Allâhü Teâlâ’nın emrine tâbi olduktan sonra Nefsin yola gelir, halkı arkaya at. Dünyalık kötü işleri bir yana it. Mevlâ’yı her şeyden önce an. Hikmet lokmalarını ye. Bunları yapmaya muvaffak olduğun zaman ağzından çıkan şeylere dikkat et
Râbıtadan gâye; müridin kalbinden gaflet ve karanlığın kovulması iken, kendi kalbinden gaflet ve karanlığı kovamayanlar, nefislerine râbıta ettirmekle onların gaflet ve zulmetlerini nasıl giderebilirler?
Resûlullâh (s.a.v.)’e bir kimse gelip: “Ya Resûlullâh! Dünyâda insanların en zâhidi kimdir?” diye suâl ettiğinde Resûlullâh (s.a.v.) cevaben: “Kabri ve belâyı unutmayan, dünyâ ziynetini terkeden, bekâyı fâniye tercih eden, yarını günlerinden saymayan ve kendisini mevtâdan sayan kimsedir.” buyurmuşlardır.
Tasavvuf, ilim ve âmelle Allâhü Te’âlâ’nın rızâsını ve O (c.c.)’un teveccühünü kazânmaya ve bu manâda O (c.c.)’a yaklaşmaya ve yakın olmaya çalışmaktır. Tasavvuf fıkhın bir şubesidir. Çünkü fıkıh, İmâm A’zam Ebû Hanife (r.a.)’in tarif ettiği gibi, “Nefsin yani insanın kendisinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, helâl ve haramları, sevâp ve günâhları bilmesidir.”
Bunu ben şöyle formüle ediyorum; “Adı şeyh olanların yüzde doksanı şeyh değildir.” Şeyh olmak için bir şeyhin yanında yetişeceksin. Şeyhin seni bu işle görevlendirmiş olacak. Şu anda şeyh olanların büyük kısmı böyle bir terbiyeden geçmemiş. Bitirenlere de şeyhi böyle bir yetki vermemiş. Filanca şeyh efendiyi hasbelkader görmüş. Bir zamanlar hasbelkader onun tekkesine uğramış. O şeyh efendi ölünce “Halife benim” diyor. “Sen halife değilsin” diyen resmi bir makâm da olmadığı için problem büyüyor.
Akıllı kişinin yapması gereken Resûlullah (s.a.v.)’in “Allâh (c.c.)’u çokça zikreden kişiler […]
Mevlânâ Celâledddîn-i Rûmî (k.s.), her şeyden önce olgun, âlim ve velî bir Müslümandır. Hz. Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer.
Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Haftada üç gün, halka vâaz ederdi. Vâazında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham ve kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı.
ünyâ hayatını Nebîyi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki biizni’llâh neticeye ulaşsın.
lk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.), yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.), bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler.
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâleminden yayınlamaya devam ediyoruz:
Tasavvuf konusunda şerîat ve hükümlerinin değerini bilmeyen, şerîat ile amel etmeyen kişiden yüz çevirmek lâzımdır. Çünkü o (şerîat ilimlerini, hükümleri ve hikmetlerini bilmeyen kişi) kısırdır. Mânevîyattan yoksun ve irşâd derecesine yükselmeyen “müteşeyyih” (sahte şeyhe) bağlanan müritlerin çalışmaları da sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
Tarîkat şeyhleri ve hakikat meydanlarının süvarileri sizlere diyorlar ki; “Bilgelerin (âlimlerin) eteklerine sarılınız.” Size, felsefeye dalınız demiyorum. Fıkhı derinlemesine öğreniniz diyorum.”
Ebû’d-Derdâ (r.a.) der ki: “Allâh’ın, peygamberlerin yerine geçen ebdâl adlı bazı kulları vardır ki, onlar, yeryüzünün sütunlarıdır. Peygamberlik sona erince Allâh (c.c.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmetinden bazı kimseleri peygamberlerin yerine geçirmiştir.
Zikir meclislerini, duâları ve evrâd okumayı “tembellik çağının ürünü” olarak gören bir zihniyet, maalesef ülkemizde de mevcuttur. Halbuki, bu ibâdetlerin tamamı Sahâbe (r.a.e.) Efendilerimiz’den rivâyet edilmiştir ve Asr-ı Saâdet müslümanlarının âmellerindendir.
Muhakkak bilmen gerekir ki yaptığın her hareketinden dolayı kalbinde, seninle öbür dünyaya giden, senin benzerin bir sıfat meydana gelir. Bu sıfata ahlâk denir.
Yüce Allâh’ın sâlih kullarını, takvâ sahibi ilim adamlarını tanımak, onlarla dostluk kurmak, hayatta olanlarının kendilerini, ölmüş olanların da kabirlerini ziyâret etmek de, Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’i sevmenin özelliklerindendir. Buna dair kitap ve sünnette pek çok delil vardır. Ehl-i Sünnet’in önce ve sonra gelen alimleri bunda ittifâk etmişlerdir.
Ahmed Yesevi (k.s.) hazretleri Türkistan’da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi, Ahmed Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, diye tanınır. Ahmet Yesevi (k.s.), sahte şeyhlerin ilk ve temel özelliklerini onların şeriat bilgisinden mahrum olmalarını gösterir. Aynı tespiti bütün tasavvuf ehli onaylamaktadır.
Hâkk yolunun yolcusu, Hâkk (c.c.)’a vâsıl olmak için Hâkk neyi emretmişse ona sımsıkı sarılmalı, zahirî hallere aldanmamalı, nefsinin hilelerine ve bu gibi câhillerin sözlerine kanmamalı, her an uyanık ve dikkatli bulunmalıdır. Hâkk yolu inceden ince, dikden dikdir. İnsanların en câhili, nefsinin sıfatlarını gördüğü ve bildiği halde, vaktini boşa harcayıp onları ıslâh ederek Hâkk’a vâsıl olmağa çalışmayandır.