.a.v.) dedim. O (s.a.v.) de; “Otur ve Hamza’yı
nasıl öldürdüğünü bana anlat.” buyurdular. Oturup anlattım.
“Bana yüzünü göstermeyebilir misin?” buyurdular.
Bundan sonra Nebî (s.a.v) irtihâl edinceye kadar beni gör-
memesi için Resûlullah (s.a.v.)’den gizlendim.”
Hz. Âişe (r.a.) vâlidemizin anlattığına göre, bir gün çöl
ahâlisinden biri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e gelir. O sıra-
da, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in çocuklarla olan yakın ilgisini
görüp de yadırgamış olacak ki, bedevî sorar:
– “Siz, çocuklarınızı öpüp okşar mısınız!? Biz ise, onları
kesinlikle öpmeyiz!” der. Hazreti Peygamber (s.a.v.) de, “O
halde Cenâb-ı Hakk seni şefkat hissinden mahrûm etmiş.”
cevâbını vermişlerdir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), merhamet duygusunun en
mükemmel tecellî ettiği örnektir. O (s.a.v.)’in, ümmetine olan
düşkünlüğü târif edilmez derecededir. Onların; dünyâları ile
ukbâları ile, sevapları ile günâhları ile, hastalıkları ile sağlık-
ları ile, başlarına gelenlerle ve gelecek olanlarla, kısacası her
şeyleri ile ayrı ayrı ilgilenmektedir. Bu sebepledir ki: “Benim
tasam, kederim ve bilcümle üzüntülerim, ümmetim içindir” bu-
yurmuşlardır.
(Misvak Neşriyat, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 85.s.)
EBÛ LEHEB VE KARISININ DÜŞMANLIKLARI
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil, Peygamberimiz (s.a.v)’e
düşmanlıkta aşırı gider; küfründe, inkârında ve inadında koca-
sına yardımcı olurdu. Ümmü Cemil her gece, dikenli ağaç dal-
larını toplayıp büyük demet yapar; geceleyin ayağına batsın,
yaralar açsın diye Peygamberimiz (s.a.v)’in geçeceği yollara
atar, saçardı. Peygamberimiz (s.a.v) ise, kum yığınına, ipek
üzerine basar gibi basar, geçip giderdi.
Ümmü Cemil kendisi ve kocası hakkında Tebbet sûresinin
indiğini işitince Peygamberimiz (s.a.v)’in Hz. Ebû Bekir (r.a.)
ile birlikte Kâbe Mescidinde oturduğu sırada oraya vardı. Ken-
disinin elinde bir taş bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onu
görünce, Peygamberimiz (s.a.v)’e: “Ya Resûlallah! Bu Ümmü
Cemil’dir. Eziyet edici bir kadındır. Sana doğru geliyor! Onun
seni görmesinden korkuyorum! Keşke bu kadın sana bir zarar
vermeden, eziyet etmeden kalkıp gitmiş olsaydın, bir köşeye
çekilseydin!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v): “O beni göremez!”
buyurdu. Gerçekten de, Ümmü Cemil Peygamberimiz (s.a.v)’i
göremedi! Yüce Allah ona göstermedi. O ancak Hz. Ebû Bekir’i
görebildi. Gelip, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in başına dikildi. Ona: “Ey
Ebû Bekir! Arkadaşın nerede?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir: “Ne
yapacaksın onu? Sen benim yanımda hiç kimse görmüyor
musun?” dedi. Ümmü Cemil: “Benimle alay etme! Ben senin
yanında senden başkasını göremiyorum. Bana haber verildi
ki, arkadaşın beni hicvetmiş. Vallâhi, onu bulsaydım, şu taşı
kendisinin ağzına vuracaktım!” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v)’den hoşlanmayan Kureyş müşrikleri,
Peygamberimiz (s.a.v)’in ‘Övülmüş’ mânâsına gelen Muham-
med ismini zıddına çevirerek, Müzemmem (Yerilmiş) derlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v), bunu şu hadîs-i şerîfleriyle açıklamış-
lardır: “Yüce Allah’ın Kureyş müşriklerinin sövmelerini,
lanetlemelerini benden nasıl uzaklaştırdığına şaşmaz
mısınız? Onlar müzemmem (yerilmiş) diye söver ve mü-
zemmem diye la’netlerlerdi. Hâlbuki ben Muhammed’im
(Övülmüşüm).” (Buhârî, c. 4, s. 162)
(Mustafa Âsım Köksâl, İslâm Tarihi, 4.c., 75-76.s.)
PEYGAMBER (S.A.V)’E İTAAT
Deylemî, Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet
etmiştir: “Kur’ân, kendisinden hoşlanmayana karşı zor-
dur; aşılmaz, anlaşılmaz görünür. Halbuki o, (her konu-
ve hıfzederse, Kur’ân’la birlikte hareket etmiş olur. Kim,
Kur’ân’ı ve hadîsimi hafife alırsa, dünya ve âhirette peri-
şan olur. Ümmetime sözüme yapışmalarını, emrime itaat
etmelerini ve sünnetime tâbi olmalarını emrettim. Kim,
benim sözüme râzı olursa, Kur’ân’a râzı olmuş olur.”
Çünkü Allah Teâlâ: “Peygamber size neyi verdiyse onu
alın, size neyi nehyederse ondan da vazgeçin.’’ buyur-
maktadır.’’ (Haşr s.7)
İbn Abdilberr, Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet ediyor:
“Resûlullah (s.a.v), bir gün, Ubeyy İbn Ka’b (r.a) ‘ın yanına
vardı. O, namaz kılıyordu. Efendimiz (s.a.v.): Ya Übeyy! diye
seslendi. Übeyy, namaza devam etti. Allah Resûlü (s.a.v.)’e
icâbet etmedi. Namazı hafif tutup Allah Resûlü (s.a.v.)’e dön-
dü. Allah Resûlü (s.a.v.) kendisine:
‘Ya Übeyy! Seni çağırdığımda bana icâbet etmene
engel olan neydi?’ diye sordu. Übeyy: ‘Namaz kılıyor-
dum, ya Resûlullah,’ dedi. Efendimiz (s.a.v.): ‘Sen, âyet-i
kerîme’de: ‘Size hayat veren şeye çağırdığı zaman
Allah’a ve Resûlü’ne icâbet edin,’ buyurduğunu bilmiyor
musun?’ diye sorunca, Übeyy: ‘Evet, ya Resûlallah! Biliyo-
rum, inşâallah bir daha böyle yapmayacağım’ dedi.”
Yine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Bana yüz çevirenler müstesnâ, ümmetimin hepsi
cennete girecektir” Sahabîler (r.a.e.) sordular, “Ey Allah’ın
Resûlü! Yüz çevirenler, kimlerdir?” Peygamberimiz (s.a.v.)
sözlerine şöyle devam etti, “Kim bana uyarsa cennete
girecek, bana isyan edenler, bana yüz çevirmişler de-
mektir. Sünnetime uygun olarak yapılmayan her iş is-
yandır.”
(Kâd-i Iyâz, Şifâ, 2.c., 25.s.; Ali Nasif, et-Tâc, 4.c., 123.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’DE TEVÂZÛ
“Mütevazi olmadıkça gerçek zâhid olamazsınız” buyu-
ran Hazreti Peygamber (s.a.v.), hayâtında kendisine ayrıcalık
tanımamış; çevresinden de, normal bir insana göstermeleri
gereken hürmetten farklı bir davranış içine girmelerini isteme-
miştir.
Hz. Âişe (r.a.) anlatır: “Sıradan bir erkek evinde ne ile
meşgûl olursa, Resûlullah (s.a.v.) de onlarla meşgûl olur: Evi-
nin kırık döküğünü elden geçirir, elbisesini yamar, düğmesini
diker, pabucunu tamir eder, kendine ait özel işlerini görür, evi
süpürür, hayvanlarını yemlerdi.” (Buhârî)
Enes bin Mâlik (r.a.)’den rivayet göre “Nebi (s.a.v.)’e bir ka-
dın geldi ve ona şöyle dedi: “Şüphesiz benim sana bir hâcetim
var.” Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular ki: “Şehrin hangi yo-
lunda oturmayı istersen otur. Ben de seninle otururum.”
Nebî (s.a.v.) ihtiyaç sahibi köle olsun veya kadın olsun, onların
ihtiyaçlarını görürdü.
Nebî (s.a.v.)’in kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlan-
mayışı da O’nun tevâzûyu sevmesini göstermektedir. Bununla
birlikte insanların fazilet sahibi kimseler için ayağa kalkmala-
rına engel değildir. Ashâb (r.a.e.)’in Nebî (s.a.v.) için ayağa
kalktıkları bilinmektedir.
Ömer (r.a.)’den rivâyetle: “Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular
ki: ”Hristiyanların, Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi siz
de beni övmeyin. Ben ancak bir kulum, bana Abdullah,
Allah’ın kulu ve O’nun Resûlü deyin.” (Buhârî) Yani Hristi-
yanlar Hz. İsa’yı övmede aşırı gitmişlerdi. Onu ilâh ve ilâhın
oğlu yaptılar. Siz de beni överken yalana baş vurmayın,
mübâlağaya düşmeyin, aşırı gitmeyin. Zîrâ onların gözlerini,
yaratılış delîllerini görmekten kör etmiştir buyurmaktadır.
Allah Resûlü (s.a.v.)’in Allah (c.c.)’nun kulu ve Resûlü olma-
sı, Allah’a kullukta başkasının ona eşit olmasını gerektirmez.
Zîra Allah’a kulluk, rubûbiyyeti müşahâde-görmek ve ondan
gâfil olmamaktır. Çünkü Nebi (s.a.v.), insan kemâlinin ta ken-
disi olan kulluk vasıfında, yaratılmışların en mükemmelidir.
(Muhammed Alevî Mâlikî, (r.h.), Kâmil İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), 151.s.)
TEVÂZÛDA TOPRAK GİBİ OL
Tevâzû, sözlükte boyun eğmek demektir.
Örfte, insanın, makam ve azâmetinin gereğinden çıkması,
emsalinin derecesinden inmesidir. Hakîkati araştıran âlimlere
göre, tevâzû; kulun, kendi nefsi için bir değer, bir kıymet ve
bir üstünlük görmemesi, içinde bulunduğu hâli, hak ettiğinden
daha büyük görmemesidir. Tevâzû’nun en geçerli olanı, hiç
kimseye yaltaklanmadan ve zillete düşmeden, ölçülü, tutarlı
ve itidalli bir şekilde bulunmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in
hadîs-i şerîflerinde Tevâzu üzerinde önemle durulmaktadır.
“Rahman’ın iyi kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde al-
çakgönüllü yürürler. Cahiller kendilerine takıldıkları zaman
da, onlara “selâm” deyip geçerler. Onlar mü’mînlere karşı
şefkatli ve merhametlidirler. Her zaman onları rükûda iki
büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!” (Furkan s.63)
Şeyh Sadî diyor ki: “Ey insan! Allah (c.c.) seni topraktan
yarattığı için alçak gönüllü ol. Ateş gibi hırslı, inatçı olma ve
dünyayı yakma. Korkunç ateş yükseldi, sivrildi. Toprak ise
tevâzu gösterdi. Ateş böyle yükseldiği, yani kibirlendiği için
ondan la’netlenmiş şeytan yaratıldı. Toprak alçakgönüllülük
gösterdiği için ondan da Adem (a.s.) yaratıldı.”
Ebû Zeyd (r.a.) der ki: “Kul, yaratılanlar arasında, ondan
daha şerlisi olduğunu sandıkça, o mütekebbirdir, büyüklük
taslayandır.” Ona denildi ki: “Pekiyi ne zaman mütevazi olur?”
cevâben şöyle dedi: “Kendisi için söz ve hâl hakkı görmedi-
ğinde.”
Mütevâzi, boyun eğdiği zaman kendini, yaptığının üstünde
gören kimse değildir. Mütevazi; boyun eğdiğinde kendini, yap-
tığının altında görendir. Tevâzû, bâzen Rabbinin büyüklüğünü
hissettiğinde olur. Bu gerçek tevâzûdur. Bâzen de tevâzû, ku-
lun kendi noksanlarını gördüğünde olur.
İlk tevâzû, nefsi söndüren, onu eriten benlikleri yok eden
kibir ve başkanlık tuzağını nefisten söktürür. İkinci tevâzû ise,
kulun fazilet derecelerine yükselmesini sağlar.
(Muhammed Alevî Mâlikî (r.h.), Kâmil İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), 150.s.)
İNKARCILARIN FELÂKETE UĞRAMALARI
Peygamberimiz (s.a.v.), Kureyş müşriklerinin İslâmiyeti
önlemek için her tedbire başvurmalarına bakmayarak, Yüce
Allah’ın emriyle, hiç kimseden korkmaksızın, gece gündüz,
gizli açık, halkı İslâmiyete davet ve teşvik etmekten geri dur-
mamakta idi.
Peygamberimiz (s.a.v.) müşriklerin kendisini dinlemedik-
lerini, yalanlayıp durduklarını, İslâmiyete karşı çok yavaş ve
isteksiz davrandıklarını ve sırt çevirdiklerini görünce: “Ey Al-
lah! Şunlara da, Yûsuf (a.s.)ın zamanındaki yedi (kıtlık)
yılı gibi, yedi (kıtlık azâbı) verip bana yardım et!” diyerek.
Kureyş müşriklerine bedduâ etti.
Bunun üzerine, yağmurlar kesildi. Yer kupkuru oldu, ku-
rudu! Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı
ki, herşeyi kökten kazıdı, silip süpürdü! Birçokları açlıktan
öldüler! Yiyecek birşey bulamayınca açlıktan dolayı, ölü hay-
vanların etlerini, kokmuş leşleri, derileri, kemikleri, köpekleri,
kanla deve yününden yapılan “ılhız” denilen şeyi yediler. On-
lardan biri, gökyüzüne baksa, açlıktan dolayı, ortalığı duman
kaplamış gibi görürdü.
Mekke’de kuraklık ve kıtlık son dereceyi bulunca, Ebû
Süfyân Sahr b. Harb, Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına geldi:
“Ey Muhammed! Sen kendinin rahmet olmak üzere gönderil-
diğini söylüyor Allah’a itaati akrabayı görüp gözetmeyi bize
emredip duruyorsun! Kavmin ise, kuraklık ve kıtlıktan ölüp
gitmektedirler. Onlardan bu felâketin kaldırılması için Allah’a
bir duâ ediver. Eğer sen duâ edersen, Allah da şu belâyı üze-
rimizden kaldıracak olursa, Allah’a iman edeceğiz!” diye and
içerek söz verdi. Bunun üzerine, Nebî (s.a.v.), Yüce Allah’a
duâ etti. Yağmur sularıyla sulandılar. Yüce Allah onların üze-
rinden kuraklık ve kıtlık azâbını kaldırınca, onlar eski şirkleri-
ne döndüler. Bu hususta şöyle buyurulmuştur: “Biz o azâbı
biraz açacağız, fakat siz yine döneceksiniz; amma o
büyük satvetle (tutuşla birlikte) sıkıvereceğimiz gün, her
halde biz intikam alacağız.” (Duhân s. 15-16)
(Mustafa Âsım Köksâl, İslâm Tarihi, 5.c., 28.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN GÜZEL KOKU SÜRÜNMELERİ
Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz, Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz’in giyim kuşamı ve kılık kıyafeti ile birinci de-
recede ilgilenirlerdi. Kendisi, hayatının her safhasında
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i, bulabildiği en güzel koku-
lar sürerek giydirirdi. Nitekim Veda Haccında da, zerie adı
verilen koku sürerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ihramlarını
bizzat kendi eliyle giydirmiştir. (Buhârî)
Nebî (s.a.v.) Efendimiz, günlük hayâtında, yanında
“sükke” diye tâbir edilen bir koku bulundurur ve gerektikçe
ondan sürünürdü. (Ebû Dâvud) Özellikle yolculuklarında bir-
likle götürülmesi mûtad olan eşyaları arasında bir de koku
şişesi vardır.
Hz Peygamber (s.a.v.)’in güzel koku ile ilgili davranış-
larından biri de O’nun, ikrâm edilen kokuyu reddetmemesi
idi. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Zîrâ koku, külfet-
siz bir ikrâmdır!.”(Ahmed b. Hanbel, Müsned), Nitekim bir baş-
ka münâsebetle: “Üç şey vardır ki, reddedilmez: Yastık,
güzel koku ve süt!.” buyurmaları da aynı hikmeti taşımak-
tadır. Başka bir Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: “Dünyâda
bana üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözü-
mün nuru namaz.” (El-Hakim, Müstedrek) Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz’in genel meclislerinde kâfûr veya başka tütsüler
yakılır, bu sûretle de cemaâtın istirâhatine dikkat edilirdi.
Sıcak bir günde iş sahipleri ve işçiler elbiseleriyle câmiye
gelmişler, câmi küçük olduğu için hava kokmuştu. Nebi
(s.a.v.) “Yıkanarak gelmiş olsaydınız daha iyi olurdu”
buyurmuşlardır. Ondan sonra da Cuma günleri yıkanmak
sünnet olmuştur.
Nebî (s.a.v.) turp, soğan, sarmısak, pırasa gibi fenâ
koku veren yiyeceklerin kokusundan pek hoşlanmazlardı.
Onun için de bu gibi şeyleri yiyen şahısların kokulu hal-
leriyle câmiye gelmemelerini ve herkese karışmamalarını
isterlerdi.
(Misvak Neşriyat, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 28.s.)
NEBÎ (S.A.V.)’İN UMÛMÎ ÂDETLERİ
Allah Resûlü (s.a.v.), yemeğinde, temizlenmesinde, al-
masında, vermesinde de sağ elini, bunların dışında ve ezi-
yeti gidermede de sol elini kullanırdı. Hapşırdığı zaman yüzü
kızarır, hapşırmasını gizler ve onu elbisesi ile karşılardı.
Yüce Peygamber (s.a.v.) yürüdüğü zaman, aşağıya akan
su gibi süratle gideceği yöne doğru himmet ve azimle yü-
rürdü. Bu hususda Ebû Hureyre (r.a.) şöyle diyor: “Allah
Resûlü (s.a.v.) ile bir cenazede idim, yürüdüğüm zaman o
beni geçerdi, koştuğumda ben onu geçerdim. Yürüyüşünde
Allah Resûlü (s.a.v.)’den daha hızlı yürüyen birini görmedim.
Sanki yer onun için dürülüyordu. Biz kendimizi zorluyorduk
fakat O, hiç halini bozmuyordu.”
Ashâbıyla oturduğu zaman, kalkmak istediğinde şöyle
derdi: “Ey Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih
ederim. Hamdinle tanıklık ederim ki senden başka ilâh
yoktur. Senden mağfiret diler sana tevbe ederim.” De-
vamla şöyle buyururdu: “Bu, mecliste olanların keffareti-
dir.”
Yeni bir elbise giymek istediği zaman, onu cuma günü
giyer ve giyerken de şöyle buyururlardı: “Allah’ım! Sana
hamd olsun, bana onu giydirdin, senden, daha hayırlısı-
nı ve hayır için yapılanı isterim. Elbisenin kötüsünden ve
kötülük için dikileninden sana sığınırım,”
Allah Resûlü (s.a.v.)’in gümüşten bir yüzüğü vardı.
Enes (r.a.) şöyle diyor: “Gece yatağına uzanınca misvakı,
temizlik eşyası ve tarağı yanına konulurdu. Geceleyin kalk-
tığı zaman dişlerini misvaklar ve saçını sakalını tarardı, sık
sık başını yağlar, aynaya bakar ve şöyle buyururlardı: “Yara-
tılışımı ve huyumu güzelleştiren, başkasına nisbeten iti-
dalli yaratan Allah’a hamd olsun. Hilkatimi (yaradılışımı),
düzgün ve noksansız yaratan, yüzümün şeklini sevimli
yapan, onu güzelleştiren ve beni Müslümanlardan kılan
Allah’a hamd ve senalar olsun.”
(Muhammed Alevî Mâlikî, Kâmil İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), 157-158.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN ANNE-BABASI MÜ’MİNDİRLER
Abdulah b. Abbas (r.a.) “Yakında Rabbin sana verecek de
memnun olacaksın.” (Duha s. 5) mealindeki âyette geçen Allah
Resûlü (s.a.v.)’in memnuniyetinden maksadın, “Ehl-i beytten kim-
senin cehenneme girmemesi” şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Allah Resûlü (s.a.v.)’in doğumunu kendisine müjdeleyen Sü-
veybe adlı câriyeyi azad eden Ebû Leheb’in, bu hareketinden
dolayı her pazartesi günü cehennemdeki azâbının hafifleyecek
olması, buna karşılık O (s.a.v.)’in dünyaya gelmesine vesîle olan
Ebeveyn’in cehenneme girmesi, hiçbir şekilde îzah edilemez.
Muhyiddin ibnü’l-Arabî (k.s.) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ana-
babasının sadece seçilmiş hayırlılardan değil, ebrârın (iyilerin) bü-
yüklerinden olduğunu söylemiştir.
Ebeveyn-i Resûl (s.a.v.)’in Îmânlı Olduklarını Kabul Etme-
nin Faydaları:
a- Müslümanların kalplerini rahatlatıp huzura kavuşturmak
b- Din düşmanlarının sevinmelerine engel olmak
c- Nebî (s.a.v.)’in mutlu olduğu şeyle, sevinip mutlu olmak,
d- Bunun Resûlullah (s.a.v)’in bir mûcizesi ve O (s.a.v.)’e has
bir özellik olduğunu anlamak
e- Bu durumun Resûlullah’ın (s.a.v) soyunun şerefinin bir gös-
tergesi olduğunu anlamak,
f- Resûlullah’ı (s.a.v.) memnun ve râzı edecek şeylere rağbet
ederek O (s.a.v.)’e yaklaşmak ve O (s.a.v.)’in şefaatine nail olmak.
Âlimler, Ebeveyn’i tekfir etmenin hiçbir fayda temin etmeyeceği
gibi Allah Resûlü (s.a.v.)’e ezâ etmek yönünden de lâneti gerekli
kılacağı hususuna dikkat çekmişlerdir.
Allah Resûlü (s.a.v.)’in Ebeveyni’nin dini durumunun bilinme-
mesi mü’mînlerin îmânına bir zarar vermez. Fakat onların cehen-
nemde olduklarını iddia etmek Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e eziyet verir.
Ayrıca bu durum kesin bir delîl olmayan hususta kimsenin tekfir
edilemeyeceği gerçeği ile de çelişir.
İbn Kemal (r.h.): “Müslümana yakışan nasıl olursa olsun Allah
Resûlü (s.a.v.) şerefini ihlâl edecek ifâdelerden dilini korumasıdır.
Ebeveynin müşrik olduğunu söylemekte açık bir ihlâl vardır.”
Not: Daha fazla bilgi için bkz. Tecrîd-i Sarih, 4.c., 539-551
(Abdulehad Nûri,Te’dîbü’l-mütemerrîdîn)
KUR’AN’DA NEBİ (S.A.V.)’E EDEB – IV
“Resûllullah(s.a.v.)’in huzurunda yapılan bir top-
lantıdan ancak onun izni ile ayrılın” emri: Yüce Allah
Resûlü’(s.a.v.)’e hürmet ve saygı gösterilmesi hususunda
Kur’ân’da, böyle bir özel durumu bile gündeme getirmiştir:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve peygambe-
rine (gönülden) inanmışlardır. İctimâî bir iş (görüşmek)
üzere o (Allah’ın Resûlü) ile beraber bulundukları zaman
ondan izin almadan gitmezler (Ey Muhammed), sen-
den izin alanlar, işte onlar, Allah’a ve Resûlü’ne inanan
kimselerdir.”(Nur, 62)
Görüldüğü gibi, burada Hz. Peygamber (s.a.v.)’e saygı ile
ilgili canlı bir örnek verilmektedir: Herkesi ilgilendiren toplu gö-
rüşmelerin yapıldığı bir toplantının ancak Resûlullah (s.a.v.)’in
izni ile terkedilebileceği, mü’mînlere yakışanın bu olduğu be-
lirtilerek adetâ, izin almadan orayı terkedenlerin imanlarının
tehlikeye düşeceği gibi bir îmâda bulunulmaktadır. Takip eden
âyetin sonunda da, onun emrine aykırı davrananların başla-
rına bir belânın gelmesinden veya acı bir azâba uğramaktan
sakınmaları gerektiği ihtâr edilmektedir.
Resûlullah (s.a.v.)’in dâvetine icâbet zorunluluğu: Ta-
kibeden âyette Hz. Peygamber (s.a.v.)’in çağrısına mutlaka
icâbet edilmesi istenmektedir: “Peygamber’in çağırmasını,
aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tut-
mayın (Zîrâ onun çağırmasına derhal koşmak gerekir.
Peygamber’in çağırmasına aldırmazlık edilmez.) Allah
sizden birinizin arkasına gizlenerek sıvışıp gidenleri bili-
yor. Bundan dolayı onun (Allah Resûlü (s.a.v.)’in) emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından,
yahut onlara acı bir azâbın uğramasından korksunlar.”
(Nur s. 63)
Görüldüğü gibi bu âyette de yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
saygı konusunda detaya inilmekte ve onun çağrısının diğer
herhangi bir çağrı gibi tutulmayıp mutlaka cevap verilmesi,
yerine getirilmesi, onun gücendirilmemesi gerektiği belirtil-
mekte ve aksi davranışların Yüce Allah’ın bir musibetine veya
azâbına sebep olacağı açıkça ifâde edilmektedir.
(Diyanet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 478.s.)
KUR’AN’DA NEBİ (S.A.V.)’E EDEB – 3
Yüce Allah Habîbi (s.a.v.)’e gösterilmesi gereken saygı-
yı anlatırken detaya kadar inerek şöyle buyurur: “Ey îmân
edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yük-
seltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi
onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz
farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Allah’ın elçisi-
nin huzurunda seslerini kısanlar ise öyle kimselerdir ki,
Allah onların kalplerini, takvâ için imtihân etmiş (onların
takvâya ehil olduklarını anlamıştır. Onlar için mağfiret ve
büyük mükâfât vardır. (Ey Peygamber!) Odalarının arka-
sından sana bağıranların çokları, düşüncesiz kimselerdir.
Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar beklese-
lerdi kendileri için elbette daha iyi olurdu. Allah çok ba-
ğışlayan çok esirgeyendir. “ (Hücûrat s. 2-5)
Görüldüğü gibi Yüce Allah bu âyetlerde de onun huzurun-
da onun ses tonundan daha yüksek bir sesle konuşulmama-
sı gerektiğini bildirmiş; aksi takdirde yapılan bütün amellerin
farkında olunmadan bir anda boşa gideceğini haber vermiştir.
Bu âyetlerin inmesinden sonra Ashâb (r.a.e.)’in ikinci âyette
sözü edilen imtihândan başarı ile geçmek için bu hususa çok
dikkat ettikleri ve bu emirleri hassasiyetle uyguladıkları bir
gerçektir.
Meselâ tefsîrlerde bu âyetin inmesinden sonra Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)’in Resûlullah (s.a.v.)’in huzurunda
çok alçak sesle konuştukları belirtilmiş; yaratılıştan yüksek
bir ses tonuna sahip olan Sabit b. Kays (r.a.) ise bu âyetin
inmesinden sonra “Ben cehennem ehlindenim.” deyip evin-
den çıkmamış; bunu duyan Resûlullah (s.a.v.), ses tonunun
yaratılıştan yüksek olması sebebi ile kendisinin bu hükmün
kapsamına girmediğini belirterek onu teselli etmişlerdir.
Yukarıda âyetlerde de Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i
yüksek sesle çağırmanın yanlış olduğunu beyân etmektedir.
(Türbe-i Saâdet’lerinde de sesimizi yükseltmekten ve edebe
aykırı her türlü davranıştan kaçınmalıyız!)
(Diyânet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 2003, 477.s.)
KUR’AN’DA NEBİ (S.A.V.)’E EDEB – II
Nebî (s.a.v.)’e gösterilecek saygı konusunda bir ör-
nek de bizzat Yüce Allah’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
Kur’ân’da hiçbir yerde ismi ile hitâb etmemiş olmasıdır. Di-
ğer peygamberlere (a.s.) isimleri ile hitâb bulunan pek çok
âyet-i kerîme olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a.v.)
için kullanılan hitâblar “Ey Peygamber, Ey Resûl!” gibi
hitâblardır. Bu durum bile Allahü Teâlâ’nın Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e ayrı bir değer verdiğini göstermektedir.
“Ey îmân edenler! Allah ve Resûlünün önüne geç-
meyin, Allah’dan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi
işiten ve her şeyi bilendir.” (Hucûrat s. 1)
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
itaat ve saygıda bu kadar detaya inmiş, onun önüne geçil-
memesini istemiştir. Onun önüne geçmemekten kasıt da
elbette hem söz ve hem de fiil olarak onun önüne geçme-
mektir. Bu bakımdan bu yasağa söz gelimi onun bulun-
duğu bir mecliste ortaya çıkan bir probleme ondan önce
cevap vermeye kalkışmaktan tutun da, onunla birlikte yol-
da giderken bir izin veya işâret olmaksızın onun önünden
yürümek veya sofrada ondan önce yemeğe başlamak gibi
her türlü eylem ve söz girmektedir. (Şu anda da mânevî
hayat ile sağ olduklarından, Türbe-i Saâdetleri’ne gidip
huzurlarına varıldığında da kendilerine asla sırt dönülme-
melidir.)
Yüce Allah’ın insanlara kendi içlerinden birisini ör-
nek seçerek peygamber göndermesi onlar için büyük bir
lütûftur. O’nun bütün insanlar için seçip gönderdiği son elçi
Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Ona inanmak sadece onun pey-
gamberlerden bir peygamber olduğunu kabul etmek demek
olmayıp, onu samîmi olarak sevip ona ta’zîm etmek de
gerekir. Sevgi, dışa yansıyan bir duygudur. Eğer bu sevgi
hakîki bir sevgi ise beraberinde derin bir saygıyı da getirir.
(Diyanet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 2003, 476.s.)
KUR’AN’DA NEBÎ (S.A.V.)’E EDEB – I
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sevgi, elbette ona derin bir ta’zîmi
gerektirir. Kur’ân bu konuda detaya kadar inen ilginç atıflarda
bulunmuştur. Bizzat Yüce Allâh (c.c.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
ayrı bir önem ve değer verdiğini çeşitli vesîlelerle ortaya koy-
muştur. O (s.a.v.)’in bu kadar değer verdiği bir zâta elbette say-
gı göstermek, onu incitmekten son derece sakınmak gerekir.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın Nebî (s.a.v.)’le muâmelelerde gözetile-
cek edebleri örneklerle anlatmış ve Ashâb (r.a.e.)’i uyarmıştır.
İbn-i Abbas (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) Ashâb (r.a.e.)’e evinde yemek yedirir fakat bazen
yemekten önce gelirler; yemekten sonra da kalkıp gitmezlerdi.
Hâliyle Hz. Peygamber (s.a.v.) sıkılır ama misâfirlerine de bir
şey demezlerdi. İşte böyle detay sayılabilecek bir konuda bile
Yüce Allah (c.c.) Ashâb (r.a.e.)’i uyararak şu âyeti göndermiştir:
“Ey îmân edenler! Yemeğe çağrılmadan Peygamberin ev-
lerine girmeyin, (şâyed yemek hâricinde size izin verilmiş
de girmişseniz) yemek vaktini gözetlemeyin (yemek gelsin
diye oturup durmayın. Yemeğe) davet edildiğiniz zaman gi-
rin, yemeği yeyince de dağılın. Söze dalmayın. Çünkü bu
(hareketiniz) Peygamber’e eziyet veriyor fakat o (size bunu
söylemekten) utanıyordu. Ama Allâh, hakkı söylemekten
utanmaz. Onlardan (Peygamber (s.a.v.)’in hanımlarından)
bir şey istediğiniz zaman da perde arkasından isteyin. Bu,
hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha te-
mizdir. Sizin, Allâh’ın Resûlü’ne eziyet etmeniz ve kendi-
sinden sonra onun eşlerini nikâhlamanız aslâ olmaz. Çün-
kü bu, Allah katında büyük bir (günah)tır.” (Ahzâb s. 53)
Görüldüğü gibi Yüce Allâh bu âyette de Resûlullâh (s.a.v.)’e
saygı konusunda en ince detaya kadar inmekte ve Ashâb
(r.a.e.)’in onu bilmeyerek de olsa üzmemeleri için onlara bazı
edeb konularını hatırlatmakta ve ölümünden sonra da sâdece
onun zâtına mahsûs bir hüküm olmak üzere Resûlullâh (s.a.v.)’in
eşlerinden birisi ile evlenilmesini kesinlikle yasaklamaktadır.
(Diyânet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 2003, 476.s.)
MUHADDİSLERE GÖRE NEBİ (S.A.V.) EFENDİMİZ
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ben kıyâmet günü
peygamberlerin önderi, hatîbi ve şefâatçisi olacağım. Bu
benim için bir gururlanma değil, belki Allâh’ın (c.c.) bana
vermiş olduğu nimetlerden bahsetmemdir.”
Nebî (s.a.v.) hurma ağacını yere diktiler, (ağaç) o anda bi-
tip üzerinden hurma yediler. Her nereye giderlerse taşlar ve
ağaçlar ona selâm verirdi ve (O (s.a.v.) de) onlarla konuşur-
lardı. Bütün halkı, güzel ahlâkları ile kendilerine bağlamışlardı.
Hiçbir vakit riyâ işlemediler. Bir nefes de nefislerinin arzusu-
na uymadılar. Hükmederken kimseyi kimseye üstün tutma-
dılar ve iltimâs etmediler. Fakirlik ile iftihâr ederlerdi. Süslü
ve gösterişli elbiseleri sevmezler, fakirler gibi aba giyerlerdi.
Tevâzûlarından arpa ekmeği yer, yemek yemezlerdi. Dünya-
ya “Mel’un” derler, dünya ehline meyil ve muhabbet göster-
mezlerdi. Hiç ihtilâm olmadılar, üzerlerine sinek konmadı ve
kendilerini bit, pire ısırmadı. Hakk Te‘âlâ Hazretleri, onu bütün
peygamberlere üstün yarattı. Onun için halîm bir kişiliğe ve
cömert ahlâka sahip idiler. Belâgatleri, fesâhatleri, sabırları,
(kadere) rızâları kemâlde idi. Halka karşı da şefkatli ve mu-
habbetli idiler. Bir kişi onu davet etse giderlerdi. Hasta olsalar
gidip onların hallerini sorarlardı. Vefât eden kimsenin cenaze-
sinde hazır olurlardı.
İlim ehline câhillerden fazla hürmet gösterirlerdi. Kâfirlere
ve münâfıklara asla riâyet eylemezlerdi. Kimseye sövmediler,
küsmediler, tükürmediler. Fenâlık edene iyilik ederlerdi. Bir
meclise geldikleri zaman nerede yer bulurlarsa orada oturur-
lardı. Zenginleri, zenginliği için ağırlamadılar ve dervişleri, der-
viş oldukları için hor görmediler. Elbiselerini kendileri yamar-
lardı. Hangi binek olsa binerlerdi, âr etmezlerdi. Yolda düşkün
bir kimseye rastlasalar onu hayvanına bindirirlerdi. Pazartesi
ve Perşembe, aydınlık günlerde (kamerî ayın 13., 14. ve 15.
günleri) ve aşure günlerinde oruç tutarlardı. Geceleri de ibâdet
eder, on rek’at namaz kılarlar, ondan sonra vitr namazını kılar-
lardı. Yatacağı zaman da döşeğinin yanında iki rek’at namaz
kılarlardı.
(İmam Suyûtî, Câmiü’s-Sağir, 1.c., 572-574.s.)
NEBİ (S.A.V.) SEVGİSİNİN GEREKTİRDİKLERİ
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i sevmek, ancak O (s.a.v.)’i
insanların en büyüğü olarak bilmek ve inanmakla, O (s.a.v.)’e
en büyük ta’zîm (hürmet) ve saygıyı beslemekle mümkündür.
O (s.a.v.) sevmek, yolunda yürümek ve mübârek rûhlarına
bol bol salat ü selâm okumakla, mübârek isimlerini ta’zîmle
söylemek ve mübârek isminin geçtiği zamânlarda ona selavât
getirmekle mümkündür. O (s.a.v)’i sevmek, kabri şerîferini her
fırsatta ziyâret etmekle, emirlerine ve sünneti seniyelerine
sarılmakla mümkündür. O (s.a.v)‘i sevmek, yasak ettiği şey-
lerden ölümden kaçar gibi sakınmakla, onun güzel ahlâkıyla
ahlâklanmak ve bu ahlâkı âile efradına da vermekle, iki cihâna
saâdet kaynağı olan ve O’na inen kitaba, Kur’ân’a sarılmakla
mümkündür.
O Kur’ân ki, İslâm aleminin güneşi, âhiret aleminin ha-
ritasıdır. İnsanlığı her türlü bataklıktan kurtaran ve saâdete
ulaştıran yolun hakîkî mürşidi ve rehberidir. O Kur’ân ki, in-
sanlara hem bir hüküm kitabı, hem bir duâ kitabı, hem bir
hikmet kitabı, ibretler ve kulluk kitabıdır. O Kur’ân ki, emir, da-
vet, fikir ve zikir kitabıdır. Resûlullah (s.a.v.)’i sevmek Kur’ân’ı
sevmektir. Onu sevmek, temiz Ehl-i Beyt’ini, seçkin Ashâbını
(r.a.e.), onun dinine ve şerîatına uyanları, mukaddes kitabını
ezberleyenleri, hidayetimize ve doğru yolu bulmamıza sebep
olan müçtehid imâmları, hadis râvilerini, ilmiyle amel eden
alimleri, sıddık ve şehidleri (r.a.e.) sevmekle, ve onlara uy-
makla gerçekleşebilir.
Bütün bunların Kur’ân-ı Kerîm’de ve sünnette delîller var-
dır: “Gerçekten biz, seni (ümmetine) şâhid (cennetle) müj-
deleyici, (cehennemle) korkutucu bir peygamber olarak
gönderdik ki, (siz insanlar) Allâh’a ve peygamberine îmân
edesiniz, ona yardım edesiniz ve onu büyük tanıyasınız,
Allâh’ı da sabah akşam tesbîh edesiniz.”(Fetih s. 8-9)
“Beni evlâdınızdan, babanızdan ve bütün insanlardan
daha fazla sevmedikçe hiçbiriniz îmân etmiş sayılmazsı-
nız.” (Buharî)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, 149-150.s.)
HADîS-İ ŞERîF’LERDE NEBî (S.A.V.) EFENDİMİZ
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Dün gece ümmetimin hâli bana şu odanın yanında
gösterildi. Ümmetimden her adamı, sizin arkadaşınızı tanı-
manızdan daha iyi tanıyordum…”
“Benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmeyen
şeyler bana verildi: Düşmanın kalbine düşürülen korkuy-
la yardım olundum. Yerin anahtarları (her türlü keşiflerin
anahtarları) bana verildi. Ahmed adıyla isimlendirildim.
(suyun olmadığı yerlerde) toprak benim için temizleyici
kılındı.” “Kelimelerin anahtarları, toplayıcıları ve sonuncu-
ları bana verildi. (Kur’ân-ı Kerîm)”
“Gerçekten nebîler topluluğunun üzerine belâlar ve
musîbetler kat kat verilir.”
“Her peygambere (insâflı) insanların inanacağı bir veya
birkaç tane mûcize verilmiştir. Vahiy yoluyla bana verilen
en açık mûcize ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kıyâmet günü benim
peşimden gelecek ümmetimin, her peygamberin ümmetin-
den çok olacağını umuyorum.”
“Hayatım sizler için faydalıdır. Çünkü bilmediklerini-
zi bana sorup öğrenirsiniz. Ben öldüğüm zaman vefâtım
da sizler için faydalıdır. Zîra, sizin dünyada iken, yapmış
olduklarınızın (iyi, kötü) hepsi bir bir bana gösterilecektir.
İyisini gördüğüm zaman Allâh’a hâmd ederim. Kötüsünü
görürsem sizler için istiğfâr ederim.”
“Cuma gecesi ve Cuma günü bana çok salevât okuyu-
nuz. Bu gün ve gece bana çok salevât okuyan kimse için
ben tanık ve şefaatçi olurum.”
“Allâh (c.c.)’un öyle melekleri vardır ki, kendilerine ( in-
sanların) ibâdetlerini işitme duygusu verilmiştir. Kim bana
salevât getirirse, o melekler onu bana ulaştırır. Râbbime
yalvardım ki, bana salevât getiren kuluna on tane râhmetini
ihsân eylesin.”
“Ben dört meziyetle insanlardan üstün kılılndım. Cö-
mertlikle, cesurlukla, zevcelerime karşı iyi davranmakla,
beden kuvvetiyle.”
(İmam Suyûtî, Câmi’u’s-Sağir, 1.c., 578-588.s.)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN GELİŞİNİ
MÜJDELEYEN ÂLAMETLER
Peygamber (s.a.v.)’in dedesi Abdülmuttalib şöyle anlat-
mıştır: “Evimde uyurken, bir rü’yâ gördüm ve çok korktum.
Ta’bîri için Kureyş’in kâhinine gittim. Bana bakıp; “Efendimi-
ze acaba ne oldu da yüzünün rengi değişti? Başına bir iş mi
geldi?” dedi. Rüyâmda şöyle gördüm diyerek rüyâmı anlat-
maya başladım: “Yerden göklere yükselen bir ağaç gördüm.
Dalları doğu ve batıya ulaşıyordu. O ağaçtan daha parlak bir
nûr görmedim. Güneşten yetmiş defa parlak idi. Arablar ve
Acemler ona doğru secde ediyordu. Ağacın büyüklüğü, nûru
ve yüksekliği gittikçe artıyordu. Bâzen gözden kayboluyor,
bazen açığa çıkıyordu. Kureyş Kabîlesi’nden bir kısmı bu
ağacın dallarına sarılıyordu. Bir kısmı ise o ağacı kesmeye
çalışıyordu. Onun gibisini hiç görmediğim güzel yüzlü bir
genç, gelip ağacı kesmek isteyenlere engel oluyordu. Bir
kısmının arkasından tutup çekiyor, bir kısmının da gözü-
ne ışık salıyordu. Ben o ağaçtan nasîbimi almak için elimi
uzattım ve oradaki gence, bu nûr kimlere nasîb olur, dedim.
‘Senden önce bu ağacın dallarına yapışanlar nasîblenirler’
dedi. Sonra korku ile uyandım. Ben bunları kâhine anlatın-
ca, kâhinin rengi değişti ve ‘Eğer sen bu rüyâyı gerçekten
görmüşsen, senin neslinden bir oğul gelecek, doğudan ba-
tıya kadar her yere hâkim olacak, bütün insanlar ona itaât
edecektir.’ dedi.”
Abdülmuttalib Yemen’e gitmişti. Yahudi âlimlerinden
biri onu görüp: “Hangi kabîledensin? diye sordu. Kureyş
Kabîlesi’ndenim deyince; “Hangi kolundansın?” dedi.
“Hâşimoğulları kolundanım” dedi. Bunun üzerine: “İki a’zâna
bakmama müsaade eder misin? dedi. Abdülmuttalib edeb
yerleri hariç müsaade etti. Yahudi âlimi: “Burnuna ve elle-
rine bakayım” dedi. Baktı ve şöyle söyledi:”Senin bir elinde
padişahlık ve meliklik alâmeti ve burnunda da peygamberlik
alâmeti görünüyor” dedi.
(Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (r.h), Peygamberlik Mucizeleri, 61.s.)
HABEŞ ÜLKESİNE HİCRET
Peygamberimiz (s.a.v.); Kureyş müşriklerinin, kendi
kabîlelerinden îmân edenleri dinlerinden döndürmek için hap-
settiklerini, işkencelere uğrattıklarını, işkencelerini şiddetlendir-
diklerini görünce, müslümanlara: “Siz şimdi yeryüzüne dağılın
Yüce Allâh sizi yine bir araya toplar!” buyurdu. Müslümanlar
“Ya Resûlullâh! Nereye gidelim?” diye sordular. Peygamberi-
miz (s.a.v.), Habeş ülkesinin bulunduğu yana eliyle işâret ede-
rek “İşte oraya! Habeş toprağına giderseniz iyi olur! Çünkü
orada yanındakilerin hiçbirine zulmetmeyen bir kral vardır.
Hem, orası bir doğruluk ülkesidir. Yüce Allâh içinde bulun-
duğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya
kadar, siz orada bulunun!” buyurdu.
Habeş ülkesi, hicret için, Peygamberimiz (s.a.v)’in en hoşu-
na giden yerdi. Zaten, Kureyşlilerin Habeşlilerle ticaret anlaş-
maları vardı. Habeş ülkesi, öteden beri, Kureyşlilerin ticaret için
kışın gidip geldikleri, geçimlerini bol bol sağladıkları emniyetli
bir yerdi. Bunun için, Peygamberimiz (s.a.v), Habeş ülkesine
gitmelerini Müslümanlara emretti.
Habeş ülkesine ilk hicret, nübüvvetin beşinci yılında ve
Recep ayında idi. Dinlerinden döndürülmekten korkup, dinî
bir vazife olarak Allâh (c.c.)’a doğru kaçmak üzere; kimi yal-
nız başına, kimi zevcesiyle birlikte, kimi binitli, kimisi de yaya
olarak Habeş ülkesine hicret etmek için Mekke’den gizlice yola
çıktılar. On iki erkek ile beş kadından oluşan toplam on yedi
kişilik grup, İslâm’da Habeş ülkesine yapılan ilk hicrette bulu-
nan kişilerdi. Mekke’den gizlice ayrılmış olan ilk Muhacir kafi-
lesi Şuaybe’ye varıp kavuştukları sırada, Yüce Allâh (c.c.)’un
lütfundan olmalı ki, iki tüccar vapuru gelivermiş; Muhacirleri,
Habeş ülkesine götürmek üzere, yarım altına bindirmişti. Bu
sırada Kureyş müşrikleri, Muhacirleri yakalamak için onların
arkalarına düşmüşlerdi. Onları denize kadar tâkib ettilerse de,
kaybettiler; onlara yetişemediler. Deniz sahiline vardıkları sıra-
da vapurlar Muhacirleri bindirip denize açılmış bulunduğu için,
onlardan hiçbirini yakalayamadılar. Muhacirler, Necaşî’nin ül-
kesine selâmetle varıp kavuştular.
(Mustafa Asım Köksal, İslâm Tarihi, 4.c. 166-168.s.)
NEBİ (S.A.V.)’İN KONUŞMALARI
Peygamberimiz (s.a.v.)’in konuşmaları tatlı ve te’sirli idi.
Söz söyledikleri zaman gür ve yüksek sesle, kelimeleri tane
tane söylerler, hattâ dinleyenler sözlerini ezberleyebilirler-
esnâsında başlarını yukarıya kaldırırlardı. Kimseye fenâ söz
söylemez ve kimsenin sözünü kesmezlerdi. Boş söz asla ko-
nuşmazlardı.
Hind (r.a.) “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in konuşma tarzı hak-
kında: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.), dâima düşünür ve sükûtu ter-
cih ederlerdi. Lüzum hâsıl olmadıkça konuşmazlardı. Konuş-
tukları zaman da her kelimeyi açık ve fasih olarak söylerlerdi.
Elleriyle işâret ettikleri zaman kollarını tamamen kaldırırlardı.
Bir şeye hayret edince elinin içini çevirirlerdi. Bâzen de bir
şey söylerken iki ellerini birbirlerine çırparlardı. Söz esnasın-
da latîfe ederek gözlerini öne indirirlerdi. Nadiren güler, fakat
genelde tebessüm ederlerdi.” (Tirmizi, Şemâil) demişlerdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hiddetli hallerinde de normal za-
manlarında da dâima hakkı söylerlerdi. Kendileri güzel ko-
nuşurlar ve güzel konuşmayanlara da iltifat etmezlerdi. Ko-
nuşulması ve anlatılması gereken bazı şeylere kinaye yolu
ile işâret ederlerdi. Kendileri sustukları zaman Ashâb (r.a.e.)
konuşurlardı.
Hz. Hasan (r.a) rivâyetle Hind b. Ebî Hâle’nin naklettiği
uzunca bir Hadîsi şerîften kısa bir parça naklederek konuyu
tamamlayalım:
“Fahr-i Kâinat Efendimiz, dâima hüzünlü ve her an
tefekkür hâlinde idiler. Ayrıca dinlenmeye ayırdıkları bir
vakti yoktu. Söze, Allâh’ın adını söyleyerek başlar ve yine
O’nun ismini anarak konuşmasını bitirirlerdi. Az söz ile
çok mânâ ifâde edecek şekilde konuşurlardı; cevâmi’ul-
kelim idiler. Mübarek sözlerinin hepsi bir gerçeği ifâde
ederdi. Sözlerinde ne bir fazlalık, ne de bir eksiklik olur-
hakaret ederdi.”
(Misvak Neşriyat, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Yüce Ahlâkı, 15-17.s.)
KUR’AN’DA NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ -2
“Nûn. (Ey Nebîy-yi Zîşân) Andolsun kaleme ve satır
satır yazdıklarına ki, sen Rabb’inin nimeti sayesinde, bir
mecnûn değilsin. Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfât
vardır. Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem s. 1-4)
“Kuşluk vaktine andolsun. Karanlığı çöktüğü vakit
geceye andolsun ki, Rabb’in seni terk etmedi, sana da-
rılmadı da. Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha
hayırlıdır.” (Duhâ s. 1-4)
“Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken
yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şânını yükselt-
medik mi?” (İnşirâh s. 1-4)
“Şüphesiz biz Sana Kevser’i verdik. O hâlde, Râbbin
için namaz kıl, kurbân kes. Doğrusu Sana buğzeden,
soyu kesik olanın ta kendisidir.” (Kevser s.)
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim
diye kulunu (Hz. Muhammed (s.a.v.)’i) bir gece Mescid-i
Harâm’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescîd-i
Aksâ’ya götüren Allâh’ın şânı yücedir. Hiç şüphesiz o,
hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ s. 1)
“De ki: ‘Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allâh
da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Çünkü Allâh
çok bağışlayandır, çok merhâmet edendir.” (Âl-i İmrân s. 31)
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber
gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.
O size çok düşkün, mü’mînlere karşı da çok şefkâtli ve
merhâmetlidir.” (Tevbe s. 128)
“(Habîbim) Seni, ancâk âlemlere râhmet olarak gön-
derdik.” (Enbiya s. 107)
“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Peygamberi’nin önüne
geçmeyin. Allâh’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz,
Allâh hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Hucûrat s. 1)
“Ey îmân edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesi-
nin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi,
Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına
varmadan işledikleriniz boşa gider.” (Hucurât s. 2)
KUR’AN’DA NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ -1
“Muhammed (s.a.v.), Allâh’ın Resûlüdür. Onunla be-
raber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da
merhâmetlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allâh’dan
lütûf ve hoşnûdluk istediklerini görürsün. Onların sec-
de eseri olan alâmetleri yüzlerindedir. İşte bu, onların
Tevrât’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çı-
karmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine
dikilmiş, zîrâatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allâh
kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları
böyle sağlam ve dirençli kılar. Allâh, içlerinden îmân edip
sâlih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfaat
vaad etmiştir.” (Fetih s. 29)
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Hz. Mu-
hammed (s.a.v.) haktan) sapmadı ve azmadı. O, nefis arzu-
su ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur’ân ancak kendisine
bildirilen bir vahiydir.” (Necm s. 1-4)
“Ey îmân edenler! Peygamber ile baş başa konuşaca-
ğınız zaman, baş başa konuşmanızdan önce bir sadaka
verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet
(sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allâh çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mücâdele s. 12)
“Allâh’ın, (fethedilen) memleketlerin ahâlisinden sa-
vaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allâh’a,
peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
yolda kalmışlara âiddir. O mallar, içinizden yalnız zengin-
ler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin
diye (Allâh böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne ver-
diyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin.
Allâh’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allâh’ın azâbı
çetindir.” (Haşr s. 7)
“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan,
onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir pey-
gamber gönderendir. Halbûki onlar, bundan önce apaçık
bir sapıklık içinde idiler.” (Cuma s. 2)
“(Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Hz. Muhammed
(s.a.v.)) bir mecnûn değildir.” (Tekvir s. 22)
NEBÎ (S.A.V.)’İN BİR RÜ’YÂYI ŞEREFLENDİRMESİ
Bağdat’ta attarlık yapan bir adam vardı. Esâsen Kerh’li idi. Güvenilir bir kimse olarak tanınmaktaydı, kendisini borç kuşatmış bulunuyordu. Evine kapanmış, duâ ve namâza yönelmişti. Cuma gecesi olunca, âdeti olan namâzı kıldı ve duâ edip yattı, uyudu. Rü’yâsında Resûlullâh (s.a.v.)’i görmüştü. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz ona buyurmuşlar ki:
“Aliyyü’bnü Îsâ’ya var. Ben ona, sana dörtyüz dinar vermesini emrettim. Onu al da hâlini düzelt” buyurdu. Benim üzerimde altı yüz dinar borç vardı. Vezire gittiğimde içeri girmekten engellenmiştim. Onun arkadaşı bulunan Şâfiî, dışarı çıkmıştı. Beni tanımaktaydı. Kendisine durumu haber verdim. O:
– “Vezir, seher vaktinden şu zamana kadar seni beklemektedir. Bana senden haber sordu, ben ise seni unutmuşum. Sen yerinden ayrılma” dedi ve döndü. Çabucak içeri çağrıldım. Ebü’l-Hasen Aliyyü’bnü Îsâ’nın huzûruna girdim. O, bana hitâben: – “Adın nedir?” dedi. Ben:
– “Falan isimli attarım” dedim. Aliyyü’bnü Îsâ: – “Kerh halkından mısın?” dedi. Ben:
– “Evet” dedim. O: – “Dikkat et, bize gelmekle Allâh sana olan mükâfaatını güzel kıldı. Allâh’a andolsun ki, dün geceden beri hiç uyumadım. Zîrâ Resûlullâh (s.a.v), dün gece rü’yâma şeref verdi ve “Falan oğlu falan attâra dörtyüz altın ver. Onunla durumunu düzeltsin” buyurdu. Ben:
– “Resûlullâh (s.a.v), dün gece benim rü’yâma da şeref verdi ve şöyle, şöyle söyledi” dedim. Aliyyü’bnü Îsâ ağlamaya başladı ve:
– “Bununla Resûlullâh (s.a.v.)’in yardımını ummaktayım” dedi ve devâmla: “Bana bin altın getiriniz” dedi. İstediği paraları getirdiler. Aliyyü’bnü Îsâ: – “Resûlullâh (s.a.v.)’in emrini yerine getirmiş olmak için dört yüz altın al” dedi. Altıyüz altın ise, benden sana hediye olsun” dedi. Ben: