Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı.
Üstâdına olan muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarî-kat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı.
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.), yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.), bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler.
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâleminden yayınlamaya devam ediyoruz: Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı
İslâm düşmanları, İslâm’ı dışarıdan yıkmak için on asır uğraştılar. Birçok haçlı seferleri düzenlediler. Yüz binlerce insan önlerinde papaları, papazları olduğu hâlde İslâm’a silâh çektiler. Ancak neticede bir muvaffâkiyet elde edemediler.
Nebî (s.a.v.): “Mukadderatını bir kadının eline teslim eden milletler felâh bulmaz.” buyuruyor. (Buhari) Bu kadını aşağılamak değildir, kadının o işe ehil olmadığını beyân buyurmasıdır.
Allâh (c.c.) bir kuluna hayır murad edince, onu dinde fakih kılar. Yani o kuluna dînin hükümlerini öğrenmeye istîdad verir. Ona kuvvetli hafıza, anlayış verir. Onu dünyaya tapmaktan korur. Ayıplarını gözlerinde canlandırır. Yani yaptığı kusurun derhâl farkına varıp tevbe eder.” (Beyhakî)
Allâh (c.c.)’un zikri ile vakit geçiriyor, beş vakit namazı tertemiz oldukları halde cemâate devam ederek kılıyorlar. Böylesine güzel ve iyi davranışlarda ve Cenâb-ı Hâkk’ın razı olacağı amellerde bulunmak aklen, örfen, hikmeten ve şer’an suç mudur? Bu hâllerin hangisi şeriata aykırıdır?
Bir müslüman her gün kendi kendine; o gün kaç vakit namazı camide kıldığını, bilmeden de olsa yalan söyleyip söylemediğini, kimseyi kandırıp kandırmadığını, İslâm’a muhalif bir şey yapıp yapmadığını sorması gerekir.
İnsanın, bedenine zarar verecek şeylerden sakınacak kadar tıb ilminden bilmesi müstehâbdır. Çünkü tıb ilmi, bedenin sıhhatini muhâfazaya yardımcıdır. Dînî ve dünyevî ilimlerin tahsîli de ancak sıhhat olduğu vakit mümkün olur.
Azim ve çalışkanlık, çocukluklarından beri Muhterem Ömer Öztürk’ün öne çıkan vasıfları olmuş, bu sayede yöneldikleri her işte -biiznillâh- muvâffak olmuşlardır.
Kendileri hâlen Medine-i Münevvere’de “Bâb-ı Sıddık’ın Hadimi” olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e yol göstermeğe ve senede iki kez Türkiye’ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin.
son devrin mânevîyat büyüklerinden Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) da kadınları, kocaları vasıtası ile irşâd etmiş, onlara hiçbir zaman toplu veya tek tek sohbet yapmamıştır. Kadınlara zikir telkinini de kocaları vasıtasıyla yapmıştır. Bu usül, mânevîyat ehlinin yoludur.
Söylenen söz ancak O (s.a.v.)’in sözüne uyuyorsa muteberdir.”
“Peygamberlerden sonra insanların en akıllısı Hz. Ebûbekir (r.a.)’dir. Çünkü Nebî (s.a.v.)’in yolunda her şeyini fedâ etmiştir.”
Râbıtadan gâye; müridin kalbinden gaflet ve karanlığın kovulması iken, kendi kalbinden gaflet ve karanlığı kovamayanlar, nefislerine râbıta ettirmekle onların gaflet ve zulmetlerini nasıl giderebilirler?
hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere “Kişi kalben zikre muvaffâk olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hâmdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hâkk yola devâmı öğretiyorlardı
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür
Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden yayınlıyoruz: 1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir