Şiîler, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)’i kötülemekle, dolaylı olarak İslâmiyeti ve Kur’ân-ı Kerîm’i kötülemişlerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in toplanmasında herbirinin hizmeti olduğu gibi, İslâmiyeti bize ulaştıranlar da onlardır.
Muhammed Es’ad Erbilî (k.s.) Hazretlerinin “1001 Hadis-i Şerîf” adlı eserinde Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)’e saygıda son derece dikkatli olmamız gerektiğiyle ilgili yer verilen hadislerden bazıları şunlardır;
İslâm dininde inanılması zaruri olan yani İslâm akidesi dediğimiz konular, Amentüyle ifade edilen imân şartlarını toplamış olan metinde de geçtiği üzere altı ana maddeden ibarettir.
Câbir İbn-i Abdullâh (r.a.)’den rivâyetle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Kişi ile şirk ve küfrün arasında yalnız) namazı terk etmek vardır.” diye buyurmuşlardır. Namazı inkâr eden kafir olur. Bu, kesin delil ile sabittir.
6. Bir kimse ancak bir kâfirin yapabileceği bir fiili yapar ya da ancak bir kâfirden sudûr edebilecek (meydana gelebilecek) bir sözü söylerse; müslüman olduğunu ikrâr edip “La ilâhe illallâh, Muhammedur Resûlullâh” dese dahi bu fiil ve söz sebebiyle kâfir olur. Mesela, puta, güneşe veya aya secde etse, Yahudi veya Hıristiyanlarla beraber kilise ve havralara gitse, zünnar, haç gibi onlara mahsus olan kıyafetleri giyse, bu hareketleri sebebiyle kâfir olur. Kelime-i Tevhid’i ikrârına bakılmaz.
1. Bir kimse Allâh (c.c.)’un varlığını ve birliğini kabul ettiği halde Cenâb-ı Hâkk’ı ulûhiyetine yakışmayacak bir sıfat ile vasfetse kâfir olur. Meselâ, “Allâh (c.c.) Hâyy değildir, ezelî değildir, oğul edinmiştir, bazı varlıklara hulûl eder, sadece hayrın yaratıcısıdır” diyen kimseler Allâh (c.c.)’un varlığını ve birliğini kabul etmekle mü’min olmazlar. 2. Bir kimse Allâh (c.c.)’un varlığını ve birliğini kabul ettiği halde; peygamberliği veya peygamberlerden birisinin peygamberliğini kabul etmezse kâfir olur.
Emîr-ül Mü’minîn Ali (k.v.) ve Ebû Saîd ve İmrân bin Hasîn (r.a.e.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den şöyle bildirirler: “Gözlerinin ışığı hanımların efendisi, kerîmesi Fâtıma (r.anhâ)’ya: “Ey Fâtıma! Kalk! Kurbanının yanına git! Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile ömründe işlemiş olduğun her günâh mağfiret olunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini getirip, terazinin sevâblar kefesine koyarlar, yetmiş kat fazlasıyla” buyurdular.
Hz. Peygamber (s.a.v.), söz, fiil ve takrirleri ile açıklamakla görevli olduğu konuları beyân etmekteydi. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl s. 44) Hz. Peygamber (s.a.v.) bazen sözlü beyânda bulunurdu.
Resûlullâh (s.a.v.)’in “Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu” dediği rivâyet olunmuştur: “Her kim benim dostuma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilân ederim.” Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: “Ey müstakbel (benden sonraki) müslümanlar! Ashâbıma sövmeyin, sizden birinin Uhud dağı kadar altın sadaka verdiği farzedilse, bunlardan birisinin iki avuç sadakasının fazîletine, hattâ bunun yarısına erişemez.” (Buharî)
Müslüman bir kimsenin sahip olabileceği ana-babalar çeşit çeşittir. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere uygun yaşar ve evlâdına herhangi bir sorun çıkarmaz. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere kısmen uygun yaşar ve evlâdına çeşitli sorunlar ortaya çıkarır.
İmam Şafii (r.âleyh) şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.)’in, hadislerini dinlemeye, ezberlemeye ve başkalarına anlatmaya teşvik etmesi, sünnetin dinde delil oluşturmasını vurgulamaktan başka bir şey değildir. Zira hadisler; tutulması gereken helâlleri, kaçınılması gereken haramları, tatbik edilecek hadlerin (cezaların) kimlere uygulanacağını, alınacak veya verilecek bir malın düzenlenmesini içermekte ve ahiret ile dünya için öğütler vermektedir.”
Müslümanlardan bir kısmı “İslâm dini akıl ve mantık dinidir” diyerek, aklı ve düşünceyi kendilerine din ve yol gösterici olarak kabul etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı da dinin birçok vecibelerini yerine getirdikleri halde ilim zannettikleri, oysa ki hayalden öteye gitmeyen ilimleri, noksan bilgileri ve maddeci akıllarıyla, başta müçtehid imâmları, selef ve halef ulemasını beğenmemekte ve onları taklid etmeyi büyük bir eksiklik saymaktadırlar.
Hişam b. Urve, babasından; onun da Hz. Ömer (r.a.)’den naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Bir kimsenin namaz kılması ve oruç tutması sakın ola ki seni aldatmasın! Her dileyen namaz kılabilir, oruç tutabilir amma, emanete riayet etmeyen kimsenin dini yoktur.”
Allâh (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)’i tüm varlığımızdan daha fazla sevmemiz gerekmektedir. Nebi (s.a.v.) Efendimizi ne derece sevmemiz gerektiğini Cenâb-ı Hâkk; “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır. …” (Azhâb s. 6)
Allâhü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hayır; Râbbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” (Nisa s. 65)
Kur’ân’da her şeyin açıklaması bulunmaktadır. Gerçek anlamda onlara vâkıf olan, şeriatın tamamını ihâta etmiş olur ve hiçbir konuda sıkıntıya düşmez. Buna şu Kur’ân nassları delâlet eder: “Bugün size dininizi tamamladım.” (Mâide s. 3)
Ashâb-ı Kiram (r.a.e.) Resûlullâh (s.a.v.)’in gözleri önünde Allâh (c.c.) düşmanlarına karşı cihad ettiler, ilk müslümanlardan oldular. Ashâb (r.a.e.)’in fazîletini ancak onların hayatlarını düşünen, Resûlullâh (s.a.v.) hayatta iken ve onun vefâtından sonra izledikleri yolu, çalışmalarını, dini yayma, Allâh kelimesini (İ’lâ-yı kelimetullâh), farzları ve sünnetleri öğretmek hususunda gösterdikleri üstün gayretleri derin derin tefekkür eden kimseler bilir.
Resûlullâh (s.a.v.) vedâ haccı esnasında insanlara bir hutbe verdi. Buyurdu ki: **“Muhakkak size bıraktığım şeylere sımsıkı sarılırsanız asla delâlete düşmezsiniz. Bu şeyler de iki emirdir; Allâh (c.c.)’un Kitabı Kur’an ve Nebinizin sünnetidir.
Hâkk Teâlâ hazretleri Kur’an-ı Kerim’de; **“Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.
Namaz, hicretten bir buçuk sene evvel İsrâ gecesi her mükellef üzerine farz kılınmıştır. İslâm’ın, imândan sonraki en önemli emridir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz yedi yaşına girmiş olan çocuklara emredilmesini, on yaşına girdiklerinde üzerlerine daha çok düşerek namaz kılmalarının sağlanmasını hatta bunun için hafifçe dövülebileceklerini buyurmuştur.
Allâhü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Onun (peygamberin) buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azâba uğramaktan sakınsınlar.” (Nûr s. 63) “Kim peygambere itaat ederse Allâh (c.c.)’a itaat etmiş olur.” (Nisa s. 80)