Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâleminden yayınlamaya devam ediyoruz: Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı
“Sana Allâh (c.c.)’dan ittikâ etmeyi, O (c.c.)’e itaati, insanlara ezâ vermemeyi tavsiye ederim. Buna bilhassa Haremeyn-i Şerîfeyn’de dikkat edesin. Herkes seni gıybet etse bile, sen kimseyi gıybet etme. Nefsin için kimseden dünya malı alma.
İslâm’dan habersiz olarak, müsteşrik kafasıyla ona yaklaşan ve çirkin yalanları ve iftiralarıyla İslâm tasavvufuna saldıranlara aslında pek diyeceğimiz yok. Ancak bir de şeriat adına tasavvufa karşı çıkanlar var ki, asıl sakat görüşler bu tür zümrelerden gelmektedir.
Allâh (c.c.)’un zikri ile vakit geçiriyor, beş vakit namazı tertemiz oldukları halde cemâate devam ederek kılıyorlar. Böylesine güzel ve iyi davranışlarda ve Cenâb-ı Hâkk’ın razı olacağı amellerde bulunmak aklen, örfen, hikmeten ve şer’an suç mudur? Bu hâllerin hangisi şeriata aykırıdır?
Mevlânâ (k.s.) Hazretleri, Halep’te El-Halâviyye ve Şam’da El-Makdisiyye Medresesi’nde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddin bin Adîm, Sadreddîn-i Konevî (k.s.) gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddin (k.s.), Şam Medresesi’nde zaman zaman Hızır (a.s.) ile görüştü.
Tasavvuf yoluna giren kişinin mürşid-i kâmile olan ihtiyacı ve mürşidin misâli, denizde boğulmakta olan kişinin, kendisini boğulmaktan kurtarması, sanatında yüzme işinde iyi ve kamil bir yüzücüye olan ihtiyacı gibidir.
Bir müslüman her gün kendi kendine; o gün kaç vakit namazı camide kıldığını, bilmeden de olsa yalan söyleyip söylemediğini, kimseyi kandırıp kandırmadığını, İslâm’a muhalif bir şey yapıp yapmadığını sorması gerekir.
İnsanın, bedenine zarar verecek şeylerden sakınacak kadar tıb ilminden bilmesi müstehâbdır. Çünkü tıb ilmi, bedenin sıhhatini muhâfazaya yardımcıdır. Dînî ve dünyevî ilimlerin tahsîli de ancak sıhhat olduğu vakit mümkün olur.
Kişilerin derece ve makâmlarını bilen Allâhü Teâlâ olduğu için mensup olduğu zatın makâmını tayin etmek ve tahmîini olarak falan zat kutb-u zamandır veya gâvsdır demek doğru değildir. Bir şey hakkında âyet, hadîs vârid olmamış ve icmâ-ı ümmet de yoksa onun hakkında hüküm yürütmek hele “falan zât her hâlimizi ve kalbimizden geçen her şeyi biliyor” demek asla câiz değildir.
Velî dost demek olup Allâh (c.c.) dostlarına velî denilir. Velînin çoğulu evliyadır. Ehl-i sünnet itikâdına sahip olup, günâhlardan sakınan, tâat ve ibâdete devam eden, farz ve vâciplerden başka imkânı olduğu kadar nafile ibâdetlere de devam eden, kötü ahlâktan sakınıp güzel bir ahlâka sahip olan ve insanları üzüp kırmayan, başkalarının mal, ırz, namus ve canlarına zarar vermeyen Allâh kulları birer evliyadır.
Azim ve çalışkanlık, çocukluklarından beri Muhterem Ömer Öztürk’ün öne çıkan vasıfları olmuş, bu sayede yöneldikleri her işte -biiznillâh- muvâffak olmuşlardır.
Kendileri hâlen Medine-i Münevvere’de “Bâb-ı Sıddık’ın Hadimi” olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e yol göstermeğe ve senede iki kez Türkiye’ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşayan büyük velilerdendir. Anadolu’nun dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal müessesesi olan ve kendisinin de bağlı olduğu “Ahîlik teşkilâtı” ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü.
son devrin mânevîyat büyüklerinden Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) da kadınları, kocaları vasıtası ile irşâd etmiş, onlara hiçbir zaman toplu veya tek tek sohbet yapmamıştır. Kadınlara zikir telkinini de kocaları vasıtasıyla yapmıştır. Bu usül, mânevîyat ehlinin yoludur.
Söylenen söz ancak O (s.a.v.)’in sözüne uyuyorsa muteberdir.”
“Peygamberlerden sonra insanların en akıllısı Hz. Ebûbekir (r.a.)’dir. Çünkü Nebî (s.a.v.)’in yolunda her şeyini fedâ etmiştir.”
Allâhü Teâlâ’nın emrine tâbi olduktan sonra Nefsin yola gelir, halkı arkaya at. Dünyalık kötü işleri bir yana it. Mevlâ’yı her şeyden önce an. Hikmet lokmalarını ye. Bunları yapmaya muvaffak olduğun zaman ağzından çıkan şeylere dikkat et
Râbıtadan gâye; müridin kalbinden gaflet ve karanlığın kovulması iken, kendi kalbinden gaflet ve karanlığı kovamayanlar, nefislerine râbıta ettirmekle onların gaflet ve zulmetlerini nasıl giderebilirler?
Resûlullâh (s.a.v.)’e bir kimse gelip: “Ya Resûlullâh! Dünyâda insanların en zâhidi kimdir?” diye suâl ettiğinde Resûlullâh (s.a.v.) cevaben: “Kabri ve belâyı unutmayan, dünyâ ziynetini terkeden, bekâyı fâniye tercih eden, yarını günlerinden saymayan ve kendisini mevtâdan sayan kimsedir.” buyurmuşlardır.
Tasavvuf, ilim ve âmelle Allâhü Te’âlâ’nın rızâsını ve O (c.c.)’un teveccühünü kazânmaya ve bu manâda O (c.c.)’a yaklaşmaya ve yakın olmaya çalışmaktır. Tasavvuf fıkhın bir şubesidir. Çünkü fıkıh, İmâm A’zam Ebû Hanife (r.a.)’in tarif ettiği gibi, “Nefsin yani insanın kendisinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, helâl ve haramları, sevâp ve günâhları bilmesidir.”
Bunu ben şöyle formüle ediyorum; “Adı şeyh olanların yüzde doksanı şeyh değildir.” Şeyh olmak için bir şeyhin yanında yetişeceksin. Şeyhin seni bu işle görevlendirmiş olacak. Şu anda şeyh olanların büyük kısmı böyle bir terbiyeden geçmemiş. Bitirenlere de şeyhi böyle bir yetki vermemiş. Filanca şeyh efendiyi hasbelkader görmüş. Bir zamanlar hasbelkader onun tekkesine uğramış. O şeyh efendi ölünce “Halife benim” diyor. “Sen halife değilsin” diyen resmi bir makâm da olmadığı için problem büyüyor.
Akıllı kişinin yapması gereken Resûlullah (s.a.v.)’in “Allâh (c.c.)’u çokça zikreden kişiler […]