MÜ’MİNİN BEŞ BAYRAMI
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
— «Mü’minlerin bayramı beş nevidir.
— Sol taraftaki melek yazmak için günah bulamadığı gün,
— Ruhunu teslim ederken müjdeci melekler gelip: «Müjde ya mü’min! Sen Cennetliksin» dedikleri gün.
— Kabre vardığında, kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğu gün.
— Arşürrahman altında Nebiler, Veliler ve Salihier ile beraber gölgelendiği gün.
— Kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat Köprüsü üzerinde sorulan yedi suale cevap vererek geçtiği gün.»
Yedi sual şunlardır: 1) iman, 2) Namaz 3) Oruç, 4) Hac, 5) Zekât, 6) Kul hakkı, 7) Taharet, yani temizlik.
Eshab-ı Kiram’dan Ebu’d-Derda (ra)’e sordular:
«— İnsanlar neden bu kadar ölümden korkar ve tiksinirler.» Cevap verdi:
«— Çünkü onlar fâni dünyalarını mâmur edip ebedî karargâhlarını viran etmişlerdir. Hiç kimse mâmur bir diyardan, viran bir beleye gitmek istemez.»
ESMÂ’ÜL-HÜSNÂ’DAN
El-Mümit: (Her canlı mahlûkun ölümünü yaratan.)
YETİM AĞLAYINCA
Allah ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de mealen:
«Sakın yetime, kahretme, saili azarlama» (Duha: 9-10)
«Ceza ve hesab gününü yalan sayanı görüb bildin mi? Öyle bir kimsedir ki, öksüzü iter, hor görür, ihmal eder, yoksulu doyurmak için başkalarını da teşvik etmez.» (Maun: 1-3)
Hübeyre Âiz (r.a.) anlatıyor:
Bir gün, Ebu Süfyan, Selman, Süheyb-i Rumi, Bilal-i Habeşi (r.a.)’dan ibaret olan ashabın fakirlerinin üzerine çıka geldi. Oradaki müslümanlar: «Allah’ın kılıçları, Allah’ın düşmanı üzerine gereği gibi işlemedi.» dediler. Ebu Bekîr (r.a.): «Kureyş’in Şeyhine karşı böyle mi söylersiniz?» diye mukabele etti. Bunun üzerine gidip Resûlullah (s.a.v.)’e keyfiyeti haber yerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): «Yâ Ebâ Bekri İhtimal onları gücendirdin. Eğer onları gücendirmiş isen, Rabbını da gücendirmiş, O’nun gazabını celbetmiş oldun.» buyurması üzerine cemaatin yanına gelerek: «Ey kardeşler (Ebu Süfyan yüzünden) sizleri gücendirmiş oldum.» deyince Onlar da: «Hayır, müteessir olmadık. Allah seni affetsin, kardeş.» dediler.
Hadis-i kudsi’de Cenab-ı Allah (c.c.)
«Ya Cebrail! Yetimi ağlatanın cehennemde yerini bul ben de onu ağlatayım.» buyurdu.
RÜ’YA
Rüyalar Hadîs-i Şerife nazaran üç kısımdır:
— İnsanları mahzun etmek için şeytan tarafından îkâ’ edilen bazı korkunç rü’yalar.
Böyle rüya görülünce Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı ve bunu başkalarına hikâye etmemelidir.
— İnsan’ın uyanık iken ehemmiyetle meşgul olduğu şeylere âid gördüğü rü’yalardır. Bunlar da birer kuruntu veya inhirâf-ı mizaç neticesi olduğundan esassız şeylerdir.
— Nübüvvetin kırkaltı cüz’ünden bir cüzü addolunan rü’yalardır. Bunlar taraf-ı ilâhîden birer beşaret veya inzar mâhiyetinde olup bursları bir kısım melekler ümmü’l-kitabdan telâkki ederek uyuyanların ruhlarına ilham ederler.
Birinci ve ikinci kısım rüyalar birer rü’yay-ı bâtıladır. Üçüncü kısım rü’yalara ise rü’yay-ı sâdıka denir. Bu sâdık rü’yalar doğru sözlü, temiz yürekli, nezih itikadlı zâtlara alâ’l-ekser nasib olur ve bu haide bunlara rü’yây-ı saliha da denilir.
İnsan gördüğü böyle bir rü’yayı iktidar ve istidadı varsa kendisi ta’bir edebilir. Eğer başka bir zâta ta’bir ettirecek ise o zât sâlih, âkil, adavetten hâlî, nâsın ve zamanın ahvâline vâkıf, güzel niyet sâhibi olmalıdır. Çünkü rü’yalar zamana ve eşhasa göre tebeddül eder.
BİR GECE
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir Öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki; bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
*
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adi isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o Masuma bütün bir beşeriyyet…
Yârab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
Mehmed Akif Ersoy
YAHUDİLERİN HALİ
«Ey Yahudi kavmi! Sizin için Bedir’de karşı karşıya muharebe eden iki fırkada pek büyük alamet vardır. Zira o iki fırkadan birisi fırka-i mü’mine ki «ilâ-yı kelîmetullah» için fi-sebilillah muharebe eder. Ve diğeri fırka-i kâfire ki, Kureyş kabilesidir. Onlar şirk üzere kalmak için muharebe ederler ve kendilerinin ehl-i imanın iki misli olduğunu revûl-ayn görür ve galib olacaklarını zannederler. Halbuki Allahû Teâlâ dilediği kimseleri kendi yardımıyla te’yid ve takviye eder. Binaenaleyh mü’minler az oldukları halde Cenab-ı Allah’ın yardımıyla galib oldular. İşte şu azın, çoğa galebesinde idrak ve basiret sahiplerine büyük ibret vardır.» (Al-i İmran Suresi: 13)
Peygamberimiz (s.a.v.) Yahudilere hitaben:
«Ey Yahudi cemaati! Kurayş’e nazil olan belaların size de nazil olmasından korkun! Ve belaya nazil olmadan evvel İslâm olun, necat bulun. Zira siz benim Nebi olduğumu bilirsiniz. Binaenaleyh iman etmeniz lazımdır.» demiştir.
Bunun üzerine Yahudiler:
«Mağrur olma ya Muhammed! (s.a.v.) Sen ilm-i harbi bilmez bir kavimle muharebe ederek onların cehlinden istifade ettin. Bizi Kureyşe kıyas etme. Eğer sen bizimle muharebe edersen karşında fenn-i harbe aşina kuvvetli bir kavmi bulursun» demişlerdi.
Hak Teâlâ Yahudilerin de Kureyş müşrikleri gibi mağlub olacaklarını haber verdi. Ve akıbet aynen vaki oldu.
TIP İLMİNİN ZARURETİ
İnsanın, bedenine zarar verecek şeylerden sakınacak kadar tıp ilminden bilmesi müstehaptır. Çünkü tıp ilmi, bedenin sıhhatini muhafazaya yardımcıdır. Dini ve dünyevî ilimlerin tahsili de ancak sıhhat olduğu vakit mümkündür.
Cümle tabibler ve hekimler bütün hastalıkların ve belaların altı şeyden meydana geldiğinde ittifak etmişlerdir:
— Gündüz çok uyumak,
— Gece çok uyumak,
— Gece bir hareketten sonra su içmek,
— Tok karnına yemek,
— Kesret-i cima,
— Bevlini tutmak.
Eskilerden yaşlı bir adama: «— Maşallah! ömrün ne kadar uzun» dediklerinde, adam:
«— Biz yemeğimizi pişirdiğimiz zaman güzelce pişiririz, ağzımıza aldığımız zaman iyice çiğneriz, midemizi doldurmayız, çok fazla da acıktırmayız» dedi.
Rivayet olunduğuna göre analar dörttür: Devâların anası, edeblerin anası, emniyetlerin anası, ibadetlerin anası. Bütün devaların anası az yemek, bütün edeplerin anası az konuşmak, bütün emniyetlerin anası sabır, bütün ibâdetlerin anası da günahları terk etmektir.
ESMAÜN NEBİ (S.A.V.)
Harisün Aleyküm (s.a.v.): Ümmetine düşkün, üzerlerine titreyen.
RÜYA
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ: «Şanıma kasem olsun ki Allah Teâlâ, Resulüne rüyasını sâdık kılmıştır.» buyurur.
Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz Hudeybiye seferine çıkmadan evvel Medine-i Münevvere’de (ve Mücâhid’den bir rivayete göre Hudeybiye mahalinde) bulunurken rü’yasında Beytullah’ı emniyet içinde ziyaret ettiğini görmüştü. Bu rü’yasını Ashab-ı Kiramına haber verince sevinmişler ve birbirlerini tebrik etmişlerdi.
Rüyalar İbn-i Mâce’nin Avf bin Mâlik’den rivayet ettiği bir hadis-i şerife nazaran üç kısımdır.
1 — İnsanları mahzun etmek için şeytan tarafından i’ka edilen bazı korkunç rüyalardır. Yüksek bir yerden düşmek gibi. Böyle rüya görülünce Cenab-ı Hakka sığınmalı ve bunu başkalarına hikâye etmemelidir.
— İnsanın uyanık iken ehemmiyetle meşgul olduğu şeylere ait gördüğü rüyalardır. Bunlar da birer kuruntu veya inhiraf-ı mizaç neticesi olduğundan esassız şeylerdir.
— Nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüzü addolunan rüyalardır. Bunlar taraf-ı ilâhiden birer beşaret veya inzar mâhiyetinde olup bunları bir kısım melekler Ümmü’l Kitab’tan telâkki ederek uyuyanların ruhlarına ilham ederler.
ESMAÜN NEBİ (S.A.V.).
İklil (s.a.v.): Taç anlamına gelir. Sultanlığı ve insanların emiri olması nedeniyle bu isim verilmiştir.
TEYEMMÜMÜN SÜNNET YÖNÜYLE YAPILMASI
1 — Teyemmüme başlarken Besmele-i şerifeyi okuyup namaz için taharete niyet etmelidir.
2 — İki eli parmaklar açık olduğu halde temiz toprağa vurup ileri geri çekmelidir.
3 — Elleri kaldırınca bakmalı, fazla topraklanmışsa, birbirine vurarak dökmeli ve öylece yüzü mesh yapmalıdır.
4 — Eller tekrar toprağa vurulunca, sol elin baş parmağını ayırarak, diğer parmakların iç taraflarıyla sağ elin dış taraflarını parmakların uçlardan dirseğe kadar meshederek çekmeli, sonra da sağ elin iç tarafına dönerek yine sol elin, serçe parmağıyla baş parmağını halka edip, baş parmağıda beraber olmak üzere ayasıyla sağ elin dirseğinden itibaren iç tarafı bileğine kadar meshetmeli ve baş parmağı daha ileri yürüterek sağ elin baş parmağının üstünde mesheylemekdir. Aynı şekilde, sağ el ile sol el ve kol meshedilmelidir.
5 — Tertibe riâyet etmeli, ara vermeden yapmalı, evvelâ yüz, sonra da kollar meshedilmelidir.
ESMAÜN NEBİ (S.A.V.)
Miftahül Cennet (s.a.v.): Peygamberimiz (s.a.v.)’in vucudları ulu cennetlerin kapılarının açılması için bir sebep ve araç olduğundan bu isim verilmiştir.
HAKK (C.C.) YOLU
Ve Yunus Emre gibi;
«Araya araya bulsam izini
İzinin tozuna, sürsem yüzümü
Hakk nasib eylese görsem yüzünü
Ya muhammed canım arzular seni
Bir mübarek sefer olsa da gitsem
Kabe yollarında kumlara batsam
Hub cemalin bir kez düşte seyretsem
Ya Muhammed canım arzular seni
Arafat dağıdır bizim dağımız
Orada kabul olur bizim duamız
Medine’de yatar Peygamberimiz
Ya Muhammed canım arzular seni
Yunus metheyledi seni dillerde
Sevilip durursun hep gönüllerde
Ağlaya ağlaya gurbet ellerde
Ya muhammed canım arzular seni»
diyerek kalbi iştiyaklarımızı beyan etmeğe hak kazanacak seviyeye gelmeliyiz. Yoksa şimdiki halimizle her şeyimiz sözde kalıyor ve boğazımızdan aşağıya inmiyor.
Nefsin başını aşk yolunda taştan taşa vurmadıkça ve zehirle pişmiş aştan yemedikçe, Ehlullah Hazeratının eteğine sarılmadıkça ve onların yolunda sadakat göstermedikçe hiçbir yere varamayız!
İNSANLARIN VE AMELLERİN HAYIRLISI
Peygamberimiz (s.a.v.): «Size hayırlı olanlarınızı haber vereyim mi?» diye sordu
«Evet! Yâ Resûlallah (s.a.v.) ! Haber ver!» dediler.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Sizin hayırlı olanlarınız, onlardır ki kendileri görüldükleri zaman, yüce Allah (c.c.) hatırlanır, anılır.» buyurdu.
«Amellerinizin en hayırlısını ve Rabb’ınız katında en temizini ve derecelerinizi en çok yükseltenini ve sizin için altın, gümüş vermenizden ve düşmanınızla sabahleyin karşılaşıp boyunlarını vurmanızdan ve onların da, sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlı olanını haber vereyim mi?» diye sordu
«Evet! Yâ Resûlallah (s.a.v.) ! Haber ver!» dediler.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Yüce Allah (c.c.)’ı zikretmektir!» buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına iki Arabi (Çöl Arabı) gelip birisi: «Yâ Resülullah (s.a.v.)! İnsanların, hangisi, daha hayırlıdır?» diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v.): «Ömrü uzun, ameli güzel olandır!» buyurdu.
Ötekisi de: «Yâ Resülullah (sa.v.) ! İslâm Şerîatları, bana çok ve ağır gelmeğe başladı. Bana, kolay bir şey emret, haber ver de, ona sarılayım.» dedi.
Peygamberimiz (s a.v.): «Dilin, yüce Allah (c.c.)’ın zikriyle ıslak bulunmakta devam etsin!» buyurdu. (M. A. Köksal, İ. Tarihi, C. 11, Sh. 357)
ŞEHİDLERDE YEDİ HASLET
Peygamberimiz (s.a.v.) şehidler için yedi haslet, fazilet vardır, buyurmuştur:
— İlk kanının aktığında mağfiret olunur.
— Cennette makamını görür.
— Cennetde hür-i îynden yetmişikisi ile nihaklanır.
— Kabir azabından kurtulur.
— Korkunç hesap gününde emin olur.
— Başına yakuttan vekar tacı konur.
— Ehli beytinden yetmiş kişiye şefaat eder. (Uhud Gazvesi, Sh. 52)
BİR ARAŞTIRMA – BİR SONUÇ
İnsana şaşırtıcı gelebilir, ama bütün hayvan deneyleri kısıtlı ve kötü beslenen hayvanların daha uzun ömürlü olduğunu göstermektedir. Bir araştırmada gruplara ayrılan farelerden serbest seçimle istedikleri yerden, istedikleri kadar yiyebilen fare grubunda, sık olarak tümörler (ur) gelişti, ömürleri kısaldı, öldükleri zaman, böbrek, kalp ve prostat ile ilgili birden fazla hastalıkları vardı.
Öyleyse beslenmemize dikkat edelim, çok fazla yemekten kaçınalım. (Beslenme ve Diyet)
***
«Her kim beni rüyasında görürse Gerçek surette görmüş gibidir. Çünkü şeytan bana benzer bir surete giremez.» Hadis-i Şerif (Buhari)
RÜYA
Uyuyanın, uykusunda bazı şeyler görmesine rüya ve hulûm (düş) denir. Fakat rüyada, görülen şeyler, daha çok, hayır ve güzel şeyler üzerine olur. Hulûmde ise, görülen şeyler, daha çok şer ve çirkin şeyler üzerine olur. Peygamberimiz (s.a.v.) rüya ve hulûm hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Salih rüya: Allah (c.c.)’dan, hulûm ise şeytandandır.”
Zaman (ın sonu) yaklaşınca, Müslümanların rüyası, hemen hemen yanlış çıkmayacaktır.
Sizin en doğru rüya göreniniz en doğru söyleyeninizdir!
Rüya üç çeşittir:
— Yüce Allah (c.c.) tarafından (kuluna) müjde olan salih rü’ya,
— Şeytan tarafından korku, üzüntü veren rü’ya,
— Kişinin, kendi nefsinden, kendisine telkin mahiyetinde vâki olan rü’ya.
Şeytan, Âdem oğullarına karşı beslediği şiddetli düşmanlık sebebiyle, her zaman, onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her yolla onların işlerini bozmak ister. Görüldükleri rü’yalarını da, ya içlerine yanlışlar karıştırmak ya da onlardan gaflete düşürmek suretiyle örtüp belirsiz ve yararsız hale getirmektir. (M. Asım Koksal – İslâm Tarihi, C. 3-4, Sh. 22)
“Ey Nebi-yi Muazzam! Sana Allah-ü Teâlâ ve mü’minlerden ittiba edenler tapanlar kâfidir.” (Enfâl: 64)
«Hastanın keyifsiz olmadığı halde birdenbire vefat etmesi; daha önceden vasiyet gibi hususları ikmal etmiş salih kimseler için sebeb-i rahat, fasık kimseler içinde alâmet-i azabdır.» (Camiussağir)
BİR GECE
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki; bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
***
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı O Masum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adi isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o Masuma bütün bir beşeriyyet…
Yârab. bizi mahşerde bu ikrar ile hasret.
Mehmet Akif Ersoy
***
“İsteyip, talep edipte hasıl olmasından güçlük, sıkıntı, zahmet çeken kimse bana çokça salatu selâm göndersin.” Hadis-i Şerif (Nevadirilusul)
MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMED AKİF ERSOY
Şu fâni cihana veda edeli yıllar geçti. Kendisi için yaşamadı, kendisi için yazmadı. Millet sevinince bayram yaptı, felâkete duçar olunca kan ağladı. Acılara, ızdıraplara destanlar, kahramanlıklara abide, zaferlere marş yazdı. O yalnız bir şair değildi. Sade şair olsa idi, edebiyat kitaplarında yer alırdı. Millî vicdanda yer etmezdi. O, bir prizma gibi her cephesinden ayrı ışık saçan bir rehber, imanla beslenen ruha bir timsal, yeni bir destan şairi, hasılı başlı başına millî bir abidedir.
Akif, bir bilim adamı, bir sanatkâr olmaktan çok bir dava adamıdır. Bu onun en belirgin bir yönüdür. Samimî bir mü’mindir. Sanat, edebiyat, davasına hizmet edebildiği oranda kıymetlidir. «Sanat ne sanat için, ne de toplum içindir, inandığımız dava içindir» diyerek söz odun gibi de olsa davasını anlatmasını istemiştir.
Makaleleriyle, şiirleriyle, verdiği derslerle, yaptığı tercümelerle aydınlara hakikati anlatmaya çalıştı, İslâm’dan kopmanın felâketlerini gösterdi, sefaletimizin tablosunu çizdi. Batıcılığı tenkit etti. Hayatı boyunca da müslümanların dertlerini düşündü, onlar için üzüldü, onlar için ağladı. Kelimenin gerçek anlamıyla «İslâm Şairi» unvanını kazandı.
Ahlâkın temelini dinden başka esaslara istinad ettiren filozofların nazariyelerini tenkit etmiş, dini vicdanlardan kaldırdıktan sonra beşeriyetin menfaat denilen mabuddan başka bir şey tanımayacağını çok beliğ bir ifade ile tasvir etmiştir.
CEMİYETE GÖRE İDARECİ
Haccâc’a: «— Sen Hz. Ömer’in devr-i hilâfetini gördüğün halde Ömer (r.a.) gibi niçin adalet etmiyorsun? O’nun adaletini görmedin mi?» dediklerinde şöyle cevap verdi:
— Etrafımdan savulun da sizi sağ bırakayım. Evvelâ siz zühd ü takvâda Ebû Zerr gibi olun, ben de size Hazret-i Ömer’in adl ü insafıyla muamele edeyim!
Burada bir işaret vardır ki, halkın halet-i salâh ve fesadda amellerinin durumu ne ise, idareciler de ancak ona göre olurlar.
Bu manada Peygamberimiz (s.a.v.):
«— Siz neye lâyık iseniz ona göre idare olunursunuz» diye buyurmuşlardır.
Zulmün artdığı, cevr ü cefânın çoğaldığı, idarecinin işkencesi zahir olup kuru ve yeşil ekinden, ağaçlardan meyvelerden, idaresi altındaki memleketlerde bulunan kimselerin kazançlarından ve san’atlarından dolayı zulmünün kötülüğü ve işinin fenalığı sebebiyle vergiyi noksansız almakda çevreden idarecilerin zamanında bütün mü’minlerin Allah’a kurumuş ağaç yaprağı gibi titreyerek niyaz edip tevbe ve istiğfar ile inabe etmeleri lâzımdır. Mü’minler bunu yapınca başdaki âdil olur ve iş de düzelir. Nebi (s.a.v.) buyurmuşdur ki:
«— Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecek ki, emir sahihleri zalim, âlimleri tama’kâr, kadınları dünya zinetine düşkün olacak.» (Tezkiret’ül Evliya)
MESCİD-İ AKSA
Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki; “Namaz ve ibadet için hiç bir mescide sefer edilmesi doğru değildir. Ziyade sevap umarak yalnız şu üç mescide sefer edilir. Mescid-i Haram, Mescid-i Resul (s.a.v.) ve Mescid-i Aksa” (Sahih-i Buhâri, Tecrid – Cilt 4, Sh.: 168)
Mescid-i Haram, kıble-i enâmdır. Mescid-i Resul (s.a.v.) takva üzerine müesses olan Mâbed-i Nebevidir. Mescid-i Aksa geçmiş ümmetlerin kıblesidir.
Mescid-i Aksa Kudüs mescididir ki. Beyt-i Makdîs de denilir. Yeryüzünde ilk önce Mescid-i Haram sonra Mescid-i Aksa bina kılınmıştır. Mescid-i Haram’dan bir aylık mesafe uzak olduğu için (Aksa = Çok ırak) vasfıyla tavsif buyurulmuştur. İsa Peygamber zamanına kadar peygamberlerin mecmaı ve mukaddes vahiy menzili olduğu için Peygamberimizin mi’racında da yol uğrağı kılınıp Mekke’den doğru semaya yükselip çıkılmamıştır.
Mescid-i Aksa’nın havâlî ve çevresi de Kudüs şehri ve civarı demektir ki, Allah-û Teâlâ bu mıntıkayı dinî şerefle müşerref kıldığı gibi bir takım nehirler ye bahçelerle de bereketlendirmiştir. (Sahih-i Buhâri. Tecrid, C. 10. Sh.: 56)
***
“Biz, Hûd ve beraberindekileri rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanların da kökünü kazıdık. Çünkü onlar mü’minlerden değillerdi.” (A’raf: 72)
MESCİD-İ AKSA
Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki; “Namaz ve ibadet için hiç bir mescide sefer edilmesi doğru değildir. Ziyade sevap umarak yalnız şu üç mescide sefer edilir. Mescid-i Haram, Mescid-i Resul (s.a.v.) ve Mescid-i Aksa” (Sahih-i Buhâri, Tecrid – Cilt 4, Sh.: 168)
Mescid-i Haram, kıble-i enâmdır. Mescid-i Resul (s.a.v.) takva üzerine müesses olan Mâbed-i Nebevidir. Mescid-i Aksa geçmiş ümmetlerin kıblesidir.
Mescid-i Aksa Kudüs mescididir ki. Beyt-i Makdîs de denilir. Yeryüzünde ilk önce Mescid-i Haram sonra Mescid-i Aksa bina kılınmıştır. Mescid-i Haram’dan bir aylık mesafe uzak olduğu için (Aksa = Çok ırak) vasfıyla tavsif buyurulmuştur. İsa Peygamber zamanına kadar peygamberlerin mecmaı ve mukaddes vahiy menzili olduğu için Peygamberimizin mi’racında da yol uğrağı kılınıp Mekke’den doğru semaya yükselip çıkılmamıştır.
Mescid-i Aksa’nın havâlî ve çevresi de Kudüs şehri ve civarı demektir ki, Allah-û Teâlâ bu mıntıkayı dinî şerefle müşerref kıldığı gibi bir takım nehirler ye bahçelerle de bereketlendirmiştir. (Sahih-i Buhâri. Tecrid, C. 10. Sh.: 56)
***
“Biz, Hûd ve beraberindekileri rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanların da kökünü kazıdık. Çünkü onlar mü’minlerden değillerdi.” (A’raf: 72)
RÜYETULLAH
İnanan kimse, Cennettekilerin, zâtının künhü mahiyetini kavramaksızın ve herhangi bir şeye benzetmeksizin Allah Teâlâ (c.c.)’yı göreceklerine inanacak.
Bil ki müminler Rablarını, Cennette ayan beyan görecekler. Ay, ondördüncü gecesinde zorluk çekilmeden müşahede olunduğu gibi; inananlar da Rablerine zahmetsizce bakacaklar.
Rü’yet-i cemâli inkâr ederek: Allah (c.c.), basarla = baş gözüyle değil, basiret ile = Kalp gözüyle görülür diyenler sapık ve bid’atçıdır. Çünkü Cenab-ı Hak (c.c.):
“İyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel iyilik, bir de ziyade vardır.” buyurmuştur. (Yunus: 26)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin -Ebû Bekir, Huzeyfe, Ebû Musa el-Eş’arî gibi- sahabileri ayette geçen: Ziyâde’yi rü’yetullah ile yani cemâl-i ilâhiyye’ye bakmakla tefsir etmişlerdir.
Allah Teâlâ (c.c.) buyuruyor:
“Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir, Rablerini görecektir.” (El-Kıyame: 22,23)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şu ayı ondördüncü gecesinde itişip kakışmaksızın (kolayca) nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de üst üste yığılmaya lüzum kalmadan rahatça göreceksiniz.”
Kendilerine güvenilir şahısların İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan naklen bize haber verdiklerine göre Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
“Cennette Allah nezdinde en şerefliniz, sabah-akşam O’nun yüzüne bakanmızdır.” buyurduktan sonra şu mealdeki ayeti okur: “Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir, Rablerini görecektir.” (El-Kıyame: 22, 23)
(Sevad ülA’zam sf. 36)
BİR GECE
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki; bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Alemlere, rahmetti, evet, şer’i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o Masuma bütün bir beşeriyyet…
Yârab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Mehmet Akif Ersoy
***
HADİS-İ ŞERİF
“İsteyip, talep edip te hasıl olmasından güçlük, sıkıntı, zahmet çeken kimse bana çokça salatu selâm göndersin.” (Nevadirilusul)
MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMED AKİF ERSOY
Şu fani cihana veda edeli yıllar geçti. Kendisi için yaşamadı, kendisi için yazmadı. Millet sevinince bayram yaptı, felakete duçar olunca kan ağladı. Acılara, ızdıraplara destanlar, kahramanlıklara abide, zaferlere marş yazdı. O yalnız bir şair değildi. Sade şair olsa idi, edebiyat kitaplarında yer alırdı. Milli vicdanda yer etmezdi. O bir prizma gibi her cephesinden ayn ışık saçan bir rehber imanla beslenen ruha bir timsal yeni bir destan şairi, hasılı başlıbaşına milli bir abidedir.
Akif, bir bilim adamı, bir sanatkar olmaktan çok bir dava adamıdır. Bu onun en belirgin bir yönüdür. Samimi bir mü’mindir Sanat, edebiyat, davasına hizmet edebildiği oranda kıymetlidir. Sanat, ne sanat için ne de toplum içindir, inandığımız dava içindir; diyerek söz odun gibi de olsa davasını anlatmasını istemiştir.
Makaleleriyle, şiirleriyle, verdiği derslerle yaptığı tercümelerle aydınlara hakikati anlatmaya çalıştı, İslam’dan kopmanın felaketlerini gösterdi. Sefaletimizin tablosunu çizdi. Batıcılığı tenkit etti. Hayatı boyunca da müslümanların dertlerini düşündü, onlar için üzüldü, onlar için ağladı. Kelimenin gerçek anlamıyla “İslam Şairi” unvanını kazandı.
Ahlakın temelini dinden başka esaslara istinad ettiren filozofların nazariyelerini tenkit etmiş, dini vicdanlardan kaldırdıktan sonra beşeriyetin menfaat denilen mabuddan başka bir şey tanımayacağını çok beliğ bir ifade ile tasvir etmiştir.
ŞEHİT ÜÇ KISIMDIR
(S. Müslim Ter. C.2/520)
MALI UĞRUNDA ÖLDÜRÜLEN ŞEHİD OLUR
Resûlullah (S.A.V)’a bir adam geldi; ve:
Yâ Resûlallah! Bir kimse gelip benim malımı almak isterse ne buyurursun? dedi. Resûlullah (S.A.V):
“Ona malını.verme!” buyurdu.
Şayet benimle mukatele ederse?
“Sen de onunla mukatele et!”
Ya beni öldürürse?
“O halde şehid gidersin.”
Ya ben onu öldürürsem?
“O cehennemde olur” buyurdular. (S. Müslim Terc. C.2)
Yine Resûlullah (S.A.V):
“Her kim malı uğrunda öldürülürse şehittir” buyurmuştur.
Keza yine: “Her kim malı uğrunda öldürülürse o kimse şehittir, kim canı uğrunda öldürülürse o kimse şehittir, her kim dini uğrunda öldürülürse o kimse şehittir; her kim ırzı, namusu uğrunda öldürülürse o kimse şehittir” buyurulmuştur. (S. Müslim Ter. C. 2/519)
Haksız yere malını elinden almak isteyen bir suikastçiyi öldürmek caizdir. Bunda diyet ve kısas da yoktur. Müdafaa hususunda malın azı çoğu müsavidir.
Malı, canı, namusu ve dini uğrunda öldürülen kimse şehittir.
Yine geceleyin birinin evine girerek hırsızlık eden bir şahsı hâne sahibi arkasından takip ederek öldürürse, İmam-ı Azam (R.A)’a göre bir şey lâzım gelmez. (S. Müslim C. 2)
ZEMZEM
İbn-i Abbas (R.A)’dan rivayet edildiğine göre: Zemzem suyu, içildiği şey içindir:
Onu, şifa bulmak için içersen, Allah sana şifâ verir. Onu, korunma isteklisi olarak içersen, Allah seni, korur. Onu, susuzluğunu kesmek için içersen, Allah, senin susuzluğunu keser. Eğer, Onu, karnını doyurmak için içersen, Allah seni doyurur. O, Cebrail (a.s.)’in ökçesi ile vurup yerden çıkardığı ve İsmail (a.s.)’i suladığı sudur.
Zemzem, yalnız suya kandırıcı değil, aynı zamanda, karnı doyurucudur da. Bunun için, cahiliyye devrinde Zemzem’e (Şubâ’a) denirdi. Zemzem’in ismi olan (Şubâ’a) doyduktan sonra arta kalan yemek demektir.
Peygamberimiz (S.A.V)’in, İslâmiyeti yaymağa çalıştığı ilk sırada Peygamberimiz (S.A.V)’e görüşmek için Mekke’ye gelip, geceli gündüzlü otuz gün, susadıkça ve acıktıkça Zemzem suyu içmekle iktifa ettiğini ve hiç de, zayıflamadığını ve aksine, semizlediğini söyleyen Ebûzerr’ül Gıfârî (R.A)’ye Peygamberimiz (S.A.V) “O, gerçekten mübarek, gerçekten doyurucu yemektir!” buyurmuştur.
Hazret-i Abbas (R.A) da “Cahiliyye devrinde insanlar, Zemzem kuyusundan su içmekte birbirleri ile yansırlar, -çoluk- çocuklu iseler, birlikte Zemzem kuyusuna gidip ondan içerler, bu kendileri için, sabah içkisi olurdu. Biz Zemzem suyunu, çotuğumuza çocuğumuza bir yardım sayardık” demiştir.
(M. A. Köksal, İslâm Tarihi)
RÜ’YÂ VE ÇEŞİTLERİ
Uyuyanın, uykusunda bazı şeyler görmesine rü’yâ ve hulüm (düş) denir. Fakat, rü’yâda, görülen şeyle, daha çok, hayr ve güzel şeyler üzerine olur. Hulümde ise, görülen şeyler, daha çok, şer ve çirkin şeyler üzerine olur.
(İbn. Esîr-Nihâye c.1, s. 434)
Peygamberimiz(s.a.v.), rü’yâ ve hulüm hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Salih rü’ya: Allâh’dan, hulüm ise, şeytandandır.” Zamanın sonu) yaklaşınca, müslümanlarm rü’yâsı, hemen hemen yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rü’yâ göreniniz, en doğru söyleyeninizdir!
Rü’yâ, üç çeşittir:
1- Yüce Allah tarafından (Kuluna) müjde olan Sâlih rü’yâ.
2- Şeytan tarafından korku, üzüntü veren rü’yâ.
3- Kişinin, kendi nefsinden telkin mâhiyetinde vâki olan rü’yâ.
Şeytan, Adem oğullarına karşı beslediği şiddetli düşmanlık sebebiyle, her zaman, onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her yolla onların işlerini bozmak ister. Gördükleri rü’yâlarını da, ya içlerine yanlışlar karıştırmak, ya da onlardan gaflete düşürmek suretiyle örtüp belirsiz ve yararsız hale getirir.
Mübeşşirat ve Salih Rü’yâ:
Peygamberimiz (s.a.v.) “Risâlet de, Nübüvvet de, munkatı’ olmuş, sona ermiştir. Benden sonra (gelecek) ne Resul vardır, ne de Nebî buyurmuş, bu Eshaba, çok ağır gelmişti. Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.) “Peygamberlikten bir şey kalmamıştır. Amma Mübeşşirat vardır!” buyurdu.
Buhârî-Sahih c.8, s.69
“Ya Resûlallâh! Mübeşşirât nedir?” diye sordular. Peygamberimiz “Müslüman kişinin rü’yâsıdır” “Salih rü’yâdır!” “Salih rü’yâ, peygamberlik işinin parçalarından bir parçadır!” “Salih kişinin gördüğü rü’yâ, peygamberlik işinin kırkaltı parçasından bir parçadır!” buyurdu.
(M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.3-4, s. 23)
RÂVÎDE ARANAN ŞARTLAR
Kavilerde vücudu aranılan başlıca şartlar, dörttür. Bunlardan biri bulunmayınca rivayeti makbul olmaz. Şöyle ki:
Kezalik: Rivayet ettiği şeyin mânâsını layıkile anlamalı ve onu kudreti nisbetinde ezberlemeye çalışmalıdır ve onu başkasına rivayet edeceği zamana kadar güzelce hafızasında tutmuş bulunmalıdır.
Hukuku İslâmiyye Kamusu, S.136, Ö. Nasuhi Bilmen
FÂCİRİN İSTEDİĞİ DÜNYADA ÂCİLEN VERİLİR
Sufyan bin Uyeyne (r.a.)’dan: “Mü’min, hasenatından hem dünyada hem de âhirette sevaba nail olur. Fakat fâcirin hayrı ta’cilen dünyada verilir, ama âhirette ona nasip yoktur.”
Hakiki ihsân ehli ve mü’minin kemâli odur ki, Allah (c.c.)’dan gayri şeylerin hepsinden yüz çevirip teveccüh-ü tam ile Allah Tealâ Azze ve Celle Hazretleri’ne yönelerek kalbinde ve lisanında Hakk’tan gayri bir şey bulunmaz.
Bazı ârifler dediler ki: Fâni dünya hep altın olsa âhiret de topraktan çanak çömlek olsa elbette âhiret, dünyadan daha hayırlı olur. Şu halde dünya fâni toprak, âhiret de baki altın olunca dünyanın hâli, değeri ne halde kalır.
Ebû Hureyre (r.a.): “-Yâ Resûlallah (s.a.v.) Cennet neden halkolundu?” Buyurdular ki: “-Sudan”. “-Bize onun binasından haber verir misiniz?” Buyurdular ki: “-Bir kerpici gümüşten, toprağı za’ferandan, çakıl taşları da lü’lü ve yakuttan.”
(Hz. R. M. Sâmi (k.s.), Hz. Yûsuf (a.s.), S. 83)***
KEŞKE HENNÂD OLAYDIM
Hadîs-i Şerifte buyurulduğu üzere cehennemden en sonra çıkacak “Hennâd” isminde biriymiş. Hasan-ı Basrî (r.a.) ağlayarak “Keşke ben de onun gibi olaydım” demiş. Bunun sebebini sormuşlar, cevaben demiş ki:
— Ona cehennemden çıkacağı tebşir olunmuş, sened almış, demektir. Bizim elimizde böyle bir hücce! yok, demiştir. (Musâhabe 6, S.150)
ESKİYEN KUR’ÂN-I KERİM’LERİ NE YAPMALI?
Kur’ân-ı Kerîm, okunmayacak bir hâle gelince temiz bez içine konup ayak basılmayacak temiz bir mahalle defnedilmelidir. Bu, Kur’ân’a ihânet değil, bir ikrâmdır. Bununla berâber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir (çatı) tavan yapılmalıdır. Bu gibi mushafları yakmak câiz değildir.
Kur’ân’dan başka diğer dînî kitâblar eskiyince hem gömülebilir, hem de akarsuya bırakılabilir, hem de içindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilir. Bunun gibi kitâbların kâğıtlarına bir şey sarmak, dîne ilme karşı hiyânet işrâb edeceğinden (doğuracağından) câiz olmaz.
Yine içlerinde Cenâb-ı Hakk’ın veyâ Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in isimleri yazılı kâğıt parçalarına da bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekrûhtur.
Ma’bedlere karşı hürmette bulunmak da bir vecîbedir (vâcibtir). Bir câmi-i şerîfe, bir mescide hürmetle girilir. İçinde edeb ve saygı ile oturulur. Lâubâlî hareketlerden, lüzûmsuz sözlerden kaçınılır.
Kur’ân-ı Kerîm’e, dîn ve îmâna, Peygamberler’den herhangi birine, bir Sünnet-i Nebeviyyeye, bir Hadîs-i Şerîf’e, bir İslâm mâ’bedine (hâşâ) sövmek, ihânette bulunmak veyâ bunlardan birini istihfâf etmek (küçümseyip alaya almak, hiçe saymak) küfürdür. (Îmân ve nikâh gider). Derhâl bundan tevbe etmek, Allâh (C.C.)’dan mağfiret dilemek, böylece îmânı ve nikâhı tazelemek îcâb eder.
Bir şahsın sarhoş bir halde böyle bir (çirkin işte) fazîhada bulunması, küfrünü gerektirmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günâhından tevbe etmek ve içkiye son vermektir.
(Ömer Nasûhî Bilmen (Rh.A.), Büyük İslâm İlmihâli, S. 432)
CEBRAİL (A.S.)’IN SIKINTIYA DÜŞTÜĞÜ ZAMANLAR
Peygamberimiz (s.a.v.), Cebrâîİ (a.s.)’a suâl ettiler: “Yâ Cebrâîl! Semâdan inişlerinde hiç sıkıntıya düştüğün, daraldığın oldu mu?” Cebrâîl (a.s.) cevâb verdi: “Evet, dört yerde oldu:
1- İbrâhîm (a.s.) âteşe atıldığı zaman arşın altında idim. Allah ta’âlâ: “Kuluma yetiş!” dedi, hemen ona yetiştim ve O’na:
“Bir ihtiyâcın var mı?” dedim. “Senden bir ihtiyacım yok..” dedi.
2- Hz. İbrâhîm (a.s.), Hz. İsmâîl (a.s.)’ın boynuna bıçağı koyduğu zaman daraldım. O zaman da arşın altında bulunuyordum. Allah ta’âlâ: “Kuluma yetiş!” buyurdular. Ben de göz açıp kapayıncaya kadar bir zamanda yetiştim ve bıçağı ters çevirdim.
3- Uhûd muharebesinde kâfirler sizi yaralayıp dişinizi kırdıkları vakit, Allah ta’âlâ buyurdular:
“Habîbim’in kanına yetiş! Eğer Habîbim’in kanından bir damla yere düşer ise, yerden hiçbir bitki ve ağaç çıkarmam!”
Ben de sür’atle indim, kanını iki elimle tutup göğe fırlattım.
4- Yûsuf (a.s.) kuyuya atıldığı zaman Allah ta’âlâ: “Kulumun imdadına yetiş!” buyurdular. Hemen Yûsuf’a yetiştim. Yûsuf kuyunun dibine varmadan önce ben kuyunun dibinden bir kaya çıkardım. Ve Yûsuf’u üzerine oturttum.” (Ruhul’l Beyân 2. c., 311. s.)
(Hz. Mahmûd Sâmî RAMAZÂNOGLU (k.s.), Hz. İbrâhîm (a.s.), 117. s.)
AKIL
Süfyân bin Uyeyne (r.a.) diyor ki: “Akıllı kimse, iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan, kötüyü görünce almıyandır.”
Mevlûd-i Nebî kitabında diyor ki: Veheb bin Menbe (r.a.): “Muhammed ‘aleyhisselâmı insanlığa hak peygamber gönderen Allah ta’âlâya yemin ederim ki, Allah ta’âlânm peygamberlere gönderdiği yetmiş kitabında okudum. Öncekilerin ve sonrakilerin aklı, Resûlullâh’ın (s.a.v.) aklı yanında, dünyadaki kum tanelerinin yanında bir kum tanesi gibidir.”
Şâh-ı Merdân emiru’l mü’minîn Alî (r.a.) buyurur ki: “Akıl bir ağaçtır. Kökü takva, dalı haya, meyvesi verâ’dır. İşte bu akıl ağacının kökü, ya’ni aslı olan takva, kulu üç hasleti edinmeye çağırır: Dinde fıkha, dünyâda zühde ve Allah ta’âlânm gayrisinden kesilip tamamen O’na dönmeye. Bu ağacın dalı olan haya, üç haslete, ya’nî doğru sözlülüğe, çok iyilik yapmaya ve şüphelileri terke çağırır.”
Cafer-i Sâdık (r.a.) buyurur ki: “Akıl bize kulluk yapabilmek için, ihsan edilmiş bir âlettir. Rubûbiyyeti idrâk için değildir. Aklı, Rubûbiyyeti anlamakta kullanan kimse, ubudiyeti, Hakk ta’âlâya kulluk etmeyi kaçırır. Rubûbiyyeti de idrâk edemez.”
Resûlullâh (s.a.v.), Ebû Zerr (r.a.)’e buyurdu ki: “Allah ta’âlânın haram eylediklerinden kaçın ve emr ettiklerini yerine getir ki, akıllı olasın.”
(Mevlânâ Muhammed Rebhâmî, Riyâdü’n-Nâsıhîn, 129-130. s.)
“İnsanların en akıllısı, insanların harekâtını en iyi takdir edendir.” Hz. Ömer (r.a.)
AKIL Nİ’METİ
Efendimiz (s.a.v.): “Allah ta’âlânm ilk yarattığı akıldır. Allah ta’âlâ akla:
“Dön bu yana!” diye emretti, akıl döndü. “Dön o yana!” diye emretti, yine döndü.
Allah ta’âlânın her emrine inkıyâd etti.
Sonra Allah ta’âlâ: “İzzet ve celâlim (ululuğum) hakkı için nazarımda senden kıymetli bir şey yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm. Seninle mükâfatlandırır, seninle cezalandırırım.” buyurmuştur.
Bir cemâat Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzurunda bir adamı aşırı derecede öğdüler.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
“Bu adamın aklı nasıldır?” diye buyurdular da:
“Yâ Resûlallah, biz Zât-ı Risâletpenâhîlerinize bu adamın son derece ibâdetinden ve muhtelif hayır işlerinden haber veriyoruz. Siz, hâlâ aklından mı soruyorsunuz?” dediler.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
“İnsân, ahkamlığı ile beraber günahkârlardan daha büyük hatâlara düşer. İnsanların yarın Allah katında yüksek derecelere yükselmeleri akılları nispetindedir.” buyurdular.
Hazret-i Ömer (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsânın, akıl gibi yüksek iktisabı olamaz.
Akıl, sahibini iyiliğe ulaştırır, fenalıktan alıkor.
Aklı kemâle ermedikçe insânın dîni müstakim ve îmânı tamâm olmaz.”
(Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî (r.h.), İhyâ’u ‘Ulûmi’d-Din 1 c., 211. s.)
RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ÜMMETİ
O (s.a.v.)’in Ümmeti, bütün ümmetlerin en fazîletlisidir.
“Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan yâhut Levh-i Mahfuz’dan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân s. 110) buyurulmuştur. Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) iftihâr hil‘atı ile teşrîflendirildi ve Peygamberlerin varisleri kılındı ve şerîat hükümlerini çıkarmada onlara ictihâd rütbesi verildi ki, bu reylerinin gerekli kıldığı kararlarla hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan Peygamberlerden Hz. Îsâ ve Hızır (a.s.)’lar, bir şeye hükmetseler Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmederler.
Hâkim Tirmizî, Hâtemü’l-Enbiyâ adlı kitabında ve Ankâ-i Mağrib sâhibi ile Mevlânâ Sâdeddîn ve Taftazâni bazı eserlerinde şöyle bildirmişlerdir. Eğer sorulsa ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Gerçekten, size adâletle hükmedecek Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’ın inişi yaklaştı. İner inmez haçları kıracak, domuzları öldürecektir. Kitab ehli olan kâfirlerden cizye (vergi) kabul etmez. Ya İslâm’a gelirler yoksa kılıçtan geçirilirler” diye buyurduğu yazılıdır. Bunda şerîatın hükümlerine aykırılık vardır. Çünkü kitabı olan kâfirler, cizye verirlerse kabul etmek vâcibtir ve öldürülmeleri câiz değildir. Böyle olduğuna göre Îsâ (a.s.)’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hüküm edeceği nasıl söylenebilir. Bunun cevâbı şudur:
Resûlullâh (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmedeceği kesindir. Kitâbı olan kâfirlerden cizye alınması hükmü kıyâmete kadar devam eden hükümlerden değildir. Belki Îsâ (a.s.)’ın inişine kadar devam eder ve o geldikten sonra bu hükmün kalkacağını Hz. Peygamber (s.a.v.) bildirecektir. Kaldıran Hz. Îsâ (a.s.) değildir. Kalkışını bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Buna göre Îsâ (a.s.)’ın cizye kabul etmediği yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerîatının gereğidir. İmâm Nevevî, Şerh-u Müslim’de buna işaret etmiştir.
İbn Battal diyor ki, zamanımızda cizyenin kabul olunması ve o zaman cizyenin kabul olunmamasının sebebi, şimdi mala ihtiyaç vardır. Fakat Îsâ (a.s.) indiği zaman mal o kadar çok ve değersiz olacaktır ki onu kimse almayacak. Onun için ya İslâm olacaklar ya da öldürüleceklerdir.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 521.s.)
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
Kölelik ve câriyelik kavramlarının, toplumumuzda ayrı kavramlar olarak algılandığını ve özellikle câriye kelimesinin çok yanlış ma‘nâlarda kullanıldığını esefle müşâhede ediyoruz.
Köle tâbiri ile câriye tâbiri arasında hukukî muhteva itibariyle hiçbir ma‘na farkı yoktur. Her ikisi de rıkkıyet yani kölelik ma‘nâsını ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Sadece köleliğe ma‘ruz erkekler için kul veyâ köle tâbiri kullanılırken, köleliğe maruz kadınlar hakkında da câriye veyâ eme tâbiri kullanılmaktadır.
Toplumda, câriye denilince, sâhibinin ve efendisinin istediği zamân cinsi duygularını tatmin için bir zevk âleti olarak kullandığı kadınlar şeklindedir ki, bu ma‘nâ İslâm Hukûku açısından doğru değildir. Câriye denilen kadın köleler ile efendilerinin, İslâm Hukûkunun aradığı şartlara uymak kuralıyla karı-koca münâsebetine girmeleri ve meşrû dâirede bunu bir evlilik müessesesi gibi yürütmeleri mümkündür. Ancak her câriye, efendisi ile karı-koca münâsebetine giriyor demek değildir. Kur’ân-ı kerîm bahsettiğimiz ayırımı açıkça ifâde etmektedir: “Aranızdaki bekârları, erkek kölelerinizden ve câriyelerinizden (Kur’ân, burada kadın köleler için imâ kelimesini kullanmıştır) durumu müsait olanları evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allâh kendi lûtfu ile onları zenginleştirir.”
Şimdi sormak gerekmiyor mu? Eğer her câriye, efendisinin cinsî münâsebetleri için kullandığı bir zevk âleti ise, bir efendi, Kur’ân’ın bu emri gereği başkasıyla (Bu, hür veyâ köle bir erkek olabilir) evlendirdiği câriyesi ile yine karı-koca münâsebetini sürdürecek midir? Hâşâ.. Böyle bir hüküm İslâmî değildir. Peki nasıl olacak? Efendi, câriyesini evlendirecek.
Câriyesi, başkasının karısı olacak. Ancak tıpkı bugün özellikle evlerde çalışan hizmetli kadınlar gibi, fakat kölelik statüsünde olarak efendisinin evine gelip hizmetlerini görmeye devâm edecek. Efendisinin kölesi ve kocasının da karısı olacak. Demek ki, câriye demek, kölenin kadını demektir; efendisiyle istediği gibi karı-koca hayatı yaşayan ortalık kadını demek değildir.
İslâm hukûkunda, câriye ile karı-koca hayatı yaşama hakkına istifraş hakkı veyâ teserrî denmektedir. Şer‘î şartlar ve hükümler çerçevesinde, bu statüde olan câriyeler de vardır. Ancak bunlar, evli kadınlardan çok az hükümlerle ayrılmaktadır.
(Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, 312-313.s.)
12
ALLÂH’IN RAHMETİNE ERMİŞ ÜMME
İmâm Taberânî, Evsaf’ında Enes bin Malik (r.a.)’den aldığı şu hadîs-i şerîfi yazıyor: Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Ümmetim Allâh’ın rahmetine ermiş bir ümmettir. Mezarlarına günahlarıyla girerler ve mü’minlerin istiğfariyle mezarlarından günahsız çıkarlar.”
Mezarlarına diğer ümmetlerden sonra girerler ve onlardan önce mezarlarından çıkarlar.
Kıyamet gününde ümmetler Peygamberlerinin kendilerine bildirdikleri dînî emirleri inkâr edeceklerdir. Cenâb-ı Hakk bu gerçeği bildiği halde inkarcıları susturmak için Peygamberlerden şâhid istiyecektir. Onlar da Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’i şâhid göstereceklerdir. O zaman ümmetler, Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e:
– Siz bu Peygamberlerin dînî emirleri bize bildirdiklerini nereden biliyorsunuz diye soracaklardır. Onlar da:
– Cenâb-ı Hakk bize Kur’ân-ı Kerîm’de haber vermiştir. Oradan biliyoruz diye cevâb vereceklerdir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’i götürüp ondan ümmetinin bu şâhidlik hakkındaki fikrini soracaklardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ümmetinin doğruluk ve adâletlerine şahâdet edecek ve ümmetini temize çıkaracaktır. Amel defterleri, bu ümmetin sağ ellerine sunulacaktır.
Bu ümmetin kişileri kendi yaptıkları amellerin sevâbını buldukları gibi başkalarının kendileri için yaptıkları çalışmanın da sevâbını kazanırlar. Eski ümmetlerde bu hal yoktu. “Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” (Neml s. 39) âyeti kerîmesi gereğince sevâb alamaması gerekirken İbn Abbas (r.a.)’nın ifâdeleri ile “Îmân edip de zürriyet (nesil)leri de îmân ile kendilerine tâbî olanlar (yok mu) biz onların nesillerini de kendilerine kattık.” (Tûr s. 21) âyet-i kerîmesi bu hükmü iptal etmiş, ortadan kaldırmıştır.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 539.s.)
22
ÇOCUK BÜYÜTMEK VE TERBİYE ETMEK-1
Çocuk, ana – baba elinde bir emânettir. Kalbi kıymetli bir cevher gibi temizdir. Mum gibi her şekli alabilir. Bütün yazı ve şekillerden uzaktır. Temiz bir toprak gibi olup, hangi tohum atılırsa, büyür, iyilik tohumu ekilirse, din ve dünyâ saâdetine kavuşur. Annesi, babası ve hocası sevâbında ortak olur. Şâyet fesat tohumu atılırsa, helâk olur, annesi, babası ve hocası da günâhına ortak olur.
Nitekim Allâhü Te‘âlâ, “Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyunuz!” buyuruyor.
Allâhü Te‘âlâ: “Ey îmân edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Eğer affeder, kusurlarına bakmaz, bağışlarsanız, şüphesiz Allâh çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.” (Teğâbün s. 14)
Çocuğun dili açılmaya başlayınca ilk sözü Allâh (c.c.) olmalıdır. Bunu sık sık çocuğa söylemeli, söyletmelidir. Bazı şeylerden utanmaya, hayâ etmeye başlarsa, bu iyi bir müjdedir ve akıl nûrunun kendisine geldiği kimsenin, utanmayı kendine muhâfız yapmasına işârettir. Çünkü, kendisine çirkin gelen her şeyden hayâ eder.
İlk meydana gelen, şey yeme arzûsudur. O hâlde yemek yemenin edeblerini öğretmek lâzımdır. Meselâ sağ el ile yemeye alıştırmak. Bismillah demek, acele yememek, çok yememek, iyice çiğnemek, başkasının lokmasına bakmamak, bir lokmayı yutmadan diğerini eline almamak, ara sıra yalnız ekmek verip hep iyi yemeğe alıştırmamak, çok yemeyi gözünde ayıp göstermek, bunu hayvanlar ve akılsızlar yapar diye söylemek, çok yiyen çocukları kendi çocuğuna ayıplamak lâzımdır.
Çocuk hamd etmeyi edeble söylerse, övünmemeye alışır ve öyle olur.
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), Kimyâ-i Saâdet, 399-400.s.)
13
ÇOCUK BÜYÜTMEK VE TERBİYE ETMEK-2
Beyaz elbiseyi erkek çocuğa sevdirmeli, ipek ve renkli kumaşları kötülemelidir. Kendisini süslemek kadın huylu erkeklerin işi olup; erkeklere yakışmaz, demelidir, ipek elbise giyen ve leziz yemeklere alışan çocuklarla bulundurmamalıdır. Onları görmemelidir. Helâkine sebep olurlar. Zîrâ o da onları isteyebilir. Kötü arkadaştan çocuğu korumalıdır. Korunmayan çocuklar, küstah, yalancı, hırsız, saygısız ve korkusuz olurlar. Uzun yıllar bu sıfatlardan ayrılamazlar.
Mektebe verince, Kur’ân-ı Kerîm öğretmeli, sonra zâhidlerin hikâye ve hâllerini, Sahâbe-i Kirâm’ın ve geçmiş büyüklerin güzel ahlâkını anlatmalıdır. Şiirle meşgûl olmaktan men edilmelidir. Çünkü onlarda kadın aşkı ve güzellerin tasviri vardır. Böyle şeylerle ince rûhlu olur, diyen edeb vericiden de korumalıdır. O edeb öğretici değil şeytandır. Kalbine fesat tohumunu ekiyor demektir.
Çocuk iyi iş yapınca ve çocukta iyi huy görünce o işinden ve ahlâkından dolayı onu övmeli, âferin demeli, sevindirecek bir şey vermeli, insanların yanında onu övmelidir. Bir kusur işlerse veyâ kötü söz söylerse, bir iki def‘a görmemezlikten gelmeli, sık sık azarlanırsa, cesâretlenir, gizli yaptığını açıkça yapmaya başlar. Kızacaksa, bir defa ona kızmalı, korkutmalıdır. “Sakın bu hareketini kimse görmesin ve bilmesin, insanlar arasında rezil, rüsvâ olursun. Sana kimse arka çıkmaz!” demelidir.
Baba, baba olduğunu, büyük olduğunu hissettirmelidir. Anne, çocuğu baba ile korkutmalıdır.
Gündüz uyutmamalıdır. Zîrâ gevşek olur. Yumuşak yatakta yatırmamalıdır. Böylece bedeni kuvvetli olur. Her gün bir saat oynamasına müsâade etmelidir. Terbiyeli olur ve sıkılmaz. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy peyda eder ve kalbi kör olur. Herkese karşı alçak gönüllü olmasını öğretmelidir. Çocuklar arasında övünmemeli, kendini medhetmemelidir.
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), Kimyâ-i Saâdet, 399.s.)
19
ÇOCUK BÜYÜTMEK VE TERBİYE ETMEK-3
Çocuklardan bir şey almamalıdır. Bilâkis onlara vermelidir. Çocuğa, başkalarından bir şey almak dilencilerin ve sokak çocuklarının işidir, demelidir. Bir kimseden altın ve gümüş (yâni para) almasına müsâade etmemelidir. Bu, helâkine sebep olur ve onu kötü işlere düşürür. Çocuğa tükürüğünü ve sümüğünü, insanların yanında atmamasını, arkasını insanlara dönmemesini, edeble oturmasını, elini çenesine dayamamasını öğretmelidir. Zîrâ bu tembellik ve gevşeklik alâmetidir. Fazla konuşmamasını, katiyyen yemin etmemesini, sorulmadan konuşmamasını, kendinden büyüğüne saygı göstermesini ve onun önünden yürümemesini, dilini kötü söz, sövme ve lanetten korumasını öğretmelidir.
Hoca kendisini dövünce, feryat etmemesini, bağırmamasını söylemelidir. İltimas ettirmemeli, sabretmelidir ve “insanlara sabır yakışır, bağırmak kadınların ve hizmetçilerin işidir” demelidir.
Yedi yaşında olunca, tatlı ve kolay bir ifâde ile namaz ve abdesti ona öğretmelidir. On yaşına gelince, namaz kılmazsa, kızarak, döverek kıldırmalıdır. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin gösterecek şekilde anlatmalıdır. Dâimâ böyle kötülükler yapmış olanlardan bahsetmelidir. Böyle yetiştirip sonra bulûğa erince, bu edeblerin sırlarını, inceliklerini ona söylemelidir. Meselâ yemekten maksat, kulun Rabbine ibâdet etmesi için lâzım olan kuvvet ve gıdâyı almaktır. Dünyâdan maksat, âhiret için azık toplamaktır. Zîrâ dünyâ kimseye kalmaz, ölüm çabuk ve ansızın gelir. Ne bahtiyardır o kimse ki, dünyâda iken âhiret azığı elde eder. Cennete ve Allâhü Te‘âlânın rızâsına kavuşur, demelidir.
Cennet ve cehennem hâllerini ve sıfatlarını çocuğa anlatmalı, işlerdeki sevâb ve ikâbı bildirmelidir. Küçük yaşında böyle terbiye edilirse taş üzerindeki yazı gibi olur. Sonra yapılırsa duvardaki toprak ve sıva gibi dökülür.
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), Kimyâ-i Saâdet, 401.s.)
26
SAVAŞTA BABASI İLE KARŞI KARŞIYA GELEN KİŞİ NE YAPAR?
Savaş halinde bir kimsenin kâfir olan aslı (her ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası ve dedeleri)ni öldürmesi câiz değildir. Fakat onları bırakmayıp başkası öldürsün diye oyalar. Eğer onları öldürecek başka birisi bulunmazsa kendisi öldürür.
Savaş meydanında oğlun, kâfir olan babasını öldürmesi câiz değildir, çünkü yaşaması için babasına bakması oğlu üzerine vâcibdir. Öldürmek ise buna zıddır. Aynı zamanda oğlun dünyâya gelmesine babası sebeb olmuştur. Müslüman olan babanın kâfir olan oğlunu öldürmesi câizdir. Kezâ müslüman olan bir kimsenin kâfir olan kardeşi, amcası ve dayısı gibi akrabalarını öldürmesi câizdir.
Müdafaa-yı nefis için oğlun babasını öldürmesi -her ne kadar babası müslüman olsa bile- câizdir. Müslüman olan bir kimsenin kâfir olan babasının Allahü Te‘âlâ veya Peygamber (s.a.v.) Efendimizin aleyhinde fenâ söz söylediğini işitse, onu öldürmesi câizdir. Çünkü Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.)’in Peygamberimiz (s.a.v.)’in aleyhinde fenâ söz söyleyen babasını öldürdüğü, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin de bunu kötülemediği rivâyet edilmiştir.
Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harbde bağırıp çağıramayacak ve çocuğu olmayacak derecede yaşlı olanlar (bunlar mürted olsa bile) körler, topallar, kötürümler, bunamışlar, insanlara karışmayan rahibler ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral yahut savaşabilir yahut harbde rey sahibi olur yahut mal sahibi olup malıyla savaşa yardım ederse öldürülür. Deli çocuk ve kadın gibi öldürülmeyenlerden birisi savaşırsa öldürülür.
Silahı bulunmayan bir müslümanın silahlı olan iki düşmandan kaçmasında bir beis yoktur. İmâm Muhammed’in bir kavline göre kuvvetli olan bir müslümanın iki kafirden, yüz müslümanın iki yüz kafirden kaçması mekruhtur.
(İbn-i Âbidîn, 8.c., 384-390.s.)
15
HALKIN DEVLET BAŞKANINA NASÎHATLERİ
Mekhul (r.a.) anlatıyor: Resûlullâh (s.a.v)’in ashâbı (r.a.e.)’den Said b. Amir b. Huzeyim el-Cemhî (r.a.); Hz. Ömer (r.a.)’e hilâfeti sırasında:
– “Yâ Ömer, ben sana bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum.” dedi. Hz. Ömer (r.a.) de:
– “Buyur, dinliyorum. dedi. Said (r.a.):
– “Sana, halkın İşlerini yaparken Allâh’tan korkmanı tavsiye ederim. Allâh’ın emirlerini yerine getirirken insanlardan korkma. Sözün ve fiilin başka başka olmasın. İnsanın kendi tatbîk ettiği, yerine getirdiği öğütleri başkalarına söylemesi güzeldir. Bir meselede iki ayrı hüküm verme. İşlerin karışır, haktan sapmış olursun. Delili olan iddianın lehine karar ver ki, kararın isâbetli olsun. Allâh sana yardım etsin, halkını da, senin vâsıtanla mutlu yaşatsın. Allâh (c.c.)’ün, işlerinin başına seni geçirdiği, uzak yakın müslümanlarla ilgilen ve onların müşküllerini hallet. Kendin ve âilen için sevdiklerini onlar için de sev. Kendin ve âilen için beğenmediğini onlar için de beğenme. Hakk (c.c.) uğrunda mücadeleye başla. Allâh’ın emirlerini yaparken, hiçbir dedikodudan, kınayandan korkma.” dedi. Hz. Ömer (r.a.):
– “Bu söylediklerine kimin gücü yetebilir?” deyince, Said (r.a.):
– “Senin gibi birisinin! Allâh (c.c.)’ün ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in başına getirdiği kimsenin. Onunla Allâh (c.c.) arasına kimse giremez.” dedi.
(M. Yusuf Kandehlevî, Hadîslerle Müslümanlık, 2.c, 714.s.)
Dünyânın kıvamı dört şeyle olduğu buyrulmuştur:
1- Âlimlerin ilme devâmı,
2- Umeranın adâlete devâmı,
3- Zenginlerin sehâvete devâmı,
4- Fakirlerin duâya devâmı.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsîri, 236.s.)
22
MEKKE VE MEDİNE’NİN ÖNEMİ
Peygamber (s.a.v.) buyuruyor:
– Medine (demircilerin) körüğü gibidir, pis olanları nefyeder, temiz olanları da bırakır. (Buhâri)
– Medine’yi istemeyerek oradan çıkan hiçbir kimse yoktur ki, onun yerine Allâh (c.c.) başkasını Medine’de yerleştirmesin. (Müslim)
Peygamber (s.a.v.)’den rivâyet edilmiştir:
– Kim ki, Mekke’de veyâ Medine’de hacc veyâ umreyi yaparken ölürse Allâh (c.c.) o kimseyi Kıyâmet günü öyle diriltir ki, kendisinden hesap sorulmaz, hiçbir azâb da görmez. (Beyhakî)
Başka bir rivâyette:
“Kıyâmet günü emin olan kimselerden olarak yaratılır.” (Beyhakî) diye varid olmuştur.
İbn Ömer (r. a.)’den rivâyet edilmiştir:
– Kimin Medine’de ölmeye gücü yeterse, Medine’de ölsün. Çünkü ben Medine’de ölenlere şefaat ederim.
Allâh ta‘âlâ şöyle buyurmuştur:
– Doğrusu insanlar için konulan ilk ma‘bed, şüphesiz ki, Mekke’de bulunan çok mübârek ve bütün âlemlere hidayet olan Beyt’tir. Orada açık alâmetler İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya giderse taarruzdan emin olur… (Âl-i İmrân s. 96-97.â.).
Bazı müfessirler, âyetteki, “taarruzdan emîn olur”a, cehennem ateşinden emîn olur ma‘nâsını vermişlerdir.
Denilir ki, Harem-i şerîfin dışında bir suç işleyip oraya sığınan kimse cahiliyet devrinde her türlü cezâdan emîn olurdu. (Yani cezâlandırılması için oradan çıkarılması husûsunda bir talepte bulunulmazdı).
(Kadı ‘Iyâz (rh.a.), Şifâ-i Şerîf Tercümesi, 486.s.)
HALİFENİN GÖRECEĞİ ÖNEMLİ ÂMME İŞLERİ -1
10 tanedir.
(el-Ahkamü’s Sultaniyye, Ebü’l Hasan Habib el-Maverdî (rh.a.), Çev. Prof. Dr. Alî Şafak, 52.s.)
HALİFENİN GÖRECEĞİ ÖNEMLİ AMME İŞLERİ -2
10 tanedir. (Daha önce sekiz tanesi aktarıldı.)
Şair de şerefli çalışkan bir halifeyi şöyle vasfeder: “İşlerinizi yapacak olanlara verin, tayin edin ve ne iyiliğiniz varsa Allâh (c.c.)’edir. Refah ve saadetin bolluğu her yere yetişen ellerin, emirlerin sayesindedir. Hayat her türlü refahını müsaade etse de dünyada bol bir nimet yoktur. Emir sahipleri zorlayacak olsa da onlara asla huşû yapılmaz. Zamanın hayır yönünden her şeyini sağdılar, birtakım şeyler sayıp döktüler. O insanlar, bir gün birine tabi oldular, bir gün de birine… Gidişatı öfkeli bir şekilde devam etse de görüşü kuvvetli, fikirleri gayet isabetli olan kimse için büyüklenmede bir zelillik de yoktur.”
Muhammed bin Yezdad da vezir bulunduğu halife Me’mun’a: “Kim dünyayı arzu ederse insanların tamamı uykuda iken uyumamak şartı ile arzusuna ulaşır. İşlerini halletmeyi, biran evvel sonuca ulaştırmayı çok arzu eden, nasıl olur da zayıf düşüp uzun bir uykuya varır, gözlerini kapar.” diye yazmıştır.
(el-Ahkamü’s Sultaniyye, Ebü’l Hasan Habib el-Maverdî (rh.a.), Çev. Prof. Dr. Alî Şafak, 52.s.)
ÂDİL HÜKÜMDÂRIN FAZÎLETİ
Abdullâh bin Amr (r.a.)’den rivâyetle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Şüphesiz ki adâletle iş görenler, Allâh (c.c.) katında nurdan minberler üzerinde Rahmân azze ve cellenin yemîninde olacaklardır. Onun her iki yed’i sağdır. Bunlar hükümlerinde ve aileleri ve mütevellisi oldukları kimseler hakkında adalet gösterenlerdir.” buyurdular.
“Âdil hâkimlerin (hükümdarların) kıyâmet gününde nurdan minberler üzerinde bulunmaları, Kâdî Iyâz (rh.a.) göre, hakikat de olabilir, yüksek mevkîlerden kinâye de olabilir. İmâm-ı Nevevî (r.h.) ise, bu sözün hakîkat ma’nasında kullanılmış olmasını daha zâhir görmekte ve: “Onlar hakîkaten minberler üzerinde olacaklardır. Onların menzilleri de yüksektir.”demektedir.
“Âdil hâkimlerin (hükümdarların) bir de Allâh te’âlânın yemîninde olacakları” bildiriliyor. “Yemîn” sağ taraf, sağ el gibi ma’nalara geldiği gibi, yine Hadîs’te zikredilen “yed” de el demektir. Binaenaleyh “Allâh’ın sağ tarafında olacaklardır.” “O’nun her iki eli sağdır” diye tercüme edilebilirdi. Fakat Ha-dîs-i şerif, sıfat hadîslerinden olduğu için “yemîn” ve “yed” kelimeleri müteşâbihtir. Yani bu dünyada ma’nasını imkan ve ümid bulunmayan kelimelerdir.
Selef ve ehl-i sünnet ulemasının bu husustaki mezhebi şudur: “Biz bunun gibi kelimelere inanırız; te’vili hakkında söz etmeyiz; ma’nalarını bilmeyiz; yalnız zâhirî ma’nalarının murad olunmadığına i’tikad ederiz. Onların Allâh (c.c.)’e layık ma’naları vardır, ama onları yalnız Allâh (c.c.) bilir.”
“O’nun her iki yed’i sağdır” cümlesi, buradaki “yemin” kelimesinden uzuv kastedilmediğine tenbihtir. Zîra el, sağ gibi şeyler Allâh te’âlâ hakkında imkansızdır.
“Bunlar hükümlerinde ve aileleri ile mütevellisi oldukları kimseler hakkında adâlet gösterenlerdir.” Cümlesinin ma’nası “Bu fazîlet, üzerine aldığı hilafet, valilik, hakimlik, yahud yetim malında, vakıf ve emsalinde mütevellilik gibi hukukta, adalete riayet edenlere mahsustur” demektir.
(Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
Ahmed Davudoğlu (r.h.), 8.c., 688.s.)
NAMAZIN YARIDA KESİLMESİ İÇİN GEREKENLER
Başlanmış bir namazı bozmak, haram ise de, şer’î arızaya mebnî, bazen caiz, bazen de vâcib olur.
Tecâvüze uğrayanın veya suya düşmüş olanın veya hayvan saldırısına uğrayanın feryadı üzerine namazda olanın, onu kurtarmak için, (farz namaz dahi olsa) hemen namazı bozması vâcib (farz) olur. Bozulan bu namazı sonra yeni baştan kılar.
Davara kurt ve sair canavar gelmesi hâlinde ve âmâ olan yahut tehlikeye dikkat etmeyen kimsenin, kuyu v.s. bir tehlikeye düşmesi korkusunda da, namazı yarıda kesmek vâcib olur. Nitekim, ebe alacağı çocuğun veya anasının helakinden veya bir uzvunun telefinden -zannı galip ile- korktuğu vakit, namazda ise namazı kesmesi, değil ise namazı vaktinden geciktirmesi, yâni; kazaya bırakması vâcib olur.
Kırda bulunan kimse de, hırsızlardan veya yol kesenlerden yahut canavar ve sel tehlikesinden korktuğunda, namazını vaktinden sonraya geciktirebilir.
Düşman karşısında bulunan savaşçılar süvari oldukları halde, imâ ile kılmağa imkânları yoksa, özre mebnî namazlarını sonraya (kazaya) bırakırlar. Çünkü namaz ile uğraşmaları suretinde, savaşta kaybedeceklerini sonradan elde etmeleri mümkün olmayabilir.
Namazda Nebî (s.a.v.)’e icâbet etmek, namaz kılana farz olur. O namazın bâtıl olmasında ihtilâf edilmiş. Ashâbtan Ebû Saîd b. Muallâ (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in çağırmasına namazda olduğu için icabet etmemesinden dolayı azarlanmıştır.
Bir dirhem gümüş (2.8 gr.) değerinde olan şey -başkasının dahi olsa- çalınmak korkusu üzerine, namazı -farz bile olsa- bozmak caiz olur.
Kadın namazda iken ateş üzerindeki çömleğinin kaynayıp taşmasından ve çocuğunun ağlayıp haykırmak gibi şeyler ile ızdırap çekmesinden korkarak namazını kesmesi caiz olur.
Bir kâfir kendisine İslam dinini telkin etmeği, namaz kılandan istemesi halinde, kılanın namazı yarıda kesmesi caiz olur.
(Mehmet Zihni Efendi, Nimeti İslâm, 334.s.)
KUR’AN-I KERÎMİN TEFSÎRİ MES’ELESİ
VE KİMLER TEFSİR YAPABİLİR
Tefsîr yapacak âlimin aşağıda zikr edilen şu onbeş ilmi gayet mükemmel şekilde bilmesi lâzım gelir.
Bu ilimleri kemâliyle (tam ve en olgun şekilde) bilmeyen kimselerin Kur’an tefsîrine yeltenmesi şer‘an câiz değildir (Şeriat’ın buna izni yoktur).
1- Lûgat (Arap dili) 8- Kıraat ilmi
2- Tasrif (Sarf ilmi) 9- Usûl-i din ilmi
3- Nahv ilmi 10- Usûl-i fıkıh ilmi
4- İştikak 11- Esbâb-ı nüzûl
5- Me‘ânî ilmi 12- Nâsih ve mensûh
6- Beyân ilmi 13- Fıkıh ilmi
7- Bedi‘ ilmi 14- Mücmel ve mübhemin tefsîri
Müfessirin sahip olması gereken 15’inci ilim ilmü’l-mevhibedir. Bu öyle bir ilimdir ki, onu Cenâb-ı Hakk hazretleri, ilmiyle âmil olan bahtiyar kuluna ihsân eder.
(Sırrı Paşa’nın saydığı bu 14 ilim kesbîdir, ya‘ni çalışıp öğrenmekle elde edilebilir. 15’inci ilim ise vehbîdir, ya‘ni Allâh (c.c.) vergisidir. O verirse verir, vermezse, çalışmakla öğrenilip elde edilemez.)
İşte bu 15 ilim, müfessirin (tefsîr âliminin) mutlaka, kesin sûrette ve hiç şüphesiz ve eksiksiz mükemmel bir şekilde sâhip olması zorunlu bulunan ilimlerdendir.
Ama bunlardan başka, Kur’an-ı kerîmi tefsîr edebilmek için müfessirin diğer ilimlerde (ve çağının gerektirdiği genel kültür bilgilerinde) derinleşmiş olması da şarttır.
(İmâm Zehebî (rh.a.),
Büyük Günâhlar, Ekbölüm, 257-259.s.)
BESMELE-Yİ ŞERÎF
Cenâb-ı Hakk, her hayırlı işe Besmele ile başlanmasını emir buyurmuşlardır.
Bu husûs çeşitli âyet-i celîlelerde beyân olunmuştur. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de:
“Herhangi bir hayırlı işe eğer Besmele ile başlanmazsa o iş ebter (hayırsız) olur.” yani “Sonu hayır ile tamâmlanmaz ve bereketli olmaz.” buyurmuşlardır.
Rûhü’l-Beyân tefsîrinde naklolunur ki:
“Fir‘avn henüz ulûhiyet (ilâhlık) da‘vâsında bulunmadan önce sarayının kapısına “Bismikellâhümme” yazdırmıştı.
Mûsâ aleyhisselâma îmân etmediği için Musâ (a.s.), Cenâb-ı Hakka: “Ya Rabbi ben onu da‘vet ediyorum; ama onda bir hayır görmüyorum.” diye ilticâ ettiğinde Cenâb-ı Hakk:
“Her halde sen onun helâk edilmesini istiyorsun. Ve sâdece onun küfrünü görüyorsun, ben ise onun kapısına yazdırdığı yazıyı da görüyorum.” buyurdu.
Kim Besmele-yi şerîfi süveydâ-yı kalbine bir ömür boyu dilinden düşürmemek üzere nakşederse rahmete lâyık olur. Cenâb-ı Hakk, Fir‘avn’a, Fir‘avn olduğu halde sarayının kapısına bir Besmele yazdırdığı için bu kadar mühlet veriyor. Onu kalbine yazan bir mü’minin ne kadar âtıfet-i İlâhiye’ye mazhâr olacağı bedîhidir (besbellidir). Duâsına da muhakkak sûrette icâbet (kabûl) olunur. Kulun duâsına icâbet olunması için ilk şart; helâl lokma ile ıs-lâh-ı bâtın eylemek (kalbini günâhlardan temizlemek), son şart ise ihlâs ve huzûr-ı kalbdir. Ya‘ni Cenâb-ı Hakk’a lâ-yıkıyle yönelmektir. Eğer ağıza konulan lokma helâl değilse o kimsenin ihlâslı ve huzûrlu olması, mâsivâyı terk edip Hakk’a yönelmesi müşküldür. Evvelâ bunlara dikkat etmesi lâzımdır.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Musâhabe, 2.c. 16.s.)
PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ŞEFÂATI
Azâb gören günâhkar müslümânlar Cebrâîl (a.s.)’ı görünce: “O keremli Cebrâîl, Muhammed (s.a.v.)’e vahiy getirirdi” derler ve Muhammed (s.a.v.) ismini duyunca, hep birden bağırırlar: – Ey Cebrâîl, Muhammed (s.a.v.)’e bizden selâm söyle, nâmımıza de ki: – Günâhlarımız seninle aramızı açtı. Bu kötü hâlimizi de ona anlat. Cebrâîl (a.s.) oradan ayrılır ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gider. O (s.a.v.)’i incili, beyaz bir köşkte bulur. O köşkün tam dört bin kapısı vardır. Her kapının çevresi iki sıra sırma altınla süslüdür.”
Cebrâîl (a.s.) şöyle konuşur: “Yâ Resûlallâh (s.a.v), ümmetinden ateşte azâb gören âsi grubun yanından geldim. Sana selâm söylediler ve: – Hâlimiz çok fenâ. Yerimiz pek dardır” dediler. Bunu dinledikten sonra, Resûlullâh (s.a.v.) doğru Arş’ın altına gider. Orada secdeye kapanır. Allâhü Te‘âlâ’ya öyle bir hamd eder ki, öylesini hiç kimse yapmamıştır, yapamamıştır.
Allâhü Te‘âlâ emreder: “Ey Habîbim! Başını kaldır, iste! istediğin verilecek. Şefaat dile, şefaat dileğin kabûl olunacak.”
Resûlullâh (s.a.v.) şu dilekte bulunur: “Yâ Rabbi, ümmetimden günâhkârların hâli ne olacak? Onlara olan hükmü infâz eyledin. İntikâmını aldın. Onlara şefaatimi kabûl buyur!…”
Allâhü Te‘âlâ şöyle müjdeler: “Seni onlara şefaatçi kıldım. Cehenneme git; orada, “Allâh’tan başka ilâh yoktur.” diyeni çıkar.”
Resûlullâh (s.a.v.) oraya gider. Cehennem bekçibaşısı O (s.a.v.)’e saygıyla ayağa kalkar. Resûlullâh (s.a.v.) ona sorar: “Ey bekçibaşı, ümmetimin günâhkârları ne hâlde?”
Bekçibaşı: “Hâlleri çok kötü, yerleri de pek dardır” der. Resûlullâh (s.a.v): “Kapağı kaldır” deyince kapak kaldırılır. Oradakiler Resûlullâh (s.a.v.)’i görürler. Görür görmez de, şöyle bağırırlar:
“Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Ateş derilerimizi yaktı, ciğerlerimizi dağladı…”
Resûlullâh (s.a.v.) oradan onların hepsini çıkarır. Ateş onların hepsini yakıp kömür hâline getirmiştir. Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) onları alır, doğru cennetin kapısında akan bir ırmağa götürür. Onun adı, Hayat Irmağı’dır. Orada yıkanıp çıktıkları zaman, temiz yüzlü, sürme gözlü birer taze delikanlı, birer tâze kız olurlar. Yüzleri aya benzer. Böylece Cennete girerler.
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l Gâfilîn Bostânü’l-Ârifîn, 70-71.s.)
ŞEYTÂNIN HÎLELERİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den rivâyet edilmiştir ki:
İsrâîl oğullarındaki bir râhibi aldatmak için, şeytân şöyle bir çâre düşünür: Zengin âilenin güzel bir kızını çarpar saralandırır ve “çâresi râhibdedir” diye onlara vesvese verir. Onlar râhibe gelir. Râhib kabûl etmezse de, ısrârlarına dayanamayarak kabûl eder. Bu defa şeytân râhibe döner vesvese verir ve kızın bikrini izâle eder. Kız hâmile olur. Şeytân râhibe, rezîl ve kepâze olacaksın, bunun çâresi bu kızı öldürmendir, der ve râhib kızı öldürür. Bunun üzerine şeytân râhibe, kızı defnet, geldikleri vakit öldü dersin, diye vesvese verir. Râhib aynı şey’i tatbîk eder. Bu defa şeytân kızın anne ve babasına döner, onlara da vesvese verir ve şüphelendirir. Gelir bakarlar ki gerçekten kız ölmüş ve öldürülmüş. Bunun intîkamını râhibden almak üzere iken, şeytân râhibe gelerek, bütün bu işleri yapan benim, sen bana iki secde et ben seni kurtarayım, der ve râhib de şeytâna iki secde edince, şeytân, ben senden berîyim, der. İşte bu, Allâhü Te‘âlâ’nın: “Şeytân gibi, insana kâfir ol der, insan kâfir olunca, ben senden beriyim, der” buyurduğu gibidir.” (Haşr s. 16) (İbn Ebi’d Dünyâ)
Şeytânın hîlesine ve râhibi nasıl aldattığına bir bak. Bütün bunların başı kızcağızı tedâvi için şeytânın vesvesesini dinleyerek onu kabûl etmesidir. Aslında bu mühîm bir şey değil, hattâ sâhibi bir hayır yaptığını da sanabilir. Gizli hevâsının arzûsu ile bu, kalbinde güzel gözükür. Güyâ hayra hevesli gibi bu işe atılır sonra da iş çığırından çıkar ve yavaş yavaş ileriye doğru gider de netîcede kurtuluna-mayacak bir hâl alır. Bu gibi tehlikelerden Allâh’a sığınırız. İşte buna işâret olarak Resûl-i Ekrem (s.a.v):
“Koru etrafında dolaşanın koruya düşmesi kuvvetle muhtemeldir.” (Buhârî) buyurmuşlardır.
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c, 70.s.)
ALLÂH’IN BAHŞETTİĞİ İZZETİN YERİNE
BAŞKA BİR ŞEREF İSTEMEYİZ
“Ömer (r.a.), devesinin sırtında Şam’a girmek üzere iken kendisini karşılayan halk:
– Ey Mü’minlerin Emîri! Gösterişli bir ata binseydin, seni halkın büyükleri ve ileri gelenleri karşılıyor, dediler.
Hz. Ömer (r.a.):
– Sizi bir daha burada görmeyeyim! -eliyle göğe işâret ederek- Emîr oradan geliyor, devemin yolunu açın, buyurdu.”
Ömer (r.a.)’in Şam yolculuğuyla alâkalı olarak Şamlı Ebû’l-Gâliye’nin naklettiği bir rivâyette de şunlar kaydedilmiştir: “Ömer (r.a.), İlyâ’ya (Kudüs’e) giderken güzergâhında bulunan Câbiye’ye uğradı. Esmer bir deveye binmişti, çıplak başı güneşte parlıyordu. Başında ne takke vardı, ne de sarık. Ayaklarını bellemenin iki tarafına sarkıtmış sallıyordu. Binitine üzengi vurulmamıştı. Yaygısı, deveye bindiğinde minder, yere indiğinde döşek olarak kullandığı Enbecân dokuması yün bir kumaştı. Hakîbesi çizgili bir kumaştı, içi hurma lifleriyle doldurulmuştu. Yere indiğinde bu arkalığı yastık olarak kullanıyordu Üzerinde beyaz pamuktan ma‘mûl hafîf çizgili ve bir yanı yırtık bir gömlek vardı.
– Bana halkın başkanını çağırın, diye emir verdi. Celûmes’i çağırdılar. Hz. Ömer (r.a.):
– Gömleğimi yıkayın ve dikin, bana da emânet olarak bir elbise veyâ gömlek verin, dedi.
Hz. Ömer (r.a.) gömleğini çıkardı. Gömleği yıkanıp yamandıktan sonra getirdiler. Hz. Ömer (r.a.) onların gömleklerini çıkardı, kendi gömleğini giydi. Celûmes:
– Sen Arapların kralısın! Bu beldelerde deve ile dolaşman yaraşmaz, elbiseni değişip gösterişli bir ata binsen bu seni Rûmların gözlerinde daha ihtişamlı gösterir! dedi.
Hz. Ömer (r.a.):
– Biz, Allâh’ın İslâm’la şereflendirdiği bir cemaatız! Allâh’ın bahşettiği izzetin yerine başka bir şeref istemeyiz! dedi.”
(M. Yûsuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 4.c, 364-365.s.)
MA‘NEVÎ GIDÂ
İnsanların gıdâsı cismânî ve rûhânî olmak üzere iki kısımdır. Gıdâ-i cismânî, yemek, içmek sûretiyle beslenmektir. Gıdâ-yı rûhânî de ma‘neviyyat ile gıdâlanmaktır.
Mes’elâ buğdayın susuz yetişmesi mümkün değildir. Binâenaleyh, cismânî gıdânın olgunluğa erişmesi için rahmet-i ilâ-hiyye’ye fevkalâde ihtiyâç vardır. Aksi takdîrde helâk olması muhakkaktır. Buğdayın yağmura ihtiyacı olduğu gibi gıdâ-yı ma‘nevî de füyûzât-i ilâhiyye’ye muhtâçtır. Ya‘ni, ma‘nevî rahmet-i ilâhiyye’ye muhtâçtır. Ma‘nevî rahmet-i ilâhiyye de, insanların kalbine ihsân olunur.
En ziyâde ma‘nevî rahmet-i ilâhiyye, ya‘ni Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve irfânı, Evliyâullâh büyüklerinin kalbine ihsân olunur. Diğer mü’minler de onlardan bi-iznillâhi Te‘âlâ feyz alırlar.
Evliyâullâh da yağmur gibidir. Maddî yağmur olmayınca ha-yât-ı beşeriyyenin bekâsı mümkün olamayacağı gibi, ma‘nevî yağmur da olmayınca mükevvenât’ın bekâsı mümkün olamaz.
Ümmetimin kâmil zâtları yağmur gibidir. Evvelinden mi âhirinden mi hangisinden halkın daha ziyâde müstefîd olacağı bilinmez. (Keşfül-hafâ)
Bununla beraber, her yağmurun zamanına göre faydası olduğu gibi Evliyâullâh’ın da, asra, zamana göre faydaları vardır. Yüce Allâh’ın katında her birerlerinin mevkii vardır. Zamân-ı sabıkta geçmiş dönemlerdeki Evliyâullâh ile sonradan gelenleri mukâyeseye kalkmamalıdır.
Mes’elâ bir kaç asır evvel irtihâl buyuran Evliyâullâh’ı bu zamanda ekseri insanlar tasdîk ederler. Bunun sebebi vardır. Zî-râ irtihâlden sonra irşâd vazîfesinden âzâde kalırlar. Şeytân da onları tasdîk etmekten men‘ etmez. Asıl hayâtta bulunan ir-şâd’a me’mur kâmil velîlere mü’minleri yakınlaştırmamak için inkâr ettirir, bundan men‘e çalışır. Çünkü mü’minlerin selâmetini arzû etmez.
Kalb temiz olursa, ya‘ni kalbde îmân olursa dâimâ ibâdet ve tâata sevk eder. İnsanlar ekseriyetle “mü’miniz” derler. Halbuki müslümândırlar. Ya‘ni teslîm olmuşlardır. Mü’min olmak için her halde îmânın kalb’e yerleşmesi lâzımdır.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe 6,140.s.)
KOVULMUŞ ŞEYTÂNDAN ALLÂH’A SIĞIN
Muhammed b. Vâsi her sabah namâzını müteâkib şöyle duâ ederdi:
“Allâhım, sen bize bir düşman musallat ettin ki, o ve maiyyeti bizi ve kusûrlarımızı görür, fakat biz onu göremeyiz. Allâhım, onu rahmetinden mahrûm ettiğin gibi bizden de mahrûm et; affından ümîdini kestirdiğin gibi, bizden de ümîdini kestir, rahmetinle onun arasını uzaklaştırdığın gibi, bizimle de onun arasını uzaklaştır. Zîrâ muhakkak ki, senin gücün herşeye yeter, sen her şeye kâdirsin.”
Abdurrahmân b. Ebû Leylâ’dan rivâyete göre: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) namâz kılarken bir şeytân gelir, ışık yakar ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in önüne tutardı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) is-tiâze eder. Kur’ân okur, öyle iken bu şeytân uzaklaşmazdı. Cebrâîl aleyhisselâm Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e gelerek şu duâ-yı öğretti: “Kul e‘ûzü bikelimâtillâhi’t tâmmeti’lletî lâ-yücâ-vizühünne berrun ve/â fâcirun min şerri mâ-yelicü fi’l-ar-di vemâ-yahrucu minhâ vemâ yenzilü mine’s semâi vemâ ya‘rucu fîhâ vemin fiteni’l leyli ve’n nehâri vemin tavâri-ki’l leyli ve’n nehâri illâ tavârikan yakturu bihayrin yâ rahmân.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu duâyı okuyunca, şeytânın ışığı söndü ve kendisi yüzüstü yere düştü.
Yine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Namâz kılarken şeytân geldi benimle münâzaa üzerine münâzaa etti. Ben de onu gırtlakladım. Beni hak peygamber olarak gönderen Allâhü Te‘âlâ’ya yemîn ederim ki, onun boğazını öyle sıktım ki, dilinin suyunun soğukluğu elime değdi ve onu öyle bıraktım. Eğer kardeşim Süleyman peygamberin duâsı olmasaydı, upuzun yattığı hâlde mescîdde sabahlayacaktı.” (İbn Ebid Dünyâ)
(Süleyman aleyhisselâm’a cinler musahhar idi. O duâsında: “Rabbim, bana bir mülk hibe et ki, benden sonra kimseye lâyık olmasın.”) İşte bu duâsına binâen Resûl-i Ekrem (s.a.v.) İblis’i bağlamadı. (Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c, 83.s.)
BEŞ ŞEYDEN ÖNCE BEŞ ŞEYİ GANÎMET BİL!
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdular ki:
“Beş şeyden önce beş şeyi ganîmet bil:
1) İhtiyarlığından önce gençliğini,
2) Hastalığından önce sağlığını,
3) Meşgûliyetinden önce boş zamanını,
4) Fakirliğinden önce zenginliğini,
5) Ölümünden önce hayatını…”
Resûlullâh (s.a.v.), bu beş şeyde birçok bilgi toplamıştır. Hele, ihtiyarlıktan önce gençlik. Çünkü insan gençliğinde nice amelleri işlemeğe güçlüdür; ihtiyarlığında onlardan hiçbirini yapamaz. Çünkü gençlik, günâh ve isyân içinde geçip giderse ihtiyarlıkta onlardan dönmek mümkün olmaz.
Hastalıktan önce sağlık da aynı, çünkü sağlam kimse malına ve nefsine söz geçirir. O hâlde sıhhatli bir insanın, sağlığını bir ganîmet bilmesi, iyi işler yapmaya çabalaması nefsiy-le ve malıyla sâlih amellerde bulunması gereklidir.
Dolu zamandan önce boş zamanın durumu da aynıdır, geceler boş zamandır, gündüzler de doludur.
Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir;
– “Gece uzundur; onu uyku ile kısaltma. Gündüz de aydınlıktır; günâhlarla kirletme.”
-Allâh’ın verdiği dünyâlığa râzı isen, bunu bir ganîmet bil. Halkın elindekine göz dikme.
– İnsan, hayatta bulunduğu sürece iyi amel işlemeye gücü yeter. Öldüğünde ameli kesilir. Mü’min kula yakışan odur ki, bu fâni günlerini boşa harcamamak; ebedî hayatına böylece bir ganîmet hazırlamaktır.
– Çocukluğunda çocuklarla oynadın. Gençliğinde oyuncak sayılan işlere daldın, ihtiyarlığında ise zayıf düştün. Peki ne zaman Allâh için ibâdet yapacaksın? O hâlde: Öldükten sonra da hiçbir iş yapacak hâlin yoktur. Bu yolda bir çaban olacaksa, hayatında olacaktır. Daima ölüm meleğinin gelmesine hazır olmalısın. Ve her vakit onu hatırlamalısın. Çünkü: O, seni gözler, senden gâfil değildir.
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l-Ğâfilîn Bostânu’l-‘Ârifîn, 23-24.s.)
İNSANIN KEMÂLÂTI ALLÂH’I BİLMESİNDEDİR
İnsanoğlunun husûsiyeti (ayırıcı özelliği) ilim ve hikmet sâhibi olmasıdır. Muhtelif ilim dallarının en şereflisi de Allâhü Te‘âlâ’nın zât, sıfat ve ef‘âlini bilmektir. İnsânın kemâlâtı buradadır. İnsanın saâdeti, Celâl ve Kemâl sâhibi olan Allâh’a yaklaşması da kemâlâtı sâ-yesindedir.
Beden, kalbin biniti, kalb de ilmin yeridir. İnsanda aranan şey ve insanın husûsiyeti de ilimdir. Çünkü bunun için yaratılmıştır. Yük taşımakta merkep ile müşterek olan atın, düşmana saldırmakta, kaçmakta, güzel kalıp ve kıyâfette merkepten ayrılmış olması, atın bu hikmete binâen yaratılmış olduğunu göstermektedir. Bu vasıfları kaybeden at, merkep seviyesine düşeceği gibi, bir çok vasıflarda diğer hayvanlarla müşterek olan insan da kendine has bir çok vasıflarla hayvandan ayrılır. Bu husûsiyetler Allâhü Te‘âlâ’nın mukarreb meleklere verdiği vasıflardır. İnsan, hayvanlarla melekler arasında nev‘i şahsına münhasır bir yaratılışa sâhibdir. Onun husûsiyeti, eşyânın hakîkatini bilmesindedir.
Bunun aksine olarak bedenî zevklerine düşkün olup, bütün gayretini yalnız yeyip içmeye verenler ise, hayvanât ufkuna düşmüş olurlar. Ya öküz gibi ahmak, ya hınzır gibi boğaz düşkünü veyâ köpek gibi saldırgan, yâhud da deve gibi kinci veyâ arslan gibi kibirli, yâhud da tilki gibi hîlekâr veyâ bütün bu kötülükleri nefsinde toplayan bozguncu bir şeytân olurlar. Hâssa ve uzuvlarının herbiri Allâhü Te‘âlâ’ya ulaşmak için birer vâsıtadır. Kim, a‘zâ ve hâssalarını Allâh’a giden yolda yardımcı olarak kullanırsa kurtulmuş, kim, bu yoldan sapmışsa rüsvây ve perişân olmuştur.
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u ‘Ulûmiddin, 3.c, 21.s.)
HÜKÜMDÂRIN İNDİRİLME SEBEBLERİ -1
Makâsıd Şerhi’nde zikredilmiştir ki; hükümdâr mürted olursa yâhud kesilmeksizin devâm eden akıl hastalığına yakalansa yâhud esir edilip kurtarılma ümîdi bulunmasa yâhud bildiklerini unutturan bir hastalığa yakalansa yâhud kör veyâ dilsiz olsa hükümdârlıktan çıkarılır.
Kezâ: Hükümdâr müslümânların işlerini yapmaktan âciz olduğunu anlayıp hükümdârlıktan vazgeçse, hükümdârlıktan çıkmış olur.
Hiç bir sebep göstermeden hükümdârlıktan vazgeçse, hükümdârlıktan çıkıp çıkmamasında ihtilâf vardır. Hükümdâr fâsık olduğunda da hükümdârlıktan çıkarılıp çıkarılmamasında ihtilâf vardır. Ekser-i fukahâya göre; hükümdârlıktan çıkarılmaz. Şâfiî ve Hanefî mezhebinde muhtar olan kavil budur, İmâm Muhammed’den iki rivâyet vardır. O kimse ittifâkla hükümdârlıktan çıkarılmayı hak etmiş olur.
Müsâyere’de zikredilmiştir ki; bir kimse âdil olarak hükümdâr seçildikten sonra zâlim ve fâsık olursa hükümdârlıktan çıkarılmaz. Fakat fitne çıkmasından korkul-mazsa hükümdârlıktan çıkarılmayı (bu fiileri ile) hak etmiş olur.
Müslümânların din ve dünyâ işlerini düzene koyması için başlarına bir hükümdâr tâyin etme hakları olduğu gibi, din işleri gevşeyip dünyâ işleri bozulduğunda başlarındaki hükümdârı çıkarma hakları da vardır. Eğer hükümdârın çıkarılması fitneye sebebiyyet verecek olursa, iki zarardan ehveni tercîh olunur. (Mevâkıf Şerhi)
Eğer insanlar emn-ü emânda olmazsa hükümdâr ya âciz veyâ zâlim olmuş olur ki, bu takdîrde kendisine isyân etmek eğer fitne korkusu olmazsa kendisini hükümdârlıktan çıkarmak câiz olur. (İbn Âbidin, 9.c., 99.s.)
HÜKÜMDÂRIN İNDİRİLME SEBEBLERİ -2
İsyân olursa hükümdâr isyân edenlere isyânlarının sebebini sorar. Eğer kendilerine yapılan zulümden dolayı isyân ettiklerini söylerlerse, hükümdârın zulmü bırakıp onlara adâletle muâmele etmesi lâzım gelir. Eğer hakkın kendileriyle beraber olduğunu iddiâ ederek bir hak ve velâyet da‘vâsı için isyân ettiklerini söylerlerse artık onlar bâğîdirler. Buna göre hükümdârın, itâatına da‘vet etmeksizin onlarla savaşması câiz olur. Çünkü onlar kendilerine da‘vet ulaşan ehl-i harb ve mürtedler gibi ne üzerine savaşacaklarını bilmektedirler. (el-Bahr)
“Onlar bizimle savaşa başlamadan önce bizim onlarla savaşa başlamamız ve toplulukları dağılıncaya kadar savaşmamız helâl olur.” Çünkü onların harbe başlamasını beklesek çok defa şerlerini defetmek mümkün olmaz. Buna göre şerlerini defetme zarûreti delil üzerine deverân eder. Mezhebin muhtar olan kavline göre; onlar bizimle savaşa başlamadan önce bizim onlarla savaşa başlamamız câiz ve meşrûdur. Onların şerlerini öldürmekten daha ehven bir şey ile defetmek mümkün olursa, onunla iktifâ edilmesi vâcib olur. (Zeylaî, Bahr)
“Hükümdâra icâbet etmesi farz olur ilh…” Burada asıl olan Allâhü Te‘âlâ’nın: “Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin! Resûlüne ve sizden olan emir sâhiblerine de itaat edin” (Nisa s. 59) kavl-i kerîmidir ve Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:
“Üzerinize azâsı kesik Habeşli bir köle âmir tâyin edilse bile onu dinleyin ve ona itaat edin!” hadîs-i şerîfidir. İmâm-ı A‘zâm (r.a.)’den: “Fitne çıktığı zaman her müslümânın fitneden ayrılıp evinde oturması vâcib olur.” diye nakledilen rivâyet, rnüslümânların başlarında hükümdâr bulunmadığı zamana hamlolunur.
“İki müslümân kılıçlarıyla karşılaştıkları zaman öldüren de öldürülen de cehennemdedir.” diye rivâyet edilen hadîsi şerif, iki köy veyâ iki mahalle arasında vâki olan kavgada asabiyet (kendi akrabasını kayırmak) ve hamiyet (millî, onur ve haysiyet) için yâhud dünyâ için öldürme ve öldürülmeye hamlolunur. Bu bahsin tamâmı Fetih ’dedir. (İbn-i Âbidîn, 9.c, 99.s.)
DUÂLARIMIZ NİÇİN KABÛL OLMAZ
İbrâhîm b. Ethem (k.s.)’a:
– Allâhü Te‘âlâ “Bana duâ edin ben size icâbet eder ve duâlarınızı kabûl ederim” buyurduğu hâlde, nasıl olur da bizim yaptığımız duâlar kabûl olmuyor? diye sorarlar.
İbrâhîm b. Ethem (k.s.) :
– Çünkü sizin kalbleriniz sekiz haslet üzerinde ölmüştür, onun için duâlarınız kabûl olmaz, demiş ve bu sekiz hasleti şöyle anlatmıştır:
1- Allâh’ı bildiniz, fakat emirlerine itaat etmemekle, hakkını yerine getirmediniz.
2- Kur’ân’ı okudunuz, fakat mû‘cibiyle amel etmediniz.
3- Peygamber (s.a.v.) Efendimizi sevdiğinizi iddiâ ettiniz, fakat sünneti ile amel etmediniz.
4- Ölümden korktuğunuzu söylediniz, fakat ölüm için hazırlanmadınız.
5- Allâhü Te‘âlâ:
“Şeytân sizin için büyük bir düşmandır, onu düşman tanıyınız.” (Fâtır s. 6) buyurdu, siz ise dilinizle düşman tanıdığınız hâlde işinizle tamâmen ona uydunuz ve isyân ettiniz.
6- Cehennem’den korktuğunuzu iddiâ ettiğiniz hâlde bütün kuvvetinizle, işinizle kendinizi Cehennem’e attınız.
7- Cennet’i sevdiğinizi iddiâ ettiğiniz hâlde, Cennet için hazırlanmadınız.
8- Sabahleyin kalkınca kendi kusûrlarınızı arkaya attınız ve başkalarının kusûrları ile meşgûl oldunuz. Bu sûretle Rabbinizi kızdırdınız, nasıl duânız kabûl olsun?
FİTNELERDEN ALLÂH’A SIĞINMAK
Ebû Sa‘îd (r.a.) anlatıyor: Resûlullâh (s.a.v.) (bir gün) yanımıza geldi. Biz o sırada Mesih Deccal’i müzâkere ediyorduk. Dediler ki:
– “Ben size, nazarımda sizin için Mesih Deccal’den daha ürkütücü bir şeyi haber vereyim mi?”
– “Evet! Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.), söyleyin!” dedik.
– “Şirk-i hafîdir (gizli şirk). Meselâ, kişi kalkar, namâz kılar, bu namâzını kendisine bakanlar sebebiyle güzel kılar. (İşte bu, gizli şirke bir örnektir.)” buyurdular.
Zeyd ibn-i Sâbit (r.a.) anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v), bizimle birlikte, Benî Neccar’a âit bir bahçede bulunduğu sırada bindiği katır, onu âniden saptırdı, nerdeyse (sırtından yere) atacaktı. Karşısında beş veyâ altı kabir vardı. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz:
– “Bu kabirlerin sâhiblerini bilen var mı?” buyurdular. Bir adam:
– “Ben biliyorum!” deyince, Resûlullâh (s.a.v):
– “Ne zaman öldüler?” dedi. Adam:
– “Şirk devrinde…” deyince, Resûlullâh (s.a.v);
– “Bu ümmet kabirde fitneye ma‘rûz kılınacak. Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım şahsen işitmekte olduğum kabir azâbını size de işittirmesi için Allâh’a duâ ederdim.” buyurdular ve sonra şunları şöylediler:
– “Kabir azâbından Allâh’a sığının!” Oradakiler:
– “Kabir azâbından Allâh’a sığınırız.” dediler.
– “Cehennem azâbından da Allâh’a sığının!” dedi
– “Cehennem azâbından Allâh’a sığınırız.” dediler.
– “Fitnelerin açık ve kapalı olanından Allâh’a sığının!”
dedi.
– “Açık ve kapalı her çeşit fitneden Allâh’a sığınırız!” dediler.
– “Deccal’in fitnesinden Allâh’a sığının!” buyurdu.
– “Deccal’in fitnesinden Allâh’a sığınırız.” dediler.” (Müslim)
HÂKİMİN GÖREVLERİ
Hâkim hüküm vermek için mescîdi seçer. Bu mescîdin insanların kolay bulmaları, onlar için kolaylık olması bakımından şehrin ortasında bir mescîd olması tercîhe şâyândır. Hatîbin veyâ müderrisin câmide oturduğu gibi sırtını kıbleye dönerek da‘vâyı yürütür. (Hâniye)
Mahkemeye getirmek için mübâşir görevi yapan veyâ da‘vayı teblîğ eden kişiler için harcanan masraflar, esah olan kavle göre, da‘vayı açana âittir. Bezzaziye’den naklen Baha’da bu şekilde ifâde edilmiştir. Hâniye’de ise, “Aleyhinde da‘va açılan kişiye âittir.” denmekte, “Sahîh olan görüş de budur” ifâdesine yer verilmektedir.
Sultânın, müftünün ve fakîhin halkla ilişkilerindeki durum da aynı kadınınkine benzemektedir. Kadı mescîdde hüküm verebileceği gibi kendi evinde de herkese açık olması şartı ile hüküm verebilir.
Az da olsa gelen hediyeleri kabûl etmez, reddeder. (İbn Kemâl) Bu hediyeler kendisine yardımcı olması şartı koşul-maksızın verilenlerdir. Rüşvet ise bunun hilâfınadır. (İbn Melek) Ama hediyeyi getiren kişi hediyesinin iâde edilmesinden dolayı üzülecek olur veyâ rahatsız olacak olursa bu durumda hâkim getirilen hediyenin kıymetini ona verir. (Hülâsâ)
Getirilen hediyeyi reddetmek getirenin kim olduğu bilinmediği için mümkün olmayacak olursa veyâ getirenin yerinin uzak olması hâlinde iâde edemeyecek olursa, hediyeyi beytülmâle bırakır. Gelen hediyelerin ona âit olması düşünülemez. Çünkü bu Hazreti Peygamber Aleyhüsselâtü vesselâmın husûsiyet-lerindendir. Ya‘ni ona gelen hediyeler onun mülkü sayılır. (Tatarhâniye)
Aynı eserde imâmın ya‘ni devlet başkanının, müftünün, vâizin hediye kabûl etmesinin câiz olduğuna yer verilmiş. Çünkü bu hediyeler âlime ilminden dolayı yapılmıştır. Kadıya yapılan hediyeler ise bunun aksinedir. Lehinde hüküm verme veyâ ona bir fayda temin etmesi için verilmiştir.
(İbn-i Âbidîn, 12.c., 151.s.)
HÂKİMİN HUSÛSİYETLERİ
Hâkimin hediye kabûl etmeme mes’elesinden aşağıdaki dört husûs istisnâ edilmiştir. Sultânın getirdiği hediye, paşanın verdiği hediye, -Eşbah ve Bahir- yakın akrabalığı dolayısıyla yakının getirdiği hediye, kadı olmazdan önce aralarında hedi-yeleşme âdeti olan kişinin getirmiş olduğu hediyeler. Bu da eski âdet üzere getirilmiş bir hediye olacak olursa. Ama eskilere oranla daha çok getiriliyor ise ve bu yakınının veyâ aralarında hediyeleşme âdeti olan bir kişinin bir da‘vâsı yok ise kabûl eder. Da‘vâları olduğu takdîrde veyâ eski hediyeden fazla getirmeye başladıkları takdîrde, fazlasını kabûl edemez. (Dürer)
Hâkim özel da‘vetlere de icâbet etmez. Özel da‘vetten maksâd da‘veti tertib eden kişi kadının gelmeyeceğini bilseydi o da‘veti yapmaz ve hazırlamazdı diyebileceğimiz davetlerdir. Velevki bu yakın akrabası veyâ aralarında eskiden da‘vete gelip gitme âdeti olan kişiler tarafından da olsa.
Diğer bir rivâyete göre özel da‘vetler bu gibi yakın akrabası ve eski hediyeleşme âdeti olan dostlar tarafından yapılan da‘vet durumu hediye mesâbesindedir. Sirâc’da ve Şerhi Mecma’da “Hasımlardan herhangi birinin da‘vetine icâbet etmez ve âdet olmayan da‘vetler genel de olsa töhmete vesîle olabileceği ihtimâline binâen onlara da icâbet etmez, iştirâk etmez.” denilmiştir.
Cenâzeyi teşyî edebilir, hastaları ziyâret edebilir. Eğer bunların lehlerinde ve aleyhlerinde açılmış bir da‘vâ yok ise. (Şürunbülâliye)
Mahkemede hasımların arasında eşit davranması kadının üzerine düşen önemli vazîfelerden biridir. Oturturken eşit yerlere oturtur, onlara hitâb ederken aynı şekilde hitâb eder. İşâ-ret ederken, onlara bakarken eşit davranmayı kendisine pren-sib edinmesi vâcibdir. Onlardan birinin kulağına gizli bir şey söylemesi ve özellikle birine iltifatvârî işâretlerde bulunması yasaktır. Birine kızmayıp diğerine kızması, sesini yükseltmesi veyâ birinin yüzüne gülüp diğerine gülmemesi gibi durumlar da yasak olan husûslar arasındadır. (İbn-i Âbidîn, 12.c, 152.s.)
HÂKİMİN DİKKAT EDECEĞİ HUSÛSLAR
Hâkimin, içeriye da‘vâlı veya da‘vâcıdan birinin girmesinden dolayı ayağa kalkması, kesinlikle câiz olmayan bir husûstur. Ya her ikisine de aynı iltifâtta bulunacak veyâ hiç bulunmayacaktır. Birine ikrâm edip diğerine ikrâm etmemesi de bu kâbildendir. Evet, bütün bu söylenenleri her ikisine de eşit bir şekilde yapacak olursa, o zaman câizdir. (Nehir)
Hiçbir sûrette hüküm meclisinde şaka yapmaz. Velevki başkaları ile de olsa. Çünkü bu tür şakalar onun heybetini giderebilir, kişilerin gözünde onu küçültebilir. Herhangi birine ne söyleyeceğini telkîn etmez. İmâm Ebû Yûsuf’tan bir rivâyete göre böyle bir telkînde bulunması veyâ îmâlı ifâdeler kullanmasında bir beis yoktur. (Aynî)
Şâhide de nasıl şahâdet edeceği konusunda telkînde bulunmaz. İmâm Ebû Yûsuf yine bu konuda, “Vereceği bilgiden fazla bir bilgiyi ona öğretmiyorsa, bildiklerini anlatması için ona yardımcı olması iyi bir şeydir.” demektedir. Fetvâ da bu yürütme ile ilgili mes’elelerde (kazâ konusunda) fazla tecrübesi olduğu için İmâm Ebû Yûsuf’un görüşü ve kavli istikâmetinde olmalıdır. (Bezzaziye)
Velvâliciye isimli eserde şöyle hikâye edilmektedir: İmâm Ebû Yûsuf ölümü esnâsında şöyle demiştir: “Rabbim, her şey sana malûmdur ki ben hâkim olduğum sürece hasımlardan birine meyletmedim. Hattâ kalben de olsa birinin kazanıp diğerinin kaybetmesini tercîh etmedim. Ancak Hârun Reşid’le ilgili bir da‘vâda, hasmı olan hıristiyan bir kişi ile arasında bir eşitlik sağlayamadım. Hârun Reşidin, kazanmasını kalben temennî ettim. Fakat hakkın onun aleyhine olduğunu gördüğüm anda hemen aleyhinde de hükmü verdim.” demiş ve sonra ağlamıştır.
Bu ifâdeden de anlaşıldığına göre, hâkim kendisini ta‘yîn eden kişi aleyhinde de hüküm verebilir. Mültekâ’da şöyle denmekte: “Hâkimin kendisini ta‘yîn eden kişi lehinde ve aleyhinde hüküm vermesi sahîhtir.” (İbn-i Âbidîn, 12.c., 153.s.)
HÂL VE GİDİŞÂTINI ŞU ÂYETLERDEN ÖĞREN
“Mü’minler felâha ermişlerdir. Onlar namâzda huşû’ içindedirler. Onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Onlar eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar zemmedilmezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emânetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namâzlarına riâyet ederler. İşte onlar temelli kalacakları Firdevs Cennet’ine vâris olan mîrasçılardır.” (Mü’minûn s. 1-11)
“Rahmân olan Allâh’ın kulları yeryüzünde mülâyemetle yürürler. Câhiller kendilerine takıldıkları zaman, onlara güzel sözler söylerler. Onlar gecelerini Rabbleri için kıyâma durarak ve secdeye vararak geçirirler. Onlar “Rabbimiz, bizden Cehennem azâbını uzaklaştır; doğrusu onun azâbı dâimî ve acıdır, orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır” derler. Onlar sarfettikleri zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Onlar, Allâh’ın yanında başka rabb tutup O’na yalvarmazlar. Allâh’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zinâ etmezler. Bunları yapan günâha girmiş olur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur. Orada alçaltılarak dâimî kalır. Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allâh bağışlar ve merhamet eder. Kim tevbe edip yararlı iş işlerse, şüphesiz o, Allâh’a lâyıkı veçhile teveccüh etmiş olur. Onlar, yalan yere şahâdet etmezler. Faydasız bir şey’e rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rabblerinin âyeti hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. Onlar; “Rabbimiz, eşlerimiz ve çocuklarımız husûsunda gözümüzü aydın kıl, bizi, Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara rehber yap” derler. İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü Cennet’in en yüksek dereceleri ile mükâfaatlandırılırlar. Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada dâimîdirler. Ne güzel bir yer ve ne güzel bir duraktır. Habîbim, de ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye kıymet versin! Ey inkârcılar, yalanladığınız için azâb yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkan s. 63-77) İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.), İhyâ u ‘Ulûmiddîn, 3.c, 157.s.)
MÜ’MİN, MÜNÂFIK VE KÂFİRİN KALBLERİ
Meymûn b. Mihran diyor ki: İnsan bir günâh işlediği zaman kalbine siyah bir nokta yerleştirilir; tevbe ettiği zaman cilâlanır ve parlar. Şâyet tevbe etmez de kötülüğe devâm ederse nokta nokta kalb tamâmen kararır ve bütün kalbi kaplar. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v):
“Müminin kalbi tertemizdir, orada parlayan bir ışık vardır. Kâfirin kalbi ise siyah, kara ve ters dönmüştür.” (Taberânî) buyurmuştur.
Şehvetlerin hilâfına olarak Allâhü Te‘âlâ’ya yaptığı itaati, kalbini nûrlandırır ve parlatır; ma‘siyet ise kalbi karartır. Her kim isyâna dalarsa kalbi kararır. Kim, yaptığı bir günâhın arkasından, hemen günâhın pasını silecek bir iyilik yaparsa, kalbi kararmaz. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kalbler dörde ayrılır:
1- Temiz kalb; orada parlayan bir nûr vardır. Bu, mü’minin kalbidir.
2- Kararmış ve ters döndürülmüş kalb, bu da kâfirin kalbidir.
3- Kılıflara konmuş ve ağzı bağlanmış kalb, bu da mü-nâfıkın kalbidir.
4- Terkedilmiş, i‘râz edilmiş kalb, orada îmân da var, nifâk da vardır. Bu kalbde îmân, temiz suyun çoğalttığı bakla, yeşillik gibidir. Nifâk ise irin ve cerâhatin arttığı yara gibidir. Hangisi gâlib ise, onunla hükmolunur.” (Taberânî)
Nitekim Allâhü Te‘âlâ şöyle buyuruyor: “Her hâlde Allâh’tan korkanlar, kendilerine şeytândan bir tâife iliştiği zaman bir tezekkür ederler de derhâl basîretlerine sâhib olurlar.” (A’raf s. 201)
Allâhü Te‘âlâ kalbin parlaklığının ve görmesinin zikir ile, bunun da ancak takva ile mümkün olacağını; takvânın zikir kapısı, zikrin keşif kapısı, keşfin de Allâhü Te‘âlâ’ya ulaşmak olan büyük kurtuluş kapısı olduğunu haber vermiştir.
(Huccetül İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c, 26.s.)
DÜNYÂYA RAĞBET ETME;
ÖLÜME HAZIRLIKLI OL
Îmân sâhibi için şu altı şeyden ayrı kalmak zordur:
Hamid Tavâl, Mevrik Ucla’dan naklen şöyle anlattı: Resûlullâh (s.a.v.) şu âyeti okudu:
– “Sizi, çokluk helâk etti. Hattâ bu yüzden kabirlere gittiniz.” (Tekâsür s. 1-2) Sonra şöyle buyurdu:
– “Âdemoğlu, malım malım, der durur. Malından sana kalan ne? Ancak, yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, sadaka verip bekâya ulaştırdığın kalır.”
Urve b. Zübeyr’in anlattığına göre, Resûlullâh (s.a.v.), Âişe (r.anhâ)’ya şöyle buyurdu:
– “Bana kavuşmak istiyorsan, dünyâ malından sana bir yolcuya yeteni yetsin. Zenginlerin meclislerine gitmekten sakın. Yenisini giyeceğin zaman, çıkardığın elbise yamalı olsun.”
Resûlullâh (s.a.v.) şu duâyı yapmıştır:
– “Allâhım, beni sevene iffet ver. Yeteri kadar rızık ihsân eyle. Bana buğzedenin malını ve çocuğunu çoğalt.”
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
– “Bu ümmetten öncekilere iyi gelen, zâhitlik ve ya-kîn hâlidir. Bu ümmetten son gelenlerin helâki ise, cimrilikten ve olmayacak ümîdler peşinde koşmaktan olur.”
(Ebû Leys Semerkandî,
Tenbihü’l-Ğâfilin Bostânu’l-‘Ârifin, 256-257.s.)
CESEDİMİZİN PARÇALARI VE
BU PARÇALARDAN BEKLENEN VEFÂ
Bâzı hâkim zâtlar şöyle demiştir:
– Âdemoğlunun cesedi üçe ayrılır: Kalbi, dili ve diğer organları. Allâhü Te‘âlâ, bu parçalardan her birine ayrı bir ikrâmda bulundu. Kalbe, kendi zâtını tanıyıp bilmeyi, şahâdetini ikrâm etti. Dile de Kur’ân okumayı ihsân eyledi.
Diğer organlara ise, namâz, oruç vb. gibi ibâdetleri yapmayı ihsân eyledi.
Bu parçalardan her birine, gözetleyici ve koruyucu kıldı. Kalbin korunmasını, bizzat kendisi üzerine aldı. Bu durumda kulun kalbinde saklananı yalnız Allâhü Te‘âlâ bilir.
Dilin korunmasına hafaza meleklerini ta‘yîn etti. Bu konuda şöyle buyurdu:
– “İnsanoğlu bir söz etmeyedursun, mutlakâ yanında hazır duran bir gözcü vardır.” (Kaf s. 18)
Kalan organlara ise emri ve yasağı saldı.
Allâhü Te‘âlâ, her organdan bir vefâ bekler. Kalbden beklediği vefâ şudur: Îmânda sebât, hiç kimseye haset etmemek, hiç kimseye düşmanlık ve hîle etmemek.
Dilden beklenen vefâ şudur: Gıybet etmemek, yalan söylememek, üstüne düşmeyen sözü etmemek.
Diğer organlardan beklenen vefâ şudur: Allâh’a âsî olmamak, Müslümânlardan hiçbirine eziyet etmemek.
Bir kimse, kalbinden gelecek vefâyı bozarsa münâfık olur. Aynı şeyi dile getirirse kâfir olur.
Diğer organların vefâsını bozan ise âsî olur.
Ebû Sa‘îd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlattı:
– Diğer a‘zâlar hep birlikte dil için yalvarırlar. Dile hitâben şöyle derler:
– Allâh’tan dilediğimiz, seni istikâmet üzere kılmasıdır. Eğer sen, doğru yol üzere olursan, biz de istikâmet üzere oluruz. Eğer sen, bozulur, eğri yola saparsan, biz de eğri yola saparız.
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbihü’l-Ğâfiltn Bostânu’l-‘Ârifin, 246-248.s.)
ALLÂH (C.C.)’ÜN AZÂBINDAN KURTULMAK
Amr b. As (r.a.)’den şöyle anlatılır: Cehennem ehli (Allâh’ın azâbına dayanamazlar), zebâniyi çağırırlar. Kırk yıl geçtikten sonra şu cevâbı alırlar:
– Siz burada, sonsuza kadar kalacaksınız. Sonra, Rabble-rine hitâben şöyle yalvarırlar:
– Yâ Rabbi! Bizi buradan çıkar. Bir daha küfre dönersek, zâlimiz. Dünyâ ömrünün iki misli zaman sonra şu cevâb gelir:
– Orada, rezîl olun! Benimle konuşmayın…
Amr b. As (r.a.), “Allâh’a yemîn olsun ki, bundan sonra hiçbir cemâatten bir kelime olsun, konuşan olmaz. Bundan sonra cehennemde son âna kadar duyulan inleme, böğürme ve sızlanmadan başka bir ses olmaz” buyurdu.
Anlatılır ki: Cehennem ehli, bin yıl sızlanır durur; ama hiçbir faydası olmaz. Sonra derler ki:
– Biz dünyâda iken, sabrederdik; bize bir yol açılırdı. Bin sene sabrederler. Ama, azâbları hafîflemez. Sonra şöyle derler:
– Sızlanmışız, yalvarmışız bize hiçbir faydası yoktur. Bu sefer de, Allâhü Te‘âlâ’dan yağmur isterler. Yağmur yağmasını tam bin sene beklerler. Yağmasını diledikleri yağmurla, susuzluklarının geçeceğini ve azâblarının hafifleyeceğini umarlar. Bu bin senelik yağmur talebinden sonra, Allâhü Te‘âlâ, Cebrâîl (a.s.)’a ne istediklerini sorar; Cebrâîl (a.s.) der ki:
– Yâ Rabbi, sen onların hâlini daha iyi bilirsin; yağmur istiyorlar. Bunun üzerine onlara kızıl bir bulut gelir. Sanırlar ki, kendilerine yağmur yağdırılacak. Fakat yağmur yağmaz. Katır büyüklüğünde akrep düşer. O akreplerin biri sokarsa acısı bin yıl geçmez.
Bundan sonra, yine yağmurla rızıklanmak isterler. Bir kara bulut çıkar.
– İşte, yağmur bulutu derler. Fakat ondan da yağmur yağmaz. Yılanlar dökülür ki; her biri deve boynu gibi kalındır. Bunların bir ısırmasının acısı da bin yıl sürer.
Bir kimse, Allâh’ın azâbından kurtulmak istiyorsa, sevâba nâil olmayı diliyorsa, Allâh’ın tâatında, dünyâ sıkıntılarına katlanmalı. Günâh ve isyândan kaçmalı. Dünyânın aldatıcı işlerinden de kaçınmalı…
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l-Ğâfilîn Bostânu’l-‘Ârifin, 62.s.)
VESVESE-1
Vesveseler bir çok sınıfa ayrılır:
Birincisi, onu hak ile karıştırmaktır. Mes’elâ, şeytân insana der ki; devâmlı sûrette ni’metlerin zevkinden kendini nasıl men ediyorsun? Ömür oldukça şehvetlere sabır, zor bir şeydir, biraz şehvetlere dal. Fakat bu esnâda insan, Allâh hakkını düşünür, onun vereceği büyük mükâfaatı ve cezâyı gözönüne alırsa nefsine, hakîkaten şehvetlere sabır zor gelmekle beraber Cehennem âteşine sabrın, daha zor olduğunu anlar. Bunun birini tercîh etmek gerektiğine göre, elbette şehvetlere sabrı tercîh eder, der. Kul, Allâhü Te‘âlâ’nın va‘d ve va‘îdini düşünür, îmânını yeniler, yakînini takviye ederse, şeytân sükût eder ve kaçar. Çünkü kişinin Allâhü Te‘âlâ’nın kitâbına îmânı bu gibi iddiâları reddeder ve bu sûretle vesvese kesilir.
Yine bunun gibi, şeytân insana ucub ile vesvese verir, ya‘ni kendini beğendirir; “Senin gibi kim amel ediyor? Senin gibi Allâh’ı kim bilebiliyor? Senin Allâh katında ne büyük mevkiin vardır.” Kul bu ânda şöyle düşünmelidir: Allâhü Te‘âlâ’yı bildiği ve elde ettiği ilme sebeb olan kalbi ile amel vâsıtası olan a‘zâlarımın hepsini Allâh yaratmıştır. Daha nasıl kendini beğenir. Bunu düşünen insandan şeytân hemen uzaklaşır. Çünkü artık “Hayır bu vâsıtalar Allâh’dan değil” diyecek imkânı yoktur. Bu sûretle îman ve ma‘rifet şeytânı uzaklaştırır. Vesveselerin bu çeşitleri imân ve ma‘rifet nûru ile görebilen âriflerden tamâmen kesilebilir.
Vesvesenin ikinci sınıfı, şehveti harekete geçirip heyecânlandırmakla olur. Bu da ikiye ayrılır. Bir kısım kul, bunun kat‘î sûrette isyân olduğunu bilirse, şeytân, şehveti harekete getirmekte müessir olan heyecânı vermekten ümîdini keser, fakat doğrudan ve asıl heyecândan ümîdini kesmez. Şüpheli ise, şeytânın vesvesesi kalbinde müessir olarak kalabilir ve o zaman mücâhedeye muhtâçtır. Vesvese mevcût, fakat gâlib değildir, uzaklaştırılabilir.
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c, 103.s.)
VESVESE-2
Vesvesenin üçüncü sınıfı, mücerred hâtırâ ve insana gâ-lib olan hâller ile namâz dışında bâzı düşüncelerden doğar. Allâh’ı zikrettiği zaman, bu vesvese uzaklaşır, zikirden kesilince geri gelir, böyle birbirini ta‘kîb eder dururlar. İkisinin ya‘ni zikir ile vesvesenin bir arada toplanması da mümkündür. Hattâ insan, hem okuduğu Kur’ân’ın ma‘nâsını ve hem de vesveseyi bilen anlayabilir. Sanki bunlar kalbin ayrı ayrı iki yerinde dururlar. Bu kâbil vesvese hiç hâtıra gelmeyecek şekilde tamâmen yok edilmesi çok uzak bir ihtimâldir. Bununla beraber muhâl olan şeylerden değildir. Zîrâ Resûl-i Ekrem (s.a.v):
“Dünyâlıktan hâtırına hiçbir şey gelmeden iki rek‘at namâz kılan kimsenin geçmiş günâhları bağışlanır.” Diğer bir rivâyette “cennetlik olur” buyurmuştur. Şâyet böyle bir namâz kılmak mümkün olmasa Resûl-i Ekrem (s.a.v.) böyle birşey buyurmazdı. Ancak böyle bir hâl her kalbde değil, ilâhî sevgi ile dolan kalblerde mümkündür. O, aklına mağlûb olmuş gibidir. Zîrâ biz, eziyet gördüğü bir düşmanın husûmeti ile dolu olan bir kalb sâhibini görürüz ki, iki rek‘at değil, birçok rek‘at kılacak zaman geçer de bu zaman içinde hâtırından başka birşey geçirmeden tamâmen hasmı ile mücâdeleyi düşünür. Bunun gibi Allâh sevgisi ile dolu, muhabbet deryâsına dalmış gönüller, hâtırına başka bir şey gelmeyecek şekilde içinden sevgilisi ile sohbete dalar, hattâ başkası bir şey söylese de onu duymaz olur. Hattâ önünden bir adam geçse onu da görmez olur.
Hülâsâ; şeytândan, bir an veyâ bir sâat ya‘ni kısa bir müddet uzaklaşmak mümkündür. Fakat ömür boyunca ondan kurtulmak cidden zordur ve varlığında muhâl gibidir. Şâyet bir ferd, şeytânın tehyîc, rağbet ve hâtırâ yolu ile vesveselerinden kurtulabilseydi Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in kurtulması gerekirdi. Hâlbuki Namâz bahsinde geçtiği gibi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) namâz kılarken gözü cübbesinin damgasına ilişti. Selâm verince cübbeyi çıkarıp attı ve: “Bu, beni namâz kılarken meşgûl etti. Bunu Ebû Cehm’e götürün ve onun enbicaniyyesini ya‘ni onun nişansız olan cübbesini bana getirin.” buyurdular.
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.),
İhyâ u ‘Ulûmiddîn, 3.c, 103.s.)
ŞEYTÂN İNSANI NASIL KANDIRMAYA ÇALIŞIR!
Vehb b. Münebbih şöyle anlattı:
– Benî İsrâîl’de bir âbit vardı. Şeytân onu ne kadar kandırmak istediyse de gücü yetmedi. Bir gün, bir iş için dışarı çıktı. Şeytân da onunla beraberdi. Onun bir fırsatını yakalamak istiyordu. Şehvet tarafından girdi, öfke tarafından geçti, yine güç yetiremedi. Hiçbir şey yapamadı. Bu defa da onu korkutmak istedi. Dağdan bir kaya parçasını üzerine yuvarladı.
Âbid, kaya parçasını görünce Allâh’ı andı, kurtuldu. Şeytân bu kez de aslan kılığına girdi. Âbid bütün bunlara karşı Allâh’ın adını andı, aldırmadan geçip gitti.
Bundan sonra yılan kılığına girdi. Âbid namâz kılarken geldi, ayak ucundan başladı, yukarı doğru çıktı. Bütün vücûdunu dolandı. Sonra başına çıktı.
Secde edeceği zaman secde yerine iniyor, ağzını açıp âbi-din başını yutmak istiyordu. Ama âbit ondan hiç korkmuyor, eli ile onu bir yana itip secdesini yapıyordu. Namâzını bitirdikten sonra şeytân ona açıktan geldi.
Şöyle dedi:
– Ben sana şöyle şöyle ettim; fakat sana güç yetiremedim. Şimdi benim için durum şudur: Bu günden itibâren sana dost olacağım. Seni şaşırtmayacağım.
Âbid şu cevâbı verdi:
– Beni korkutacağın zaman Allâh’a hamdettim, senden korkmadım.
Senin dostluğuna ihtiyâcım da yoktur. Şeytân şöyle dedi:
– Niçin sormuyorsun, ehline senden sonra neler olacak? Âbid şu cevâbı verdi:
– Ben onlardan önce öleceğim. Bundan sonra şeytân şöyle dedi:
– Âdemoğlunu nelerle şaşırtırım; sormayacak mısın? Âbid şöyle dedi:
– Evet soruyorum. Onları nasıl sapıklığa düşürdüğünü bana anlat. Şeytân şöyle anlattı:
– Üç şeyle aldatırım: Cimrilik, öfke ve sarhoşluk.
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l-Ğâfilîn
Bostânu’l-‘Ârifîn, 230-231.s.)
BİSMİLLÂHİRRÂHMÂNİRRAHÎM
Besmele, söyleyenlerin, zikredenlerin gıdasıdır. Kuvvet-
liler için izzet ve yükseklik, zayıflar için sığınak ve barınak,
sevenler için nûr, müştâklar için neş’edir. Besmele rûhların
rahatı, bedenlerin kurtuluşudur. Besmele kalblerin nûru, iş-
lerin nizamıdır. Besmele sağlamların tâcıdır, kavuşanların
ışığıdır. Besmele âşıkların zikridir. Besmele, kullarını şerefli
ve aşağı kılma kudreti olan Hüdâ’nın ismidir. Besmele sonu
olmayan Bâkî’nin ismidir. Besmele, her sûrenin başlangıcı
ve anahtarıdır. Besmele, yalnızlıkları kendisiyle şereflendi-
renin ismidir. Besmele, rahmeti tamam olanın ismidir. Bes-
mele zanları güzel kılanın ismidir. Besmele bir şeye ol deyip,
ondan meydana getirenin ismidir. Erişilemeyen ve kimseye
ihtiyacı olmayan, vehim ve kıyâstan yüksek ve berî olanın
ismidir.
Sen harf harf Besmele’yi söyle, biner biner sevâb kazan,
günâhlarını azalt. Bir kimse diliyle Besmele söylese dünyayı,
kalbiyle söylese âhireti, sırrı ile söylese Mevlâyı müşâhede
eder. Bismillâh öyle bir kelimedir ki, onunla, söyleyenin ağzı
temizlenir. Bismillâh öyle bir kelimedir ki, onunla gam devam
etmeyip gider. Besmele öyle bir kelimedir ki, onunla ni‘met
tamam olur. Öyle bir kelimedir ki, onunla sitem, eziyyet ve
azâb kalkar. Öyle bir kelimedir ki, ümmet onunla diğerlerin-
den ayrılmıştır. Besmele öyle bir kelimedir ki, celâl ile cemâl
arasını birleştirmiştir. Besmele öyle bir kelimedir ki, kudret
ile rahmet arasını birleştirmiştir.
Şeytâna uymamak ve isyândan kaçınmak için, cehen-
nemden korkarak çok iyilik yapana, Allâhü Te‘âlâ’yı anana,
Allâhü Te‘âlâ’nın gösterdiği yola yapışana, Allâhü Te‘âlâ’ya
sığınana, tevekkül edene, onun zikri ile meşgûl olana ve
Mevlâ’yı anıp da Bismillâh diyene, Allâhü Te‘âlâ rahmet ey-
lesin. Devlet, saâdet, ebedî şeref; azgınlıktan kaçınan ve
dünya için kendine yetecek kadarla yetinip, dâima diri olan
Allâhü Te‘âlâ’nın zikrine ve fikrine devam edip de, Bismillâh
diyen kimse içindir.
(Abdülkâdir Geylâni (k.s.), İlim ve Esrâr Hazinesi, 169.s.)
CENNETİN YOLU, DÎNÎ İLİMLERDEN GEÇER
Menâvi’de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den rivâyet edilmiştir
ki: “Cenâb-ı Allâh, bir kimsenin hayrını murâd ederse;
o kimseyi mesâil-i şer’iyyeye (şerîate dâir mes’elelere)
âlim eder.”, “İlim, bir hazînedir; anahtarı ise suâldir.”,
“İlim ile irfân, mü’mînin kaybolmuş meta’ıdır; onu nerede
bulursa alır.”, “İlmullâhtan bir kelimeyi, bir racûlün (kişi-
nin) dinleyip işitmesi, bir sene nâfile ibâdetten efdâldir.”,
“İhtiyarlar, yemek yemekten sakınmadıkları gibi, ilim
öğrenmekten de sakınmasınlar.”, “Ferâiz-i dîniyyesini
öğrenmeksizin ibâdet edenler, değirmen merkebi gibidir;
ya’ni seyr u sülük edip Hakk’a vâsıl olamaz.”
Câmi’u’s-Sağîr’de ise Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den şöyle
rivâyet edilmiştir: “Her şeye vusul için bir yol vardır, cen-
netin yolu ise ulûm-i dîniyyedir”, “Allâhü Te‘âlâ hazret-
lerinin rızâsı için ilim tâleb edip öğrenmeğe çalışanların
rızıklarını Allâh azze ve celle me’mûl olunmadık (umulma-
dık) mahâllerden tekeffül eder (yerlerden verir).”, “Allâhü
Te‘âlâ ve tekaddes Hazretleri, Süleyman (a.s.)’ı mâl ve
mülk ve ilim beyninde (arasında) muhayyer (serbest) bu-
yurdu. Süleyman (a.s.) tercîhan ilmi ihtiyar ettiği (seçtiği)
için Mâlikü’l-Mülk olan Hakk celle ve ‘âlâ hazretleri, O’na
hem ilim verdi hem de mülk ve mâl dahî ihsân buyur-
du.” “İhtiyarlar, umûr-u dîniyyelerini (dîni işlerini, amel-
lerini) abdest, namaz, taharet gibi mesâil-i mühimme-i
şer’iyyelerini (şerîatin mühim mes’elelerini) öğrenmek
için genç fâzılların huzurunda oturmaktan sakınmasın-
lar.”
(Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Musahâbe, 1.c., 65-70.s.)
NEBÎ (S.A.V.)’İN DİLİNDEN DUÂLAR-2
Evden Çıkarken Yapılacak Dua:
Nebî (s.a.v.) evden çıkmadan önce şöyle derdi:
“Bi’smillâhi tevekkeltü ‘ala’llâh. Allâhümme innâ ne‘ûzü
bike min en nezzille ev nedılle ev nüzleme ev nechele ev
yüchele ‘aleynâ.
(Misvak Neşriyat, İbâdet Takvimi ve Dualar, 95.s)
NE EDERSEN KENDİNE;
KENDİN EDERSİN KENDİNE
“Muhammed Sıbgatullah” Allah adamlarından, Bir gün
ona sordular, “kötü huylu” olmaktan. Buyurdu: “Kötü insan
kötü bilir herkesi, bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr, bir iyilik yapsa
da sonradan başa kakar. Tanımaz helal haram, sakınmaz
günahlardan, kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hatta o, çok yapsa da nâfile ibâdeti, alamaz sevap ecir,
boşa gider zahmeti, hadiste buyuruldu: “Kötü huylu kimse-
ler, huyları sebebiyle, cehenneme girerler.”
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken, bir fırına uğra-
yıp, ekmek ister içerden. Velâkin parasını vermek istediğin-
de, bakar ki hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir dilenci zanneder, fırıncı onu o an, Kalbinden geçirir
ki: “Bıktım artık bunlardan”. Bir ekmeğin içine, bolca zehir
koyarak, verir o zavallıya, Allah’tan korkmayarak.
Hiçbir şeyden haberi olmayan o Müslüman, o “Zehirli ek-
meği” alıp gider oradan. Bir köye girdiğinde, rastgelir “Genç
biri” ne, askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi, ona merhame-
tinden, acır ve yanar içi. Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona,
gönül rahatlığıyla, devam eder yoluna.
Genç orada oturup, o ekmeği yiyerek, yürür gider evine,
hiçbir şey bilmeyerek. Lakin başlar içinde o zehirin tesiri ve
başlar titremeye vücudunun her yeri,
Artık son nefesini verirken o genç adam. Der ki: (Ben kö-
yüme yeni girmiştim ki tam, yolcunun birisinden, bir ekmek
alıp yedim, ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye. Der: (Eyvah, o
zehri ben koydum o ekmeğe, keşke yapmaz olaydım, yaptı-
ğım iş doğru mu? Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişman olup, üzüldüyse de içten, lâkin oğlu
ölmüştü, geçmiş idi iş işten.
(Abdullatif Uyan, Şiirlerle Menkîbeler)
FIKHI ÖĞRENMEK NEDEN GEREKLİDİR
İmam-ı Â’zam (r.a.) fıkhı şöyle târif eder: “Fıkıh, kişinin
lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.”
Fıkhı okumak, Kur’ân’ın ihtiyaçtan fazlasını ez-
berlemekten fazîletlidir. Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka
lâzımdır. Bir kimse Kur’ân’ın bir kısmını öğrense de ka-
lanı için vakit bulsa, daha iyi olan fıkıhla uğraşmasıdır.
Çünkü Kur’ân’ı ezberlemek farz-ı kifaye; fıkhın lâzım
olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayındır. “El-Hizâne”
de, “Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.” denildiği
gibi, “El-Menâkıb”da da; “Muhammed bin Hasan, helâl
ve haram hakkında iki yüz bin mesele meydana getirmiş-
tir ki bunları, bütün müslümanların öğrenmesi mutlaka
lâzımdır.” denilmiştir.
“Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.” sözünden
bunun farz-ı ayn olduğu anlaşılırsa da, maksat bütün fık-
hın insanların hepsine lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin
ayrı ayrı bütün fıkhı öğrenmesi farz-ı ayn değildir. Bizim
her birimize farz olan mikdar, muhtaç olduğumuz kadarı-
nı öğrenmektir. Zîrâ erkeğin hayız mes’elelerini, fakir bir
kimsenin zekât ve hacc gibi ibâdetleri öğrenmesi farz-ı
kifayedir. Bunları öğrenen bazı kimseler bulundu mu
diğerlerinden borç düşer. Namaz için yetecek miktarda
Kur’ân ezberlemek de böyledir. Evet, fıkhın ihtiyaçtan
fazla mikdarını öğrenmek, Kur’ân’ın fazlasını ezberle-
mekten fazîletlidir, denilebilir. Çünkü insanların ibâdet
ve davranışlarında buna ihtiyacı çoktur. Hâfızlara oranla
fıkıhçı da azdır.
İmam-ı Â’zâm (r.a.): “İlim ancak amel etmek için öğre-
nilir. İlim ile amel etmek, ebedî olan âhireti kazanmak için,
dünya meşgûliyetlerini terk edip gönülden çıkartmaktır.”
İlmin fâzîletlisi ilm-i hâldir.
Amelin fazîletlisi hâli korumaktır.
(İbn-i Âbidîn, Reddü’l Muhtar ‘ale-dürri’l-Muhtar, 1.c., 37.s.)
HATASIZIM DÜŞÜNCESİNE KAPILMAK
EN BÜYÜK FELÂKETTİR
İnsanın şu kâideyi hiçbir zaman unutmaması gerekir; “Kul
günahkarsa da Allah bağışlayan, merhamet edendir.” Bir in-
san bunu hayatı boyunca ne zaman unutursa Allah (c.c.) ko-
rusun ayağı kayar. Müslüman her zaman hata yapabileceğini,
yanlışının olabileceğini bilmeli ve hiç unutmamalı. Bu hatala-
rının içerisinde tesbit ettiği olursa tövbe istiğfâr edip, düzelt-
meye gayret etmelidir. Bunları yapmayıp da hatasız olduğunu
kabul etmek en büyük felâkettir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.); -ki kendisi insanların övüncüdür, her-
kesin kendisinden şeref alacağı bir zâttır, Allah (c.c.) onunla
âhirette beraber olmayı nasîb eylesin- “Yâ Rabbi, günahım
kumlar kadar” diyor. Hâşa, yalan söylemez o zât, sıddîktır.
Bu ne demek peki? O zât, kendi takvâsına göre kendini de-
ğerlendirmesi sonucu bunu söylüyor. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’a
göre de günah diye bir şey olduğuna göre, bizim hâlimizi
hesâb etmek gerekir, Allah (c.c.) hepimizi affetsin. Herkesde
hata olacak, yeter ki bulunduğunda düzeltilsin. Tövbe edil-
sin, kul hakkı ise helâlleşilsin. Ama zinhâr “Yanlışımız yok,
biz doğru yapıyoruz, bizim her işimiz doğru” düşüncesine
kapılmasın. Bu arada kul tabii ki Allah (c.c.)’nun “İçinizden
iyiliği, düzgünü emreden; kötülüğü de nehyeden bir ce-
maat çıksın” emrine de uymakla mükelleftir. Bize düşen o
cemaatten olmaya gayret etmektir. O cemaat minarelerdeki
yıldırımı çeken paratoner gibidir. Bir cemiyette Allah (c.c.)’nun
bu emrine uygun hareket eden az da olsa bir zümre bulunur-
sa; o zümre cemiyet için paratoner vazifesi görür ve inşallah
bu emre itaâtleri âhirette Cenâb-ı Hakk’ın hesâbından beraat
etmeye vesîle olur. Dolayısıyla herkes bu vazifeyi gücü nis-
betinde yapmakla mükelleftir. Burada kulun hatası şu oluyor;
çok büyük şeylere göz dikip, ben hiçbir şey yapamıyorum
deyip yatıyor. Öyle yapmamalı. Büyük şeylere göz dikilebilir,
her şeyi iyi yapmaya çalışılabilir, hedef yüksek tutulabilir ama
yapamıyorum düşüncesine kapılıp yatmamalıdır. Herkes elin-
den geleni yapmalıdır.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün sohbetlerinden derlenmiştir.)
MÜ’MİN İZZET SÂHİBİDİR
“İzzet; Allâh’ın, Resûlünün ve müminlerindir.” (Münâfikûn
s.8) Bu âyet, Allâh (c.c.)’nun, kendilerini izzetli, Hz. Peygamber
(s.a.v.) ve müminleri zelîl gören münâfıklara cevâbıdır.
Buna göre gerçek müminler izzet, üstünlük ve şeref sahibi-
dirler. Çünkü gerçek müminler geçici ve değersiz şeylere bağ-
lanmaz. Allâh (c.c.)’dan başkasına boyun eğmezler. Kuvvet,
hakîkî galibiyet, haysiyet Allâh (c.c.)’nun ve O (c.c.)’nun aziz
eylediği kimselerindir ki, onlar da Allah (c.c.)’nün Resûlü (s.a.v.)
ve halis müminlerdir. Münafıkların izzeti yoktur; izzetleri olsaydı
nifâka ve yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için so-
nunda Hakk (c.c.)’un huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan
o ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Bu yüzden zilletleri
kendileridir.
Mü’min, nefsinin ve dininin izzetini korumakla yükümlüdür.
Bu ise ancak Allâh (c.c.)’a iman etmek, hayatını O (c.c.)’un emir
ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk,
nifâk, isyân ise insanı zillete, alçaklığa düşürür.
İzzet müminin kendi varlığının hakikatini bilmesi, tanıması ve
ona dünyevî ihtiyaçlarını gerektiği kadar sağlamasıdır; kibir ise
kişinin kendini doğru tanımaması ve olduğundan büyük görme-
sidir. Şu halde izzet şeklî olarak kibre benzerse de mahiyet itiba-
riyle ondan farklıdır. Nitekim tevazu da zillete benzemekle birlik-
te tevazu erdem, zillet erdemsizliktir. Ahlâk kitaplarında insanın
kendini zilletten koruması çoğunlukla “hürriyet” kelimesiyle ifade
edilir ve bu hususta kişinin kendi şerefini (izzü’n-nefs. şerefü’n-
nefs) korumasının, kimsenin elindekine göz dikmeden minnetsiz
bir hayat yaşamasının, yalnız Allah (c.c.)’ya dayanıp güvenerek
hakiki izzeti O’ndan beklemesinin gerekliliği,üzerinde önemle
durulur Buna göre kişi izzeti, kendi nefsini başkalarından üstün
görme eğiliminin bir ifadesi olarak değil sahip olduğu dinden ve
temsil ettiği, inanıp bağlandığı yüce değerlerden gelen bir güç
ve onurun ifadesi olarak görmelidir. İnsan, İslâm’dan ve onun ka-
zandırdığı değerlerden uzaklaşması halinde izzetten de yoksun
kalır. Çünkü izzet sadece Allah (c.c.)’ya mahsus olup müminlerin
ve peygamberlerin sahip olduğu izzet ilâhî bir lütûftur.
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 11.s., 64.s.; c.30.c. 1-17.s.)
MEKKE VE MEDİNE’DE BULUNMA ÂDÂBI
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyuruyor ki: “Medîne ahâlisine kö-
tülük yapmayı düşünen kimseyi kalayın ateşte veya tuzun
suda erimesi gibi, Allâh (c.c.) ateşte eritir.” (Müslim)
“Allâh’ım, Medîne ahâlisine zulmeden ve onları korku-
tan kimseyi Sen korkut. Allâh’ım, meleklerin ve bütün in-
sanların lâneti onun üzerine olsun. Onun, farz ve nâfileden
hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.” (Menbeü’l-Fevâid)
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “Medîne toprağı, sokuş-
turulan (ahlâksızlık ve dinsizlik gibi) pasları yok edip temiz-
leyen ve kokusunu güzelleştiren bir körük gibidir.”
Medîne, İslâm güneşi, âlemlere râhmet olarak gönderilen,
şânı, merhâmeti bol, müminleri cennetle müjdeleyen, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in içinde medfun bulunduğu bir şehirdir. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e hürmeten Medîne’ye küfür ve dinsizliğe
ait hiçbir düşünce ve fikir sistemi giremez. Girse bile yaşaya-
maz. Oranın toprağı ve havası, ateşin demirleri eritip pasla-
rını temizlemesi gibi, içine giren bozuk fikir sistemlerini yakıp
yok eder. İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Mekke hariç, Allâh
(c.c.)’un hiçbir beldesinde kul niyetini fiiliyat sahasına dökme-
dikçe hesaba çekilmez. Ancak Mekke’de insan, niyetinden ötü-
rü hesaba çekilir”. Sonra şu ayeti delîl olarak getirmiştir: “Kim
Mescid-i Haram’da, haktan meyletmeye niyet ederek zulüm
yapmaya kalkışırsa, ona acıklı bir azâb tattırırız.” (Hac s. 25)
Vüheyb b. Verd el-Mekkî’den rivâyet ediliyor: Bir gece İs-
mail (a.s)‘ın hücresinde namaz kılıyordum. Kâbe ile örtüsü ara-
sından gelen bir ses duydum. Şöyle diyordu: “Etrafımda ziyâret
edenlerin dünya hâdiselerine dalmasından, bâtıl konuşmalar
yapmasından ve gafil bulunmalarından, önce Allâh (c.c.)’a son-
ra sana şikâyet ediyorum ey Cebrâil (a.s.)! Eğer beni ziyâret
edenler bu gâfletlerinden men olunmasalar, yemin ederim ki,
ben öyle bir patlayacağım ki, bende bulunan her taş, hangi
dağdan getirilmişse oraya fırlayacaktır.”
İbn Abbâs (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Rükye’de yetmiş günâh
işlesem, Mekke-i Mükerreme’de tek bir günâh işlemekten daha
kolay gelir bana.”
(İmâm Gazâlî, İhyâ-i Ulûmuddîn, 1.c. 693-696.s.)
ŞEHÎDİN MÜKÂFÂTI
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Şehîdler için yedi
haslet, fazilet vardır” buyurmuştur.
eder (evlenir).
büyük ağıt, feryâd gününde emin olur.
harbde (savaş safında) şehid olan kişi katlolunduğun-
dan dolayı ölüm acısını duymaz. Ancak sizden birisi-
nin âzâsını parmak ile sıkılırken ne kadar zahmet gö-
rürse şehid olan da o kadar zahmet hisseder.
Resûlullah (s.a.v.) Uhud Harbi’nde şehîd olan
şühedânın ortasında durur da Ashâbı (r.a.e.)’e hitaben:
“Ben kıyâmet gününde bu mübarek şehidlerin Al-
lah yolunda bezl-i hayat ettiklerine (hayatlarını esir-
gemeden verdiklerine) şehâdet edeceğim. Bunları
kanları ile sarıp defnediniz. Harb meydanında her
paralanan şehid mahşer gününde kalkarken kanları
aka aka kalkacaktır. Rengi kan rengidir. Fakat kokusu
misk kokusu gibidir.”
İşte şehîdler Hakk divanına vardığında onların nişan-
ları, iftihâr madalyaları bu olacaktır.
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Cennete giren hiç
kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde
olan her şey orada vardır. Ancak şehîd böyle değil. O,
mazhar olduğu ikrâmlar sebebiyle yeryüzüne dönüp
on kere şehîd olmayı temenni eder.”
(Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Uhud Gâzvesi, 53.s.)
KOLAYLAŞTIRINIZ, ZORLAŞTIRMAYINIZ
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) Ashâbına
emrettiği zaman, dâimâ kolaylıkla üstesinden gelebilecek-
leri amelleri emrederdi.” (Buhârî, Îmân 13).
Ebû Hüreyre (r.a.) de “Ümmetime zor geleceğinden en-
dişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullan-
malarını emrederdim” buyurduğunu (Müslim, Tahâret 42) haber
vermektedir. Yine Ebû Hüreyre (r.a.)’ın bildirdiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.v.) “Sizi bir şeyden menettiğim zaman on-
dan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücü-
nüz yettiğince yerine getirin” (Buhârî, İ’tisâm 2) buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in gösterdiği yolda, dinî
gayretle de olsa, aşırı davranılmasını aslâ tasvîb etmemiştir.
“Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi yapmak-
tan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı
en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” (Buhârî,
İ’tisâm 5) buyurarak kendisinden daha ileri bir müslüman olma
imkânının bulunmadığını dile getirmiştir.
“Yapılabilecekleri emretmiş” olmasına rağmen, onun emir-
lerini önemsemeyerek karşı çıkanları da aslâ hoş karşılama-
mıştır. Seleme İbni Ekvâ (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.) sol
eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve kendisine:
“Sağ elinle ye!” buyurdu. Büsr: “Yapamıyorum” dedi. Hz.
Peygamber (s.a.v.): “Yapamaz ol!” buyurdu.
Râvî Seleme İbni Ekvâ (r.a.) diyor ki, “Bundan sonra ada-
mın sağ eli ağzına ulaşamaz oldu” Hz. Peygamber (s.a.v.)
çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini gözetirdi. Enes ibni Mâlik
(r.a.) şöyle der: “Resûlullah (s.a.v.) namazdayken, annesi-
nin yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir
de kısa bir sûre okuyuverirdi” (Buhârî, Ezân 65)
Kolaylaştırma O (s.a.v.)’in temel prensibiydi. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) bu prensibi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.
Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim 11) şeklinde
tesbit ve ilân etmiştir.
(İmâm Nevevî, Riyazü’s Sâlihin, 1.c.)
MÜ’MİN ÖNCE KENDİNİ ATEŞTEN
KURTARMAKLA MÜKELLEFTİR
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz “Küfür tek millettir” bu-
yuruyor. Öte yandan da Hakk Te’âlâ hazretleri. ayetinde
“Onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır,
birbirlerine düşmandırlar” (Haşr s. 14) buyuruyor. Hakiki
alimlerimiz bunu açıklıyor; onların bu beraberlikleri İslam’a
karşı olmalarındadır, İslam’a karşı tek millettirler, kendi iç-
lerinde tek millet değildirler. Allah (c.c.) şerlerinden emin
eylesin. Cenâb’ı Hakk bu dinin asıl sahibidir ve dinini nasıl
bugüne kadar Kitab-ı Kerîm’inde vaadettiği gibi koruması ile
koruduysa bundan sonra da inşaallah koruyacaktır. Burada
mühim olan, bizim kendimizi kurtarmamızdır. Hiç kimse ben
mum gibi yanar etrafıma ışık verir, başkalarını kurtarırım di-
yemez. Allah (c.c.)’nun hitâbına göre siz önce kendi nefsinizi,
sonra ehlinizi, sonra aşiretinizi, ondan sonra akrabalarınızı
ateşten kurtarmaya çalışmakla mükellefsiniz, bunların bir
sırası var. Bu can bizim midir? İsteyerek mi geldik bu dün-
yaya, anamızı babamızı kendimiz mi tercih ettik? Giderken
isteyerek mi gidiyoruz? Kim getirdi ise, kim götürüyorsa can
onundur. Onun için biz kendi kendimize tercihte de buluna-
mayız. Ayette bildirilen sıralamaya uymamız lâzım, yani ilk
önce kendi nefsimizi ateşten korumamız lâzım.
Ateşten korunabilmek için, şeytân ve evlâdlarının oyunu-
na gelmemek lâzım, şeytânın askeri hazır, Allah (c.c.) diyor
ki; “Nefis muhakkak şiddetle kötülüğü emreder.” Bu işin
başında da şeytân var. Nebi (s.a.v.) bir gün “Hepimizin
görevli bir şeytânı vardır” buyurmuşlardır. Orada bulunan-
lar “Ya Resûlullah (s.a.v.)! Sizin de var mı?” diye sorunca,
“Evet benim de var, ama Allah (c.c.) onu bana ikrâmen
müslüman etti, bana ancak hayırlı şeyler söyler.” diyor.
O (s.a.v.)’in dışında, hepimizin başında şeytânı vardır. Bun-
ları hakk ve hakîkat olarak kabul edip, en azından yatağa
yatıldığı zaman her günün bir muhasebesi yapılırsa neticeye
ulaşma şansı olur.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün sohbetlerinden derlenmiştir.)
MÜSLÜMANLAR İÇİN
HOŞGÖRÜ SAHİBİ OLMALIYIZ
Müslmümanlar olarak bizim dünya hayatı boyunca dikkat
edeceğimiz hususlardan bir tanesi de, müslümanlar için hoş-
görü sahibi olmamız.
Şimdi Türkiye’de herkese hristiyan ve yahûdî için hoşgö-
rü sahibi olması, hoşgörü ile hareket etmesi telkin edilirken,
müslümanların birbirine karşı hoşgörülü olmaları söylenmi-
yor. Yani hristiyana, yahûdîye hoşgörü telkin eden kişiler,
Müslüman’a bir telkinde bulunmuyorlar. Maalesef bugün bir
kısım müslümanlar, câmide ön saflardaki boş yerlere geç-
mek için arkadan gelen cemaate bile hoşgörüde bulunmuyor.
Cemaat dağılırken aynı müsâmahasızlık yine devam ediyor,
o kalabalık arasında birbirlerini itiyor, kalplerini kırıyorlar. Bir
câmide en arkadaki en öndekini, en öndeki en arkadakini
beklese beş-on dakikayı geçmez câminin boşalması. Halbu-
ki Allah (c.c.) bize “Onunla beraber olanlar inkârcılara kar-
şı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih s. 29)
buyuruyor. Şimdi müslümanlar neye çağrılıyor Türkiye’de?
O küffâra karşı son derece anlayışlı olmaya…
Sahâbe Efendilerimiz birbirlerine karşı kenetlenmiş bir
vücûd gibiydi. Medîne-i Münevvere’deki bir sahâbeye bir
hediye geldiğinde o hediyenin kırk evi dolaşıp tekrar ilk eve
döndüğü defalarca vâki olmuştur. O zaman şimdiki gibi bol-
luk zamanı değildi. Onlar ayrıca yoklukla da dünyevi yönden
imtihân ediliyorlardı. Birine bir hediye geliyor, o onu başka-
sına hediye ediyor, o başkasına, o başkasına derken yine
dönüp dolaşıp ilk eve geliyor hediye. Allah Resûlu (s.a.v.)
“Hediyeleşin, muhabbetiniz artar.” buyuruyor. Neticede
hediye o ilk gelene tekrar dönünce, ‘Allah (c.c.) bunu benim
âileme, çoluk çocuğuma göndermiş’ deyip kabul ederdi. Bize
düşen, her yönüyle bize örnek olan Sahâbe Efendilerimiz
gibi kâfirlere karşı son derece şiddetli olurken birbirimize kar-
şı son derece merhametli olmamızdır.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün sohbetlerinden derlenmiştir.)
ŞEYTANIN DİLİNDEN HAKİKATLER -1
Şeytân bir gün Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in meclisine
Allâh (c.c.) tarafından doğruları söylemek üzere gönderildi.
Şöyle söyledi:
“Bilmez misin ya Muhammed (s.a.v.), yalan bendendir ve
ilk yalan söyleyen de benim. Her kim yalan söylerse o benim
dostumdur. Her kim yalan yere yemin ederse benim sevgi-
limdir. Bilmez misin ya Muhammed (s.a.v.), ben Âdem’e ve
Havvâ’ya yalan yere Allâh adına and içtim. Yalan yere yemin
gönlümün eğlencesidir. Gıybet ve koğuculuğa gelince, onlar
da benim meyvelerim ve şenliğimdir.”
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz sordu, o da cevap verdi:
“Halk arasında en çok sevmediğin kimdir?”
“Sensin ya Muhammed (s.a.v.). Allâh’ın yarattıkları arasın-
da senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Sonra, senin
gibi kim olabilir ki?”
“Benden sonra en çok kimlere buğz edersin ve sev-
mezsin?” “Muttaki bir gence ki varlığını Allâh yoluna vermiş-
tir.”
“Sonra kimi sevmezsin?” “Kendisini sabırlı bildiğim şüp-
heli işlerden kaçan âlimi.”
“Sonra?” “Temizlik işinde yıkadığı yeri üç defa yıkamaya
devam eden kimseyi.”
“Sonra?” “Sabırlı olan bir fakiri ki, ihtiyacını hiç kimseye
anlatmaz. Hâlinden şikayet etmez.”
“Peki bu fakîrin sabırlı olduğunu nerden bilirsin?”
“İhtiyâcını kendi gibi birine açmaz. Her kim ihtiyacını kendi
gibi birine üç gün üst üste anlatırsa Allâh onu sabredenler-
den yazmaz. Sabırlı kimselerin işi buna benzemez. Hasılı,
onun sabrını; o hâlinden, tavrından ve şikâyet etmeyişinden
anlarım.”
“Sonra kim?” “Şükreden zengin.”
“Peki, ama zenginin şükreden olduğunu nasıl an-
larsın?” “Onu görürsem ki , aldığını helâl yoldan alıyor ve
mahâlline harcıyor. Bilirim ki; şükreden bir zengindir.”
(Muhyiddin-i Arabî (k.s.), Şeytânın Hîleleri, 7-8.s.)
GÜNLÜK MUHASEBE YAPMALIYIZ
Ateşten korunabilmek için, şeytan ve ahvâdının oyununa
gelmemek lâzımdır. Çünkü şeytanın askerleri hazır beklemekte-
dir. Allâh (c.c.) “Nefis muhakkak şiddetle kötülüğü emreder.”
(Yusuf s.53) buyurumaktadır. Bu işin başında da şeytan vardır.
Nebî (s.a.v.) birgün “Hepimizin görevli bir şeytanı vardır.”
(Tirmizi, Radâ) buyurmuşlardır. Orada bulunanlar “Yâ Resûlallâh
(s.a.v.) sizin de var mı?” diye sorunca, “Evet benim de vardı,
ama Allâh (c.c.) onu bana ikrâmen müslüman etti, bana an-
cak hayırlı şeyler söyler.” buyurmuşlardır.
O (s.a.v.)’in dışında, hepimizin başında şeytanı vardır. Bun-
ları hak ve hakîkat olarak kabul edip, en azından yatağa yatıldı-
ğı zaman her günün bir muhâsebesi yapılırsa neticeye ulaşma
şansı olur. Burada bunlar okunup, bu okunanlarla hoşça vakit
geçirilir, bitince yine herkes bildiği gibi yaparsa bundan bir istifa-
de olmaz. Günlük muhâsebenin yapılması lâzım. Sabahtan ak-
şama kadar, uyanmamızdan tekrar uyumamıza kadar geçen her
saat muhâsebe edilmelidir. Bugün Allâh (c.c.) için acaba ne yap-
tınız? Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e faydalı bir iş yaptınız mı?
İnsanlara zararlı olabilecek bir şey yaptınız mı? Kimseyi kırıp
üzdünüz mü? (Evliyseniz) çoluk çocuğunuza karşı, (bekârsanız)
şahsınıza karşı, ananıza babanıza karşı onların haklarını îfâ et-
tiniz mi, yerine getirdiniz mi?
Bunların hepsini yapıp, Allâh (c.c.)’yu unutmadan yaşayan
insan için Allâh Resûlü (s.a.v.) “Allâh (c.c.)’yu bu dünya haya-
tında çokça zikreden, Cenâb-ı Hakk’ı unutmadan yaşayan
kişiler mahşer sabahı hesapsız cennete dâhil olacak.” buyu-
ruyor. O cennete girecek kişilere cennette melekler soracaklar:
– “Siz hesap gördünüz mü?” – “Yok, hesap görmedik”.
– “Peki, defter gördünüz mü?” – “Yok, biz onu da bilmeyiz.”
– “Sırat köprüsünden geçtiniz mi?” – “Onu da görmedik.”
– “Peki, cennetin hangi kapısından girdiniz?”
– “Vallâhi biz kapı da görmedik.”
Allâh Resûlü (s.a.v.) bize bunları rağbet edelim, bu hususta
gereğini îfâ etmeye çalışalım diye anlatmıştır.
(Mh. Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetlerinden Derlenmiştir)
MADDİ GÜÇ YETERLİ DEĞİLDİR
Allahü Teâlâ yahûdîlerin kendilerini savaşçı sayıp Ehl-i
İslâm’dan adetçe çok olmakla gâlib olacaklarına dâir iddiala-
rını reddetmek üzere:
«Ey mü’minler! Sizin için iki fırkada (toplulukta) büyük
alâmet vardır ki o iki fırka birbiriyle karşılaşırlar, onlardan
birisi fîsebilillah (Allah (c.c.) yolunda) mukâtele eder (vu-
ruşur), diğeri mütemerrid olarak (inâd ederek) mukâtele
eder. Mü’min olan fırka kâfir olan fırkayı kendisinin iki
misli olduğunu ru’yel-ayn (gözüyle) görür.»
«Hâlbuki Allahü Teâlâ dilediği kulunu nusret (yardım)
ile te’yîd eder. İşte şu fırkalardan iki misli çok olan fır-
kanın az olan fırkaya mağlûb olmasında basiret sahipleri
için ibret vardır.» (Âl-i İmrân Sûresi s. 13)
Âyetin mânâsı; «Ey yahûdî kavmi! Sizin için Bedir’de karşı
karşıya muharebe eden iki fırkada pek büyük alâmet vardır.
Zîrâ o iki fırkadan birisi mü’minler ki «İ’lâ-yı Kelimetullah» için
fî-sebîlillah (Allah yolunda) muhârebe eder. Ve diğer fırka-i
kâfire (kâfir topluluğu) ki, Kureyş kabîlesidir. Onlar şirk üzere
kalmak için muharebe ederler ve kendilerinin ehl-i îmanın iki
misli olduğunu ru’yel-ayn (gözleriyle) görür ve gâlib olacakla-
rını zannederler. Hâlbuki Allahü Teâlâ dilediği kimseleri kendi
yardımıyla te’yîd ve takviye eder (destekler). Binâenaleyh
mü’minler az oldukları halde Allahü Teâlânın yardımıyla gâlib
oldular. İşte şu azın, çoğa galebesinde idrâk ve basiret sahib-
lerine büyük ibret vardır.»
Çünkü Bedir vak’asından döndükten sonra Resûlullah
(s.a.v.) Hazretleri Medîne-i Münevvere’de Benî Kaynukâ çar-
şısında yahûdîleri topladı ve buyurdu ki:
“Ey yahûdi cemâati! Kureyş’e nazil olan (inen)
belâyânın (belâların) size de nazil olmasından korkun!
Ve belâya (belâlar) nazil olmadan evvel İslâm olun, necat
bulun (kurtulun). Zîrâ siz benim Nebî olduğumu bilirsiniz.
Binâenaleyh îmân etmeniz lâzımdır.»
(Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.),
Bedir Gazvesi ve Sure-i Enfâl Tefsîri, 92-93.s.)
ŞEYTANIN DİLİNDEN HAKÎKATLER-2
Şeytan bir gün Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin meclisi-
ne Allâh (c.c.) tarafından doğruları söylemek üzere gön-
derildi.Resûllullâh (s.a.v.) Efendimiz ona bir suâl sordu :
– Ümmetim namaza kalkınca, senin hâlin nice
olur?
– Ya Muhammed (s.a.v.), beni bir sıtma tutar. Titrerim.
– Neden böyle olursun ya lain?
– Çünkü bir kul, Allâh (c.c.) için secde edince bir dere-
ce yükselir.
– Peki ya oruç tuttukları zaman nasıl olursun?
– O zaman da bağlanırım. Taa, onlar iftar edinceye
kadar.
– Peki ya hacc yaptıkları zaman nasıl olursun?
– O zaman da çıldırırım.
– Peki, ya Kur’an okudukları zaman nasıl olur-
sun?
– O zaman da eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun
gibi eririm.
– Peki ya sadaka verdikleri zaman hâlin nasıldır?
– Ha, işte.. o zaman hâlim pek yaman olur. Sanki sa-
daka veren, bir testere alır eline ve beni ikiye böler.
Resûllullâh (s.a.v.) Efendimiz sebebini sordu: “Neden
öyle testere ile ikiye biçilirsin, ya Ebâmürre?” Bunun
üzerine iblis: “Onu da anlatayım” dedikten sonra anlat-
maya başladı:
– Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Şöyle ki:
eyler.
arasında bir perde yapar.
eder.
(Muhyiddin-i Arabî, Şeytânın Hîleleri, 9-10.s.)
MEDİNE’DE, İSLAMİYET’İN
ÖĞRENİLMESİ VE YAYILMASI
Medîne’de Evs ve Hazrec kabîlesi müslümanlarının ileri
gelenleri: “İçimizde İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı.
Halkı Allâh (c.c.)’un Kitabına davet edecek, Kur’ân-ı Kerîm
okuyacak bir öğretici, İslâm dinini anlatacak, İslâm sünnet ve
şeriatını aramızda yayacak, namazlarımızda bize imamlık ya-
pacak bir kimse gönder!” diye, Peygamberimiz (s.a.v)’e yazı
yazdılar. Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.v) Medîne’ye
Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’i gönderdi. Mus’ab b. Umeyr (r.a.),
Medîneli Müslümanlara Kur’ân okur, Kur’ân’ı, İslâm şerîatını
öğretir, İslâm fıkhını anlatırdı. İmamlık yapar, namaz kıldırırdı.
Useyd b. Hudayr, câhiliye ve İslâmiyet devrinde, babasın-
dan sonra kavminin seyyidi olup, en akıllılarından ve görüş
sahiplerindendi. Medîneliler ona Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’den
bahsedip onun yanına adam topladığını onu engellemesi ge-
rektiğini söyleyince mızrağını alıp Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’in ya-
nına gitmiş ve tepesine dikilerek “Eğer hayatınız size gerekse,
hemen yanımızdan ayrılın!” demişti. Mus’ab b. Umeyr (r.a.),
ona: “Biraz oturup, söyleyeceklerimi dinlesen; beğenirsen
kabul etsen, beğenmezsen, hoşuna gitmezse, dinlemekten
yüz çevirsen olmaz mı?” dedi. Useyd b. Hudayr “Yerinde bir
söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp onlarla
oturdu. Mus’ab b. Umeyr (r.a.) İslâmiyet üzerine bir konuşma
yaptı ve ona Kur’ân-ı Kerîm okudu. Useyd b. Hudayr orada
müsülüman oldu ve şöyle dedi:
“Gerimde bir adam var ki, o size tâbi olursa, kavminden
hiçbir kimse ona muhâlefet etmez, ondan geri kalmaz. O, Sa’d
alıp Sa’d b. Muaz (r.a.)’ın ve kavminin yanına döndü. Olanları
onlara da anlatıp müslüman olduğunu söyledi. Sa’d b. Muaz
onun samimiyetine inanarak nasıl müslüman olunacağını sor-
(r.a.)’ın yanına gitti onu dinledi ve Müslüman oldu. Bu hadise-
den sonra da Medîne’de İslamiyet çok hızlı bir şekilde yayıldı.
(Mustafa Âsım Köksâl, İslâm Tarihi, 6.c., 15-16.s.)
ŞÜKÜR EHLİ
Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine vahyetti ki:
“Ben falanın ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da
zenginlik olarak takdîr buyurdum. Ona sor. Fakirliği
mi önce ister, zenginliği mi?” Peygamber, o zâtı çağırdı
ve kendisinin zenginlik ve fakirlik hususunda serbest bıra-
kıldığını haber verdi. O zât da hanımıyla istişâre için izin
istedi. Hanımı ona:
-“Önce zenginliği isteyelim” dedi. Kocası ise:
-“Zenginlikten sonra fakirlik çok güçtür. Fakirlikten son-
ra zenginlik ise pek hoştur” dedi. Kadın:
-“Hayır, dedi. Bu hususta sen beni dinle ve bana uy!”
Adam, Peygamber’e vardı ve:
-“Ömrümüzün ilk yarısının zenginlik olarak takdîr buy-
rulmasını istiyoruz” dedi. Cenâb-ı Hakk da onlara zengin-
lik kapılarını açtı. Kadın kocasına:
-“Ben bu nimetin devamlı olmasını arzu ediyorum. Bu
yüzden Rabbimizin mahlûkâtına karşı sehâvetle (cömert-
likle) davranalım.” dedi.
Bunun üzerine de kendilerine bir elbise aldıklarında
bir fakire de aynısını alacak şekilde cömertlikle yaşadılar.
Bu sûretle ömürlerinin zenginlikle takdîr buyrulan kısmı
tamamlanınca Allâhü Teâlâ devrin diğer nebîsine vah-
yetti ki: “Ben onun ömrünün yarısını fakirlik, yarısını
da zenginlikle takdir buyurmuştum, fakat onları ni-
metlerime karşı şükredici buldum. Şükür ise nimette
ziyadeliği gerektirir. Kulumu müjdele ki, ben onların
ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçmesini
takdîr buyurdum.”
“Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun,
eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.
Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok
şiddetlidir.” (İbrahim s. 7)
(Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe 6, 82-83.s)
KALBİN HUZÛRU BEDENİN SIHHATİNE BAĞLIDIR
İnsanın, bedenine zar
ar verecek şeylerden sakınacak
kadar tıb ilminden bilmesi müstehâbdır. Çünkü tıb ilmi be-
denin sıhhatini muhafazaya yardımcıdır. Dînî ve dünyevî
ilimlerin tahsîli de ancak sıhhat olduğu vakit mümkün olur.
Bu husûsda demişlerdir ki: İlim iki kısımdır: Din ilimleri ve
beden ilimleri. Çünkü hastalıkdan kurtulmadıkça kalbler-
de huzur, gönüllerde sevinç olmaz. Ve kalb, hastalıkların
zorluk ve üzüntüsüyle boğulmuş bir durumda iken kendini
Allâh (c.c.)’ya ibâdete veremez.
Nebîy-yi Ekrem (s.a.v.): “Huzûr-u kalp olmadıkça
namaz olmaz” buyurmuşlardır ki bunun mânâsı kâmil ve
Allâh (c.c.)’ya arz olunmağa lâyık bir namaz olmaz demek-
tir. Namazın tamam olması için kalbin huzur içinde ve huzur
hâlinde, gönlün de tertemiz bir halde bulunması lâzımdır.
Nasıl ki, insanın dîninde dosdoğru amel edebilmesi için
dînini bilmesi gerekiyorsa, bedeninin sıhhatini muhafaza
edebilecek kadar da tıb ilminden nasîbini alması gerekir.
İnsanın, zararlı şeylerden kaçınması lâzımdır.
Bazı hikmet sâhibi kimseler; hastalık mideyi doldur-
maktan, şifâ da sıhhat esaslarına riâyet etmektendir. Kim
bunlara riâyet ederse doktorlara ihtiyacı olmaz, demişlerdir.
Bâzı sahâbeden rivâyet olunduğuna göre bir sahâbî diğe-
rine: – Sana çok zaman tabiblerin bile dikkatinden kaçan
bir tıbbı, çok zaman âlimlerin bilemediği bir ilmi, çok yerde
hikmet sahiplerinin gâfil bulunduğu bir hikmeti öğreteyim mi
dedikde, karşısındaki: – Öğret, dedi. Bunun üzerine: – Çok
zaman tabiblerin bile dikkatinden kaçan tıb kâidesi: Sofraya
muhakkak sûrette aç iken otur. Çok zaman âlimlerin kaçır-
dıkları ilim kâidesi: Sana bilmediğin bir şey suâl edildiği va-
kit, Allâh bilir, de. Çok zaman hikmet sahiplerinin kaçırdığı
hikmet kâidesi: Tanımadığın bir topluluk içinde bulunduğun
zaman eğer hayır söylerlerse, onlara iştirak et, şer söyler-
lerse îkaz edebileceksen et, edemeyeceksen orayı terk et.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe, 4.c., 98.s.)
FİTNEDEN KAÇINALIM
Fitne, müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları
sıkıntıya, zarara, günâha sokmak, insanları isyâna kışkırt-
mak demektir. İmtihân mânâsına da gelir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de: “Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de
imtihân ederiz.” (Enbiyâ s. 21) buyrularak buna işâret edilir.
Resûlullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “İslâm ülkelerinde öy-
lesine fitne ve kargaşalıklar baş göstecektir ki, orada ya-
şayan müslümanların ne elleri, ne de dilleriyle onları yok
etmeye gücü yetecektir.”
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Yararlı işler görmekte acele ediniz.
Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım
fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min
olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak ge-
celer, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa
satar.” (Müslim)
Dînimizde karışıklık çıkarmak, ve insanlar arasında fit-
neye sebeb olacak şekilde nasîhat yapmak büyük günahtır.
İslâm’ın temel esaslarından olan iyiliği emretmek ve kötülük-
ten nehyetmek vazifesi zamana ve zemine dikkat edilerek
yapılmalı; ama mutlaka yapılmalıdır. Zamânın şartlarına, in-
sanların hâline ve anlayış kapasitelerine göre dînin emir ve
yasaklarını bildirmek vazifesini her müslüman elinden geldi-
ğince yapmalıdır.
Nebî (s.a.v.) Efedimiz:
“Fitne çıkarmayınız! Söz ile çıkarılan fitne, kılıç ile
olan fitne gibidir. Zâlimlere, fâcirlere, milleti çekiştirmek-
ten, yalan ve iftirâ söylemekten hâsıl olan fitne, kılıç ile
yapılan fitneden daha zararlıdır.” “Sizin üzerinize gerekli
olan benim sünnetime, yoluma ve doğru yola ulaştırılmış
Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmanızdır.” bu-
yurarak, ortak hareket noktasını göstermiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha
büyük bir günâh olduğunu bildirmektedir. (Bakara s. 191)
(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 2032.s.)
BİSMİKALLÂHÜMME
Cenâb-ı Hakk her hayırlı işe besmele ile başlanmasını
emir buyurmuştur. Bu husus müteaddid âyet-i celîlelerde
beyân olunmuştur. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Her
hangi bir hayırlı işe eğer besmele ile başlanmazsa o iş
ebter olur” yani sonu hayır ile tamamlanmaz ve bereketli ol-
maz buyurmuşlardır.
Rûhu’l-Beyân tefsîrinde naklolunur ki: “Fir’avun henüz
ulûhiyet dvasında bulunmadan önce sarayının kapısına
“Bismillah’’ yazdırmıştı. Hz. Musa’ya îmân etmediği için Hz.
Musa Cenâb-ı Hakk’a: “Ya Rabbi ben onu dâ’vet ediyorum
ama onda bir hayır görmüyorum” diye yakındığında Cenâb-ı
Hakk: “Her halde sen onun helak edilmesini istiyorsun. Ve
sen sâdece onun küfrünü görüyorsun, ben ise onun kapısı-
na yazdırdığı yazıyı da görüyorum.” buyurdu.
Kim besmeleyi kalbine bir ömür boyu dilinden düşürme-
mek üzere nakşederse rahmete lâyık olur. Cenâb-ı Hakk
Fir’avun’a Fir’avun olduğu halde sarayının kapısına bir bes-
mele yazdırdığı için bu kadar mühlet veriyor. Onu kalbine
yazan bir mü’minin ne kadar güzel lütuflara mazhar olacağı
açıktır. Duasına da muhakkak surette icabet olunur. Kulun
duasına icabet olunması için ilk şart; helâl lokma ile ıslâh-ı
bâtın eylemek, son şart ise ihlâs ve huzûr-ı kalbdir. Yani
Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyle yönelmektir. Eğer ağıza konulan
lokma helâl değilse o kimsenin ihlâslı ve huzurlu olması,
mâsivâyı terk edip Hakk’a yönelmesi zorlaşır. Evvelâ bunla-
ra dikkat etmesi lâzımdır.
Resulullah (s.a.v.)’in bizlere vasiyetlerinden biri de yiyip
içtiğimiz vakit yemeğin başlangıcında besmele çekmemiz
hakkındadır. Çünkü, Allâh (c.c.)’u anmadan yenilen her şey
ölü hayvan yemek gibidir.
Kur’an’da şöyle buyurulur: “Üzerlerine Allâh’ın ismi
anılmayanlardan yemeyin.” (En’âm s. 121) Böylece Allâh
(c.c.) ile birlikte bulunur ve bu nimetlerin devamlılığını ve
hayrını elde etmiş oluruz.
(Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe 2, 9.s..)
İLİM MALDAN HAYIRLIDIR
Basralılar ilim ve malın üstünlüğü konusunda görüş ay-
rılığına düştüler. Bunun üzerine, İbn Abbas (r.a.)’e elçi yol-
layıp durumu öğrenmeye karar verdiler. Elçi gidip, sordu.
İbn Abbas (r.a.) şu cevabı verdi:
“İlim üstündür.” Elçi şöyle dedi:
Bunun için benden delil sorarlarsa; ne diyeyim? İbn Ab-
bas (r.a.) şöyle dedi:
“De ki, ilim peygamberlerin mirasıdır, mal da firavunların
mirasıdır. İlim sana bekçilik eder, ancak malın bekçiliğini sen
yaparsın. İlmi, Allâh (c.c.) sevdiğine verir, ama malı sevdiği-
ne de verir, sevmediğine de. Ancak, çoğu kez, sevmediğine
verir.” Şu âyeti görmez misin: “Eğer insanlar kafirlere
imrenip de tek bir inkarcı topluluk haline gelecek ol-
masaydı, Râhman’ı inkâr eden o kafirlerin evlerinin ta-
vanlarını, çıkacakları merdivenleri, odaların kapılarını,
yaslanacak koltukları hep gümüşten yapardık.”
(Zuhruf s. 33-34)
“Sonra, ilim öğretmekle, yaymakla eksilmez. Ama, mal
harcarken dağıtırken eksilir.” “Mal sahibi ölünce âdı unutu-
lur. Ama ilim sahibi ölünce, ünü kalır.” “Mal sahibi ölür, ama
ilim sahibi ölmez.” “Mal sahibi, dirhemine kadar, sorguya
çekilir. Ama ilim sahibi, her sözü ile cennette bir derece
alır.”
Hz. Ali (k.v.) der ki: İnsanlar üç kısımdır:
şan kimselerdir ki bunlar, her çağıranın havasına göre yön
değiştirirler. Devam etti: “İlim maldan hayırlıdır. İlim seni
bekler, sen de malı beklersin. İlim, harcanmakla güzelle-
şir, mal da harcanmakla eksilir. İlim sahipleri asırlar boyu
insanlığın hafızasında yaşarlar. Bedenleri gitse bile, eser-
leri, kalplerde kalır.”
(Ebu’l-Leys Semerkandî, Tenbîhü’l- Gâfilîn, 498.s.)
DÜNYA SEVGİSİNDEN SAKINALIM
“Ölülerin kabirlerinden kalktıkları o günde mal ve evlâd
menfaat vermez; ancak Cenâb-ı Allâh’a kalb selâmeti ile
gelen kimse menfaat görür.” (Şuarâ s. 88-89). Kalb-i selîm: Ki-
bir, kıskançlık, mal sevgisi, makam sevgisi gibi kötü ahlâktan
temizlenmiş bir kalbdir. Bir tkimsenin kalbinde zerre kadar ki-
bir oldukça cehennem ateşiyle yanıp temizlenmedikçe cenne-
te giremeyeceğini Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Kalbinde
zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse cennete giremez.”
buyurarak haber veriyorlar. Bu duruma göre kalb, kibirden
temizlenmedikçe selîm olmaz. İblis de nice yıllarca ibâdet et-
miş olduğu halde kibrinden dolayı Hakk’ın huzurundan kovul-
ibâdetten alıkoymaktadır. “Ey iman edenler! Mallarınız ve
evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim
bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendile-
ridir.” (Münâfikûn s. 9) İşte kalbin hastalıklarından biri de dün-
ya sevgisidir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Dünya muhabbetiyle
kalbinizi işgal edip de Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden, zikir
ve muhabbetinden uzaklaşmayınız.” (Münâvî) buyrulmuştur.
Yine: “Bir kimse uykudan uyanır uyanmaz seherde her
şeyden evvel dünyayı düşünürse Cenâb-ı Allâh onun işini
perişan edip rahatını bozar.” buyrulmuştur. Sabah namazı
zamanı, seher vakti Cenâb-ı Hakk’a ibâdet, dua ve niyaz za-
manı olduğu halde mü’minin bunları terk ederek kalbini dünya
endişesi ve muhabbetiyle meşgul etmesi bir nev’i Cenâb ı
Hakk’tan kalben yüz çevirmesi demek oluyor. Dünya muhab-
beti her günahın başıdır. Dünyaya muhabbet büyük günahla-
rın en büyüğüdür. Nitekim dünyaya fazla muhabbet sebebiyle
her türlü kötülüğün işlendiği görülmektedir.
Hakikat ehli dünyayı şöyle tarif etmişlerdir:
“Dünya nedir? Dünya insanı Allâh’tan gâfil edip alıkoyan-
dır. Yoksa ne altın ve gümüş ve ne de evlâd-ü iyal dünya de-
ğildir. Meğer ki, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden alıkoysun. Kalbi
Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinden ve ibâdetinden alıkoymadık-
ça bunlar dünya değildir.”
(Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s), Musahabe 6, 36-37.s.)
DÜNYA VE AHİRETE YETEN AMEL
Riyâ, kişinin başkaları görsün diye iyi ve güzel bir davranış
içine girmesi, bir ibadeti gösteriş için yapmasıdır. Riyâ, samimi-
yetsizliğin, iki yüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bazı zayıf
karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama
çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına ve özellikle
amacına ulaşmada ilgili kimselere şirin görünmeye çalışırlar.
Onların hoşuna gidecek davranışlarda bulunurlar.
Senin çok değerli bir mücevherin, bir pırlantan olsa, onu yüz
bin liraya alacak müşterisi varken bu yüksek fiyatı bırakıp da
bir liraya satmaya kalksan bu, senin için telâfisi imkânsız bir
zarar, hatta bir felâket değil midir? Bu hareketin, bilgisizliğine,
aklının eksikliğine, görüşünün kıtlığına katî bir delil, kesin bir
belirti değil midir?
İşte halk övsün, senâ etsin, dünyalık kazanayım diye yap-
tığın ibâdet, iyi davranışlardan elde ettiğin fayda, bu duygular-
dan arınmış, sırf Rabbin için yaptığın amellerden elde ettiğin
kazanca oranla, tıpkı bu yüz liranın bir liraya oranı gibidir. Hatta
dünyanın tümü senin olsa, bunun değeri, Allâh (c.c.)’ün övmesi-
ne ve senden razı olmasına oranla bir liranın yüz bin liraya olan
oranın kadar bile değildir.
Şimdi Allâh (c.c.)’ün bu lütuf ve keremini bu paha biçilmez
ihsânını, verilerini bu söylediğimiz aşağılık şeylere feda etmek
sonu iflas olan bir ticarettir. Âhirete eli boş olarak göçmektir.
Demek ki ibadetini sırf Allâh (c.c.)’ün rızasını kazanmak için
yapsan dünya sana uyar. Her iki âlemde de muradına kolay-
ca varırsın. Bütün isteklerini karşında hazır bulursun. Nitekim
Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor: “Cenab-ı Hakk, âhiret ameli
karşılığında dünyalık verir. Fakat dünya ameli karşılığında
âhireti vermez”
O halde tâat ve ibâdetini, amellerini temiz ve hâlis bir niyet-
le, sırf Allâh (c.c.) için yapsan, himmet ve gayretini âhiret için
sarf etsen, hem dünyayı hem de âhireti kazanmış olursun. Fa-
kat âhiret ameliyle dünyalık dilesen âhiretin zail (yok) olur. Ba-
zen dünyalık isteklerin de yerine gelmez. Veya gelse bile bâki
kalmaz. Çünkü dünya fânidir. Böylece hem dünyanı ve hem de
âhiretini kaybedersin.
(İmâm-ı Gazâlî, Âbidler Yolu, 360-375.s.)
GÖNÜL ZENGİNLİĞİ VE ONA ULAŞMANIN YOLU
“Allâh (c.c.) bir kuluna hayır murad edince onu dinde
fakih kılar. Yani o kuluna dînin hükümlerini öğrenmeye
istîdad verir. Ona kuvvetli hafıza, anlayış verir. Onu dün-
yaya tapmaktan korur. Ayıplarını gözlerinde canlandırır.
Yani yaptığı kusurun derhal farkına varıp tevbe eder.”
(Beyhakî) İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri der ki: “Zühdün,
yani kalbi dünyanın kötü heveslerinden ayırmanın üç derecesi
vardır:
manların avâm tabakasının zühdüdür.
bu havassın zühdüdür.
mektir ki, bu da âriflerin zühdüdür
“Allâh (c.c.) bir kuluna hayır dilediği zaman onun zen-
ginliğini kalbinde yaşatır; ona kalb zenginliği verir. Takva-
yı yani Allâh (c.c.) korkusunu gönlünde yerleştirir. Allâh
(c.c.) bir kuluna da şer dilediği vakit fakirliğini iki gözünün
önüne getirip gösterir.” (Tirmizî)
“Allâh (c.c.)’nun senin üzerine farz kıldığı şeyleri edâ
et ki, insanların en çok ve en iyi ibâdet edenlerinden ola-
sın. Allâh (c.c.)’nun sana haram kıldığı şeylerden uzak-
laş ki, insanların en yüksek takvâ sahiplerinden olasın.
Allâh (c.c.)’nun senin için takdir ettiği kısmetine, rızka razı
ve kanaatkâr ol ki, insanların en zenginlerinden olasın.”
(Beyhakî)
Kalbi zengin olanlar hayatta dâima müsterih yaşarlar.
Kendilerini kötü ihtiraslara kaptırmazlar. Gönlünde Allâh (c.c.)
korkusu yerleşenlerin kalbi “yakîn” nûrlarıyla dolar. Gaflet ve
günahlardan derhal tevbe ederler. Aç gözlü insanlar malca ne
kadar zengin olurlarsa olsunlar kendilerini fakir ve muhtaç sa-
yarlar. Bu hal gözlerinin önünde bir şer, bir belâ olarak dikilip
kalır. Bu yüzden onlar dâima ızdırap içinde yaşamağa mah-
kum olurlar. Kalb zenginliği nasıl büyük bir nimetse aç gözlü-
lük de öyle kötü ve amansız bir şerdir.
(Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe 5, 38-39.s.)
AKIL ODUR KI DOĞRU YOLU GÖSTERSIN
Câfer-i Sadık hazretleri, İmâm-ı Âzam hazretlerinin ba-
bası vefât edince annesi ile evlenmiştir. Yani İmâm-ı Âzam
hazretlerinin hocası olmasının yanında babalığıdır.
Câfer-i Sadık hazretleri, İmâm-ı Âzam (r.a.)’a daha ilk
talebeliği, mollalığı sırasında bir sual soruyor “Molla, sen
dedemin, atalarımın dini üzerine çalışıyorsun, bu ilmi ne
üzerine bina ediyorsun?” Cevap olarak İmâm-ı Âzam haz-
retleri; “Sağlam rivayetler var, akılla” vs. deyince “Peki akıl
nedir?” diyor. İmâm-ı Âzam, “ Hayır ile şerri birbirinden
ayıran melekeye derler.” diyor. Yanlış anlaşılmasın, bu
İmâm-ı Âzam’ın talebelik, mollalık dönemi.
Câfer-i Sadık hazretleri “O bizim atlarda da var, ahı-
ra girdiğin zaman yem vermeye mi geldin, kaşağılamaya
mı geldin yoksa bir suçu vardır cezalandırmaya mı geldin
anlar.” diyor. İmâm-ı Âzam ; “O zaman siz bilirsiniz, doğru-
sunu siz söyleyin ben de öğreneyim” deyince Câfer-i Sa-
dık hazretleri buyuruyor ki; “İki hayır yan yana geldiğinde,
hangisinin daha hayırlı olduğunu ayırd eden melekeye akıl
derler”.
Meselâ imâm cemaat ile namaza durmadan evvel saf-
ları düzeltirken, “Hakk’ın rahmetine nâil olasınız” der. On-
dan sonra da millet bulunduğu safları düzeltmeye uğraşır.
Öyle işler oluyor ki, itişip kakışılıyor saflar düzeltilirken.
“geri geç”, “yok, sen doğru dur” vs. diye münakaşa ediliyor.
Yani insanlar birbirlerine vurmaya kalkacak hale geliyor-
lar. Şimdi burada iki tane hayır var; birisi safı düzeltmek.
(Öncelikle şunu da iyi bilmek lazım; safı düzeltmek kimin
vazifesi? Safı düzeltmek imâmın vazifesidir.) Bir mü’minin
kalbini kırmanın Beytullah’ı yıkmaktan daha kötü olduğu
kabul edilmiştir. Bu durumda iki tane hayır vardır, biri safın
düzeltilmesi ile Allâh (c.c.)’ın rahmetine nâil olmak, diğeri
de mü’min kulun kalbinin kırılmaması. Hangisi daha uy-
gun? Tabii ki mü’min kulun kalbini kırmamak uygundur.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 21.s.)
İMTİHÂN DÜNYASI
Nebî (s.a.v.) “Bütün günâhların başı dünya muhabbeti-
dir.” (Beyhakî, İbn-i Ebi’d-Dünya) buyurmuşlardır. Bir Müslümanın
dikkat etmesi gereken en önemli konulardan biri dünya mu-
habbetinden kaçınmaktır. Dünyalığın insanın cebinde olması-
nın bir mahsuru yoktur, insanın kasasında olmasının da bir
mahsuru yoktur, işyerinde olmasında da bir mahsur yoktur.
Ama kesinlikle insanın kalbinde olmamalıdır. Muhammed
Pârisa hazretleri bir gün hac veya umre için Mekke’ye gider-
ken yolda bir kasabaya uğruyor. Çarşıda giderken bir kuyum-
cu dükkânı ilgisini çekiyor. Genç bir dükkân sahibi içerideki
müşterilerle ilgileniyor, alışveriş de altın para üzerine. Hazret
içinden “Üç dünyalık bir araya gelmiş; gençlik, mal ve müşte-
ri.” diyor ve gencin haline üzülüyor. Keşfen kalbine nazar at-
fedince görüyor ki o genç Allâh (c.c.)’ü zikir ile meşgul. Bunun
üzerine Hazret “El kârda gönül yârda.” buyuruyor. Bu arada
günümüzün bizi zorladığı şartlar nedeniyle, faize bulaşmamak
şartıyla paranın fâizsiz çalıştığını söyleyen bankalarda bulun-
masında da bir sakınca yoktur. Resûlullâh (s.a.v.) “Öyle bir
gün gelecek ki faiz işlemeyen kimse kalmayacak, hiç ol-
mazsa tozu bulaşacak.” buyurmuşlardır. (Kütüb-ü Sitte)
Eğer bir insan fâiz yapmayacaksa, ki Müslümanın fâiz yap-
ma şansı yoktur. Allâh (c.c.): “Fâizi terk edin, etmezseniz
Allâh ve Resûlü’nden ilan edilecek harbi bekleyin.” (Bakara
le Allâh ve Resûlü (s.a.v.) ile harp edeceksin? Fâiz böyle bir
belâdır. Mü’minin bunu almaması hiçbir şekilde yaklaşmaması
lâzım. Müslümanın fâize bulaşma şansı olmadığına göre pa-
rasını bankaya neden yatırsın? Bugün Müslümanlara İslâmi
hayatın bu olmadığını; bankaların olduğunu, sigortaların oldu-
ğunu anlatıyorlar.
Maalesef günümüzde sigortacılık da son derece yayılmış
vaziyettedir. Kimin malı kime sigorta ediliyor?
“Bu dünya kalış yeri değildir, geçiş yeridir.” buyruluyor.
Buranın bir geçiş yeri olduğu bilinmeli ve ona göre yaşanma-
lıdır.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 41.s.)
KOMŞUSU AÇ İKEN
TOK YATAN BİZDEN DEĞİLDİR
Müslüman; bir mü’min kardeşi, komşusu açken tok olarak
yatmamalıdır. Ulema uzak komşu ifadesini her dört istika-
mette kırk ev olarak tarif etmiştir. Bugün böyle bir araştırmayı
kaç Müslüman yapıyor? Kaç Müslüman akşam çıkıp da aca-
ba komşum aç mı, tok mu, bir ihtiyacı var mı diye araştırıyor?
Bir Müslümanın en azından Somali’de ekmek bulmak için
çöp karıştıranın kardeşi olduğunu bilmesi ve onların hâlini
düşünerek çok lüks yaşamaması lazım.
Meselâ benim milyonlarca dolarım var diye gidip milyon-
luk arabaya binmemesi gerekir. Yaşadığı ortamın durumu
neye müsaitse, hangi arabayı aldığı zaman etrafta dikkat
çekmeyecekse, onu alıp ona binmesi gerekir. Araba bir gâye
değildir, sadece bir vasıtadır. Müslümanların alamadığı, on-
ların giyemediği, binemediği bir şeyi, bir insan sırf zengin
olduğu için kullanmamalıdır.
Allâh (c.c.) hepimize hayırlı imkânlar nasib etsin,
helâlinden rızıklar nasib etsin; ama bunların hepsi insana,
istediği gibi harcamak için verilmiş değildir, imtihân edilmek
için verilmiştir. Bunlar Ümmetin faydasına, yardımına kulla-
nılmak için verilmiştir.
Akıllı adam Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in yolunda olur. Tebük
Seferi’nde o bütün malını orduya hîbe etti. Efendimiz (s.a.v.)
kendisine “Ne getirdin yâ Ebâ Bekir?” diye sorunca, “Ma-
lımın tamamını.” dedi. Efendimiz (s.a.v.) “Peki çoluğuna
çocuğuna ne bıraktın?” (Tirmizi) diye sorunca “Allâh ve
Resulü’nü bıraktım Yâ Resûlallâh (s.a.v.), yetmez mi?” diye
cevap buyurdu.
Allâh (c.c.) bizleri onun mübârek yolunda eylesin,
inşâallah onlarla beraber haşretsin. Hiçbirimiz onların ke-
sip attığı tırnak olmayız, ama Resûlullâh (s.a.v.) “Kişi sev-
diği ile beraberdir” (Buhari) müjdesini vermiştir, O (s.a.v.)
Muhbir-i Sâdık’tır. Eğer onun yolunda gidip, onunla olacak-
sak daha başka ne istiyoruz?
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 53.s.)
ALLÂH (C.C.)’NUN RÂHMETİ
Mü’min; günâh, küfür hariç olmak üzere, büyük ol-
sun, küçük olsun günah işlemekle dinden çıkmaz. Fa-
kat dînin temel kurallarını yalanlamak, haramları helâl,
helâlleri haram bilmek, dîni aşağı görmek, îmândan
çıkmaya sebebdir. Büyük günâh işleyen mü’minlerin
kıyâmetdeki akıbeti, Allâhü Te’âlâ’ya kalmıştır. Dilerse
bir miktar azâb veya ikâb eder, dilerse azabı tattırma-
dan affeder.
Ehl-i Sünnet itikadımıza göre, büyük günâh işleyenin
dahi affedilmesi caizdir. Bu inancımıza şu âyet delildir:
Allâhü Te’âlâ: “Allah, kendisine şirk koşma günâhını
affetmez. Başka günahları dilerse affeder” (Nisa s. 48)
buyurmaktadır.
Hadîs-i şerîfde: “Kalbinde zerre kadar îmân olan
Cehennemden kurtulur” buyuruldu. Zerre, karıncanın
en küçüğüne denir. Ya’nî ağırlığı ve hacmi çok küçük
demektir. İmânın zerre kadarı, dindeki yakînin en aşa-
ğı derecede olmasıdır. Dindeki, îmandaki yakîn, onun
parlaklığıdır. Yakînin en aşağı derecede olması, par-
laklığının az olması demektir. Yoksa îmân, hâsıl olunca
îmândır, parçalanmaz, bölünmez.
Kalbinde zerre kadar îmânı olan, hâlis bir niyyetle
Allâhü Te’âlâ’dan korkarak günahlardan az bir zamân ol-
sun uzaklaşabilen günahkâr mü’minler, Cehennem’den
çıkacaklardır.
Nitekim Allâhü Teala: “Rabbinin dergâhında Kı-
yametten korkan ve nefsini, iştiha ettiği (arzuladı-
ğı) haramlardan nehy eden (men’ eden) kimsenin
karargâhı Cennettir” (Nâziât s. 40) buyrulmaktadır. Bu
Âyet-i Celile, Râbbinden korkanların, O (c.c.)’un fadl ve
keremiyle Cennete gireceklerini göstermektedir.
(Seyyid Alizâde, Şir’at’ül İslam, 20-21.s.)
İSLÂM’IN KADINA VERDİĞİ DEĞER
Nebî (s.a.v.) “Mukadderatını bir kadının eline teslim
eden milletler felah bulmaz.” buyuruyor. (Buhari, Tirmizi,
Nesâi) Bu kadını aşağılamak değildir, kadının o işe ehil ol-
madığını beyân buyurmasıdır. O tarif etmese biz nereden
bileceğiz?
Şu anda İslâm düşmanları kendi gâyelerini gerçekleş-
tirmek için kadını öne çıkararak, bizi İslâm’dan uzaklaştır-
maya çalışıyorlar. İslâm kadına en büyük değeri vermiştir.
İslâm’dan evvel Arap toplumunda bir kadının kocası öldüğü
zaman, dul kalan o kadının başından aşağı bir çarşaf veya
bir örtüyü kim atarsa, o kadın onun malı olmuş oluyordu. Ka-
dın bir taraftan kocasının yasını tutup yaşamaya çalışırken,
diğer taraftan başkasına köle olmamaya çalışırdı. Bu âdet
üzere Arap toplumundaki bazı kişiler analığıyla bile evlenir-
ların ayağı altındadır.” (Nesai, Suyuti) Kadına bundan daha
büyük bir pâye olabilir mi?
Bir gün sahâbeden birisi, yürüyemeyen ihtiyar bir kadını
sırtına almış Kâbe’yi tavaf ettiriyordu. Resûlullâh (s.a.v.) bu
durumu görünce tavaftan sonra o sahâbeyi çağırdı.
“O tavaf ettirdiğin kimdir?” diye sordu.
“Anamdır yâ Resûlallâh (s.a.v.)”
“Peki, anana karşı bu hizmeti yapmakla onunla ödeş-
tin mi?”
“Ben ödeşmek için yapmadım, Allâh ve Resûlü (s.a.v.)’in
rızâsı için yaptım. Ödeştim mi ödeşmedim mi ben bilmem,
onu Sen bilirsin yâ Resûlallâh (s.a.v.).”
Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) şu cevabı veriyor:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allâh’a yemin ederim
ki, şu yaptırdığın tavaf, onun karnında attığın bir tek tek-
menin karşılığı değildir.”
Resûlullâh (s.a.v.)’in kadını aşağıladığını iddia edenlere
sormak lazım, bugüne kadar kadına böyle bir değeri kim
verdi?
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 73.s.)
HİZMET ALLÂH (C.C.) RIZASI İÇİN OLMALI
Ali Râmitenî (k.s.) hazretleri İslâm âlimlerinin ve
Evliyânın büyüklerindendir. Çok küçük yaşlarda ilim
tahsîline başladı. Aklî ve naklî ilimlerde yetişti. Öyle ki,
şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi,
hakka davet edenlerin büyüklerinden oldu. Alî Râmitenî
hazretleri, Silsile-i Âliyye denilen büyüklerin teşkil ettiği al-
tın halkalar diye isimlendirilen Hak yolu zincirinin on ikinci
halkası olma şerefine kavuştu.
Alî Râmitenî hazretleri, helâl lokma kazanmak için do-
kumacılık yapardı. Çalışmamayı asla düşünmemiştir ve
130 yıllık hayatı boyunca herkese örnek olmuştur.
Alî Râmitenî hazretleri ile aynı yüzyılda yaşayan bü-
yük âlim Rükneddîn Alâüddevle Semnânî (r.aleyh), zamân
zamân Alî Râmitenî hazretlerine mektup yazar ve suâller
sorardı. Bir gün yine bir talebesi gelerek Alî Râmitenî haz-
retlerine, hocasının bazı suâllerine cevap istediğini bildirdi.
Suâllerinden birisi şöyle idi:
”Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler
size gelir. Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm
ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yok iken, yine de insan-
lar sizden râzı, bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?“
Ali Ramiteni (k.s.) hazretleri cevaben: ’’Minnet karşı-
lığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenler ise
azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zamân
şikâyetçiniz olmaz.’’ buyurdular.
Ali Rametani (k.s.) hazretlerinin duâsına pek çok kişi nail
olmak istiyordu ve pek çoğu da ondan nasıl duâ edeceğini
öğrenmek istiyordu. O da duânın nasıl olması gerektiğini
şöyle açıklamıştır: “Allâhü Teâlâ’ya hiç isyân etmediğiniz
bir dil ile duâ ediniz ki, duânız kabûl olsun. Duânızı öyle
bir delîl araya koyarak edin ki, o günâhı işlememişlerden
olsun. O delîl, Allâhü Teâlâ’nın dostudur. Onlara tevâzu’ ve
sevgi gösterin ki, sizin için duâ etsinler.’’
(Abdülmecid Hânî, Nakşibendiler’in Gül Bahçeleri, 464-467.s.)
ŞEYTANIN KARŞILAŞMAKTAN ÇEKİNDİĞİ KİŞİ
Hz. Ömer (r.a.)’in fazileti ve üstünlüğü hakkında çok
sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer (r.a.) din ko-
nusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşı-
laşmaktan çekinirlerdi. Bir defasında Resûlullah (s.a.v.)’in
yanına gitti. Resûlullah (s.a.v.)’den bir şey istemek için ora-
da bulunan kadınlar, Hz. Ömer (r.a.)’in sesini duyduklarında
hemen kalkıp perdenin arkasına geçtiler. Hz. Ömer (r.a.)
içeri girdiğinde Resûlullah (s.a.v.) gülüyordu. Hz. Ömer (r.a.)
O (s.a.v.)’e; “Allâh yasını güldürsün ya Resûlullah (s.a.v.)”
dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.); “Şu benim yanım-
da olanlara şaşarım. Senin sesini işitince perdeye koş-
tular” dediğinde Hz. Ömer (r.a.); “Ya Resûlullah, onların
çekinmesine sen daha layıksın” dedi. Sonra da kadınlara
dönerek; “Ey nefislerinin düşmanları! Resûlullah (s.a.v.)’den
çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz?” diyerek
onlara çıkıştı. Kadınlar; “Evet. Sen Resûlullah (s.a.v.)’den
sert ve haşinsin” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.),
“Nefsim yed-i Kudretinde olan Allâh (c.c.)’a yemin ol-
sun ki, şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka
yolunu değiştirirdi” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe,
22)
Başka bir rivayette, Resûlullah (s.a.v) onun için şöyle
buyurmuştu: “Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer’e
saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın
ki Ömer’den kaçmasın.”
Resûlullah (s.a.v.), hakkı görmek ve onu tatbik etmek
konusunda Ömer (r.a.)’in üstünlüğünü şöyle ifade etmek-
teydi: “Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilhâm sa-
hipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri
bulunursa, Ömer b. Hattab onlardandır.” Bu, Hz. Ömer
(r.a.)’in işlerinde ve verdiği kararlarda isabetli davranmasını
bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.);
“Allah doğruyu Ömer’in lisânı ve kalbi üzere kılmıştır”
buyurmaktadır. (Üsdül-Ğâbe, IV, 151; Suyutî, 132)
(Yusuf Kandehlevî, Hayat’üs Sahabe)
ŞEYTANIN KİBRİ VE HÎLESİ
Rivayet ediliyor ki; İblis, Hz. Musa (a.s.)’a rastladı ve ona
şöyle dedi: “Ya Musa! Sen o kimsesin ki Allâhü Teâlâ seni pey-
gamberliğine seçmiş ve seninle konuşmuştur. Ben de Allâh
(c.c.)’un bir mahlukuyum. Günâh işledim ve tevbe etmek is-
tiyorum. Bu bakımdan Rabbimin yanında bana şefaatçi ol ki
Rabbim tevbemi kabul etsin”. Musa (a.s.) “Olur” dedi, sonra
dağa çıkıp Rabbi ile konuştuğu zaman oradan inmek istedi.
O vakit Allâhü Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’a; “Ya Musa! Emanetini
yerine getirdim. O halde git kendisine söyle, tevbesinin kabul
olunması için gitsin, Âdem’in mezarına (tâzim) secdesinde
bulunsun”. Bundan sonra Musa (a.s.), İblis’e rastladı ve ken-
disine dedi ki: “Ya İblis! Senin dileğin kabul edildi. Tevbenin
kabul edilmesi için, Âdem’in kabrine secde etmekle emro-
lundun”. Bu söz üzerine İblis öfkelenip böbürlendi ve dedi ki:
“Âdem hayatta iken ben ona (tâzim) secdesi yapmadım. Kaldı
ki şimdi ölüdür. Şimdi ben ona secde mi yapacağım?” Sonra
dedi ki: “Ya Musa! Sen Rabbinin yanında benim için şefaatte
bulunduğundan dolayı senin bende bir hakkın vardır. O halde
(o hakkı ödemek için sana şunları tavsiye ediyorum): Beni üç
şeyin yanında hatırla! Böyle yaptığın takdirde o üç şeyde seni
helâk etmeyeceğim:
Çünkü o anda benim ruhum senin kalbinde, gözüm senin
gözündedir ve ben sende, kanın dolaştığı yerlerde dolaş-
maktayım. Öfkelendiğin zaman beni hatırla! Çünkü insanoğlu
öfkelendiği zaman ben onun burnuna üflerim, o âdeta ne ya –
pacağını bilmez bir şaşkına döner.
Çünkü ben o anda âdemoğluna gelir, ona zevcesini, çocuğu-
nu hatırlatırım. O arkasını düşmana çevirip kaçıncaya kadar,
yakasını bırakmam.
Çünkü ben o kadının sana gönderilmiş elçisi olurum! Senin de
ona gönderilmiş elçin olurum. Seni onunla ve onu da seninle
fitnelendirinceye kadar elçilik vazifeme devam ederim.
(İmam Gazali (k.s.), İhya-ı Ulumiddin, 3.c., 71-72.s.)
ÂHİRET İŞLERİNDE AZA RÂZI OLMAMALIYIZ
İmam Fahreddin Razî der ki: “Mükellefin amelleri üç
gruptur: Birincisi; Temizlik, yani kalpten bozuk inancı söküp
atmak. İkincisi; zikir, yani Allâh (c.c.)’u isimleriyle, sıfatlarıy-
la ve zâtıyla hatırda tutmak ve bilmektir. Üçüncüsü; namaz,
yani hizmet ve ibadetle meşgul olmaktır.
“Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse
mutlaka kurtuluşa erer.” (A’lâ s. 14-15) Bu âyette şeriata
aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünya sevgisinden
arındırmaya, hatta Allâh (c.c.)’dan gayriyi hatırlamaktan bile
sakınmaya, gücü nispetinde Allâh (c.c.)’a yönelmeye işaret
vardır. Çünkü Allâh (c.c.), hiç kimseye gücünden fazlasını
yüklemez. Allâh (c.c.), bedene uygun bir yüz, ibret için bir
göz, hizmet için bir beden, marifet için bir kalp, sevgi için bir
sır yaratmıştır. Allâh (c.c.)’un nimetlerini hatırlayalım ki, dille-
rimizi şehâdetle, kalplerimizi marifetle, bedenlerimizi ibadet-
le süslemiştir. Kim namazda ise, namaz müddetince üzerine
rahmet iner, melekler kanatlarıyla onu kuşatır. Kul Rabbine
yalvarır. “Ya Rabbi!” dedikçe Cenab-ı Hakk: “Buyur ey ku-
lum!” der. Namaz kılan, kime yalvardığını hakkıyla bilebilse
namazından ayrılmaz.
“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa
âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır” (A’lâ s. 16-17) Çünkü
nimetleri ebedîdir, kesintisizdir. Ayrıca nimetleri son derece
lezzetli olup, keyfe keder hiçbir şey yoktur. Fakat siz, yukarı-
da belirtilenleri yapmıyor, geçici dünya zevklerini tercih edip
onları elde etmek için çalışıyorsunuz.
Varlıkların dışı, içine nispetle kabuğun öze nispeti gibidir.
Elbette öz, kabuktan daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü
hububat tanesinin özü, uzun müddet saklanır. Fakat kabuk,
özden soyulunca ateşe veya çöplüğe atılır ve birkaç gün
sonra yok olur. Kabuğa talip olanlar değersiz kabuk mesa-
besindeki işleri, değerli olan öz mesabesindeki işlere tercih
ederler. Çünkü onların gözlerinde ahirete karşı perde vardır.
Öz sahipleri ise gerçek hayat ahireti tercih ederler.
(İsmail Hakkı Bursevî (k.s.), Rûhu’l-Beyân Tefsîri, 9.c., 597-598.s.)
MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİR
Biz Müslümanların Allah (c.c.)’ın lütf-u keremi ile hep be-
raber saflar halinde cennete dahil olup, Allah (c.c.)’ın rızası –
na nâil olabilmemiz için mü’minlerin ancak kardeş olduğunu
idrak etmemiz ve ona göre yaşamamız icâb eder. “Mümin-
ler başka bir şey değil ancak kardeşlerdir.”
Dünyevi kardeşler birbirini üzmekte, hatta bazen birbir-
lerini öldürmektedirler. Günümüzde ana-baba birbirlerini öl-
dürmekte, çocuklar analarını ve babalarını öldürmektedirler.
Hakk Teâla hazretlerinin tarif ettiği kardeşlik öyle bir kardeşlik
ki günümüzdeki böyle dünyevi kardeşlikler gibi değildir.
İşte müslüman kardeşliğine bir örnek: Abdullah İbn-i
Mektum (r.a.), Bilal-i Habeşi (r.a.)’dan sonra ikinci müezzin-
dir. Âmâ olduğu için Allâh (c.c.) tarafından harpten muaf tu-
tulmuş bir zât; ama harplere iştirak etmek istemiştir. Kimse
ona “Sen âmâsın kendini de götüremezsin, birde bize eziyet
etme, orada ne gibi faydan olacak?” dememiştir.
Orduda toplam üç tane olan atın bir tanesi ona verildi. Atı
da kendi başına götüremediği için sahabeden biri de çekiyor-
bir kardeşlik anlayışının düşüncesi bugün tatbikatta değil de
hayalde var mıdır?
Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Otranto Seferine
Gedik Ahmet Paşa’yı gönderdiğinde “O İtalyan kralına söy-
le, o çizmeyi ayağıma giyerim. Bizim şu anda yaşadığımızı
onlar hayal bile edemezler.” demişti. Bu söz Fatih Sultan
Mehmed’in sözüdür. Müslümanların bugün, hiç olmazsa
Sahabe-i Kiram’ın yaşadığını hayal etmeye çalışması lazım-
dır. Belki Hakk Teâla Hazretleri lütfuyla bir gün, o yaşamın bir
kısmını tatbikatta bize nasip müyesser eyler.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 26.s.)
Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: “Herhangi bir kimse
Allâh (c.c.) yolunda bir kardeş edinirse Allâhü Teâlâ o
kardeşliği edineni cennette bir derece yükseltir. Oysa
o dereceye o başka bir ameliyle hiçbir zaman nail ola-
maz.” (İbn-i Ebî Dünya)
KENDİLERİNİ SAPTIRANLAR VE GERÇEK FAZÎLET
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Allâh’ın sana lütuf ve
esirgemesi olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya
yeltenmişti. Onlar, sadece kendilerini saptırırlar, sana hiç-
bir zarar veremezler. Allâh sana, Kitab’ı ve hikmeti indir-
miş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Gerçekten de Allâh’ın
sana büyük lütfu olmuştur” (Nisa s. 113)
Ayet-i kerime, Tu’me’nin tarafını tutan Zufer oğullarından bir
grubun, suçu işleyen kişinin kendi arkadaşları olduğunu bildik-
leri halde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizi aldatmak istemeleri
üzerine nâzil olmuştur. Fakat, “Onlar sadece kendilerini saptı-
rırlar.” Çünkü yaptıklarının vebali kendilerinedir. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) Efendimiz ise Allâhü Teâlâ’nın koruması altındadır.
Âyet-i kerimede, bir kimsenin işin gerçeğini bilmeden baş-
kasının haklılığını veya haksızlığını savunmasının caiz olmadı-
ğı gösterilmektedir. Aynı şekilde hakimin taraflardan birine –biri
Müslüman, diğeri kâfir olsa bile- meyletmesi caiz değildir. Elin-
de çalıntı mal bulunan kimsenin aleyhine hükmetmek de gerek-
mez. Kötülük yapanın kendisinin zarar göreceği, iyilik yapanın
kendisinin faydalanacağı hakikatine de burada işaret edilmiştir.
Fazîletin, en büyük ilim ve hikmet olduğu da burada anla-
tılmaktadır. İlimden kasıt, kuşkusuz faydalı olan, Allâh (c.c.)’ya
yaklaştıran ilimdir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: ”Ey Allâh’ım!
Faydasız ilimden sana sığınırım.” buyurmuşlardır. Faydalı il-
min insana verdiği destek, ahirette bile kesilmez.Ebû Hureyre
(r.a.)’den rivâyet edilen bir hadiste de, Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyururlar: ”İnsan öldüğü zaman üç şey hariç bütün
ameli kesilir. Bu üç şey; sadaka-i cariye, faydalanılan ilim
ve kendisine dua eden hayırlı çocuktur.” (Buhâri)
Âyette anlatılanlardan bir diğeri de; kulun hayır ve fazilet-
leri kendi nefsinden görmemesi, bunları Allâh (c.c.)’un lütuf ve
ihsânı olarak bilmesidir. Nefisler, temize çıkarılamazlar. Her
kim, kendini beğenirse, Allâh (c.c.)’a olan yakınlığını yitirir.
Kâmil insan, nefsinde bir değer göremeyeceğine göre, ame-
linde ne değer görebilir? Kulun, doğumundan ölümüne kadar
yapacağı ameller onun varlığının nimetini dahi karşılayamaz.
(İsmail Hakkı Bursevî (k.s.), Rûhu’l-Beyân Tefsîri, 2.c., 302-303.s.)
“ÇAKIR KEYFİ BOZMAMALI”
Resûlullâh (s.a.v.) “Belâların en şiddetlisi enbiyâya,
ondan sonra velilere, sonra da ma’nevi derecelerine
göre diğer insanlara verilmiştir.” buyurmuşlardır. Ayrı-
ca, “Enbiya içinde, nebîler içinde en büyük imtihânlara
ben uğradım.” diye eklemişlerdir. Hâlbuki şimdiki gibi düz
mantıkla düşünülse, en çok ikramlara O (s.a.v.)’in uğraması
lâzım gelir. İşte Allâh (c.c.) ancak ona göre, O zâtı (s.a.v.)
yaratmıştır ve ancak O (s.a.v.) çekebilmiştir bu yükü. Bu
yüke ancak O (s.a.v.)’in fıtratı müsaittir, başka kimsenin mü-
sait değildir. Yine Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) “Kişinin cennet-
teki derecesi, dünyadaki geçirdiği imtihânlara göredir.”
buyurmuşlardır. Kişi ne kadar büyük imtihân geçirirse, orada
ona göre derece almış olacak.
İmtihânları geçeceğimizi ve bu imtihânların sonunda da
yaptığımız tercihe göre inşâallah cennet ve Cenâbı Hakk’ın
cemâli ile müşerref olacağımızı bilerek, bu dünyadaki zor-
lukları hoşlukla karşılamak lâzım.
Son Osmanlı âlimlerinden Merhum Bekir Hâki Efendi
hazretleri bir gün Çakmakçılar’da bayağı dik bir yokuştan
aşağı talebeleri ile beraber iniyormuş. Karşılarında bir sırt
hamalı, küfeyi yüklenmiş ve beli rükûda gibi eğilmiş yokuş-
tan yukarı çıkmaya çalışıyormuş. Hamal bir yandan eliy-
le alnındaki teri siliyor diğer yandan öbür elinde de zincir
çeviriyormuş. Dudağında da ıslık çalarak gidiyormuş. Tabi
ıslık çalmak İslâm’da hoş bir şey değil, zincir sallamak da
İslâm’da hoş bir şey değil; hoca onları söylemiyor da burada
kıssadan hisse olması için şunları söylüyor: “Bakın arkadaş-
lar, mü’minin dünyadaki imtihânı ve o imtihânı geçerkenki
hali şu çocuğunki gibi olmalı. Bak bu kadar ağır yükün altın-
da rükûya varmış gibi eğilmiş şu yükü çıkarmaya çalışıyor.
Ne kadar fazla sıkıntıda olduğu ikide bir terini silip atma-
sından belli; ama çakır keyfi bozmuyor. Bakın dilinde ıslık,
elinde zincir çevirmeye devam ediyor. Mü’minin hâli böyle
olmalı, çakır keyfi bozmamalı.”
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 51.s.)
EFENDİMİZ (S.A.V)’İN ÜMMETİNİN
İLMÎ YÖNDEN AYRICALIKLARI
Peygamber (s.a.v.)’in ümmetinin ayrıcalığı, O (s.a.v)’in
ümmetine evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerinin verilmiş ve
ilim hazînelerinin kendilerine açılmış olmasıdır. Keza bu
ümmete İsnâd ilmi, Ensâb İlmi, Îrâb ilmi gibi ilimler de veril-
miş ve hiçbir ümmette görülmemiş bir şekilde çeşitli konu-
larda ve çok sayıda kitaplar vücûda getirilmiştir. Bu ümmetin
âlimleri, “Îsrâîloğullarının Peygamberleri Gibi” olmuştur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Tevrat ve İncil’de adı-
nın geçtiğine dâir olan bölümde: “Öyle bir peygamber ki,
O’nun ümmetine, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri ve-
rilmiştir” anlamındaki hadîs zikredilmiştir.
Şefî demiştir ki: “Bu ümmette her şey keşfedilecektir.
Hatta yerin dibindeki hazîneler bile bu ümmete açılacak-
tır.” Îbni Hazm da, bu ümmetin özellikleri beyânında şöyle
demektedir: “Aklı, adaleti ve mürüvveti yerinde olan sîka
râvîlerin, yine bu vasıfta olan diğer râvîlerden naklederek
Peygamber (s.a.v.)’in hadislerini koruyup sonraki nesillere
aktarması ve bu suretle sünnete hizmet etmeleri; Yüce Allâh
(c.c.)’un, sırf bu ümmete nasîb buyurduğu büyük bir özel-
liktir. Geçmiş ümmetlerden hiçbirinin, böyle hafızları yoktu.”
Îmâm-ı Nevevî (r.h.) de “El-Takrîb” adlı kitabında şöy-
le demektedir: “Îsnâd, yâni Peygamberimiz (s.a.v.)’in
hadîslerini naklederken senede itibâr ve îtinâ göstermek,
bu ümmete mahsûs bir keyfiyettir! Önceki ümmetlerde böy-
le bir şey yoktu.” Mâliki îbni Arâbi (r.h.) de Tirmizî (r.h.)’in
Sünen’i üzerine yazdığı şerhte şöyle demektedir: “Bizden
önceki ümmetlerin hiçbirinde, bu ümmetin âlimlerinde görü-
len kitâb tasnif etme, yazılan kitapların ve çeşitli ilmî konula-
rın esaslı bir şekilde araştırılıp tahkik ve tedkik edilmesinde
alabildiğine derinleşme ve bu hususlar, asla ve asla mevcûd
değildi. Bu, sâdece bu ümmetin âlimlerine verilmiş çok bü-
yük bir özelliktir.”
(Suyuti, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mucizeleri
ve Büyük Özellikleri, 422-423.s.)
DÜNYANIN EN AKILLI İNSANI
Resulullah (s.a.v.) “Cehennemden en son çıkıp cen-
nete girecek kişiye verilecek yerin büyüklüğü dünyanın
on katı kadardır.” buyurmuşlardır. Peki o zaman Hz. Ebu-
bekir (r.a.)’e (Allâh (c.c.) şefaati uzmasına nâil eylesin) ne
verileceğini düşünmek gerekir. Akıllı kimdir? Peygamberler
müstesna olmak üzere en akıllı insan tabii ki Hz. Ebubekir
(r.a.)’dır. Onun kazandıklarını bir düşünelim… Her şeyin bir
karşılığı vardır; dünyanın karşılığı ahiret, cennetin karşılığı
cehennem, insanın karşılığı da Rabbidir. Onun için Hulefa-i
Râşidin’den Hz. Ebubekir (r.a.), diğer sahabelerden de Hz.
Halid bin Velid (r.a.), “Biz cennet ve cehennem için çalışma-
yız, Rıza-i Cemal için çalışırız.” demişlerdir.
Nebi (s.a.v.) beyân buyuruyorlar: “Hakk Teâla hazretleri
bir kulunu hesaba çekiyor, defter de kulun elinde oldu-
ğu için kendi günâhlarından da haberdardır. Hakk Teâla
hazretleri bildiği halde, kula günâhlarını soruyor. Kul bir
kısmını sayıyor, bir kısmını da Cenâb-ı Hakk’tan utandı-
ğı için söylemiyor. Allâh (c.c.) “Bitti mi ey kulum?” diye
soruyor. Kul, “Bitti ya Rabbi.” deyince Allâh (c.c.), “Kim
tövbe eder ve salih ameller işlemeye devam ederse,
onun günâhlarını da sevâba çeviririm diye vaadim var.
Sen de bu şekilde tövbe edip kulluğa devam ettin, ben
de senin günâhlarının hepsini sevâba çevirdim.” buyu-
ruyor. Bunun üzerine kul, “O zaman ya Rabbi, utandığım
için söyleyemediklerim vardı, şunları da o çevirmeye
dahil et.” diyor.” Şimdi buradan çıkan hüküm; hiç kimse
için ümitsizlik yok. Bu âyet-i kerimeye göre kişi yaşlı da olsa;
kim hakkıyla tövbe ederse, imanını ziyadeleştirir, salih amel-
ler işlemeye devam ederse Allâh (c.c.), onların günâhlarını
sevâba çevirir.
Nebi (s.a.v.) Hz. Ebubekir (r.a.) için; ”Ebubekir cen-
netteki köşkünden yetmiş ayrı vecihle Cenâb-ı Hakk’ın
cemâline oturduğu yerden nazar atfedecek.” buyurmuş-
lardır. İşte şimdi aklın seviyesini düşünmek gerekir.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 30.s.)
HEM DİNÎ, HEM DÜNYEVÎ BAKIMDAN
ZARARLI VE FAYDALI BAZI ŞEYLER
İbn-i Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
Beş şey unutkanlığı arttırır:
Beş şey göz nurunu arttırır:
Beş şey bedenin kuvvetini arttırır:
On şey ömrü uzatır:
etmek, 4. Gece namazına devam etmek, 5. Seher vaktin-
de istiğfar etmek, 6. Kuşluk namazına devam etmek, 7.
Kur’ân okumak, 8. Allâh (c.c.)’u çok zikretmek, 9. Başını
gül suyu ile yıkamak, 10. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e
salavat getirmek.
On şey çabuk ihtiyarlatır:
vamadan yüz yıkamak, 4. Çok cima etmek, 5. Muhasama
esnasında konuşmak, 6. Avret yerine bakmak, 7. Gündüz
çok uyumak, 8. Ölüye bakmak, 9. İçki mübtelası olmak, 10.
Asılmış adama bakmak.
(Hz. Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe 4, 123-125 s.)
BESMELE VE FATİHA’NIN FAZÎLETİ
Allâh Resûlü (s.a.v.): “Besmele ile başlanmayan her iş
bereketsiz ve sonu kesiktir” (Müsned, c.2 s.259) buyurmuştur.
Allâh (c.c.)’ya ve Resûlü (s.a.v.)’e inanan bir kimsenin Azîz ve
Celîl olan yüce Allâh’ın adına öncelik vermesi, en başta onu
gâye edinmesi gerekir. Bunun sağlanması da ancak, en başta
Allâh (c.c.)’ün adını anmak ve yapılması gereken işi bundan
sonra yapmakla mümkün olur.
Fâtihâ Sûresi’ne de; “Rahmân ve Rahîm olan Allâh
(c.c.)’ün adıyla başlanır.” Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyetle
Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kul; ‘Elhamdü lillâhi Rabbil
âlemin’ (Hamd (senâ edilmek ve övülmek) âlemlerin Rabbi
Allâh’a mahsustur.), deyince Cenâb-ı Hakk, ‘Kulum bana
hamd etti (övdü)’ buyurur. Kul: ‘Er’Rahmânir-Rahim’ (O
Rahmân’dır, Rahim’dir) deyince Cenâb-ı Hakk, ‘Kulum beni
sena etti’ buyurur.
Kul: ‘Mâliki yevmiddîn’ (Dîn (cezâ) ve hesap gününün
sahibidir.) deyince Cenâb-ı Hakk, ‘Kulum bana ta’zimde
bulundu’ der. Kul: ‘İyyâke’na’budü ve iyyâke nesteîn (An-
cak sana ibâdet/kulluk eder ve yalnız senden yardım bekle-
riz)’ deyince Cenâb-ı Hakk, ‘Bu benimle kulum arasındadır.
Kulum için istediği verilecektir’ buyurur.
Kul: ‘İhdinassirâtal-müstekîm. Sirâtallezîne en’amte
aleyhim, gayril-mağdûbi aleyhim veled’daallin (Kendile-
rine lütuf ve ikrâmda bulunduğun kimselerin yoluna ilet.
Gazâba uğramışların ve sapmışların (Yahudilerin ve hris-
tiyanların) yoluna değil.)’ deyince Cenâb-ı Hakk, ‘İşte bu
kuluma aittir ve kulum için de istediği olacaktır.’” (Müslim)
Fâtihâ Sûresi, Kur’ân’ın içindeki tüm manaları kapsadığı
için bu sûreye Vâfiye “Fâtihâtü’l-Kitâb” denmiştir. Hadîs-i Şerîfte
“Fâtihâ Sûresi, arşımın hazinelerinden bir hazine (kenz)
dir.” (Feyzül Kadir) buyurulduğu için; “Kenz”, “Ölüm dışında
Fâtihâtu’l-Kitab her derde şifâdır.” (Feyzül Kadir) ve “Kur’ân’ın
başındaki Fâtihâ sûresi zehirlenmeye karşı şifâdır.” (Deyle-
(İmâm Nesefi, Nesefi Tefsiri, c.1 s.109-110)
HAKK GELDİ BÂTIL ZAÎL OLDU!
“O’dur (O ma’bud-ı Kerim’dir) ki Resûlü’nü Kur’ân
ile ve Hakk Dîn ile gönderdi, O’nu her dîn üzerine yük-
seltmek için, velev ki müşriklerin hoşuna gitmesin.”
(Saff s. 9)
Bu mübârek âyet’te, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in
ne gibi ulvî şeylerle ve ne gibi bir gâyeyi te’min için pey-
gamber gönderilmiş olduğunu bildiriyor. Şöyle ki:
O’dur, O Ma’bud Kerim’dir ki Resûlünü, Hatemü’r
Rüsûl (son peygamber) olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bir
hidâyet rehberi olan Kur’ân ile veya mu’cize ile ve Hakk
Dîn ile, bir Millet-i Hanîfe’den ibaret olan İslâm Dîni ile
gönderdi. O (s.a.v.)’i, bütün insanlara ve cinlere peygam-
ber tâ’yin etti. Evet, O (s.a.v.)’i, o İslâm Dîni’ni, herbir dîn
üzerine yükseltmek için, kendisine muhâlif olan bütün
dînlere galib kılmak için O Peygamber-i Âlişân (şânı yüce
peygamber) (s.a.v.)’i göndermiş oldu. Velev ki müşriklerin
hoşuna gitmesin. Bu ulvî gâye, o dînsizlerin düşmanlık-
larına rağmen tahakkuk etmiş, bu husustaki va’d-i ilâhi
yerine getirilmiştir.
Evet, şüphe yok ki Dîn-i İslâm’a karşı bütün muhâlif
dînler, bozguna uğratılmıştır. Bilinir ki bütün semâvî dînler,
başlangıçta tevhid esasına dayalı idiler, hepsi de Tevhid-i
Bâri (Allâh (c.c.)’ün birliği) meselesinde ve diğer itikâdî
hususlarda aynı hükümleri içermekteydiler. Ancak şer’i
hükümler ve amelî mes’eleler i’tibariyle aralarında bazı
farklar vardır. Bu bakımdan ise Dîn-i İslâm diğer ilâhî
dînler arasında pek seçkin bir konuma sahiptir. Hükümleri
bütün insanlara yöneliktir ve Kıyâmet’e kadar bâkîdir. Di-
ğer mübârek peygamberler (a.s.)’ın tebliğ etmiş oldukları
dînlerin hükümleri ise kendi zamanlarına ve kendi kavim-
lerine yönelik ve kendi zaman ve kavimleri ile sınırlıdır.
(Ömer Nasuhî Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm’in veTefsîri, c.7, s.3438-3440)
ALLÂHÜ TEÂLÂ’NIN İNSANLARA İLK EMRİ
Rivâyet olunur:
Cenab-ı Allâh Âdem Aleyhisselâm’a bin türlü sanat, meslek ve
beşbin lügat (konuşma dili) öğretti ve ona şöyle buyurdu:
-“Ya Âdem! Evlâdına de ki, eğer dünyayı istiyorsanız; onu
bu sanatlar ile elde edin. Dîn ve şer’î hükümleri (maneviyat ve
mukaddesâtı) alet ederek dünyayı kazanmayın ve dünyalık elde
etmeye çalışmayın.”
-“Kim, Allâhü Teâlâ hazretlerinin rızâsı için öğrenilmesi ge-
reken ilmi; dünya (mal veya makamın)dan herhangi bir nasibi
elde etmek için öğrenirse; o kişi kıyâmet günü, cennet kokusunu
göremez…”
-”Kim,
kazanmak) için ilim öğrenirse; Allâhü Teâlâ hazretleri o kimseyi ce-
hennem ateşine sokar. “ (Tergib ve Terhib)
-”Kim,
O kişi cehennemdeki (oturma) yerine hazırlasın. “ Tergib ve Terhib
Ali (r.a.) hazretlerinden rivâyet olundu. Hazret-i Ali (r.a.), âhır
zamanda meydana gelecek olan fitnelerden söz etti. Bunun üzerine
Hazret-i Ömer (r.a.) sordu:
-“Ey Ali! Bu ne zaman olacak?” Hazret-i Ali (r.a.) buyurdu:
İslâm tarihine baktığımız zaman, bozuk fikirleri ortaya atan,
Kur’ân-ı kerim ve hadîs-i şerîflere aykırı konuşan, dîni bozmaya ça –
lışan kişilerin umumiyetle dîn düşmanları (Yahudî, Hıristiyan ve bazı
İslâm düşmanı mihraklar) tarafından desteklendikleri, beslendikleri ve
hatta yetiştirildiklerini görürüz.
-”Öyle ilimsiz, insanları saptırmak için uydurduğu yalanı
Allâh’a isnad edenden daha zâlim kim olabilir!? Her halde Allâh
zâlimler gürûhunu doğru yola çıkarmaz.” (En’âm s. 144)
(İsmail Hakkı Bursevi, Ruhul-Beyân Tefsiri, c.1 s.100)
YERLERİN VE GÖKLERİN YARATILIŞI
“Şüphesiz ki sîzin râbbiniz gökleri ve yeri altı günde
yaradan ve sonra emri arş üzerinde hükümrân olan, her
işi yerli yerinde tedbir ve idare edendir.” (Yunus s. 3)
Fahr-i Râzî’nin beyânına göre bu âyette “altı gün” ile mu-
rad, miktardır. Yani altı gün miktarı bir zamanda halketti de-
mektir. Çünkü bilinen gün, güneşin yerküre üzerinde bulun-
masıyla meydana geleceğinden âlem yaratılmadan evvel ve
yaratılırken güneş olmadığından, bizim anladığımız mânâda
gün kastedilmemiş olabilir.
Allâhü Teâlâ bu âlemi bir anda yaratmağa kadir iken altı
gün miktarı bir zamanda yarattığını beyân ile kendinin neyi
nasıl isterse öyle yapabileceğine işaret buyurduğu gibi, kul-
larına işlerinde ve hallerinde aceleyi terkedip teenni eyleme-
lerini (sakin hareket etmelerini) dahi işaret ve tavsiye buyur-
muştur. Altı adedini seçmesinin hikmetini Allâhü Teâlâ bilir.
Tefsİr-i Hâzîn’de geçtiği gibi tedbir, işlerin sonunu dü-
şünerek, her şeyin tabiatına uygun ve fayda gözeterek iş
yapmakdır.
Cenâb-ı Hâlık Teâlâ Hazretleri arzı cumartesi günü,
dağları pazar günü. ağaçları pazartesi günü, mekruhları
(sevilmeyen şeyleri) salı günü, nurları çarşamba günü ya-
rattı ve hayvanları perşembe günü yaratıp yeryüzüne yaydı,
Âdem (a.s.)’ı da cuma günü ikindiden sonra yarattı. Cenâb-ı
Hakk’ın yaratma işi cuma günü ikindi’den akşama kadar,
son saatine kadar devam etti.
Resûlullâh (s.a.v.)’e pazar günü hakkında soruldu;
cevaben buyurdular ki: “Ağaç dikip, imar işlerini ted-
vir etme günüdür. Çünkü Cenâb-ı Hâlık Teâlâ dünyayı
yaratmağa ve imar etmeğe pazar günü başlamışdır.”
Resûlullâh (s.a.v.)’ e pazartesi günü hakkında sual ettik-
lerinde: “Sefer ve ticâret günüdür, çünkü Şuayb (a.s.),
pazartesi günü sefer etti de ticâretinde kazancı bol
oldu” buyurdular.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Yunus ve Hud Sûreleri Tefsiri, 8.s.)
ALLÂH (C.C.)’DAN AF VE AFİYET İSTEYİNİZ
Resûlullâh (s.a.v) buyurur ki:
“Allâh (c.c.)’den afiyet (beden ve dîn selâmeti) is-
teyin. Kula kamil îmândan sonra afiyetten daha büyük
bir nimet verilmemiştir.” (Hakim)
Âfiyet; dînde doğruluk, sâlih kimselerle arkadaşlık, za-
man ilerledikçe ibâdetlerin çoğalması, kalbin Allâh (c.c.)’u
zikirden bir an olsun ayrılmaması, günâhsız olarak nefes
alınması, rızkı sıkıntısız olarak kazanmak, riyâsız ibâdet,
Allâh (c.c.)’ün seni başkalarına muhtaç etmemesi, dînde
sağlamlık, sıhhatli bir beden, temiz bir kalp, Allâh (c.c.)’e
tevekkül, son nefesi şehit olarak vermek, Allâh dostları ile
haşrolmak, sırattan kolayca geçip cennete girmektir.
Sûfinin birisi sürekli,
“Allâh’ım, senden afiyet istiyorum, Allâh’ım senden afi-
yet istiyorum!” diye duâ ediyordu. Kendisine niçin sürekli
böyle duâ ettiği sorulunca, şöyle anlattı:
“Ben, manevi terbiyeye ilk girdiğim günlerde hamallık
yapıyordum. Bir gün ağırca bir un yükü taşıyordum, dinlen-
mek için yükü bir yere koydum. Orada, “Ya Rabbi, eğer her
gün bana yorulmadan iki ekmek versen, onlarla yetinirdim!”
diye duâ ettim. O sırada önümde iki kişi birbiriyle döğüş-
meye başladılar; ben de aralarını bulayım diye yanlarına
vardım. Birisi, elindeki şeyi hasmına vurmak isterken başı-
ma vurdu, yüzüm kana bulandı. O sırada mahallenin asa-
yiş sorumlusu gelip ikisini yakaladı, beni de kana bulanmış
görünce, kavgacı zannedip onlarla birlikte hapse attı. Bir
müddet hapiste kaldım, her gün iki ekmek veriyorlardı. Bir
gece rüya gördüm, birisi bana, “Sen her gün yorulmadan
iki ekmek istedin fakat Allâh (c.c.)’dan afiyet (beden, dîn
ve dünya selâmeti) istemedin, işte istediğin sana verildi!”
dedi. Rüyadan uyandım, ondan sonra hep, “Ya Rabbi, afi-
yet ver, ya Rabbi afiyet ver…!” diye duâ etmeye başladım.
Daha sonra suçsuzluğum anlaşıldı ve serbest kaldım.
(İmam-ı Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, 716.s.)
SÜNNET-İ SENİYYEYE UYGUN İŞLER
İBÂDET HÜKMÜNDEDİR
Allâh (c.c.)’ü zikretmeye mâni olan şey dünya alâkasıdır.
Resûlullâh (s.a.v.)’in getirdiği şeriata her hâlükârda uyulmaya
gayret edildiği takdirde, o müddetlerin tamamı Allâh (c.c.)’ü an-
mış gibi zikirdir.
Bir insan Allâh (c.c.)’ün emrine ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’in
Sünnet-i Seniyyesine uymak gâyesiyle evlense ve çoluk çocuk
sahibi olsa bu da bir zikirdir. Çünkü Hakk Te‘âlâ Hazretleri Habîbi
(s.a.v.) vasıtasıyla Müslümânlara evlenmeyi ve çoğalmayı emre-
diyor. Resûlullâh (s.a.v.): “Diğer ümmetlere karşı sizin çoklu-
gunuzla ben iftihar ederim.” buyuruyor. (Hz. Ebû Ümâme (r.a.))
Insan evden, Allâh Resûlü (s.a.v.)’in, evden çıkarken okudu-
gu duâları okuyarak çıkarsa ve yolda harama bakmadan yürürse
bu da bir zikirdir. Allâh (c.c.), Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Mü’min erkeklere ve kadınlara söyle gözlerini haram-
dan sakınsınlar.”buyurmaktadır. (Nûr s. 30)
Allâh (c.c.) insanı öyle mükemmel sekilde yaratmıstır ki;
en kalabalık caddede, en kalabalık çarsının içinde bile yürün-
se, ayaklarının ucuna bakarak yürüdügü takdirde kimseye
çarpmadan ilerleyebileceği geniş bir bakış açısı ihsân etmiştir.
Abdülhâlik Gücdevani Hazretleri de Nakşî Tarikatı’nın on bir
önemli şartını sayarken “nazar ber kadem” diyerek ayakucuna
bakarak yürümeyi de saymıştır.
İnsan işine gittiği zaman Allâh (c.c.)’ün adını anıp Resûlü
(s.a.v.)’e salât ve selâm getirip, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetle-
re hamdedip işinin basına geçerse ve helâle-harama dikkat ede-
rek isini yaparsa bu da bir zikirdir. İşin basında iken Resûlullâh
(s.a.v.): “Malınızı methetmeyin.” emri gereğince mala kıy-
met vermeden işe devam edilmelidir. Yine başka bir hadîs-i
şerîflerinde: “Kim hile yaparsa bizden değildir. İhtikâr yapan
kimse de mel’undur.” (Feyzül kadir) buyuruyor. İnsanın sabah
evinden çıkıp akşam evine dönmesi yine
Resûlullâh (s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyesine uygun halde olur-
sa geçirdiği tüm o zamanlar Allâh (c.c.)’yu zikir gibi olur. Cenâb-ı
Hakk cümlemizi muvaffak eylesin. (Âmin)
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-1, s.115-119)
FIKIH OKUMANIN GEREKLİLİĞİ
Her insanın, namaz, abdest ve diğer dîni meselelerin hü-
kümlerini ihtiyacı miktarı öğrenmesi farzdır.
Fıkhın fazîleti pek çok ve meşhurdur. Bunlardan biri,
muallimden işitmeden fıkıh kitapları gece namazından daha
makbul olmasıdır. Bir kitabı muallimden dinlemeden kendi
kendine okumak, dinleyerek okumaktan daha aşağı oldu-
ğu halde gece namazından daha faziletli olursa, dinleyerek
okuduğu zaman daha da hayırlıdır.
“Bir kimse Kur’ân’ın bir kısmını öğrense de kalanı için va-
kit bulsa, efdâl olan fıkıhla uğraşmasıdır. Çünkü Kur’ân’ı ez-
berlemek farz-ı kifaye; fıkhın lâzım olan miktarını öğrenmek
ise farz-ı ayın’dır.” “Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır”
denildiği gibi, “Muhammed bin Hasan, helâl ve haram hak-
kında iki yüz bin mesele meydana getirmiştir ki bunlar, bütün
Müslümânların bellemesi mutlaka lâzımdır” denilmiştir.
“Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.” sözünden bu-
nun farz-ı ayın olduğu anlaşılırsa da, maksat bütün fıkhın in-
sanların tamamına lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin ayrı ayrı
bütün fıkhı öğrenmesi farz-ı ayın değildir. Bizim herbirimize
farz olan miktar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir.
Namaz için yetecek miktarda Kur’ân ezberlemek de böyledir.
Evet, fıkhın ihtiyaçtan fazla miktarını öğrenmek, Kur’ân’ın
fazlasını öğrenmekten efdaldir, denilebilir. Çünkü toplumun
ibâdet ve muamelatında buna ihtiyacı çoktur. Hâfızlara nis-
betle fıkıh âlimleri de azdır.
İlmin birçok çeşidi vardır. Ve bunların hepsi de Allâh
(c.c.) katında güzeldir. Fıkıh ilmi gibi olanı da yoktur, insana
en uygun olanı, diğer ilimlerden daha çok ehemmiyet vere-
rek fıkıh ilmini öğrenmesidir. İnsan fıkıh ilminden bolca nasi-
bini alınca, uygun olanı, zühd ilmine, hâkimlerin hikmetine ve
sâlihlerin menkibelerine bakmasıdır.
(İbn-i Abidîn, c.1, s.37)
(Fetavayi Hindiyye, c.12, s.189)
EBEDÎ HAYATA HAZIRLANIYOR MUYUZ?
Hz. Ebûbekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Ey Allâh (c.c.)’un kulları! Şunu bilin ki, Allâh (c.c.)’a ih-
lasla ibâdet ettiğiniz müddetçe, Rabbinize itaat ve hak-
kınızı korumuş olursunuz. Öyleyse yaşadığınız günlerde
borçlarınızı ödeyin ki, gelecekte size azık olsun ve ihtiyaç
duyduğunuz zaman hazır bulunsun.
Ey Allâh (c.c.)’n kulları! Sizden önce geçenleri düşü-
nün. Dün ne idiler, bugün ne oldular? Yeryüzünü ona-
ran o sultanlar şimdi nerede? Kendileri unutulduğu gibi,
isimleri de silindi. Onlar sanki dünyaya hiç gelmemiş gibi
oldular. Sanki onlar bir hiçtir. Kendileri karanlık kabirde
yatarken saray ve köşkleri yerle bir olmuştur. Onların hiç-
birini görüyor musun veya onlardan bir fısıltı olsun duyu-
yor musun? Tanıdığınız arkadaş ve akrabalarınız şimdi
nerede? Kuşku yok ki, Allâhü Teâlâ (c.c.) ile mahlûkları
arasında akrabalık bağı yoktur ki, Allâh (c.c.)’den özel bir
muâmele görsün. Allâh (c.c.)’un azâbından ancak, Allâh
(c.c.)’a itaat etmek, emirlerine uymak kurtarabilir.
Sonra, ey Allâh (c.c.)’ün kulları, biliniz ki, siz ne za-
man sona ereceğini bilmediğiniz bir ömür süresi içinde
yaşıyorsunuz. Eğer ecelinizin Allâh (c.c.) için amel eder-
ken bitmesini istiyorsanız, bunu yapınız. Allâh (c.c.)’ün
yardımı olmazsa bunu yapamazsınız. Öyleyse eceliniz
gelmeden ve kötü amelinizle karşılaşmadan önce Allâh
(c.c.) yolunda yarışınız. Çünkü bazıları bu fırsatlarını
başkalarına bırakmış ve kendilerini unutmuşlardır. Sizi
böyle davranmaktan sakındırıyorum. Kurtuluşa süratle
gidiniz, kurtuluşa süratle gidiniz. Kurtulunuz, kurtulunuz.
Kesinlikle sizin arkanızdan çok hızlı gelen ve sizi yakala-
mak isteyen bir düşman vardır.
Sonu ateş olan keyifli bir hayatta hayır yoktur. Sonu
cennet olan sıkıntılı bir hayatta da şer yoktur.”
(Ebû Nuaym, Hilye, c.1 s.35)
BÜTÜN ÂZÂLARIMIZDAN SORUMLUYUZ
Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “…kulak, göz,
gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.”
(İsra s. 36)
Kulağın Bazı Afetleri
Konuşulması doğru olmayan sözleri dinlemek; insanı
kötülüklere sürükleyecek sözleri, şarkıları dinlemek; hata-
lı ve nağmeli (şarkı gibi) okunan Kur’ân’ı dinlemek; baş-
kasının konuşmasını habersiz, gizlice dinlemek; Kur’ân
okunurken ve hutbe okunurken dinlememek; hâkim, âmir,
hoca, ana, baba ve koca gibi zâtların sözlerini dinleme-
mek; müftünün ve dîni bir meseleyi öğretmek isteyenin
sözlerini dinlememek; sormak zorunda kalmış bir sorumlu-
nun sözlerini dinlememek; zayıf kimselerin sözlerine kulak
vermemek kulağın afetlerindendir.
Gözün Bazı Afetleri
Harama bakmak; zayıflara ve fakir kimselere hakaret
gözü ile bakmak; dünya işlerinde kendinden üstün olanla-
ra imrenerek bakmak; dîn işlerinde kendinden aşağı olan-
lara benzeme gözü ile bakmak; namaz kılarken gözünü
yumup bakmamak gözün afetlerindendir.
Midenin Bazı Afetleri
Haram şeyleri yemek; doyduktan sonra tekrar yemek;
bedene zarar veren şeyleri yemek; çarşıda, yolda, me-
zarlıkta ekmek yemek; içkili, oyunlu ziyafetlerde yemek
yemek; öğünmek için alınan bir yiyeceği yemek; maze-
reti yokken sol elle ve yemeğin ortasından yemek; çatlak
bardaktan su içmek; yiyecek ve içeceği kokuncaya kadar
terketmek; ana ve babaya inat edip yememek midenin
afetlerindendir.
Bedenin Bazı Afetleri
Ayakta idrarını yapmak; eşiyle cimayı terketmek; eşinin
rızası olmadan çocuk olmasına engel olmak; Sünnet-i Se-
niyye âdetini terketmek bedenin afetlerindendir.
(Erzurumlu İbrahim Hakkı (k.s.), Marifetnâme, s.189-192)
UZUN ÖMÜR NE ZAMAN KAZANÇ GETİRİR?
Ebû Bekre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre bir sahabi: “Ya
Resûlullâh(s.a.v.)! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?” diye sor-
(Tirmizî) buyurdu.
Sonra, sahabi: “İnsanların hangisi daha şerlidir?” diye sor-
(Tirmizî) diye buyurdu”
Ubâde bin Sâmit (r.a.)’in rivâyetine göre, Resûlullâh (s.a.v.):
“En iyinizin kim olduğunu söyleyeyim mi?” (İmam Ahmed )
buyurdu. Sahabe-i Kirâm (r.anhum): “Evet ey Allâh’ın Resûlu!”
dediler.
Resûlullâh (s.a.v.): “Doğru dürüst olmak şartıyla
İslâmiyet içinde en uzun yaşayanınızdır” buyurdu. (Taberâni)
Avf bin Mâlik (r.a.)’in rivâyetine göre Resûlullâh (s.a.v.)
şöyle buyurdu: “Müslümânın ömrü uzadıkça kendisinin de
hayrı artar.” (Taberâni)
Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Huza’a kabilesinin bir köyünden iki adam vardı. Resûlullâh
(s.a.v.) ile görüşüp Müslümân olmuştular. Biri şehit düştü, diğe-
rinin eceli bir sene ertelendi.”
Bunun üzerine Talhâ bin Ubeydullâh (r.a.) şöyle dedi:
“Cennet bana göründü.” Eceli ertelenenin şehidden önce
cennete konulduğunu gördüm. Buna hayret ettim. Sabahleyin
bunu Resûlullâh (s.a.v.)’e anlattım. Resûlullâh (s.a.v.):
“O, şehit olandan sonra bir ay Ramazan orucunu tuttu,
altı bin rekât farz ve nice sünnet rekâtlarını edâ etti ya!”
buyurdu. (Ahmed b. Hanbel)
Talha (r.a.)’in rivâyetine göre, Resûlullâh (s.a.v.): “Allâh ka-
tında tesbihinden (subhânellâh), tekbirinden (Allâhuekber),
tehlilinden (Lâilaheillallâh) dolayı, İslâm Dîni içinde ihtiyar-
lanan kişiden daha üstünü yoktur” buyurdu.
Said bin Cübeyr (r.a.) göre şöyle demiştir:
“Farzları yapmak, namazları kılmak ve Allâh’ın nasip
ettiği şeyleri yapmak üzere Müslümânın her bir gün yaşa-
ması onun için ganîmettir.” (Ebû Nuaym)
(Celaleddîn es-Suyuti, Kabir Âlemi, s. 21–22)
HAYIRLI BİR HAYAT
Resûlullâh bir gün bir hutbe irad ederek şöyle buyurdular:
“Hayatta, ancak dinleyen, tatbik eden, konuşan bir
âlim için hayır vardır. Ey nas! Siz sulh ve sükûn zama-
nındasınız. Zaman çabuk geçmektedir. Görüyorsunuz ki,
gece ve gündüz, her yeniyi çürütür, her uzağı yaklaştırır,
her vaad edileni gerçekleştirir. Öyleyse büyük meydanda
cihad için hazırlanın”
“Karanlık gecenin parçaları gibi, karanlık meseleler-
le karşılaştığınız zaman Kur’ân’a yapışın. Çünkü Kur’ân
şefâati kabul olunan bir şefâatçi, inanılan bir davacı-
dır. Kim Kur’ân’ı kendine önder edinirse, onu cennete
götürür. Kim onu arkasına atarsa, onu da cehenneme
götürür. Bütün iyilik yollarının kılavuzu odur. O asıldır,
açıklayıcıdır. Ciddiyetsiz bir şaka değildir. Onun sırtı ve
karnı vardır. Sırtı yakîn, karnı da ilimdir. Denizi derindir,
acaiplikleri tükenmez ve onu anlayanlar ona doyamazlar.
Dosdoğru yol odur. Cinler onu dinlediklerinde “Biz hari-
kulade güzel bir Kur’ân dinledik. Doğru yola iletiyor, ona
inandık” (Cin s. 1-2) demekten kendilerini alamadılar. Onun-
la söyleyen doğru söylemiş, onunla amel eden sevâb ka-
zanmış, onunla hükmeden adâletle hükmetmiş, ona uyan
doğru yolda yürümüştür. Onda hidâyet kandilleri, hikmet
nişâneleri ve en büyük hüccet vardır” buyurdu. (Askeri)
RAMAZAN HUTBESİ
Ramazan’ın ilk gecesi olduğunda Hz. Peygamber (s.a.v.)
kalkıp Allâh (c.c.)’ya hamd-ü senâ ettikten sonra “Ey insan-
lar! Allâh (c.c.) cinlerden olan düşmanlarınızdan sizi ko-
rudu ve sizin duânızın kabul edilmesini de vaad etti. ‘Beni
çağırınız, size icâbet edeyim’ (Mü’min s. 60) dedi. Dikkat
ediniz! Allâh (c.c.) her saldırgan şeytânı yedi melek tara-
fından durdurmuştur. Ramazan ayı bitip gidinceye kadar
onlar bırakılmayacaktır. Dikkat ediniz, göklerin kapıları,
Ramazan’ın ilk gecesinden son gecesine kadar açıktır.
Ramazan’da yapılan duâlar makbûldür” buyurdu.
(Ali Müttekî El-Hindî, Kenzü’l Ummâl, c.1 s.118)
YOKSULLUĞA SEBEP OLAN HÂLLER
sızlıkta bulunmak.
dönmek (hiçbir sebep yokken).
unutmak.
Hadis-i şerif: “Yalan rızkı azaltır.”
“Kim her gece Vâkıa suresini okursa ona fakirlik
gelmez.” (Rezîn)
“…taharete devam et ki rızkın artsın.” (Buhârî)
(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz., Marifetnâme, s.195-196)
SELEF-İ SÂLİHÎN’İN CÖMERTLİKLERİ
Eskiler bol bol dağıtıyor, buna karşın kimseye karşı bir üs-
tünlük taslamıyorlardı. Dahası onlardan kimisi verecek bir baş-
ka şeyi yoksa gömleğini ikiye bölüyor ve yarısını da kardeşine
veriyordu.
Sahabe (r.a.e)’den birisinin bazen bir kardeşine, hediye
verdiği sonra onun da tutup aynı hediyeyi bir başkasına ver-
diği ve bu şekilde hediyenin birkaç kişi arasında dolaştıktan
sonra yine ilk verene geri döndüğü tarihen sabit bir hadisedir.
Aslında söz konusu hediyelerle hediyeleşenlerin hepsi muh-
taç iken, başkalarını kendilerine tercih ederek bu âlicenaplığı
göstermişlerdi. Yine onlardan biri evlendiğinde mehir verecek
parası yoksa kendi aralarında bu işi hallederek onun adına
gereken mehri verdikleri gibi; üstüne üstlük mutlu olması ve
geçim sıkıntısına düşüp huzûru bozulmasın diye de bir yıllık
nafakasını sağlarlardı.
Nebi (s.a.v.)’in torunu Hz. Hasan (r.a.) da kendisinden bir
şey isteyeni asla geri çevirmezdi. Bir keresinde böyle bir is-
tekte bulunan adama on bin dinar verir. Adam, “Bunları içine
koyup götüreceğim bir şeyim yoktur” deyince Hz. Hasan (r.a.)
adama kaftanını vermiştir.
el-Müzenî (r.aleyh) şöyle derdi: “En sevdiğim malım kar-
deşlerime ikrâmda bulunduklarımdır, en hoşlanmadıklarım da
arkamda bırakacaklarımdır.
Onlar kendilerine doğru bir dilencinin geldiğini gördüklerin-
de sevinir ve “Ücret istemeden âhirete azıklarımızı taşıyacak
olan ve bizlerin üzerinden bizi Rabbimize ibâdetten alıkoyan
şeyleri alan hoş gelmiş, safa gelmiş!” derlermiş. Yine içlerin-
den bazıları kardeşine bin altın gönderir ve “Bunları ihtiyaç sa-
hiplerine dağıt, ama benim olduğunu söyleme” diye tembihte
bulunurdu.
Dahhâk (r.aleyh) Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “…Biz senin
ihsânda bulunanlardan olduğunu görüyoruz.” (Yusuf s. 36)
mealindeki cümlenin açıklamasında şunları söyler: “Hz. Yusuf
(a.s.) tutuklu olduğu yıllarda, hapishanede hastalanan herke-
sin hatırını sorar, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunurdu.”
(İmâm-ı Şa’râni, Selef-i Sâlihin’in Yüce Ahlâkı, s.346)
CÂMİÎ ŞERÎF’İ
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki
yılda tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sâmî (k.s.)’nun ma‘nevî evlâdı
ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’tür.
23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana
kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şek-
linde inşâ edilmiştir. Câminin külliye şekline getirilmesine devâm
edilmektedir. İstanbul’un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahal-
lesinde bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı
mîmârîsinin ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe’de şöyle
denilmektedir: “Silsile-i aliyye-i Nakşîbendiyye’nin otuz üçüncü
postnişînleri olup silsile-i aliyyenin otuz ikinci postnişîni Şeyhü’l-
meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh haz-
retlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı akdes’in şecere-i
mübârekeleri, Ramazanoğlu Beğliği’nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyâyı teşrîf eden
Zât-ı âli-kadrleri, 1404’te Medîne-i Münevvere’de irtihâl-i dâr-ı
bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü’l bakîde ziyâretgâhtır.
Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında
Sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’i ihyâ eylediklerinde ve
nice yüksek makamların sâhibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü’z-
zamân*** ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir
yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”
Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin.
Âmîn.
*Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yeri-
ne “kutub” da kullanılır. En yüksek ma’nevî makamdır. Allâh (c.c.)
onların duâsı sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.
**Müceddid: Her asır başında geleceği Nebi (s.a.v.) tarafın-
dan müjdelenen, dînin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve ye-
niden bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî
hükümlere harfiyen uyarak dînin aslını ortaya koyarlar ve ona
karıştırılmak istenilen bid’atleri def ederler.
***Sâhibü’z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş,
gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu
sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
İMTİHÂN DÜNYASI
Allâhü Teâla şöyle buyurmuştur: “İnsanlar, imtihândan
geçirilmeden, sadece imân ettik demeleriyle bırakılacak-
larını mı sandılar?” (Ankebût s. 2)
Âyet-i kerîme, Mekke’de bulunan ve Müslümân olmaların-
dan dolayı Kureyş kâfirlerinin eziyetlerine maruz kalan mü’min
topluluğu teselli etmek amacıyla indirilmiştir.
İbn Atıyye, Mekke’deki Müslümânlar için indirilse de âyetin
anlamının Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) için her zaman geçerli
olduğunu belirtmiştir. Gerçekten de Allâhü Teâla her devirde,
samimi olanı münâfıktan, dînde sebat edeni tereddüt içinde
olandan ayırmak ve gerçek anlamda inananların sabretme-
lerine karşılık üstün dereceler kazanmaları için; hicret etmek-
le, cihad etmekle, nefsin yersiz isteklerine karşı koymakla,
cana ve mala gelen çeşitli felaketlerle, zor sorumluluklarla
Müslümânları sınamıştır, sınamaktadır.
Nitekim, yine Kur’ân-ı Kerîm’de: “Andolsun ki, biz onlar-
dan (yani bu ümmetten) daha öncekileri de imtihandan
geçirdik. Elbette Allâh, doğruları bilecek, yalancıları da
mutlaka bilecektir” (Ankebût s. 3) buyrulmakla imtihândan ge-
çirilmenin, inananlar için ezeli bir kanun olduğu bir kez daha
ifade edilmiştir.
Böylece Allâhü Teâla zâten bilgisinde olan gerçek inan-
mışlarla yalana devam edenleri ortaya koymaktadır.
İbn Ata şöyle demiştir: “Genişlik ve darlık anlarında kulun
doğruluk ve yalanı ortaya çıkmıştır. Kim genişlik günlerinde
şükreder, sıkıntılı günlerinde sabrederse o kişi doğru kimse-
lerdendir; kim de genişlik günlerinde şımarır ve darlık günle-
rinde sabırsızlanırsa o da yalancı kişilerdendir.”
Habbâb bin Eret (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadise şöyle-
dir: “Biz, Allâh Resûlü (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde hırkasını
yastık yaparken ona sıkıntılardan şikâyette bulunduk ve dedik
ki: “Bize yardım dilemez ve bizim için duâ etmez misin?”. O
(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Doğrusu sizden önce kişi alınır ve
başına bıçkı konarak ikiye ayrılırdı da yine bu durum onu
dîninden döndürmezdi” (Buhârî).
(İsmail Hakkı Bursevî (k.s.), Rûhu’l-BeyânTefsîri, c.6, s.250-251)
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’NİN VE
ORADA YAŞAMANIN FAZİLETİ
İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel (r.a.)’ın Ebû Katâde (r.a.)’den
rivâyetleri şöyledir: “Resûlullâh (s.a.v.) abdest alıp Sukya evleri ya-
nındaki taşlık yerde Sa’d (r.a.)’in arazîsinde namaz kıldılar ve sonra:
“Yâ Rabb! Halîlin, kulun ve Peygamberin İbrâhîm (a.s.), Mekke
halkı için sana duâ etti. Senin kulun ve Peygamberin olan ben
Muhammed de Medîne halkı için, İbrâhîm (a.s.)’ın sana Mekke
halkı için ettiği duâ gibi duâ ediyorum. Yâ Rabb! İbrâhîm (a.s.)’ın
lisânıyla Mekke’yi harem kıldığın gibi, ben de Medîne’nin iki kara
taşlığı arasındaki bölgeyi hürmete lâyık kılıyorum.”
Müslim (r.h.) ve diğerlerinin rivâyetlerine göre Hz. Âişe Sıddîka
(r.a.) der ki: Resûlullâh (s.a.v.) şöyle duâ ettiler:
“Yâ Rabb! Medîne’yi bize Mekke’yi sevdiğimiz gibi veyâ
daha fazla sevdir. Bizim için Medîne’nin havasını düzelt, öl-
çüyle ve tartıyla satılan şeyleri bize bereketlendir. Hummâsını
da Cuhfe’ye gönder.” (Denildi ki Resûlullâh (s.a.v.)’in Medîne’deki
hummânın Cuhfe’ye taşınması için duâ etmeleri oranın yahûdîlerin
yurdu olduğu içindir.)
Buhârî ve Müslim (r.h.), Enes (r.a.)’ın, Resûlullâh (s.a.v.)’in:
“Yâ Rabb! Mekke’ye lutfettiğin bereketin iki mislini Medîne’ye
ihsân eyle.” diye duâ buyurduklarını rivâyet ettiler.
Ebû Hureyre (r.a.), Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduklarını
rivâyet etmiştir: “Medîne’nin mihnet ve sıkıntılarına sabreden kim-
seye, şübhesiz ki kıyâmet gününde şefâatçi olur; (yâhûd) şâhid
olurum.” Bu Hadîs-i Şerîfi, Müslim (r.h.), Ebû Saîd (r.a.)’den “Müslim
olması şartıyla, ben ona şefâatçi olurum” ziyâdesiyle rivâyet etmiştir.
Müslim (r.h.)’ın rivâyet ettiği Hadîs-i Şerîf’te Sa’d (r.a.), Resûlullâh
(s.a.v.)’in şöyle buyurduklarını rivâyet etmiştir: “Şübhesiz ki ben,
Medîne’nin iki kara taşlığı arasında bulunan ağaçların kesilmesi-
ni ve av hayvânlarının avlanmasını harâm kılıyorum. İnsanlar bil-
miş olsalardı, Medîne kendileri için daha hayırlıdır. Medîne’den
yüz çevirerek onu terk eden biri olursa, Allâh ondan daha hayırlı
birisini, Medîne’de yerine bırakır. Medîne’nin güçlük ve meşak-
katlerine karşı sebât gösterene, kıyâmet gününde, mutlakâ, ben
ya şefâatçi veyâ şâhid olurum.”
(İmâm Hâfız El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb Tercümesi, c.3, s.72-76)
HAFTANIN GÜNLERİNDEKİ SIRLAR
Resûlullâh (s.a.v.)’e salı günü hakkında sual ettiler;
Resûlullâh (s.a.v.); kan günüdür, çünkü o gün Havva hayz
getirdi. Âdem’in oğlu kardeşini o gün öldürdü. Yine o gün
Cercis, Zekeriyyâ, Yahya ve oğlu, Firavun’un karısı Âsiye
bînt-i Müzârrın ve Benî İsrail’in bakarası katlolundu.
Resûlullâh (s.a.v.) salı günü hacamat yaptırmaktan
şiddetle nehyetmişlerdir. Çünkü o günde öyle bir saat
vardır ki, kişi hacamat yaptırırsa kanı durmaz ve ekseri
hallerde insan kanı durdukdan sonra ölür. Yine salı günü
İblis yeryüzüne indi, yine o gün cehennem yaratıldı ve
yine o gün Eyyûb (a.s.) derde tutuldu.”
Çarşamba gününden sordular. Cevaben buyurdular ki:
“Meşakkat ve azâb günüdür. Çünkü o gün Firavun ve
kavmi boğuldular, yine o gün Âd, Semûd ve Sâlih (a.s.)
kavmi helâk oldular ve o gün tırnak kesmek nehyolundu.
Çünkü çarşamba günü tırnak kesmek baras hastalığına
neden olur.” Bazıları çarşamba günü hasta ziyaretini mek-
ruh gördüler.
Resûlullâh (s.a.v.)’e perşembe gününden sordular;
Resûlullâh (s.a.v.) cevaben; “Hacetlerin yerine getirildiği
gündür, gerektiğinde sunanların huzûruna da perşem-
be günü çıkılır. Çünkü İbrahim (a.s.) Mısır melikinin
huzûruna perşembe günü çıktı, hacetini gördü ve Mısır
melik’i ona Hâcer’i hediye eyledi.”
Resûlullâh (s.a.v.)’e cuma gününden soruldu cevaben:
“Nikâh günüdür, Âdem (a.s.), Havva ile, Yûsuf (a.s.),
Züleyha ile, Mûsâ (a.s.), Şuayb’ın kızıyla, Süleyman
(a.s.), Belkıs ile, ve Resûlullâh (s.a.v.) de Hâtice ve
Âişe (r.anhümâ) ile cuma günü nikâhlandılar” buyurdu.
Abdullâh İbn-i Mes’ud (r.a.)’den rivâyet olunduğuna göre şöy-
le demişdir: “Kim cuma günü tırnaklarını keserse Allâhü
Tealâ ondan dertleri çıkarır, yerine şifâ koyar.” (Ruhu’l-
Beyân, c.2 s.6)
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Yunus ve Hud Sûreleri Tefsiri, 9-10.s.)
AİLE HOŞGÖRÜ MÜESSESESİDİR
Bir hoşgörü müessesi olan ailede İslâm’a muhalif olma-
yan her konuda eşlerin birbirlerini hoş görmeleri gerekir.
Birbirlerinin ayıplarını, kabahatlerini yüzüne çarpmamak
gerekir. Resûlullâh (s.a.v.): “Kadınlara hayırhah olun,
zira kadın bir eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe ke-
miğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya
kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri halde
kalır, öyleyse kadınlara hayırhah olun.” (Buhârî, Müslim)
buyurarak kadınları eğe kemiğine benzetmişlerdir. Onları
ille de düzeltmeye uğraşmamak gerekir. Eğe kemiği dü-
zeltilmeye uğraşıldığı takdirde kırılır. Kendi hâli içerisinde
düzgünce muhafaza etmeye çalışmak gerekir.
Kadınlık hâlleri vardır. O hâlleri içerisinde sinirlidir, de-
ğişik günlerdir, o günlerde de onları hoş görmek gerekir.
Kadın da erkeği hoş gördüğü takdirde bu, beraberinde
bir ömür mutluluk getirecektir. Resûlullâh (s.a.v.) sâliha
bir kadının bulunduğu evin cennet bahçesi gibi olduğunu
beyân buyurmuşlardır. Eğer sâliha bir kadın yok da hırçın,
huysuz bir kadın varsa, o zamanda o ev cehennem çu-
kurlarından bir çukur gibi olur. Nebi (s.a.v.) Efendimiz “Si-
zin hayırlılarınız, kadınları için hayırlı olanlarınızdır.”
(İbn-i Mace) buyurmuşlardır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hâdis-i
Şerîfleri’nde “Ne mutlu o mü’mine ki evinden çıktığı
zaman ailesi tarafından ne zaman dönecek diye evine
dönmesi beklenir. Yazıklar olsun o kişiye ki evinden
çıktığı zaman ailesi ‘Elhamdülillâh, çıktı da kurtulduk.’
der.” buyurmuşlardır. Başka bir hadîs-i şerîfte “Hayırlınız,
karısına ve çoluk çocuğuna hayırlı olanınızdır. Ben (bu
hususta) sizin en hayırlı olanınızım.” (Feyzü’l-kadir) buy-
rulmuştur. Cenâb-ı Hakk herkesi eşine, çocuklarına son
derece hayırlı olanlardan eylesin. Bu şekilde yuva kurma-
yı herkese nasib müyesser eylesin. Cenâb-ı Hakk sırât-ı
müstakimden ayırmasın.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.145-153)
ÂHİR ZAMANDAKİ HÂLİMİZ VE ÇÖZÜM
Asrımızda, bütün dünyada, dînin esasına uymıyan, akâid
ve amelde esasla bağdaşmıyan, dîni, aklî, felsefî cereyanlar
görülmektedir. Nerede ise, mezhebsizlik mezhebi ortaya çı-
karılmakta Selefilik, Şiilik ve benzerleri hak mezheb ve doğru
yol olarak sunulmaktadır.
Ayrıca büyük bir tehlike de, tasavvuf ve tarîkatler oyun-
cak hâline getirilmektedir. İmân bilgileri, ehl-i sünnet akaidi,
farzlar, haramlar, vâcibler, mekruhlar, Sünnet-i Seniyyeler
öğrenilip, yerine getirilmeden, sadece tarikate, o da kuru ve
şeklî bir girmekle, sonsuz kurtuluşa erişileceğine dair aldatıcı
haplar dağıtılmakta, yutturulmakta, tarikatın ise şeriatın bir
kısmı olduğu söylenmemekte, dîn büyüklerinin “İlimsiz tarika-
te giren, ya sapıtır, ya aklını yitirir” sözleri hiçe sayılmaktadır.
Allâh korusun! Gözlerde sağlam görüş kalmadı mı da,
düşmanlar dost görünmekte, uzaklık yakınlık sanılmakta;
kalblerdeki yakîn ve İslâm nuru söndü mü de, bâtıl hak, küfür
İslâm, bid’at sünnet, kolaylık zorluk, ucuzluk pahallılık ola-
rak görünür hâle gemiştir. Dedelerimizin en hassas oldukları
Ehl-i sünnet vel-Cemâ’at esası, nerede ise unutulmaktadır.
Bu ne korkunç değişme, bu ne müdhiş inkilâbdır ki, en kutsal
değerlere bile pervasızca dil uzatıldığı halde, ilgili kimselerde
-istisnalar hariç- karşı koymak, mâni’ olmak için bir hareket
görülmemektedir.
Resûlullâh (s.a.v.), ve “Eshâbım gökteki yıldızlar gibi-
dir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz” (Dârimî) ve “Ehl-i
Beytim Nûh aleyhisselâmm gemisi gibidir, onları se-
venler, gemiye binenler gibi kurtulun” (Taberânî) hadîsleri
ile, Eshâb ve Ehl-i Beytine, hiç ayırım ve istisna yapmadan
uymağı ve onları sevmeği emretmiş, bunu kurtuluş sebebi
olarak sunmuştur. Onlardan aldıkları ilim ve halleri, daha
sonra gelenlere ulaştıran, Tâbi’in, Tebe-i tâbi’in, dört mezheb
imâmlar ve bunların yollarından giden gerçek âlimlere tâbi
olmak hususunda ise Müslümânlar icma edilmiştir.
(İmam-ı Şa’rani, Mizanü’l Kübra, Önsöz)
NİÇİN YARATILDIK?
“O hanginizin ameli daha güzel olacağı husûsunda sizi
imtihân etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan
evvel ise arş, su üstünde idi. Andolsun ki, “Ölümden sonra
muhakkak yine diriltileceksiniz.” desen, kâfir olanlar mutlaka,
“Bu apaçık bir aldatmadan başka bir şey değildir.” derler.” (Yu-
nus s. 7)
Beyzâvî’nin açıkladığına göre, Cenâb-ı Hakk’ın mülk-ü saltanatı
sâir mahlûkatı halk etmeden (yaratmadan) evvel su üzerinde câri
idi. Daha evvel suyu yaratmış olduğu için ona hükümrân idi. Bu,
“arş suyun üzerinde, sırtında idi” demek değildir. Gökle yerin yaratı-
lışından evvel arş ile bunların arasında sudan başka bir şey yoktur
demektir. Bundan anlaşıldığına göre arşdan sonra yaratılan sudur.
“Sizin hanginizin amelinin daha güzel olacağını imtihân
etmek için” demek, sizi, imtihânınıza sebeb olacak kimselerin mu-
amelesine tâbi’ tutup imtihân edecek, hanginizin amelinin en güzel
olduğunu ve kim ihsân erbâbı, kimin günah ehli olduğunu meydana
koyduktan sonra sevâb ve ‘ıkâb olarak karşılık verecektir.
Mahlûkatın yaratılmasından asıl amaç onların Hakk rızâsını ka-
zanmak yolunda amellerin en güzellerine tevessül etmeleridir. Çir-
kin ve münker fiillerin de terkedilmesi manevi ilerleme için zarûrîdir.
Amelden murad da, kalbin ve cevârihin kendilerine mahsus amel-
leridir.
Bu sebebden dolayı Resûlullâh (s.a.v.) bu âyet-i celîleyi “Sizin
hanginizin ameli en güzel olacağını imtihân etmek için” demek han-
ginizin aklının en güzel olup haramlardan titizlikle kaçınacağını ve
Allâh (c.c.)’e itaatte ne derece gayret göstereceğini imtihân etmek
için demektir, diye tefsîr etmişlerdir.
Kalbin ve kalıbın kendilerine mahsûs amelleri vardır. Kalb, na-
sıl kalıbdan üstün ise onun ameli de kalıbın amelinden üstündür.
Ma’rifetullâh kazanılmadan sâlih amel işlemek mümkün olamaya-
cağına göre kullara gereken marifetullahi kazanmanın yolunu tut-
maktır. Bunun nazarî yolu, san’atının incelikleri üzerinde tefekkür
etmek, amelî yolu ise O (c.c.)’ün emirlerini tutmak, nehiylerinden
kaçınmaktır. Çünkü emirleri ve nehiyleri anlamadan ibâdet ve tâat
olmaz.
(Hz. Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Yunus ve Hud Sûreleri Tefsiri, 76-77.s.)
İLMİN FAZİLETİ
Hz. Ali (r.a) Kümeyl’e hitap ederek: “Ey Kümeyl, ilim mal-
dan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni
korur. İlim hâkim, mal mahkûmdur. Mal sarf etmekle azalır,
ilim sarfiyatla çoğalır.” buyurmuştur. Yine Hz. Ali (r.a) : “Bir
âlim, gündüzleri oruçlu olduğu hâlde harb eden, geceleri de
ibâdetle geçiren mücâhid âbid’den daha üstündür. Bir âlimin
ölümü ile İslâm âleminde açılan boşluğu, onun gibi yetişe-
cek bir âlimden başkası dolduramaz.” demiştir. Yine Hz. Ali
(r.a) bir manzumesinde şöyle buyuruyor: “Övünmek ancak
ehl-î ilme mahsûstur. Çünkü onlar doğru yolda oldukları gibi
arzu edenlere de doğru yolu gösterirler. Herkesin derecesi
bilgisi ile ölçülür. Câhiller ise, âlimlere düşmandırlar. Âlim ol
ki, ölmeyesin. Çünkü insanlar ölür, fakat âlimler diridirler.”
Hasan-ı Basri (r.aleyh): “Âlimlerin mürekkebi şehidlerin
kanıyla tartılır ve ağır gelir.” demiştir. İbn Mes’ud (r.a.) : “İlim
yok olmadan okuyun; ilmin yokluğu, âlimlerin vefâtıyladır.
Varlığım kudretinde olan Allahu Teâlâ’ya yemin ederim ki,
Allah (c.c.) uğrunda ölen hakîkî şehidler, âlimlere verilen
yüksek dereceleri görünce, âlim olmak için tekrar dünyaya
gelmeği arzu edeceklerdir. Doğrusu şu ki, kimse âlim olarak
doğmamıştır. İlim, çalışıp öğrenmekle elde edilir” buyuruyor.
İbn Abbas (r.a.): “Zorluğuna katlandım, okudum, netice-
de ululuğa erdim.» buyurmuştur. Hattâ İbn Mâlik, İbn Abbas
hakkında: “İbn Abbas gibisini görmedim. Çünkü yüzüne
bakan en güzel yüzü görmüş, sözünü duyan en tatlı sözü
dinlemiş, fetvalarını tedkîk eden de, hakikî ilmi bulmuş olur.”
demiştir.
Ebû’d-Derdâ (r.a.): “Bir mes’ele öğrenmek, benim için bir
gece ibâdetten daha sevimlidir.” buyurmuştur. Ayrıca “Âlim
ve ilim talibi hayırda beraberdir. Dîğer insanlar ise, bir kıy-
met taşımaz. Yâ âlim, ya talebe veya dinleyici ol; bunların
hâricinde kalma, helâk olursun.” demiştir.
(İmam Gazali, İhyau ulumi’d Din, 23-29.s.)
İSLÂMÎ HAYATTA TAKİP EDİLECEK YOL
Bir müslümanın şu dört hususa dikkat etmesi gerekir:
1.İtikâdı, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikâdına uygun olma-
lıdır.
2.İslâm’ın hükümleri hakkıyla öğrenilmelidir.
3.Bu öğrenilenler güzel bir şekilde tatbik edilmelidir.
4.Kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile uğraşılmalıdır.
Bir müslümanın bu dört hususa dikkat etmesi, kendi ha-
yatında bu tertibi sağlaması ve kaybetmemeye çalışması ge-
rekir. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çizgisinden ayrılmamak için
hayatı boyunca azâmi gayret sarfetmesi gerekir. İslâm ahka-
mının “Edille-i Şer’iye” denilen dört dayanağını olduğu gibi ka-
bul edip bunların dışında hiçbir yoruma itibar edilmemesi ge-
rekir. Bilindiği üzere Edille-i Şer’iye dörttür. Bunlardan birincisi
Kitap, yani Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi Sünnet, yani Resûlullâh
(s.a.v.)’in söz, fiil ve hareketleridir. Üçüncüsü İcma-i Ümmet,
yani bir hususta Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in aynı görüşte
toplanmasıdır. Dördüncüsü de Kıyas-ı Fukâha, yani fıkhı iyi
bilen müslüman ulemanın kıyas yolu ile hüküm vermesidir.
Her müslüman Edille-i Şer’iye’nin sınırları içerisinde kalmak
mecburiyetindedir. Kimsenin bunlar dışına çıkma, değişik yo-
rumlar getirme hakkı yoktur. Bunun yanında Nebî (s.a.v.)’in
günlük yaşantımıza ait bizleri serbest bıraktığı hususlar vardır.
Bu durumlar için İmâm-ı Âzam (r.a.) örfe göre karar verilme-
sini söylemiştir. İmam-ı Azam (r.a.) bunu tabi ki Resûlullâh
(s.a.v.)’e ittibaen söylemiştir. Nebî (s.a.v.)’in tüm insanlığa
kıyâmete kadar lazım olacak temel meselelere çözüm getirdi-
ği Vedâ Hutbesi’nde: “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız var-
dır. Kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Kadınların
sizin üzerinizdeki hakkı bulunduğunuz yerin örf ve adeti-
ne göre giyim ve yiyimini temin etmektir” buyurmuşlardır.
Burada Nebî (s.a.v.) örfe kapı açmıştır. İmam-ı Azam (r.a.) da
bunu Resûlullâh (s.a.v.)’in bu iznine binaen söylemiştir. Bu
yüzden ulema birçok hususta da bulundukları bölgenin örfüne
göre karar vermiştir.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s. 43-49)
ŞEHİD OLMAYI İSTEMEK
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyetle Allah’ın Resûlü (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: “Bir kimse Allah’a inanır, peygam-
berlerini doğrular ve sırf Allah yolunda cihad etmek için
evinden çıkarsa, Allah o kimseyi, eğer şehid olursa cen-
nete koymayı, gazi olursa, sevap ve ganimete nail olarak
evine döndürmeyi üzerine almıştır. Muhammed’in hayatı
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda yara-
lanan bir kimse, kıyamet günü yaralandığı şekilde gelir.
Yarasının rengi kan rengi, kokusu ise misk kokusudur.
Muhammed’in hayatını elinde tutan Allah’a yemin ederim
ki, eğer savaş araçlarını bulamadıkları için savaşa katı-
lamayan bazı Müslümanlar’ın üzüleceğinden korkmasay-
dım, Allah yolunda savaşa gidenlerden hiç bir zaman geri
kalmazdım. Onları teçhiz edip beraberinde götüremedi-
ğim gibi, onlar da kendiliklerinden yol masrafını tedarik
edemiyorlar. Benden geri kalmak da onları üzer. Hayatım
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda sava-
şıp öldürülmemi, sonra dirilip savaşarak tekrar öldürül-
memi, yine dirilip yine öldürülmemi arzu ederdim” (Müslim)
Abdullah b. Cahş, Uhud günü Sa’d’a, “Gel, Allah’a dua ede-
lim” dedi. Böylece Abdullah ile Sa’d bir kenara çekildiler. Sa’d,
“Ya Rab! Düşmanla karşılaştığımızda bana çok kuvvetli, zu-
lümleri çok şiddetli olan bir kişiyi rastlat ki, ben onunla, o da
benimle savaşsın. Sonra onu mağlup etmeyi bana nasip et.
Ben onu öldüreyim, onun üzerindeki silahlarını, ağırlıklarını
alayım!” diye dua etti ve Abdullah b. Cahş, Sa’d’ın bu duası-
na, “Amin!” dedi. Sonra, “Ey Allah’ım! Bana şiddetli bir kişiyi
rastlat ki, hücumları şiddetli olsun. Ben senin yolunda onunla
savaşayım, o da benimle. Sonra beni mağlup etsin, burnu-
mu, kulaklarımı kessin. Ben seninle mahşer gününde mülaki
olduğumda, kulağımın ve burnumun niçin kesildiğini sorasın.
Ben de, “Senin uğrunda ve senin Rasûlünün uğrunda oldu”
diyeyim. Sen de, “Doğru söyledin” diyesin, dedi ve bu şekilde
şehid oldu.
(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, 1.c., 496-497.s.)
ŞEYTAN VE ASKERLERİNDEN KORUNMAK
Şeytanın hilelerinden korunmanın yolunu tutun. Sizin nes-
linizin korunması, sebeplerini tutunuz. Şeytanın da‘veti yalnız
kendisine tâbî olanlara ve taraftarlarına olduğu, onlara mün-
hasır (sınırlı) kaldığı ve onun da‘veti cehenneme yönelik oldu-
ğu için, insana vâcib olan onun dostlarından ve askerlerinden
olmaktan kendini korumak ve onu düşmân edinmektir.
. Sakınmak, korunmak ise başka türlü mümkün olmayıp,
ancak Allâh (c.c.)’e sığınmakla olur.
Öyle ise sığınmakla, istiâze ile Allâh (c.c.)’e sığınınız. Yine
kendisinde Allâh (c.c.)’ün mağfireti, rahmeti bulunan davranış
ve duâlarla O’na sığınınız, koşunuz. Rabbinizden mağfiret
dileyiniz. Bâhusûs; Allâh (c.c.)’ün zikrine devâm ediniz. Bu
hayatınızın vazgeçilmez bir parçası, bir düsturu olsun.
Enes (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîsde şöyle denilmektedir.
“Şüphesiz şeytan, hortumunu Âdem oğlunun kalbi üzerine
koyar. Eğer (Âdemoğlu) Allâh (c.c.)’ü zikrederse geri durur
gizlenir. Eğer zikretmez, Allâh (c.c.)’ü hatırlamazsa, onun kal-
bini yutar.”
Mücâhid’in tefsîrinden naklettiğimiz; Kur’an-ı kerîm’de
“..O sinsi vesvesecinin şerrinden…” (Nas s., 4.â) âyetinin
tefsîrinde şöyle denildiği nakl olundu:
O, insanın kalbinin üzerine çullanmıştır. İnsan Allâh (c.c.)’ü
zikr ettiği zamân geri durur, gizlenir, çekilir. Gâfil olduğu
zamân onun kalbi üzerine çullanır. Allâh ta‘âlâ Kur’an’da şöy-
le buyurmaktadır: “Onların üzerine şeytan galib oldu, böylece
Allâh (c.c.)’ün zikrini onlara unutturdu.” (Mücâdele s. 19.â.)
Çünkü o kelb-i mübîddir. Yani helak edici bir köpektir. Ku-
duz köpek nasıl helak edici ise, şeytanın verdiği vesvese ve
sapık düşünce de öyledir. Ancak, o helak eden köpek gibi,
helak etmez. Zira; o mücerred vesvese vericidir
Denilir ki: Şeytana karşı mü’minin silahı altıdır. İstiâze,
kelime-i şahâdet, besmele, tama’ı (beklentiyi) terketmek,
emeli (hırs ve tama’ı) terketmek ve dünyâyı terketmektir.
(Muhammed Hâdimî (rh.a.), Berika, 110-112.s.)
DÜNYA İÇİN DİNİNİ SATMAMAK
Yapılan işlerde dînini kayırmak amelle ilgili olan farzlardan
ve vâciblerdendir. Muamelât çeşitleri çoktur. Burada herbiri-
ni geniş olarak anlatmak zordur: Kısaca bildirelim. Hepsini iki
asılda beyân edelim: Birinci asıl, Allahü Teâlâ’nın beğendiğini
yapmak. İkinci asıl, Allahü Teâlâ’nın yaptığını beğenmektir. Bu
daha mühimdir. Belki yıllarca Allahü Teâlâ’nın beğendiğini yap-
mak, bir saat O (c.c.)’un yaptığını beğenmek gibi olamaz.
Bütün işlerde dînini kayırmak sekiz hasletle olur. Bu sekiz
güzel hasleti edinirsen, her muamelede, Allahü Teâlâ’nın emrini
gözetmiş olur, her buyruğunu tutmuş olursun. Bütün yasakların-
dan da sakınmış olursun.
bulunmasın. Sa’lebî tefsîrinde de böyle diyor. Takva şudur ki,
içinde, ya’nî kalbinde bulunan niyyet ve ahlâkın hepsi öyle ol-
malıdır ki, bunları bir tabağa koyup, pazara götursen, içlerinde
senin yüzünü kızartacak, seni utandıracak bir şey bulunmasın.
sana uysa, çekinecek bir yanın, bir durumun bulunmasın.
sana yaptıklarında beğenesin.
bir sıkıntın olmasın.
nasın.
den koruyasın.
sin.
Muamele, insanlarla görüşme ve davranışlarının iyi ol-
ması için sekiz haslet bunlardır. İlimi ve muameleden ihtiyaç
duyduklarını, Allahü Teâlâ’nın: “Bilmediklerinizi âlimlere so-
run” (Enbiyâ s. 7) âyet-i kerîmesi emrine uygun olarak, dindar
âlimlerden ve fukahâdan sorup, öğrenip, câhil ve gafillerden
olma! Ameller ilme uygun olursa nûr saçarlar.
(Muhammed Rebhami, Riyadün-Nâsihîn, 330.s.)
HAYIRLI ÜMMET OLMASI
Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v), kendisine âit
birtakım hususiyetlerinin olduğu gibi, ona gerçek mânâda üm-
met olan insanların da, bazı meziyetlerinin olması normaldir.
Bu meziyetlerin onlara verilmesi, diğer ümmetlere bir haksızlı-
ğın yapıldığı anlamına gelmez. Haksızlık, ancak birisinin hakkı
olan bir şeyi engellemekten dolayı meydana gelir. Ümmet-i
Muhammed’e verilen ise, Allâh’ın bir lütfu ve ihsanıdır. Kur’ân,
bu ümmeti en hayırlı ümmet olarak tavsif etmiş; ancak hayırlı
olmanın da şartlarını belirtmiştir: “Ey Ümmet-i Muhammed!
Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız,
çünkü Allah’a inanırsınız. Ehl-i Kitap da bu imana gelsey-
di, elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler
varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır.”(Âl-i İmrân 3/110).
Burada Cenâb-ı Hakk, bu ümmetin, en hayırlı bir ümmet ol-
duğu hükmünü vermiş, bunun arkasından da emr-i bi’l-ma’ruf,
nehy-i ani’l-münker ve imanı zikretmiştir. Binâenaleyh en hayır-
lı ümmet olma, bu ibadetlerin mevcudiyetine bağlanmıştır. Bu-
nun yanında, ümmet-i Muhammed’in faziletiyle ilgili şu âyetleri
de zikretmek mümkündür: “Ve işte böylece Biz sizi örnek bir
ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olası-
nız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin
arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın
sebebi, sırf Peygamber’in izinden gidenlerle ondan ayrılıp
gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır…” (Bakara
2/143)
“Allah yolunda gereği gibi cihad edin. Sizi insanlar için-
de bu emanete ehil bulup seçen O’dur. Din konusunda,
Size hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız
İbrahim’in milletine ve yoluna uyun…” (Hacc 22/78)
Hz.Peygamber (s.a.v.) de ümmetiyle ilgili olarak: “Benim
ümmetim, insanların en hayırlısıdır.” buyurmuşlardır. (Ahmed
(Fahreddin-i Râzî, Tefsîr-i Kebîr, c. 8 s. 157)
DİNDE ORTA YOL
İfrat ve tefritten uzak orta yolu takip etmek hakkında bir çok
emirler vardır:
-” Hem elini bağlayıp boynuna asma , hem de onu büsbütün
açıp saçma ki pişman olur, açık kalırsın” (İsrâ s.29)
Bu âyet-i kerime, insanı cimrilik ile israfın arasında orta bir
yola teşvik etti.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin şu hadis-i şerifi gibi: Kendisi-
ne, “(Dünyadan el ve etek çekip) Rahipleşmek, bir yıl (her gün)
oruç tutmak, gecenin hepsini kıyam (ibâdet ile ) geçirmek iste-
yenlere ve soranlara bu hareketleri yasakladıktan sonra şöyle
buyurdular:
-”Muhakkak, nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Eşinin
senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerin (müsafirlerin) senin
üzerinde haklan vardır. (O halde ara sıra nafile) oruç tut ve (ara-
sıra tutma) iftar et ye. (Gecenin bir kısmında) kalk (teheccüd ve
nafile) namaz kıl ve (bir kısmında da istirahat et) uyu” (Buhâri)
Bütün hallerde böyle olunmalıdır. (Orta yol takip edilmelidir)
Rivayet olunduğuna göre Hazreti Ömer (r.a.) yüksek ses-
le okuyordu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kendilerine (yüksek
sesle okumalarının sebebini) sordular. Hazreti Ömer (r.a.):
Uyuklayanları uyandırıyor ve şeytanı kovuyorum,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kendisine:
Ey Ömer! Sesini az alçalt,” buyurdu.
Hazreti Ebû Bekre geldi. Onu alçak bir sesle okurken gördü.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kendisine, (gizli okumasının sebe-
bini) sordu. O da:
Gerçekten ben fisıldaşırcasına gizli okumamı işittiniz mi?”
dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
“Sesini biraz yükselt,” buyurdu.
Diğer bütün ahlâklar da, bu emir ve bu şekildedir, yani orta
bir yol üzerinde olmak gerekir. Çünkü gerçekten şecaat (cesa-
ret), korkaklık ile atılganlık arasında bir haldir. Belagat, anla-
şılmayacak derecede veciz (çok kısa) konuşmak ile bıkkınlık
veren itnâb (sözü çok uzatma) arasında bir durumdur.
(İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, c.1 s.88-89)
İLAHİ EMİRLERİN HİKMETLERİ
İlahî yasaklar için bir müminin, her zaman bilimsel bir ge-
rekçe bulması gerekmemektedir. Bununla birlikte bir mümin,
böyle bir bilimsel gerekçeyi görmüş ve bulmuşsa, imanlarını
artırmaya vesile olacağını düşündüğü bu bilgiyi diğer mü-
minlerle paylaşmalıdır. Böyle yapılırsa, Kuran’ın güvenirlili-
ği daha da güçlendirilmiş olacaktır. Biz inanıyoruz ki, tüm
Kuranî ifadeler doğrudur ve eğer bilim henüz bugün onları
tasdik etmemişse, verilerini dikkatle gözden geçirmek için
daha derin ve tecrübeyi tekrarlama ihtiyacında olabilir. Ge-
lecekte bu ihtiyacını giderdiği zaman tasdik edeceğine ina-
nıyoruz.
Bu bağlamda domuz eti için şunları söyleyebiliriz: Domuz
yetiştirenlerce bilinen bir gerçek var ki domuz yetiştirmede
otlak ihtiyacı olmadığı gibi gübrenin ve diğer ölmüş hayvan
et artıklarının da bulunduğu maddelerin üzerinde yaşayabil-
diği için, domuz besiciliği daha ucuzdur. Ancak bu ucuzluk,
domuz yedirilen insanlara pahalıya patlamaktadır. Çünkü
Köpek, fare, kedi ve domuz gibi et obur hayvanların yağları
doymuş yağ asitlerine sahiptirler ve bu sebeple trigliserid mo-
lekülüne hidrolize edilemez.
Eğer bir kimse otobur hayvanın yağını yerse, yağ hidroliz
olabilir, barsakta emilebilir ve daha sonra yeniden sentezle-
nerek insan yağı olarak depolanabilir olduğu halde, etobur
hayvanların ve domuzun yağı hidrolize yapılamaz ve bu se-
bepten dolayı insan vücudundaki adipoz dokularda etobur
hayvanların yağı ve domuzyağı olarak depolanır. Bu sebep-
le, hormon insulin ise, şeker hastalığına yol açar, hormon tes-
tosteron ise, dölleme azlığına yol açar. Yağ miktarı hormonun
salgılanmasını da kontrol eder. Domuz yağı depo edilmiş in-
sanlarda hormonların bağlarında düzensizliğin olduğu kabul
edilebilir.Domuz yiyen toplumların cinsel hayatlarındaki sap-
kınlık ve anormal cinsel ilişki pratikleri ne yedikleri ile bağlan-
tılıdır. Bunlardan sonra, beslenme uzmanları tarafından “ Siz
ne yiyorsanız osunuz.” sözü haklı olarak söylenebilir.
(Dr. Shahid Athar, İndiana Üniv, School of Medicine-www.gimdes.com)
MAL BİRİKTİRMEKTE ÖLÇÜ
Münâvi’de naklen denildi ki: Ebû Zerri’l-Gıfârî (r.a.)’in
mezhebi, ihtiyaçtan fazla olan malı geriye saklamanın
harâm olmasıdır. Ancak helal yoldan kazanıp, yine helal bir
yola iyi niyetle harcamak müstesnadır.“Tecemmül için ya‘ni
zînetlenme için, ni‘metlenme için, kazanç mubahtır. Hattâ
binâlar yapmak, duvarları nakışlamak, câriyeler satın almak
ve hizmetli satın almak gibi.
Çünkü Peygamber (s.a.v.)’in şu kavli vardır: “Sâlih bir
adam için, sâlih mal ne güzeldir…”
Müzzemmil sûresi hakkında ba‘zı tefsîrlerde İbn-i Mes‘ud
(r.a.)’den rivâyet olunmuştur ki: Her hangi bir adam ki,
müslümânların şehirlerinden bir şehre sabrederek ve ecir
bekleyerek toplayıp getirdi ve onu, o günün narhıyla, piya-
sasıyla sattı. Allâh azze ve cellenin katında o kimse şehîdler
mertebesinde olur.
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim dilenmekten iffet
için (korunmak için) ve ıyâline (çoluğuna-çocuğuna)
harcamak üzere çalışmak ve komşusuna karşı da lûtufta
bulunmak için, dünyâyı taleb ederse, yüzü bedir gece-
sindeki ay gibi olduğu halde, Allâh Te‘âlâya mülâkî olur,
kavuşur.”
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Doğru tâcir sıddîklerle
berâber haşr olunur.”
Kazancın bir nev‘i de müstehabtır. Bu kifâye mikdârından
mezkûr olan şey üzerine ziyâde olandır. Bunu yapar ki, bir
fakire bu ziyâde ile lûtufta bulunsun.
İster onun için nisab mikdârından daha az mal olsun veyâ
miskin gibi, bu kadar bir şey olmasın veyâ akrabalarından bir
akrabasını onunla mükâfatlandırsın diye bu ziyâdeyi kazanır.
Bu akrabasına verdiği şey ise sıla-yı rahim sayılan şeyler-
dendir. Çünkü bu, nâfile ibâdet için, vakit ayırmaktan efdâldir.
Mes’elâ bu nâfile ibâdetler namâz, evrâd ve tilâvet gibi
olabilir. Çünkü o, AllâhTe‘âlâ’nın yüce kereminden ona kefîl
olduğu malın edâsıdır.
(Muhammed Hâdimî, Berika, 398-402.s.)
HEM KENDİSİNE HEM BAŞKASINA
ZARAR VERENLER
Harbutî (k.s.) hazretleri buyurdu: -”Her kavmi hidâyete da-
vet eden bir mürşidi vardır. Lakin bu şahsın (mürşid-i kâmilin)
varlığı, sadece ve sadece Allâhü Teâlâ hazretlerinin inâyeti ve
tevfikı (başarı vermesi) iledir.
Bizim bu zamanımızda gerçekten durum çok değişti. Bu
zamanda mürit bile olmayan kimseler, şeyhlik iddia ediyorlar.
Adı ve şöhreti yayıldığı ve müridleri çok olduğu için şeyhlik id-
diasıyla (halktan) çırağlık alıyorlar
(Bu zamanın câhil insanları) bu şanı çok yüce olan (velâyet
ve şeyhlik) makamanı çocukların oyuncağı ve şeytanların (bile
kendisine) güldüğü gülünç bir hale getirdiler.
Öyleki velâyet ve şeyhlik makamına verâset yoluyla sahip
oluyorlar. Kendilerinden biri öldüğü zaman, ister küçük veya
ister büyük olsun hemen onun bir oğlunu yerine geçiriyorlar.
(Ölen kimsenin oğluna hemen) babasının yerine geçtiğini söy-
lüyorlar. Ve onu şeyhlerin yerine oturtturuyorlar.
İşte bu durum gerçekten büyük bir musîbettir.
Bu durum (ölenin yerine oğlunun getirilme adeti, daha çok
tasavvufî ömrünü ve işlevini) tamamlayan tarikatlarda cereyan
ediyor.
Onların haberlerinin doğrusunu Allâhü Teâlâ hazretleri, bilir.
Şeyh Ali Dede Efendi (k.s.) hazretleri, “Es’iletü’l-Hikem”
isimli kitabında buyurdular:
-”Deccallar ve Deccalların ümmet arasında zuhûru hakkın-
da varid olan Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin hadîs-i şerîflerinde
hiç şüphesiz ilim ehlinin katında muhakkak ki Deccallar, halkı
saptıran imamlar (önderler, reisler ve şeyhler)dir. Hiç şüphesiz
bu zamanın (birçok) tasavvuf ehli ve müteşâyihleridir.
Müteşâyihlerin bu hakikat ve beyanlardan ibret almaları
gerekir. Şeyh olduklarını söyleyen ve halkı çevresine toplayan
kişilerin bundan ders almaları lazımdır. Gerçekten herkes ken-
disini çok iyi bilmektedir.
(Şerhü Kasîdeti’l-Bürde, s. 6,
IRKÇILIK ŞİDDETLE MEN EDİLMİŞTİR
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine
intisab ederek ırkçılık yaparak ve onlarla şereflendiğini
duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ de-
yiniz. Ve bunu açık açık söyleyerek, îmâ ve kinayede de
bulunmayınız.” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 5, 136)
Bu hadîsin sahih olduğu rivâyet edilmiştir. Hadîste geçen
‘babanın bilmem nesini ısır’ cümlesindeki ‘bilmem nesini’de-
yimi ‘elhenu’ kelimesinin çevirisi olarak verilmiştir. Arapça’da
bu kelime, anması veya söylenmesi çirkin olan şeyler için
kinâye olarak kullanılır. Hadîs şerhlerinde bu kelimenin ze-
ker, ferc ve eyr’den istiâre olduğu belirtilmektedir.
(Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kavmiyetçilik ve ırkçılık
dâvası güdenlere karşı, gâyet sert davranmış ve onları tahkir
ve rezil edici ifadeler kullanmıştır.
Resûlüllah(sav) Efendimiz’in ırkçılığa karşı ümmetini
uyanık tutması ve ırkçılığın ne kadar çirkin bir şey olduğunu
göstermesi bakımından bu hadîs, fevkalâde dikkat çekici-
dir. Eğer ırkçılığın ne kadar çirkin olduğunu gösteren başka
hiçbir hadîs olmasaydı, sadece bu hadîs-i şerîf bile kavmi-
yetçiliğin, ırkçılığın, soyunu üstün görmenin ne derece adî,
rezil, alçak bir fitne unsuru olduğunu göstermesi bakımından
yeterli olurdu.
Hadîste geçen bu ağır tabirler, kavmiyetçiliğin fenalığını
göstermek ve Müslümanları bu fitneye karşı uyanık tutmak
içindir.
Nitekim, konuyla ilgili bir başka rivâyet de şöyledir:
“Sizler Hz. Âdem’in oğullarısınız. Âdem ise, toprak-
tandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen
başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünür-
ler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya Allah
nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böcekle-
rinden daha değersiz olurlar.”(Müsned, II, 524; Ebû Dâvud, Edeb,
120, 5116)
(İmam-ı Tahavi, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, c. 8 s.231-238)
MÜSLÜMANLIK EN BÜYÜK ŞEREFTİR
“Allâh yolunda (uğrunda) cihâd edin. Sizi o seçti.
Dîn’de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi. Babanız
İbrâhîm’in Dîni’nde olduğu gibi, size daha evvel de, bu
(Kur’ân’da) da, Resûl, sizin üzerinize şâhid olsun, siz de
insanlar üzerine şâhid olasınız diye, Allâh, ”Müslümân
adını verdi. Artık dosdoğru namaz kılın, zekât verin,
Allâh’a sarılın. O, sizin Mevlânız’dır. O, ne güzel Mevlâ, ne
güzel yardımcı’dır.” (Hacc s., 78)
“Sizi O seçti.” İfâdesinin ma’nâsı şudur: “Mükellef tutmak,
Allâh’ın, kuluna bir şeref bahşetmesidir. Allâh, size en büyük
şerefi bahşetmiş, sizi kendi hizmeti ve tâatiyle meşgul olma-
nız için seçmiştir. Binâenaleyh bundan daha yüce rütbe var
mıdır?
Mükellefiyet, Müslümân için bir şeref ve vazîfe ise de
nefse zor gelen bir husustur. İşte bu sebeble Hakk Teâlâ:
“Din’de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi.” Cevâbıyla, bu
mes’eleye açıklık getirmiştir. Nitekim Müslümân, eğer ayakta
namaz kılamazsa, oturarak kılar; bunu da yapamazsa îmâ ile
kılar. Seferî iken Müslümân’a dört rek’atlık farzları iki rek’at
olarak kılmak ruhsatı verilmiştir. “Allâh, hiçbir nefse, gü-
cünün yettiğinden başkasını yüklemez.” (Bakara s. 286) ve
“Allâh, şu anda sizin yükünüzü hafîfletti.” (Enfâl s. 66)
Âyetleri de Müslümân’a “Allâh’ın hiçbir güçlük yükleme-
diğini” açıklar. Allâh-ü Teâlâ, günah işleyen Müslümân kulu-
na tevbe etmesi veyâ keffaret vermesi için bir kapı açmıştır.
İbn-i Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Kime bir ruhsat
verilir, o da bu ruhsatı kullanmaktan yüz çevirirse, Kıyâmet
Günü’nde insanların arasında hükmedilinceye kadar, bir ej-
derha ağırlığı (kadar bir yükü) yüklenmekle mükellef tutulur.”
demişlerdir.
“Babanız İbrâhîm’in Dîni’nde olduğu gibi. Size daha evvel
“Müslümân” adını vermişti.” İfâdesinin ma’nâsı ise: “Dîni’niz
size, babanız İbrâhîm’in Dîni’nin geniş tutulması gibi geniş
tutuldu.”
(Fahrüddîn Er-Râzî (r.h.), Tefsîr-i Kebîr, c. 16, s. 373-379)
KADINLARIN MİRASTAKİ DURUMU
Yüce dinimiz çok kerim olan insanı hurafe ve vahşetten
kurtarmak için gelmiştir. İnsan yeryüzünde Allah ‘ın halifes i
ve en yüksek varlık olduğu halde cahiliyet devrinde kendini
yitirmiş , aşağı derekelere yuvarlanmıştı.
Kendisi için yaratılmış olan taş, ağaç ve benzeri şeyler-
den yaptığı putlara tapıp Allah’ı unutmuştu. Kadın, erkeğin
dengi olduğu halde erkek onun zayıflığını fırsat bilerek bir-
çok haklarından mahrum bıraktı. Bunlardan biri de miras
hakkı idi. Cahiliyette miras ancak erkek ve güçlü olan kim-
seye hastı.
İslâm dini yaratılış itibariyle zayıf olan kadını himayesine
alarak onu erkeğin varis olduğu gibi kadının da varis oldu-
ğunu beyan etti. Böylece anlaşılmış oldu ki kadını mirastan
mahrum bırakmak büyük bir vebal ve gaflettir.
SORU: Kız çocuğun erkekğin yarı hissesini almasının
hikmeti nedir?
CEVAP: Kız kardeşin mirasda erkek kardeşin alacağı-
nın yarısını alması görünüşte eşitsizlik sanılsa da gerçekte
böyle değildir, Çünkü mesela, birisi vefat edip oğlu ile kızına
üç milyonluk bir servet bıraksa, dinen oğlan iki milyon, kız
bir milyon alacaktır. Yani görünüşe göre kıza verilmesi uy-
gun olan beşyüzbin, fazladan olarak erkek kardeşine veril-
miş oluyor. Ama İslâm dini, bu beşyüz bin yerine kıza daha
büyük bir ikramda bulunuyor. Hayatı boyunca yiyeceği, gi-
yeceği, barınacağı yerin teminini ve bütün ihtiyacını koca-
sına yüklüyor. Erkek kardeşi ise ağır bir yük altına giriyor.
karısının nafakasıyla çocuklarının nafakaları kendisine dev-
rediliyor. Bu takdirde kadın erkekden daha karlı olmaktadır.
Bu hususta Cenâb-ı Hakk Şöyle buyurur: “Allah size
(miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve emr) eder:
Evlâdlarınız hakkında (ki hüküm) erkeğe, iki dişinin
payı mıkdarıdır…” (Nisâ s.11)
(Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, c.2, s.281-282)
YARATILIŞ HARİKASI “ELLERİMİZ”
Günlük hayatımızda sıradan gördüğümüz işlemleri yürü-
ten elimiz, gerçekte büyük bir mucizedir. Tıp ve bilim dün-
yasının büyük çabalarından birini, elin bir benzerini yapay
olarak meydana getirmek oluşturur. Bunun için yapılan tüm
robot ellerin ortak özelliği, bunların güç açısından insan eliy-
le aynı performansa sahip olmalarıdır. Ancak dokunmadaki
hassasiyet, mükemmel manevra yeteneği ve değişik işler
yapabilme konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Nitekim birçok bilim adamı, insan elinin tüm fonksiyonlarına
sahip robot bir elin gerçekleştirilemeyeceğini düşünmekte-
dir. Bilim adamı Schneebeli, bu konuda şunları söylüyor: Ro-
bot eller üzerinde ne kadar çok çalışırsam, insanların sahip
oldukları ellere de o kadar çok hayran oluyorum. İnsan elinin
yaptığı işin bir kısmına bile ulaşabilmemiz için daha çok za-
manın geçmesi gerekiyor.
El genelde gözün ortaklığıyla işleyen bir organdır. Gözün
algıladıkları beyne ulaştırılır ve beyinden gelen yeni bir ko-
mutla, el, yapacağı işe uygun olarak harekete geçer. Tabii ki
bunlar çok kısa sürede ve bizim bu iş için özel bir çaba sar-
fetmemize gerek kalmadan gerçekleşir. Dokunma sırasında
bir olağanüstülük varsa parmak ucundaki sinirler, beyne ye-
niden sinyal yollarlar. Bu yeni sinyale göre değerlendirme
yapılır ve elin hareketi yeniden düzenlenerek, uygulamaya
konulur.
Robotlar ise ancak ya görme ya da dokunma özelliğini
esas alarak hareket edebiliyorlar. Tüm bunların üstüne in-
sanda iki elin beraber çalıştığı, hareketlerin beyin yönetimin-
de yapıldığı ve bu yönetimin de sinir sistemi aracılığıyla ger-
çekleştirildiği de eklenirse, elin sadece işleyişini anlamanın
bile ne derece büyük bir çabayı gerektirdiği daha iyi anlaşılır.
Allah bizlere, en “konforlu”, en kullanışlı ve en estetik el-
leri bedenimize yerleştirmiştir. Çünkü O “yaratandır, kusur-
suzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir”. (Haşr s. 24)
(Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 334.s.; Yaratılış Gerçeği, 35.s.)
İLMİYLE AMEL EDENİN SÖZÜ DİNLENİR
Allah Teâlâ: “Size yasak ettiğim şeylerde aksini yaparak
size aykırı davranmak istemiyorum” (Hûd s. 88) buyurmuş-
tur. Âyet, sözün fiile uygun düşmemesi halinin, sözün yalan
olacağı sonucunu gerektireceğini beyan etmektedir. Peygam-
berlerin, henüz peygamber olmadan önce Allah Teâlâ’yı bilme-
mekten ve O’ndan başka mabudlara tapınmaktan korunmuş
olmaları hakkında (delil olmak üzere) şöyle denilmiştir: Eğer
onlar bazı şeyleri emretseler ve bazı şeyleri yasaklasalar ve
sonra da dönüp “Allah korusun!” onları işleyecek olsalardı, bu
onlardan uzaklaşılmasının en önemli sebeplerinden biri olur ve
onlara uymaktan yüz çevirmeyi gerektirirdi.
Peygamberlerin yolunda olduğunu söyleyen bir kimsenin,
bu makama gerçekten ulaşabilmiş olmanın göstergesi, fiilin
söze uygun olarak sâdır olmasıdır. Resûlullah (s.a.v.) Veda
hutbesinde ribayı yasaklayınca: “Kaldırdığım ilk ribâ, (am-
cam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs’ın ribasıdır” buyurmuş,
cahiliye âdeti olarak süregelen kan dâvalarını kaldırdığını ilan
ettiği zaman da: “Kaldırdığım ilk kan davası da, bizim dava-
mız yani Rabîa el-Hâris’in kanıdır” buyurmuştur. Bir hırsızlık
olayında cezanın tatbik edilmemesi için tavassut edilmesi kar-
şısında: “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer
Rasûlullah’ın kızı Fâtıma çalmış olsaydı, mutlaka elini ke-
serdim” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd) buyurmuştur. Bütün bunlar,
söz ile fiilin (uygulamanın) birbirine uygun olması, insanların
Allah’ın hükümleri karşısında eşit oldukları esasının hem ken-
disine hem de yakınlarına nisbetle korunması gerektiği konu-
sunda açıktır.
İslâm şeriatı, söylediğinin tersini yapan kimseler hakkında
yergide bulunmuştur. Bu meyanda olmak üzere Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “İnsanlara iyilik yapmalarını emreder de ken-
dinizi unutur musunuz?” (Bakara s. 44)
Başka bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Ey inanan-
lar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayaca-
ğınızı söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep
olur.” (Saf s. 2-3)
(İmam Şatıbi, el-Muvafakat, 4.c., 254-257.s.)
HAKİKATE ULAŞABİLMENİN YOLU
İmâm-ı Gazâli şeriat-tarikat-hakikat ilişkisini şöyle anla-
tır: “Billur bir vazo. Bu billur vazo şer’i şerîftir. Onun içindeki
bal İslâm’ın hakîkatidir. O billur vazonun içerisine girip o
balı yemenin yolunu öğretene de tarikat derler.” Tarikatın
sözlük anlamı da zaten yol demektir ve insana İslâm’ın
hakîkatinin tadına varmanın yolunu öğretir. Peki bununla
elde edilecek olan nedir?
Cenâb-ı Hakk Şems Sûresi’nde altı tane yemin ettik-
ten sonra: “Nefsini tezkiye eden muhakkak felâha dâhil
olur” buyurmaktadır. Felâha dâhil olmayı, yani kurtuluşa
ermeyi herkes ister. İşte müslümanın hedefi bu olmalıdır.
Bu âyetten hemen sonra da: “Kim de nefsini düzelteme-
di, tezkiye edemedi, o da hüsrana uğrar” buyurulmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın: “Nefsini tezkiye eden muhakkak felâha
dâhil olur” buyurması kullarına bir ikrâmıdır, bir garanti-
dir. Meselâ Allâh (c.c.) Âl-i İmran Sûresi’nin son âyetinde;
“Ey îmân edenler; sabredin, sabrı tavsiye edin, Allâh’dan
korku üzere bulunun, Cenâb-ı Hakk’a râbıta üzerine bulu-
nun. Umulur ki felâha dâhil olursunuz” diye beş şart sayıp
sonunda: “Umulur ki felâha dâhil olursunuz” buyurmuştur.
Yani Allâh (c.c.) bu şartların hepsi yerine getirilse bile bir
garanti vermezken diğer âyette: “Muhakkak felâha dahil
olur” buyurarak garanti vermektedir. İşte bu garantiyi her-
kes elde etmek ister ve tarikat da bu garantinin elde edildiği
ihsân mertebesine ermenin yoludur. Bu dünyada kim iste-
mez garantiyi?
Bugün Türkiye’nin en zengini olan kişi birine: “Senin ha-
yat boyu bütün geçimin bana ait. Her ay sana şu miktarda
para vereceğim” diye teminat verse o kişi hayatını maddi
açıdan garantiye aldığı için memnun olur. yetmiş senelik
dünya hayatı için verilen maddi bir garanti insanın hoşuna
giderken sonsuz bir ahiret hayatı için verilecek garanti ki-
min hoşuna gitmez?
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s. 29-31)
KUL HAKKI
Hakim ve Beyhakî, Enes bin Mâlik (r.a.)’den şöyle rivâyet
etmişlerdir: Resûlullâh (s.a.v.)’in bir gün otururken birden gül-
düğünü gördük. Hattâ mübârek dişleri göründü. Hz. Ömer
(r.a.): – Yâ Resûlallâh (s.a.v.) neden güldünüz? dedi. Peygam-
ber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
– Ümmetimden iki kişi, Hakk Te‘âlâ hazretlerinin
huzûruna gelip diz çöktüler. Birisi, yâ Rabbi, benim hakkı-
mı, bu arkadaştan alıver dedi. Hakk Te‘âlâ hazretleri:
– Bunun hasenatından birşey kalmadı, buna neylersin
buyurdu. O halde o kişi, benim günâhlarımdan alsın gö-
türsün, dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sözü söyleyince
mübârek gözlerinden yaş gelip ağladı. Sonra buyurdu ki,
“O gün büyük bir gündür. İnsanlar günâhlarını başkasına
yüklemeye çalışırlar.” Sonra yine buyurdu ki, Hakk Te‘âlâ
hazretleri o istekliye “Başını kaldır yukarı bak!” diye emir
buyurdu. Bakınca:
– Yâ Rabb, incilerle bezenmiş altından ve gümüşten
şehirler görüyorum. Bunlar hangi peygamberin, hangi
sıddîkın, hangi şehîdindir? dedi. Hakk Te‘âlâ hazretleri:
– Bunlar değerini veren kimseler içindir, buyurdu. O
kişi:
– Bunun behasını kim verebilir? dedi. Hakk Celle ve A‘lâ
hazretleri: – Sen verebilirsin, buyurdu.
– Ne ile ya Rabbi? dedi. Allâh (c.c.):
– Arkadaşının hatasını afvetmekle, buyurdu. O da:
– Yâ Rabb, afvettim, suçundan vazgeçtim, dedi. O
zamân Hakk Te‘âlâ hazretleri buyurdu ki:
– Şimdi arkadaşının eline yapış ve beraberce cennete
gidin. Resûlullâh (s.a.v.) böyle buyurduktan sonra, “Takvâ
üzerine olan aranızdaki uyuşmazlıkları birbirinize ihsan ve
müsaade ile giderin. Allâh (c.c.) muhakkak müslümânların
arasını ıslah eder, düzeltir, diye buyurdu.
Kulların hakkına tecâvüzden sakınmak vâcibtir. Şöyle ki
Hakk Te’âlâ hazretlerinin fazl ve keremine lâyık olmayıp kendisi
ödemeye muhtaç olursa hali çok güç ve acıklı olur.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet (s.a.v.), 1.c., 510.s.)
SÖYLEDİKLERİMİZİ UYGULUYOR MUYUZ?
Devrimizde İslam tebliği ihmal edilmekte ve halk genel-
likle bundan çok gâfil bulunmaktadır. Bazı kimselerde de
şöyle özel bir hastalık vardır. Dini bir görev, hatiplik, yazarlık,
eğitim, tebliğ, vaaz’u nasihat vs. gibi bir vazife ile görevlen-
dirildikleri zaman başkalarını ıslah etmeye öyle bir dalıyorlar
ki, kendilerinden gâfil kalıyorlar. Halbuki başkalarını ıslah et-
mek ne kadar gerekli ise ondan daha çok kendi nefsinin ıs-
lahı gereklidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) başkalarına nasihat
ederken günahlara devam etmeyi defalarca menetmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) miraç gecesinde dudakları ateşten
makaslarla kesilmekte olan bir topluluğu gördü. “Bunlar
kimlerdir?” diye sorunca, Cebrâil (a.s.), “Bunlar ümmetini-
zin vaizleri ve hatipleridir. Onlar başkalarına nasihat ederler,
kendileri ise onunla amel etmezlerdi” demiştir. Bir hadîste
şöyle buyurulmuştur: “Bir kısım Cennetlikler bazı Cehennem
ehline, <Siz buraya nasıl geldiniz? Halbuki biz sizin söyle-
diklerinizle amel ederek Cennet’e girdik> diyecekler. Onlar,
<Biz, size söylerdik, fakat kendimiz amel etmezdik> diye-
ceklerdir.” Başka bir hadîste buyuruluyor ki: “Cehennem
azâbı diğerlerine nazaran alimlerin fasıklarına çok süratle
ulaşacaktır. Kendilerine putperestlerden önce azap edilme-
sine hayret edecekler. Onlara, <Bir suçu bilerek işlemek,
bilmeyerek işlemekle bir olmaz> denilecektir.” İslâm büyük-
leri, “Kendisi bizzat amel etmeyenin vaazı faydalı olmaz” diye
yazmışlardır. İşte bu yüzden zamanımızda her gün toplantılar,
vaazlar ve konuşmalar yapılmaktadır, ama çoğu tesirsizdir! Çe-
şitli yazılar ve dergiler yayınlanmaktadır, ama çoğu faydasızdır!
Allahu Teâlâ bizzat şöyle buyurmaktadır: “İnsanlara iyiliği em-
reder de kendinizi unutur musunuz, halbuki kitabı okuyorsu-
nuz; artık (çirkin hareketinizi) anlamaz mısınız?” (Bakara-44)
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü
kulun ayağı şu dört soru sorulmadan yerinden kıpırdamaz:
1-Ömrünü hangi işle geçirdiği, 2-Gençliğini hangi işe sar-
fettiği, 3-Malı nasıl kazandığı ve nereye harcadığı, 4-İlmiyle
ne amel yaptığı.” (Terğib)
(Zekeriyya Kandehlevi, Fezail-i A’mâl, s.544-545)
İMÂN SÜREYYA YILDIZI’NDA OLSA VARIP YETİŞENLER
Bu dünya hayatında en mühim mesele düzgün itikad üze-
re yaşayıp, yine düzgün itikad üzere son nefesi verebilmektir.
Cenâb-ı Hakk hepimize itikadımızı Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat
itikadına uygun olarak düzeltmeyi, İslâm ahkâmını hakkıyla
öğrenmeyi ve uygulamayı, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye
etmeyi nasîb-i müyesser eylesin. Bu yolda Allâh (c.c.)’nun
her dönemde gönderdiği rehberler vardır. Birgün, Hz. Selman
(r.a.)’in de içinde bulunduğu bir mecliste Cum’a Sûresi nâzil
oluyordu. “(Resûlullah (s.a.v.)) Ashâba yetişmeyen ümmet-
lere de peygamber gönderildi” âyet-i kerimesi nâzil olunca,
orada bulunanlar: “Yâ Resûlallâh (s.a.v.), kimdir bu ashâba
yetişmeyen ümmetler?” diye sordular. Allâh Resûlü (s.a.v.)
cevap vermedi. İkinci defa aynı soru soruldu, Nebî (s.a.v.)
yine cevap vermedi. Üçüncü defa sorulunca mübârek elini
yanında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)’nın omuzuna koyarak:
“Şunlardan öyle erler vardır ki, îmân Süreyya Yıldızında olsa
varır yetişirler” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf muhakkıkiyn ulemâ
tarafından iki kişiye hamledilmiştir. Birisi kendisi Fârisî olan
ve Nakşî silsilesinin ikinci postnişini olan Selmân-ı Fârisî
(r.a.) diğeri de yine Fârisî olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe
(r.a.)’dir. Allâh (c.c.) bu iki mübârek şahsın yolunda yürümeyi
nasîb eylesin, doğru yolundan ayırmasın. Âmin.
Bir müslüman bu mübarek zevâtın yollarından hakkıyla
gider ve onlara tâbi olursa Allâh (c.c.)’ın izniyle hiçbir ifsâd
ve tefrid hareketinden olumsuz yönde etkilenmeyecektir.
Hadîs-i şerîfte verilen Süreyya Yıldızı örneğine de dikkat et-
mek gerekir. Resûlullâh (s.a.v.) burada erişilmesi en güç olan
belki de mümkün olmayan bir yıldızı örnek göstererek, o er-
lere tâbi olunduğu takdirde bütün güçlüklerin bertaraf olaca-
ğını bizlere müjdelemişlerdir. O erlere tâbi olunduğu takdirde
inşallah: “Âkıbet müttakînindir” müjdesine nâil olunacaktır.
Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu müjdeye nâil olan bahtiyar kulla-
rından olmayı nasib-i müyesser eylesin. Âmin.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s. 49-51)
BİSMİLLÂHİRRÂHMÂNİRRAHÎM
Hâdis-i Şerîf’te buyrulmuştur ki: “Meşru işlerin hangisi
olursa olsun, Besmele-i Şerife ile başlanmazsa hayrına ve
tamâmına nail olunamaz; (o iş) bereketsiz kalır.” (Ebû Davûd,
Edeb, 18)
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz Besmele’yi okuduklarında,
Besmele’nin Allâh-ü Te’âlâ’nın isimlerinden bir isim olduğunu,
bu isimle İsm-i A’zâm arasında, gözün siyahı ile beyazı arasın-
daki kadar yakınlık bulunduğunu buyurmuşlardır.
Resûlullâh (sav): “Bir kimse, üzerinde Besmele yazılmış
bulunan bir kâğıdı yerde basılmasın diye, Allâhü Te’âlâ’ya
ta’zim ederek yerden kaldırsa, o kimse Allâhü Te’âlâ katın-
da Sıddıklardan yazılır. Annesi babası; müşrik olsalar da,
azâbları hafifler” buyurmuşlardır. (Buhari)
Bâzı büyüklerin ifâdesine göre iblis Huzur-u ilâhîden ko-
vulup ümîdsizliğe düşmesinin te’sîriyle üç defa feryâd eyle-
diği gibi, hiç feryâd ve figân etmemiştir. Birincisi, la’net edilip,
kovulup göklerin melekûtundan çıkarıldığı zaman; ikincisi,
Resûlullâh (s.a.v.) dünyayı teşrîf ettiği zaman; üçüncüsü de,
kendisinde Besmele bulunan Fâtihâ Sûresi indirildiği zamandır.
Hz. AIi (r.a.), Besmele indiği zaman Resûlullâh (s.a.v.)’in:
“Bu Âyet-i Kerîme en önce Âdem (a.s.)’a indi. O anda
Âdem (a.s.) ‘Benim ümmetim bunu okumaya devam ettik-
leri müddetçe azâbdan emindirler’ dedi. Sonra Besmele
Âyeti kaldırılıp İbrahim (a.s.)’a indirildi, İbrahim (a.s.) man-
cınıkta iken onu okuduğundan Allâh-u Te’âlâ ateşi ona so-
ğuk ve selâmet üzere kıldı. Sonra yine kaldırılıp Süleyman
(a.s.)’a indirildiğinde, Melekler: Ey Allâh-ü Te’âlâ’nın Pey-
gamberi! Allâh-ü Te’âlâ’ya yemin ederiz ki, işte şimdi mülk
ve saltanat tamam ve mükemmel oldu” dediler. Sonra yine
kaldırılıp, şu anda Allâh-ü Te’âlâ (Besmele’yi) bana indirdi.
Kıyamet Günü’nde ümmetim gelir. Onlar Besmele’yi okur
bulunurlar. Amelleri teraziye konulduğu zaman sevâb ve
iyilikleri günahlarından ağır gelir” buyurulduklarını bildirmiş-
tir. Resûlullâh (s.a.v): “Siz Besmele’yi kitâblarınıza yazınız,
onu yazdığınız zaman dil ile de söyleyiniz” buyurmuşlardır.
(Buhari)
(Gavs-ı A’zâm Abdülkâdir Geylânî (k.s.), Gunyetü’t-Tâlibîn, 165.s)
DİNİMİZİ ÖĞRENİYOR MUYUZ?
İlim öğrenmek, kadın erkek her mü’min için farzdır. İlim-
den murâd: Âhirete ulaştıran ilimdir.
“Her erkek ve kadın mü’minin abdest, gusül, namâz ve
orucu öğrenmesi, nisâba mâlik olanın zekâtı, kendisine
hacc farz olanın haccı, ticâretle meşgûl olanın alışverişi öğ-
renmesi farzdır. Tâ ki diğer muamelelerde şüphelerden ve
mekrûh olan şeylerden korunabilsinler. Sanat sahipleri ve
diğer herhangi bir işle meşgûl olanların da meşgûl oldukları
işin hükmünü bilmeleri farzdır.”
Fıkhı okumak, Kur’an’ın ihtiyaçtan fazlasını öğrenmek-
ten efdaldir. Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.
“Bezzâziye” Nâm isimli kitabında şöyle denilmiştir: “Bir
kimse Kur’an’ın bir kısmını öğrense de kalanı için va-
kit bulsa, efdal olan fıkıhla iştigal etmesidir. Çünkü
Kur’an’ı ezberlemek farz-ı kifaye; fıkhın lâzım olan
miktarını öğrenmek ise farz-ı ayın’dır”. “El-Hizâne” de,
“Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır” denildiği gibi,
“El-Menâkıb”da da; “Muhammed bin Hasan, helâl ve ha-
ram hakkında iki yüz bin mesele meydana getirmiştir
ki bunları, bütün müslümanların bellemesi mutlaka
lâzımdır, denilmiştir.
“Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.” sözünden
bunun farz-ı ayn olduğu anlaşılırsa da, maksat bütün fıkhın
insanların hepsine lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin ayrı ayrı
bütün fıkhı öğrenmesi farz-ı ayn değildir. Bizim her birimize
farz olan mikdar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir.
Zira erkeğin hayız mes’elelerini, fakir bir kimsenin zekât ve
hac gibi ibadetleri öğrenmesi farz-ı kifaye’dir. Bunları öğ-
renen bazı kimseler bulundu mu diğerlerinden borç sâkıt
olur. Namaz için yetecek miktarda Kur’an ezberlemek de
böyledir. Evet, fıkhın hacetten fazla mikdarını öğrenmek,
Kur’an’ın fazlasını öğrenmekten efdaldir, denilebilir. Çünkü
âmmenin ibadet ve muamelatında buna ihtiyacı çoktur. Ha-
fızlara nisbetle fakih de azdır.
(İbn-i Âbidîn, Reddü’l Muhtar, 1.c. 37.s.)
İŞİ, SÖZÜNE UYMAYAN ÂLİMLERDEN (!) KAÇINMAK
Bir âlim, dünya karşısında zahidâne bir hayat yaşamanı öğüt-
ler ve bizzat kendisi de aynı şekilde yaşarsa o zaman fetvası doğ-
ru olacaktır. Yok kendisi dünyaya dört elle sarılır bir halde olursa
o zaman fetvası yalan olacaktır. Yalnız o kişi müfti ise böylesinin
iftâsı câizdir; ancak fayda hâsıl olmaz, gayeye ulaşılamaz. Buna
göre âlim, bir hüküm, emir ya da nehiy hakkında bir söz söyle-
diği zaman, aslında o şey kendisi ve diğer mükellefler arasında
müşterek bir şey olmaktadır. Dolayısıyla eğer o söylediği şeye
uygun hareket ederse, o kişiye uyulur. Bu konuda değerlendirme
yapacak kimselerin insanların Efendisi Rasûlullah (s.a.v.)’i dikkate
almaları yeterli olacaktır. O’nun fiilleri ile sözleri arasında tam ve
kusursuz bir uyum bulunuyordu. Kendisi hakkında: “Allah Teâlâ,
Rasûl’ü (s.a.v.) hakkında dilediği şeyi helâl kılar…” diyen kimseye,
durumun öyle olmadığını ifade ile tepki göstermişti. Yine kendisi-
ne yöneltilen bir durum hakkında “Ben yapıyorum” dediği zaman:
“Sen bizim gibi değilsin. Allah Teâlâ, senin geçmiş ve gelecek
bütün günahlarım affetmiştir” diyen kimseye kızmış ve: “Vallahi,
elbette ben sizin Allah (c.c.)’dan en çok korkanınız ve O’ndan
ne ile sakınacağını en iyi bileniniz olmayı umuyorum” (Buhârî,
Müslim) buyurmuştur.
Peygambere (s.a.v.) vâris olma derece ve makamında bulu-
nan kimsenin bu makama liyâkatini gösteren bir vasfı da davranı-
şının, sözünü tasdik etmesidir. Zât-ı Risâlet (s.a.v.) fâizi yasakla-
yınca şöyle buyurdu: ‘Kaldırdığım ilk fâiz borcu Abdulmuttalib
oğlu Abbâs’ın fâizidir.’ Kan dâvasını ilgâ edince de şöyle dedi:
‘Kaldırdığım ilk dâva bizim el-Hâris oğlu Rabi’a’nın kan
dâvasıdır.’
Bir hırsızlık cezasının kaldırılması için kendisine ricâcı gön-
derdikleri zaman: ‘Hayatım elinde olana yemin ederim ki;
Resûllullah’ın kızı Fâtımâ çalsaydı onun da elini keserdim’
buyurdu.
Bütün bunlar, gerek Onun (s.a.v.) ve gerekse yakınlarının,
sözün fiile uyması hususundaki titizliklerini ve insanların ilâhî hü –
kümler karşısında eşit olduğunu gösteren apaçık delillerdir.
Din, söylediğine aykırı davranan kimseyi yermiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor: ‘Kendinizi unutarak halka iyilik mi emrediyor-
sunuz? Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylü-
yorsunuz?
(Şatıbi, el-Muvafakat, c. 4, s. 254-257)
ASIL İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİ
Birleşmiş Milletler 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları
Beyannamesi adı altında bir kararname çıkardı. Yani, me-
deni dünya (!) bu kadar yıldan sonra insanların eşit olduk-
larını, hayati ve medeni haklarda aynı düzeyde olduklarını
hissetti ve böyle bir belgenin neşrine gerek görmüş oldu.
Sözde bu belgenin gayesi, bütün insanların tam bir eşit-
lik, özgürlük ve güven içerisinde yaşamalarını temin etmek,
her ferdin insanlık ailesinde şerefli yerini alabilmesi ve kor-
kusuz yaşamasını garanti altına almaktı.
Acaba bu belgede söz konusu hususlar, az da olsa ga-
yesine erişmiş midir? Buna imza koyan milletler dahi bunu
uyguladılar mı? Dünyada cereyan eden olaylara baktığımız
zaman, bu sorunun cevabı tabii ki “hayır”dır. Çünkü başta
beyannameyi imza edenler dâhil, cemiyetlerin hiçbiri çıkarı-
na ve politikasına uymadığı konuları asla uygulamamışlar-
dır. Bu hallerde insanlık da unutulmuş ve insan hakları da.
Gerçekten insan haklarını insanlara bahşeden ve uygu-
layan tek ve yegâne müessese yüce İslam’dır. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz’in risaletiyle bunun öncülüğünü yapmış,
İslam devletinin bütün hâkimiyeti devirlerinde fiilen uygu-
lanmıştır. Bunun öncülüğü ve şerefi, ondört asırdan beri
İslam idare anlayışına ve onun şerefli devlet adamlarının
hakkıdır.
Ayrıca İslam’da bu hakları insanlara veren yüce Allah
(c.c.)’dur, insanoğlu değildir. Kaynağı semavi ve mukad-
destir. Bu hak, bir tecrübe ve tekâmülün eseri değil, ezeli bir
ilmin ve mutlak bir iradenin Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in
şahsında tecellisidir.
İnsan hakları, İslam dininin Hazreti Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz’e vahiy edildiği tarihten itibaren insanlara veril-
miş ilahi bir haktır.
Efendimiz (s.a.v) Arafat’ta ve Mina’da buyurduğu Veda
Hutbesi’nde insan haklarını en mükemmel şekilde belirle-
miştir. Müslümanlara düşen bunları tetkik ve tatbik etmektir.
(Mehmet Çağlayan, İslam Hukuk Doktrini, s.198)
KİM BU AYETLE AMEL EDERSE İMANINI
KEMALE ERDİRMİŞ OLUR
‘‘İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz
değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahi-
ret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
(Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yok-
sullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği
maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!’’ (Bakara s. 177) İyi
insan, sevdiklerinden verebilendir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ‘’hangi sadaka efdaldir?’’ diye
sorulur. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle cevap verir: “Vücudun
sıhhatli, mala hırslı, yaşamayı umar, fakirlikten de korkar
bir halde iken verebildiğin sadaka’dır.’’ buyurdu. Yani iyi
insan Allah (c.c.)’yu sever bir şekilde malından sadaka vere-
bilendir. Veya şöyle de mana verilebilir: “İyi insan, malından
severek verebilen kimsedir.’’ Bir de ahitleştikleri zaman
sözlerini yerine getirenler.’’ “Ve zorda, hastalıkta ve sava-
şın kızıştığı zamanlarda sabredenler.’’ “İşte bunlar, doğru
olanlardır.’’ İşte bunlar dinde, hakka tâbi olmada ve iyi-
lik talebinde sadık kimselerdir. “İşte bunlar,müttakilerin
tâ kendileridir.’’ Ve bunlar küfürden ve diğer rezil hallerden
sakınmış müttaki kimselerdir. Ayet tek başına bütün insanî
kemalâtı kendinde toplamıştır.Bunlara açıktan veya zımnî ola-
rak delalet eder. Çünkü kemâlât-ı insaniye, her ne kadar çok
ve şubelere ayrılmış olsa da , üç şeyle sınırlandırılabilir:
1- Sahîh bir itikad.
2- Hüsn-ü muaşeret (başkalarıyla iyi geçinmek)
3- Nefsi süslemek.
Bunları cem eden kimse imanına ve itikadına nazaran
sıdk ile, halk ile muaşereti ve Hak ile muamelesi açısından
ise takva ile vasfedilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) buna şöyle
işaret eder: ‘’Kim bu ayetle amel etse, imanını kemâle er-
dirmiş olur.’’ (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 7/152)
(İmam Beyzavi, Beyzavi Tefsiri, Bakara Suresi 177. Ayetin Tefsiri)
CİHAD VE ŞEHİDLİĞİN FAZİLETİ
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri Bedir Gazvesin-
de bir avuç ufak taşlar alıp: “Yüzleri çirkin ve kara olsun.”
âyetini okuyarak düşmanların üzerine attı. O taşların birer
tanesi müşriklerin gözlerine ve burunlarının deliklerine isa-
bet ederek onları sersem etti. “Ey mü’minler! Siz kâfirleri
görünüşte öldürdüyseniz de hakikatte öldürmediniz
velâkin onları hakikatte Allah öldürdü. Ve Yâ Ekrem’er-
Rusül! Düşmana sen toprak ve çakıl atmakla emrolundu-
ğun zaman görünürde atmışsan da hakikatte sen atma-
dın velâkin hakikatte Allâhü Teâlâ attı.” (Enfâl s. 17)
Kureyş ordusunda sarsılma meydana gelmiş olduğundan
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri hücûm emrini ver-
di: “Her kim bugün düşmandan yüz çevirmeyip de sebat
eyler ve şehîd olarak vefât ederse, Cenâb-ı Hakk elbette
onu cennete koyacaktır. Bugün şehîd olanlara Cennet’ül
Firdevs hazırdır ve Rıdvan onları beklemektedir!” diye
buyurdu. Hazrec Kabilesi’nden Umeyr bin Humâm (r.a.) Haz-
retleri hurma yerken Cennet müjdesini işitince: “Peh Peh!
Cennet’e girmek için şu adamlarn elinde ölmekten başka
bir şey lâzım değil mi? Pek iyi!” diyerek elindeki hurmaları
yere attı ve hemen kılıç çekip Şehâdetin faziletine dair güzel
ve tesirli beyitler söyleyerek düşman üzerine hücûm etti. Ar-
tık geri dönmeyip nice müşrikleri öldürdükten sonra nihayet
kendisi de şehîd olarak Cennet’ül Firdevs’e gitti.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şehîdin Allah katında yedi hasleti vardır:Kanı ilk aktı-
ğı anda günahları affedilir, Cennetteki makamını görür,
Îmân elbisesi giydirilir,Yetmiş iki hûrî ile evlendirilir,
Kabir azâbından kurtarılır ve kıyâmet gününde büyük
korkudan emin olur,Başına dünya ve dünyadakilerden
kıymetli yakuttan ağırbaşlılık ve heybet tâcı giydirilir,
ailesinden ve akrabasından yetmiş kişiye şefâat eder.’’
(Hz. Mahmud Sami (k.s.), Bedir Gazvesi ve Sure-i Enfal Tefsiri s.18)
CENNET’E NASIL FİDAN DİKERİZ?
Peygamberimiz (s.a.v.), Mîrac Gecesi’nde Cebrail
(a.s.)’la birlikte yedinci kat göğe yükseldiler.
Cebrail (a.s.), göğün kapısını çaldı.
“Sen, kimsin?” denildi.
Cebrail (a.s.): “Cebrail´im!” dedi.
“Yanında kim var?” diye soruldu.
Cebrail (a.s.): “Muhammed (s.a.v.) var!” dedi.
“O (Mîrac için) gönderildi mi?” diye soruldu.
Cebrail (a.s.): “Gönderildi.” dedi.
Göğün kapısı açılınca, orada, İbrahim (a.s.)’la kar-
şılaştılar ki, kendisi, sırtını, Beytülmâmûr´a dayamış,
Beytülmâmûr´ün kapısının önündeki bir Kürsü üzerinde
oturuyordu.
Cebrail (a.s.): “Selâm ver ona!” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) selam verdi.
O da, Peygamberimiz (s.a.v.)’in selâmına mukabele
ettikten sonra: “Hoş geldin! Safa geldin? Salih oğlum!
Salih Peygamber!” dedi.
Kendisi, çok yaşlı, Ulu ve Heybetli bir Zat idi.
Peygamberimiz (s.a.v.), Cebrail (a.s.)’a: “Ey Cebrail!
Kim bu?” diye sordu.
Cebrail (a.s.): “Bu, Atan İbrahim (a.s.)´dır.” dedi.
İbrahim (a.s.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e: “Üm-
metine, benden, selâm söyle! Onlara, emret! Haber
ver de, Cennet´e, fidan dikmeyi, çoğaltsınlar!
Çünkü, Cennet´in toprağı güzel, suyu tatlı, arzı ge-
nişve düzlüktür!” dedi.
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v): “Cennet´e dikile-
cek Fidan, nedir?” diye sordu İbrahim (a.s.):
“Cennet´e dikilecek fidan: Sübhânallâhi velhamdü
lillâhi velâ ilahe illallâhü vallâhü ekber, Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah´dır!” dedi.
(Ahmed b.Hanbel, Müsned c.1,s.2O9,257 c.5,s.418
TEVRAT’TA ÜMMET-İ MUHAMMED (S.A.V.)
Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! İyiliği, emir, kötülükten nehy ve
Allah (c.c.)´ya imân eden hayırlı bir Ümmet´in, insanlar için,
ortaya çıkarılacağını, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları, benim
ümmetim yap! dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed’ın Ümmeti´dir.” buyurdu.
Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! Sonradan geldikleri halde, kendile-
rinden önceki Ümmetleri, Kıyamet gününde geçen bir Ümme-
ti, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları, benim ümmetim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in (Muhammed´in) Ümmeti-
dir!” buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! Kendilerinden önce-
kiler, Kitaplarını ezberlemeyip yüzünden okurlarken, indileri
(İlim ve hikmetin aslı olan kitapları) kalblerinde (ezberlerinde)
bulunan bir Ümmet´i, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları, benim
Ümmetim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in Ümmetidir!” buyurdu.
Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im? Önceki ve sonraki Kitaba inanan
ve dalâlet başları ile savaşan ve hattâ yalancı kör (Deccal)
ile de, savaşan bir Ümmeti, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları,
benim Ümmetim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in (Muhammed´in) Ümme-
tidir!” buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! Kendilerinden
öncekilerin kabul olunan sadaka ve kurbanları, Yüce Allah´ın
gönderdiği bir ateşle yakıla gelir, kabul olunmadığı zaman ya-
kılmazken, kurban ve sadakalarını, kendileri yiyen bir Ümme-
ti, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları, benim Ümmetim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in Ümmetidir!” buyurdu.
Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! Ben, Tevrat’ta yazılı bir Ümmet
buldum ki: Onlardan birisi, bir kötülük yapmağa niyetlerin-
se, kendisine, bundan dolayı günah yazılmaz. O kötülüğü
işlerse, bir günah yazılır. Onlardan birisi, bir iyilik yapmağa
niyetlenir de, onu, yapmazsa, kendisine, bir hasene (sevap)
yazılır. Eğer, o iyiliği yaparsa, kendisine, on sevap yazılır ve
bu sevap yediyüz misline kadar katlanır. Onları, benim Üm-
metim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in Ümmetidir” buyurdu.
Mûsâ (a.s.): “Ey Rabb´im! Ben, Tevrat’ta yazılı bir Ümmet
buldum ki: onlar, dilekte bulunurlar, kendilerinin dilekleri kabul
olunur. Onları, benim Ümmetim yap!” dedi.
Yüce Allah: “Onlar, Ahmed´in Ümmetidir!” buyurdu.
(Beyhakî-Delâilünnübüvve c.1 s. 281, Ebülfida-Elbidaye Vennihaye c. 6 s. 62)
ASIL HAYAT AHİRET HAYATIDIR
Ebû’1-Leys Semerkandî (k.s.) şöyle nakletmiştir:
İki melek, dördüncü kat semâda karşılaşırlar. Biri, diğe-
rine: “-Nereye gidiyorsun?” diye sorar.
Diğeri: “-Hayretengiz bir vazifeyle emrolundum.” deyin-
ce tekrar sorar: “-O nedir?”
Diğeri şöyle cevap verir: “- Falan şehirde ölmek üze-
re olan bir Yahudi’nin yanına gönderildim. Bu Yahudi’nin
canı ölüm döşeğindeyken balık çekmiş, ancak bulunduğu
memleketin denizinde onun canının çektiği türden balık
yok. İşte ben, o denize onun sevdiği balığı sevk etmekle
vazifelendirildim ki, o balığı tutup bu Yahudi’ye yedirebilsin-
ler. Çünkü bu adamın hayatı boyunca yaptığı sayılı iyilikler,
dünyada nail olduğu nimetleri karşılayabilecek nispetten bir
miktar fazla gelmekte. Allah Teâlâ da o bir miktar iyiliğin
ecri âhirete kalmadan dünyada verilsin diye, onun bu son
arzusunu tatmin edebilmesini murâd etti.”
Bu cevap üzerine birinci melek de şöyle der:
“-Allah Teâlâ, beni de hayretengiz bir emirle vazife-
lendirdi. Falan şehirde mü’minlerden sâlih bir kimse, son
nefesini vermek üzere ve o esnada canı zeytinyağı çekti.
Bu kimsenin günahlarının kefareti, dünyada mâruz kaldı-
ğı musibet ve mahrumiyetlerle hemen hemen ödenmiş bir
hâlde… Ancak pek az miktarda bir günahın hesabı âhirete
kalmak üzere. Allah Teâlâ, o günahın cezası âhirete intikal
etmeden bu dünyada ödensin diye beni o adamın evinde-
ki zeytinyağını döküp zâyî etmekle vazifelendirdi. Böylece
bu son arzusundan mahrum kalacak ve Allah Teâlâ da bu
mahrumiyeti, o kişinin kalan günahlarına kefaret olarak ka-
bul edecek!..”
“Âhiretten geçip dünya hayatına razı mı oldunuz?
Fakat o dünyevî hayatın zevki, âhiretin yanında ancak
pek az bir şeyden ibarettir.” (Tevbe s. 38)
(Süleyman Muhammed Sabrî el-Hicazî , Kalmsâl fi’l-ilmi ve’l-înuhı)
HANGİ İLİMLE MEŞGUL OLMALIYIZ?
İmam Şafiî (r.a.) Hazretleri’nin talebelerinden İsmail el-
Müzenî (rh.a.) anlatıyor:
İmam Şafiî (r.a.) bizleri kelâm ilmine dalmaktan men ederdi.
Kendisine bir gün şöyle sormuştum:
“Tevhid hususunda gönlüme bir mesele takıldı. Benim bu
meseleyi çözmeme yardımcı olur musun?” Şafiî (r.a.) bu sözü-
me kızdı: “Sen nerede olduğunu biliyor musun? Bu (takıldığın)
yer, Allah (c.c.)’nun Firavun’u suda boğduğu yerdir (sen de için-
de boğulacağın konulara dalma)! Sana Resûlullah (s.a.v.)’in bu
hususu (Allah (c.c.)’nun zâtı ve kader ile ilgili konuları) soruş-
turmayı emrettiği haberi mi ulaştı?” Dedim ki “Hayır ulaşmadı.”
“Semada kaç yıldız olduğunu biliyor musun?” “Hayır.” “On-
lardan bir yıldızın cinsini, doğuşunu ve batışını, neden yaratıl-
dığını bilir misin?” “Hayır.” “Yaratıklardan gözünle görüp dur-
duğun bir şeyin mahiyetini bilemiyorsun da, onu yaratanın ilmi
hususunda (bilmen gerekmeyenleri) konuşacaksın, öyle mi?!”
Sonra bana abdestle ilgili bir mesele sordu. Cevabında hata
yaptım. Dört yönüyle ayrıntılarından sordu. Hiçbirine doğru ce-
vap veremedim. O zaman dedi ki: “Günde beş defa muhtaç
olduğun şeyin ilmini bırakıyorsun da, Yaratıcı’nın ilmi hakkında
kendini zorluyorsun! Eğer bu mesele gönlünde vesvese ve ta-
kıntıya yol açarsa Allah (c.c.)’ya yönel ve O’nun Kur’an’daki şu
sözlerine kulak ver:
‘İlâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O rah-
mandır, rahimdir… Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılma-
sında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde,
insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp
giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki
toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı
yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır
bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum
için (Allah’ın birliğine) birçok delil vardır.’ (Bakara s. 163-164)
Müzenî der ki: Ondan sonra ben kelâm ilmini bırakıp fıkıh
ilmine yöneldim.
(Zehebî, Siyeru A’lami’n-Nübela c. 10 s.25-26, 31-32)
AZ ÜCRETE RÂZI OLMAMALI
Kadın evliyânın en büyüklerinden birisi Râbiatü’l-Adeviyye
(r.anha) …
Râbiatü’l-Adeviyye (r.anha) Hazretleri hasta yatarken kom-
şuları ziyârete gelmişler. Ziyârete gelen kadınlar evde yemek
yapacaklarken kadınlardan birisi; “Soğan da olsaydı yemeğe
tat verirdi.” der. O sırada evin penceresine, pençeleri arasında
soğan olan bir kuş gagasıyla vurur. Misâfir kadınlar kuşun ge-
tirdiği soğanı alınca Râbiatü’l-Adeviyye (r.anha) diyor ki: “Ben
yemekten de vazgeçtim. Soğanı da kullanmayın. Âhiret için ka-
zandığım, tâcil edilip (öne alınıp) bu dünyâda veriliyor olmasın.”
Hasan-ı Basrî (r.a.) Hazretleri küçük yaşta Nebî (s.a.v.)
Efendimiz’i görmüş, ama sohbetlerinde bulunamadığı için
sahabî olamamıştır, fakat tâbiînin en büyüğü kabul edilir. Bir-
gün Hasan-ı Basrî (r.a.) Hazretleri’nin sohbetlerini yaptığı yerde
cemaat toplanmış, Hasan-ı Basrî (r.a.) Hazretleri’nin sohbete
başlamasını bekliyorlar. Hazret konuşmaya, sohbete başlamı-
yor.
Diyorlar ki “Efendim cemaat hazır, ama siz sohbete hâlâ
başlamadınız.” Hasan-ı Basrî (r.a.) Hazretleri (Râbiatü’l-
Adeviyye (r.anha)’yı kastederek) buyuruyor ki: “Ama o kara
kadın gelmedi.” “Gelmezse ne olur” diyorlar. Hazret; “Filler için
hazırlanan lokmalar, karıncaların haddine ve hakkına değil” di-
yor.
Râbiatü’l-Adeviyye (r.anha) işte böyle biz zat…
O diyor ki; “Yâ Rabbi, eğer ben cennet için çalışıyorsam sen
beni cennetine dâhil etme, eğer ben cehennemden korktuğum
için çalışıyorsam, beni oradan hiç çıkarma.” Burada Râbiatü’l-
Adeviyye (r.anha)’nın söylemek istediği; çalışmasının temel
hedefinin, “Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı ve cemâli” olduğudur; hâşâ
cenneti tahkir etme veya azaptan korkmama değildir.
Her şeyin bir karşılığı var; dünyânın karşılığı âhiret, cen-
netin karşılığı cehennem, insanın karşılığı da Cenâb-ı Hakk’ın
rızâsına nâil olup, cemâli ile müşerref olmaktır. Eğer insan
bundan daha düşük bir karşılığa râzı olursa, Cenâb-ı Hakk’ın
Kur’ân-ı Kerîm’de buyurduğu gibi; “Ucuz bir ücrete” (Âl-i İmrân
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 3, s.213)
RIZKI VEREN YÜCE ALLÂH’DIR
İnsanların, günlük yaşantılarını sürdürürken veya haya-
ta dair planlar yaparken rızk endişesi taşımamaları gerekir.
Hakk Teâlâ hazretleri:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait
olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öl-
dükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir.
Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)
dır.” (Hûd s. 6) buyurmaktadır.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Aslandan kaçar gibi
rızkınızdan kaçsanız, o yine de gelir sizi bulur.” buyur-
muşlardır. (Müslim) Bu böyle iken Türkiye’de maalesef: “Ek-
mek aslanın ağzında”, “Ekmek aslanın midesinde” gibi ifa-
deler kullanılmaktadır. Bunlar son derece yanlış ifadelerdir.
Kişiye düşen kendisi için tayin edilen bu rızka helâl yoldan
mı haram yoldan mı ulaşacağını belirlemektir. Bu konuda
Hz. Ali (r.a.) Efendimizin yaşadığı şu Hadise son derece
yerinde bir örnek olacaktır:
Hz. Ali (r.a.) Efendimiz, Kûfe’de bulunduğu sırada bir
Câmiye gidiyor. Kapıda bekleyen bir kişiden kendisi Namaz
kılıp gelene kadar devesini tutmasını rica ediyor. Namazı-
nı bitirip dışarı çıkarken deveyi emânet ettiği kişiye bahşiş
olarak vermek üzere iki dirhem hazırlıyor. Dışarı çıkınca
devenin yularının emânet ettiği kişi tarafından çalındığını
görüyor. Orada bulunan başka birine selâm veriyor ve iki
dirhemi ona vererek o para ile çarşıdan bir yular almasını
rica ediyor. O zât çarşıya giderek iki dirheme bir yular satın
alıp Hz. Ali (r.a.) Efendimize getiriyor. Hz. Ali (r.a.) Efendi-
miz bakıyor ki bu yular biraz evvel devesinden çalınan yu-
ların ta kendisi. Bunun üzerine yuları getiren kişiye durumu
anlatıyor ve: “Ben sana verdiğim iki dirhemi deveme sahip
çıktığı için o adama verecektim. Adamın nasibi iki dirhem-
miş, ancak o helâl yoldan kazanmak yerine haram yoldan
kazanmış oldu” buyuruyor.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 2, s.92)
KİMİN CENNETE GİDECEĞİNİ ALLAH BİLİR
“Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.), Efendimiz (s.a.v.)’in anne
tarafından dayılarına müntesiptir. Sahabe onun hakkın-
da diyor ki: “Biz Nebî (s.a.v.)’in annesi ve babasını cem
ederek birlikte Sa’d dışında fedâ ettiği kimseyi duyma-
dık”. (Ayrıca Sa’d (r.a.) aşere-i mübeşşiredendi.) Savaş
esnâsında Efendimiz (s.a.v.), Sa’d (r.a.)’a ok vererek; “At
yâ Sa’d at, anam babam sana fedâ olsun” diyordu.
Sa’d bin Ebî Vakkas diyor ki: “Birgün Resûlullah
(s.a.v.) savaştan sonra ganimetleri dağıtıyordu. Belli
kimselere verildi, bir kimseye hiçbir şey vermedi. Dedim
ki; “Yâ Resûlallah, bu kişi de mü’mindi, buna da bir şey
verseydiniz, ihsan buyursaydınız.” Buyurdu ki; “Yâ Sa’d,
mü’mindi deme, müslümândı de.” dedi. Ben aynı la-
fızla Efendimiz (s.a.v.)’e üç defa aynı şeyi söyledim. O
(s.a.v.) de aynı cevâbı verdi ve üçüncüsünde buyurdu
ki: “Yâ Sa’d, mü’mindi deme, müslümândı de; çünkü
iman gaybe âit bir keyfiyet, kalp ile alâkalıdır.”
İmanın mevcûdiyetini ancak Allah (c.c.) bilir. Bu hu-
susta karar vermek Allâh (c.c.)’ya aittir. Resûlullah (s.a.v.)
bunu söyleme hakkını, kendisine bu kadar yakın, dünyâ
hayâtında cennetle tebşir edilen bir kişiye vermezse, ki-
min böyle bir hakkı olabilir?
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 3, s.259)
İMAN TAZELEME DUASI
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “İmânınızı yenile-
yiniz (tazeleyiniz)” diye buyurduklarında Ashâb-ı Kiram
(r.a.e.): “Yâ Resûlallâh! îmânımızı nasıl yenileyelim?”
diye sordular. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular ki: “Lâ ilâhe
illallâh sözünü çoğaltınız.”
Îmân ve nikâh tazelemek için yapılacak duâ şudur:
“Allâhümme innî ürîdü en üceddidel îmâne ve’n-
nikâha tecdfden bikavli lâ ilahe illallah muhammedün
Resûlullâh”
İSLAM’DA HAYVAN HAKLARI
Hayvanlara zulüm ve hakaret etmek haramdır.
Bir kediyi evde hapis edip açlıktan ölmesine sebep olan
kadının cehennemlik olduğunu Peygamber (s.a.v.) Efendi-
miz bizlere şöyle haber vermektedir. “Bir kadın, ölesiye
kadar hapsettiği bir kedi sebebiyle azap olundu da bu
yüzden cehenneme girdi. Kediyi hapsettiği vakit; onu
doyurmamış, su vermemiş, yerdeki, haşaratı bile ye-
meye bırakmamıştı…” (Buhârî, “Enbiyâ”, 54; Müslim, Birr ve Sıla,
134, “Selâm”, 151)
Sultan Süleyman birgün şöyle sorar: “Ağacı sarmış olsa
eğer karınca / Zarar var mı karıncayı kırınca?”
Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi zarif bir ifade ile sorulan
bu suâlin altına şu beyti yazarak cevap verdi:
“Yarın divânına Hakk’ın varınca / Süleyman’dan alır
hakkını karınca!”
Hayvanlara merhamet etmeyenler, insanlara acımaz…
Hayvanlara iyilik yapan kötü insanların bile günahları af
olunur.
Günün birinde bir köpek, kuyu etrafında dolaşıp duruyor-
fahişelerinden biri, onu görüverdi. (Ayağından) mestini çı-
kardı, onun için mestiyle su çıkardı ve köpeği suladı. Buna
karşılık o kadın bağışlandı.
Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri, Hemedan şehrinin paza-
rında Usfur çiçeğinin tohumu aldı.
Bestam’a geldi. Usfur çiçeğinin tohumlarını çıkarmak
için torbayı açıp baktığında Hemedan’da torbanın içine bir
miktar karıncanın da girmiş olduğunu gördü. Karıncaların
hakkı kendisine geçmesin diye; yine Hemedana döndü. 0
karıncaları aldığı aldığı yeri bıraktı.
Seyyid Ahmed Rufâî Hazretleri, uyuz bir köpeği kendi
elleriyle tedavi etmiştir.
Yine bir gün cübbesinin üzerinde bir kedi gelip uyudu.
Ezan okundu. Kediye zulüm olmasın ve hakkı kendisine
geçmesin diye; kediyi uyandırmadı; cübbesini kesti. Kedi
uyandıktan sonra cübbesini parçasıyla yamaladı.
Üzerinde hayvan hakları olan kişi samimiyetle istiğ-
far etmelidir. Günahının bağışlanması için Allâhü Teâlâ
Hazretleri’ne yalvarmalıdır.
Yoksa gerçekten ilâhî azap çok şiddetli ve helak edicidir.
(Ömer Faruk Hilmi, İslam’da Ölü Hakları, s. 21-23)
HARBİ TERKETMENİN HÜKMÜ
Bedir Gazvesi’nden önce şeytan, Mekke halkını savaşmak
için teşvik etmiş; fakat sonrasında onları yüzüstü bırakıp kaç-
mıştır.
Şeytan’ın Mekke halkına vesvesesi şöyle olmuştur:
Şeytanın, benî Bekir kabilesi reisi Sürâka bin Mâlik’in
sûretine girerek yardım edeceğini vaad etmesi, Kureyşlileri se-
vindirerek gururlarını artırmıştı. Çünkü Kureyşliler, benî Bekir
kabilesi ile geçmişte olan muharebe ve kavgalardan dolayı bu
kabile tarafından saldırılara mâruz kalma ihtimalini düşünüp
endişe ediyordu.
Şeytan, meleklerin İslâm askerlerine yardıma geldiklerini
gördüğü zaman zaferin İslâm ile beraber olacağını anladığın-
dan geri dönüverdi. Kureyş’ten Hâris bin Hişâm arkasından
koştu ve: “Bizi nereye bırakıp gidersin? “ diye elini tutunca,
Hâris’in göğsüne bir yumruk vurdu ve: “Sizin işiniz çıkmaz yol-
dur. Sonunuz berbattır ve helâk olmaktır” dedi. Şeytan’ın bu
sözü üzerine Kureyşlilerin ümidi kesildi ve hezimete uğradılar.
“Hatırlayın o zamanı ki; o zamanda şeytan, amellerini
kâfirlere süsledi de: ‘Bugün insanlardan size gâlip gelecek
yoktur, elbette ben size yardımcıyım.’ dedi. İslâm ve kâfir
askerleri birbirini görüp savaşa başlayacağı zaman şeytan
arkasına döndü ve: ‘Ben size yoldaş olamam. Zîrâ sizden
ve âmelinizden uzağım. Ve ben sizin görmediğiniz şeyleri
görüyorum. Bundan dolayı sizinle işbirliği edemem. Çünkü
ben Allah’tan korkarım. Hakikaten Allah’ın azâbı şiddetli-
dir.’ dedi.” (Enfâl s. 48) buyurmuşlardır.
Kureyşliler bozgundan sonra Sürâka’ya gidip sitem ettik-
lerinde, Sürâka hiçbir şeyden haberi olmadığını ve yanlarında
asla bulunmadığını söyleyince kendilerini teşvik eden kimsenin
Sürâka şekline bürünmüş şeytan olduğunu anlamışlardı.
Şeytan’ın firarı kâfirlerin hezimetine sebep olmuştur. Muha-
rebede bir kişinin firarının bir ordunun hezimetine sebep olduğu
görüldüğünden, İslâm dininde muharebeden firar etmek büyük
günahlardan sayılmıştır ve harp esnasında firar eden kimsenin
katli helâldir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi s. 144-145)
NELER UNUTKANLIK YAPAR?
İlmin en büyük düşmanı olan unutmanın bir çok maddî
ve manevî sebepleri; olduğu gibi, yüksek bir hafızaya sa-
hip olmanın da bir çok maddî ve manevî sebepleri vardır:
İmamı Celâlêddin Abdurrâhman es-Suyûtî hazretleri,
“Kitabü’-Rahmeti fit-Tıbbı vel Hikmeti” isimli kitabında
şöyle nakletmektedir:
“On şey insana unutkanlık verir:
1- Yeşil havuç yemek, 2- Ekşi ve ham elma yemek,
3- Fare artığını yemek ve içmek, 4- Durgun suya bevlet-
mek, 5- Yola bit atmak, 6- İdam edilmiş kişiye bakmak, 7-
İki katar (birbirine bağlı olan deve ve yük taşıyan şeyle-
rin) arasında geçmek, 8- Evi bez ile süpürmek, 9- Mezar
taşlarını okumak, 10- Uzun süre denize bakmak…
Bazıları da şunları ilâve ettiler:
11- Cünüp iken yemek ve içmek, 12- Çok balıketi ye-
mek, 13- Karnı tıka basa doldurmak, 14- Bakla yemek…
(Kitabü’-Rahmeti fit-Tıbbı vel Hikmeti” s. 271)
Bazıları da şunları ziyâde ettiler:
15- Sakız çiğnemek, 16- Siyah terlik giymek,17- En-
seden hacamat yaptırmak,18- Küçük üzüntü,
(Keşfu’1-Hafa: 2798)
Bazı âlimlerde şunları ilâve ettiler:
19- İsyan, 20- Çok günah, 21- Dünya ile çok meşgul
olmak, 22- Dünya işleri için çok üzülmek, 23- Borçlu ol-
mak, 24- Müstehcen şeylerle ilgilenmek, 25- Balgam ya-
pıcı gıdalar almak…
Bazıları da şunları ilâve ettiler:
26- Avret mahalline bakmak, 27- Karşı cinsi düşün-
mek, 28- Kişinin ferce bakması, 29- Kişinin avret yerle-
rinden çıkan pisliğe bakması,
(Fıkhü’l-İbâdet ala mezehibi’l-Hanefiyyi)
AZ İŞLEYİP ÇOK KAZANMAK
Berâ (r.a.)’in şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
Uhud harbinde Nebî (s.a.v.)’e demir zırh ile yüzü örtülü
bir kişi geldi de:
– Ya Resûlallâh! Hemen harb edeyim de sonra mı müs-
lüman olayım? diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.)
– Müslüman ol sonra harb et! buyurdu.
O da müslüman oldu sonra harb etti. Nihâyet şehid
oldu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.):
– Az işledi, fakat çok kazandı, buyurdu.
(Cihâd ederek şehid düşen bu kahraman, Müslim’de
Ensar’dan Nebît oğullarından olduğu rivâyet edilmiş ise de
Buhârî Şârihi Eşhel oğullarından Amr İbn-i Sâbit’dir demiş-
tir.)
Bu aziz şehid Cenâb-ı Allah’a bir kere olsun secde et-
meden cennete girmiştir. Ebû Hüreyre (r.a) bu garibeyi bir
bilmece şeklinde sorarak:
“Haydi bana bir kişi bildiriniz ki, o bir kere olsun namaz
kılmadan cennete girmiş olsun?” diye sormuş. Bilinmeyin-
ce de, “Hâ, o, Amr İbn-i Sabittir” der imiş ve mübarek şehi-
din hamaset menkıbesini anlatırmış.
Resûlullah (s.a.v.)’in “Evvela müslüman ol sonra gazâ
et” buyurmaları şehidin şehâdet rütbesine ve bu suretle
Cenâb-ı Allah’ın ihsân ve keremiyle bir saatte cennet gibi
ebedî bir saadete erebilmesinin onun İslâm camiasına gir-
miş olmasına bağlı olduğu hükmünü iş’ar eder.
(Hz.Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe 3, s.160-161)
DİLDE HAFİF MİZANDA AĞIR DUA
Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyetle Nebî (s.a.v.) şöyle bu-
yurmuştur. “Dile hafif, mîzana konduğunda ağır gelen
ve Rahmân olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır:
Sübhânallahi ve bi-hamdihî sübhânallahi’l-azîm. (Ben
Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih
eder ve O’na hamdederim. Ben Yüce Allah’ı ulûhiyyet ma-
kamına yakışmayan sıfatlardan tekrar tenzih ederim)
(Buhârî, Daavât 65, Eymân 19, Tevhîd 58; Müslim, Zikir 31)
ALLAH KULUNA KÂFİ DEĞİL Mİ?
“Dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat
edin, halis din Allah’ındır.” (Zümer s. 2-3)
Dünyâ; zevali (yok oluşu) süratli bir yerdir. Çünkü Pey-
gamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Dünyâdan bana
sonra göçen ve orayı terkeden bir binici yolcu gibiyim.”
Alimler; bu göç etmenin süratine ve beklemenin azlığına
bir benzetmedir, demiştir.
Hz. Îsâ (a.s.) havarilerine “Ey Havariler topluluğu, han-
giniz denizin dalgaları üzerine binâ yapabilir?” diye sordu.
Havarileri dediler ki: “Ey Ruhullâh kim buna kadir olabilir?”
Hz. Îsâ (a.s.) da buyurdu ki: “Dünyadan sakınınız, onu ka-
rar yeri kılmayınız.”
Hakîm diyor ki:
“Allâhü Te‘âlâ dünyâyı geçiş yeri kıldı, âhireti ise karar
yeri kıldı. Onun için de Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Dünyâda sanki garib (biri) veyâ bir yolcu imişsin gibi
ol.” Ahiret ise işte o kederlerden arınmıştır, bakidir, kendisi
için son bulma diye bir olayın olmadığı ebedî bir yerdir.
Halkın hepsi âcizdir. Bir şeye kadir olamazlar ve hiç-
bir kimseye bir zarar ve menfaat vermeğe malik olmazlar.
Menfaat verme, zarar verme Allâhü Te‘âlâya aiddir. O halde
dünya âcizler için bir yerdir. İşte şu kederli, bulanık, fâni
dünyâ için muhabbet; onu bakî, safî âhiret üzerine tercih et-
mek, ancak ahmaklığın, azgınlık ve sapıklığın kemâlinden
neşet eder.”
O halde ey aklını kendisi için yaratılmış olduğu şeye
sarfetmekle aklının doğrultusunda yürüyen akıllı kişi! Senin
üzerine lazım gelen görev Allâhü Te‘âlâ’nın senin ibâdetini
bildiğiyle kanaat getirmen ve onun dışında birşey taleb et-
memendir.
“Allâh kuluna kâfi değil midir?” (Zümer s. 36) ‘‘Elbette
kâfidir. Amenna ve saddakna’’
(Muhammed Ebû Said Hâdimî, Berika, s.210)
İSLAM’DA KADIN – ERKEK İLİŞKİLERİ
Yabancı genç kadının eline ve yüzüne (şehvetsiz) bak-
mak zaruret halinde caiz olduğu halde, şehvetden emîn
olsa dahî, dokunmak, tokalaşmak hiçbir şekilde caiz de-
ğildir. Bir kadına şehvetle dokunmak, unutarak ve yanıla-
rak bile olsa, hürmet-i musaharaya sebep olur. Yani o ka-
dının neseb ile ve süt ile olan anası ve kızları ile, torunları
ile o erkeğin evlenmesi, kızın da oğlanın oğlu ve torunları
ile ve babası ile evlenmesi ebedi haram olur. Mesela, bir
erkek, kayınvalidesinin elini öperken (istemeden) şehvete
kapılsa, hürmet-i musahara gerçekleşir. Yani hanımı ken-
disine ebediyyen haram olur. Bir gelin de kayınpederinin
elini öperken veya başka şekilde dokununca şehvet hasıl
olursa yine hürmet-i musahara hasıl olur. Yani bu kadına
kocası ebedi haram olur. Kızlar, kendilerinden emîn olsa-
lar da, yabancı erkeklere dokunmaları caiz değildir. Şeh-
vete sebeb olmayacak derecede ihtiyar kadınla müsâfaha
etmek (tokalaşmak) ve elini öpmek, kendinden emîn ola-
na caiz ise de, yapmamak daha iyidir. Kayınvalide de
damadını kucaklarken şehvet hasıl olursa yine hürmet-i
musahara olur. Hürmet-i musahara gibi herhangi bir teh-
likeyi önlemek için, gelin ile kayınpederinin ve damat ile
de kayınvalidesinin münasebetlerinde dikkatli olmalıdır.
(Muhammed Rebhâmi, Riyâd’ün Nâsıhîn s. 660)
GİYİM VE ZİNET HAKKINDA BİLMEMİZ
GEREKENLER
Erkeklerin has ipekten herhangi bir şey giymesi haram-
dır. Kibir ve gurur getirmemek şartı ile güzel elbise giymek
caizdir. Altın ve gümüşten yapılmış kaşık, çatal, fincan ve
tabaklardan bir şey yiyip içmek veya altından yapılmış yağ-
danlıktan koku ve emsâli şeyler sürünmek tahrimen mekruh-
tur. Altın yüzük erkeklere haramdır. Gümüş yüzük takabilirler.
Erkek yüzüklerinin kadın yüzüğüne benzemesi mekruhtur.
(Gümülcineli Mustafa Efendi, Mecma’ü’l-fevâid, s.61)
İSLAMDA İNSAN HAKLARI
İslâm hukuku insafla incelendiğinde zaman, toplumla –
rın mutluluk ve istikrarına tek çare ve ilaç olduğu görüle-
cektir.
1- İslâm hukuku, kaynak itibari ile beşer üstü olduğun-
dan, müeyyide ve kaideleri ile her zaman şamil, insan
cinsinin ihtiyaçlarını karşılayacak genişlikte ve mükemme-
liyette olduğu için, beşer tarafından düzenlenen kanunlar-
dan büyük bir üstünlük ve imtiyaza sahiptir.
2- Onun hükümleri insanoğlunun ruh tekâmülünü ve
güzel ahlâkının gelişmesini hedef almakta ve bütün dav-
ranışlarında kontrol altında olduğu hissini ve inancını ver-
mektedir. Gücünü, adalete ve ahlâki kurallara bağlı kal-
maktan alır.
3- İslâm hukuku ihtiva ettiği hüküm ve müeyyideler-
le beraber, ahlâki prensiplere de büyük bir yer ve değer
vermektedir. Koymuş olduğu tedbirler tatbik edilmiş olsa,
can, mal ve namus korunmasında, bütün beşeri sistem-
lerden daha üstün olacağı muhakkaktır. Çünkü beşeri sis-
temlerde, yalnız mağdurun hakkını nazara almakla yetin-
mekte, bundan da daha önemli olan toplumun güveninin
ve ahlâkının ihlal edildiği düşünülmemektedir. Toplumun
selameti açısından hukukta bu dar görüş asla doğru ve
isabetli olmaz.
4- Beşeri düzenlerde genel kaide şudur: Ceza huku-
kunda, suçun seldi ve mahiyeti ne olursa olsun hâkim ka-
rar vermedikçe, maznun suçlu değildir, herkes gibi vicdanı
hür ve temiz bir vatandaş olarak yaşamakta ve bir suçsu-
zun yararlanacağı bütün haklardan istifade etmektedir. Bu
durum uzun zaman sürmekte ve hatta bazen senelerce
devam etmektedir. Adaletin böylesine sürüncemede kal-
ması toplum vicdânını rahatsız etmektedir. Bununla be-
raber kanun koyucu bir beşerdir, ferdi ve sosyal olayların
tesiri altında kalması mümkün ve hatta muhakkaktır.
(Mehmet Çağlayan, İslâm Hukuk Doktrini, s.123)
ÜÇ BÜYÜK NİMET
Üç büyük nimet var ki, kim onların kıymetini bilmezse,
onların şükrünü ve hakkını zayi eder:
Birincisi; Allâhu Teâla’nın kudret ve yüceliğini gözlerden
perdelemesidir. Allâhu Teâla (kudret ve yüceliği ile) öyle
zuhur ediyor ki kullar (bunlardan perdeli ve gafil oldukları
için) günahlardan geri durmuyorlar. Bunun ötesi, gaybın
sırlarıyla doludur. (O konularda söz etmek bizi aşar.) An-
cak, kullar, müşahedenin hürmetini (ve hakkını bilemeyip)
çiğnedikleri için, zâtla yüz yüze gelmeyi inkar etmektedirler.
Bir de şu var ki, her şey apaçık olsaydı; kulların şu durum-
da Allah’a (c.c.) imanları sayesinde elde ettikleri büyük de-
recelere sahip olunamazdı. Çünkü o zaman kullar bizzât
şahid oldukları bir şeye îman etmiş olacaklardı. Halbuki şu
anda gayba îman etmektedirler ve bu durumda dereceleri
yükselmektedir.
İkinci büyük nimet; halkın ekseriyetinden kaderin ve
ilâhî âyetlerin gizli tutulmasıdır. Çünkü bunlar gaybe ait
sırlardır. Hem böyle olmasında kulların iyiliği, din ve dün-
ya işlerinin düzgün bir şekilde devamı mevcuttur. Eğer bu
sırlar ve ilâhî tecelliler açıklanıp ortaya konulsaydı, bunca
âyetleri müşahede ile birlikte işleyecekleri küçük günahlar,
büyük günah gibi olurdu. Bir de, şu anda gayba îman ede-
rek yapılan salih amellerin katlanarak sevaba çevrilmesi
mümkün olmazdı.
Üçüncü büyük nimet; ecellerin kullardan gizli tutulması-
dır. Çünkü, eğer kullar ecellerini bilmiş olsalardı, hayır ve
şer olarak yaptıklarını zerre kadar artırıp eksiltemezlerdi.
Ecellerini bildikleri bir hâlde onlardan bir şey yapmalarını
istemek kendilerine çok zor ve şiddetli gelir, hem de on-
lar adına çok kesin bir delil olurdu. Bunun için kullara bir
mazeret vesilesi olsun diye ve aynı zamanda kendileri için
bir lütuf olarak ecelleri gizlendi ve hiç beklemedikleri bir za-
manda ölümle yüz yüze gelmelerine imkan hazırlandı.
(Ebû Tâlib El- Mekki, Kûtu’l Kulub, c.2, s.288, 289)
ÇOCUKLARIMIZI NASIL YETİŞTİRMELİYİZ ?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Çocukla-
rınızın hayatta çalışkan ve başarılı olabilmeleri için onları
üç şeyle yetiştiriniz.”
BİRİNCİSİ: “Peygamber (s.a.v.) sevgisi.” Çocuklarımıza
Peygamber (s.a.v.) sevgisi aşılayınız. Çünkü insanlığın bir pey-
gambere muhakkak ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı anlamayanlar
kendilerini bilmezler. Çocuklar tarih kitaplarında Peygamber
(s.a.v.) Efendimizi okuyarak ister istemez bir sevgiyle sevip, onu
bir sultan veya bir filozof, veya bir kumandan, yahut bir asker
veyahut da bir diktatör sanmasınlar. Peygamberlik derecesiyle
bunlar ölçülebilir mî? Binâenaleyh peygamberlik sıfatının değer
ve anlamını peygamberlerin ve özellikle bizim Peygamberimiz
(s.a.v.)’in insan toplulukları üzerindeki etki ve sevgisini, bugün
bütün insanlığın o muhterem zâtlara intisap şerefiyle öğünerek
yaşamakta olduğunu, peygamberlerin insanlara gösterdikleri
güven ve bağlılığı, iş, hal hareket ve ahlâk yollarında doğru-
lukları, şimdiki halkın gösterdiği bütün fazîlet, medeniyet, şeref
ve namuslar, kahramanlık ve iyi niyetler v.s. hep o muhterem
şahsiyetlerin bıraktıkları şuurlu ve yerinde, faydalı haslet ve me-
deniyet yolu olduğunu tertemiz kalblere yerleştirmeli.
İKİNCİSİ: “Peygamber (s.a.v.)’in Ehl-i Beytini çocuklarınıza
sevdiriniz.” Yani, Peygamber (s.a.v.)’in mübarek hanımları, ço-
cukları, torunları, köle ve cariyeleri, kadın-erkek bütün akraba-
sının hepsine saygı ve sevgi ve onların haklarına riâyet telkin
ederek iyi hal ve güzel amellerini benimseyip güzel âdetlerini
takib ettirmektir.
ÜÇÜNCÜSÜ: “ÇocuklarınızıKur’ân okumakla mükellef tutu-
nuz.” Yani, onlaraKur’ân okutunuz. Zira çocuklarına Allâh (c.c.)
Kelâmını okutmak veya okutturmak anaya ve babaya vâciptir.
Okutmayanlar veya okutturmayanlar, Allâh (c.c.) katında sorum-
ludurlar. Kur’ân-ı Kerîm insanları aydınlatan, itikatlarını sağlam-
laştıran, îmanlarını tamamlayan, amellerini düzelten, ahlâklarını
güzelleştiren ve derecelerini yükselten apaçık bir mukaddes
kitaptır, insanlığın dünyasını mes’ûd, hiretlerini mâmur eder.
(M. Cemal Öğüt, Hz. Fâtıma-i Zehra, s. 129)
İSLÂMİ VAZİFELERİMİZDEN: SELAM-TEŞMİT
Selam, Cenab-ı Hakk’ın mukaddes isimlerinden bir
isimdir. Selam vermek, “Allah’ın koruması altında olasın”
demektir.Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Size selam
verildiği zaman ondan daha güzeli ile selamı alın veya
verilen selamın aynısıyla karşılık verin.” (Nisa s. 86) İm-
ran bin Husayn (r.a.) rivâyet ediyor: “Bir kişi Resûlüllah’ın
huzuruna geldi ve “Esselâmü aleyküm” diye selam verdi.
Resûlüllah selamını aldı ve “On (sevap)” buyurdu. Sonra
bir başkası geldi ve “Esselâmü aleyküm ve rahmetüllah”
diye selam verdi ve oturdu. Resûlüllah onun da selamını
aldı ve “Yirmi (sevap)” buyurdu. Sonra başka birisi geldi ve
“Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berekâtüh” diyerek
selam verdi. Resûlüllah onun da selamını aldı ve “Otuz
(sevap)” buyurdu.” Bir hadis-i şerifte, “İnsanların Allâhu
Teâlâ’ya en yakın olanı önce selam verendir” (Ebû Davud)
buyurulmuştur. Başka bir hadiste de “Küçükler büyükle-
re, binekli, atlı veya arabalı olanlar yayalara, yürüyen-
ler, oturanlara; arkadan gelenler yetişince öndekilere;
iki grup karşılaştığı zaman, az olanlar çok olanlara
önce selam verirler.” buyurulmuştur. (Buhârî)
Aksıran kimse Allah’a (c.c.) hamd ederse, kendisine
duâ edilmeyi hak etmiş olur. Aksırınca “Elhamdülillah” di-
yen kimseye “Yerhamükellah/Allah sana rahmetiyle mua-
mele etsin” denilir. Aksıran da ona “Ğaferallâhü lî ve leküm/
Allah benim ve senin günahını affetsin” veya “Yehdina ve
yehdikumullah: Allah bize ve size hidâyet versin” diye duâ
eder.
Aksıran kimse daha “Elhamdülillah” demeden, aksırma
sesini duyan kimsenin “Yerhamükellah” demesi mendub-
tur. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki, “Aksıran kimse
Elhamdülillah demeden önce, Yerhamükellah diyen kimse
diş, kulak ve karın ağrısı görmez.” Aksıran kimse, yanında
bulunan kimsenin duyacağı bir sesle “Elhamdülillah” deme-
lidir ki o da duyup “Yerhamükellah” desin.
(Muhammed Alaaddin b. İbni Âbidin, Üç Boyutuyla İslâm, s.656,663)
RESÛLULLAH (S.A.V.)’İN VE CEBRAİL (A.S.)’IN
GÖZ YAŞLARI
Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) Cebrail’e (a.s.)’a: “Ce-
hennemi bana anlat” dedi.
Cebrâil (a.s.) şöyle anlattı: O zifiri karanlıktır. Cehennem –
den iğne ucu kadar açılsa, yeryüzündekiler yanar. Onun el-
biselerinden biri, yerle sema arası bir yere asılsa, onun kötü
kokusundan yeryüzündekiler hep ölürler.
Oranın zakkumundan bir damla yere düşse, yerdekilerin
bütün yiyecekleri bozulur. Eğer Allah’ın (c.c.) Kitabı’nda an-
latılan on dokuz cehennem meleğinden biri yeryüzündekilere
görünse onun çirkinliği ve yaratılış şeklindeki aykırılık, yeryü-
zündekileri öldürür.
Allah’ın (c.c.) Kitabı’nda anlatılan zincirlerden bir halka
yeryüzüne konsa yerin dibine kadar iner, yine de tam yerini
bulamaz…
“Yeter yâ Cebrail!” dedi ve ağlamaya başladı. Cebrail
(a.s.) da ağladı. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu “Ey Cebrail, sen
de ağlıyorsun. Halbuki Allah katında senin önemli bir ma-
kamın var. Sen oradasın.”
Cebrail (a.s.) şöyle dedi: Yâ Muhammed! Allah katında
bulunduğum bu hâlden başka bir duruma düşmeyeceğimden
emin değilim. Sonra, Harut, Marut ve kovulmuş İblis gibi bir
iptilâya da uğrayabilirim!
Hele gör ki: Cebrail Rabbin bunca ikramına uğradığı hâlde
ağlıyor. O hâlde isyânkâr olan bir kimse nasıl ağlamasın? Ha-
yatına ve sağlığına aldanma. Dünya geçicidir. Ahiretin azâbı
ise daha uzun, daha şiddetlidir.
Zinadan sakın. Çünkü zina, gazap, hışım ve elîm azap
getirir. En kötü zina devamlı yapılandır.
Biri var ki, karısını boşar, haram olan zinaya devam eder.
Bu hâli ile rüsva olmak korkusundan insanların yanında du-
ramaz. Acaba âhiretin rüsvalığından niçin korkmaz? O gün,
bütün sırlar açığa çıkar. Bu husus,âyetlerde de belirtilmiştir.
“Bunlar, o mü’minlerdir ki, eşleri ve cariyeleri hariç,
iffetlerini korurlar. Böylece kınanmış olmazlar. Bunun
dışında bir yol arayanlar, haddi aşmış kimselerdir.”
(Mü’minûn s. 5-7)
(Ebû’l-Leys Semerkandi, Tenbihü’l- Gafilin, s.410, 411)
KARI-KOCA ARASINDA MUHABBETİ
ARTIRACAK ŞEYLER
Kadının kocasının yanındaki kıymetini ve gönlündeki
muhabbeti artıran şeyler şunlardır:
Kocasına ikramda bulunmak, baş başa ve cima isteği
olduğunda emirlerine itaat etmek, onun menfaatlerini ko-
rumak, ona zarar verecek şeylerden sakınmak, çocuğunu
terbiye etmek, evde kalmaya razı olmak, evin dışına çok az
çıkmak, kocasının yanında edepli davranmak, onun sırrını
saklamak, emirlerine tahammül etmek, yemek vakitlerinde
yemeği hazır hâle getirmek, onu daima hoş ve güler yüzle
karşılamak, ondan yapamayacağı şeyler istememek, inatçı
olmamak, uyku anında örtünmeye dikkat edip fazla açılıp
saçılmamak, kocasının yanında ve arkasında sırrını muha-
faza etmek; aile sırlarını başkasına açmamak.
Kadınının kocasına karşı içi ve dışıyla samimi olması;
çoğu bulamadığı zaman aza kanaat etmesi gerekir. Kadın,
her zaman Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Fâtıma’yı (r.anha) ken-
disine örnek almalı, onların ahlâkıyla ahlâklanmalıdır ki,
cennet ehlinden olabilsin!
Bir rivâyete göre Hz. Ali (k.v) ve Hz. Fâtıma’nın (r.anha)
evinde üzerlerine örtecek tek bir örtü vardı. Bununla başla-
rını örttükleri zaman ayakları açık kalır, ayaklarını örttükleri
zaman başları açık kalırdı. Hz. Fâtıma (r.anha) ile Hz. Ali
(k.v) evlendiklerinde zifaf gecesinde altlarında sadece bir
koyun postu vardı; ikisi beraber onun üzerinde uyumuşlar-
dı. Hz. Fâtıma’nın (r.anha) üzerlerine örtecek bir örtü ve
içi hurma lifleriyle dolu deriden yapılma yastığından başka
dünya eşyasından bir şeyi yoktu.
Kıyâmet gününde Hz. Fâtıma (r.anha) insanların önün-
den geçerken, mahşer halkına: “Ey insanlar! Gözlerinizi
kapatın! Kadınların seyyidi Fâtımatu’z-Zehrâ geçiyor” de-
nilecektir. (Ebû Nuaym, Târîhu İsfehan, 1/100)
(İmâm Gazâli, Yöneticilere Altın Öğütler, s. 286-287)
GÜNÜMÜZDE ÇOKÇA DÜŞÜLEN HATÂLAR
Bazı müslümanlar kendi mensubu bulundukları guru-
bun dışındakilerini hoş görmez ve daima her konuda kendi
güzellikleri ve doğrulukları ile övünürler. Onlarda İslâm’ın
tanıdığı hoşgörü ve müsamahanın yerine kör taassub alır-
lar. Bunlardan bazıları cübbeli gezmeyenlere veya onun
gibi giyinmeyenlere hor ve başka bir nazarla bakarlarken
kimileri de kravat takmamayı eleştirirler. Kimileri ise sakal
bırakmanın bugün fitneye sebep olabileceğini ileri sürerek
delilsiz şahsi yorumları ile bu sünneti tamamen terkederler.
Bununla birlikte sakallıları tenkid ederler.
Ayrıca bazıları şeyhine mürid olmayan veya grubuna
mensup bulunmayan müslümanları sapıklık içinde gör-
mekte, İslâm’a hizmet eden bir alimi veya takva sahibi bir
mü’min kardeşini sevmemekte ve yabancı gözüyle gör-
mektedirler. Kitap okumak istediği zaman kişilerin sadece
kendi üstadlarının veya gruplarının eserleri ile tanışmasını,
başka kitap veya eserleri okumalarına izin verilmemesini
veya okutulmak istenmemesini sağlar. Diğer değerli ilmi
eserlere karşı bir ilgisizliğe sebebiyet verirler. Şeyhlerinin,
üstadlar- ının veya efendilerinin o konudaki görüşü tercih
edilmediği ve zayıf görüldüğü halde Ehl-i Sünnet ulemanın
tercih ve fetvalarını bir kenara iterek zayıf ve yanlış fetva-
larla amel etmekde ısrarlı davranırlar. Oysa ki bu ısrar ha-
tanın en büyüğüdür. Hatta bazı müslümanlar, kendi yapa-
madıkları sünnetler başkaları tarafından yapıldığında sanki
yapılan sünnet değil de bir bidat imiş gibi kınama ve tenkid
yağmuruna tutarlar.
Peygamberlerden başka hiç bir kimsenin masum olma-
dığı Ehl-i Sünnet’in inancından olduğu halde, bazı safdil
müslümanlar şeyhlerini masum sanmakta, cahil olmasına
rağmen, onun hiç bir zaman yanılmayacağına inanmakta
veya öyle sanmaktadırlar.Halbuki fıkıh kitaplarındaki fetva
verilen görüşlerin dışına çıkmamak gerekir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, s.17-18)
ŞER’Î VE TASAVVUFİ İLİMLERDE İCÂZET
İcazet, zahiri din ilimlerinde veya tasavvuf-tarîkat sahasında
olur. Bir kimsenin gerçekten din âlimi yahut tarîkat şeyhi olabil-
mesi için elinde geçerli ve hakikî icâzetname bulunması icap
eder. İcazeti, tabiatiyle icâzetli bir âlim verebilir. Böyle bir âlimin
derslerine yeterli müddet devam eden talebe başarı gösterir ve
yetişirse ya kendi isteğiyle yahut onun istemesine lüzum kalma-
dan bizzât hocası, liyakat ve ehliyet kazandığı için icâzet verir.
Tarîkatlerde de bir kimseye şeyhlik yahut halifelik ancak
icâzetle verilir. Medrese ilimlerinde icâzet ya bütün ilimler, ya-
hut sadece bâzı ilimler için verilebildiği gibi birtakım üstadlar tek
mevzuda, meselâ sadece hadis okutabilmek veya muayyen bir
kitabı okutabilmek mevzuunda icâzetname vermişlerdir.
Bilindiği gibi İslâmî ilimler ve faaliyetler iki ana bölüme ay-
rılır: Zahirî ilimler ki bunlar medreselerde din uleması, fakihler,
müderrisler tarafından talebe-i ulûma okutulur. İkincisi: Ahlâka,
tasavvufa, nefislerin tezkiyesine, Şeriatın bâtın tarafına ait
ilimler ki bunlar sûfî tarikleri tarafından tekkelerde, zâviyelerde
müridlere ve dervişlere şeyhler, mürşidler tarafından öğretilir.
Birinci ilimlerde kaal (söz), ikinci ilimlerde hal (tavır, hareket,
yaşayış) esastır.
Her iki ilim dalı da kaynağını Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den
alırlar. Ehl-i sünnet inancının bozulmadan, saflığı bulandırılma –
dan, bid’atlerle karıştırılmadan devam edebilmesi için şer’i ve
tasavvufî (zahirî ve bâtıni) ilimlerin mutlaka ve mutlaka icâzetli
ulema ve meşayih (din âlimleri ve şeyhler) tarafından ümmete
öğretilmesi gereklidir. Medreselerin ve tekkelerin kapatılmasın-
dan sonra icâzet müessesesi ve âdeti sarsıntıya uğramış, son
yarım asırlık «fetret devrinde» bulanık suda balık avlamaya he-
veslenen birtakım icâzetsiz «din adamları» ve «müteşeyyihler»
türeyerek müslümanların zihinlerini karıştırmışlardır.
Tıp Fakültesinden diploması olmayan bir operatör-tabip ne
ise icâzetsiz din âlimi (!) veya tarîkat şeyhi (!) de odur.
(İmâm Zehebî, Büyük Günahlar, s.273)
RİYÂ KORKUSUYLA İBÂDET TERKEDİLMEZ
İbâdetle riyâ yapmak, istisnasız haramdır. Ve eğer
ibâdetin aslına riyâ yerleşmişse, her ibâdet için bilhassa
farz namazı görülsün diye halkın yanında kılmak. Bu, bazı
âlimlere göre küfürdür. İbrahim b. Yûsuf (r.a.) demiştir ki:
“Bir kimse gösteriş için namaz kılarsa, kendisine hiç bir ecir
yoktur, bilakis günah kazanır.”
İbâdetin başlangıcında riyâ baş gösterirse, bu durum-
da ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi,
dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan
ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiy-
le mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse
riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek
gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır. Amel,
ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini
ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir.
Çünkü şeytân önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder.
Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun tak-
dirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul
etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir:
‘Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakarsın. Zahmetin
boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne
fayda gelebilir?’ Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye itele-
yinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman,
onun gayesi tahakkuk eder.
Riyakar olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kim-
senin misali, tıpkı şu kölenin misaline benzer: Efendisi ken-
disine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim
eder ve ‘Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla’ der. O ise bu
işi temelinden bırakır ve der ki: ‘Eğer bu işi yaparsam buğ-
dayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum’.
Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin as-
lıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve manasız bir hare-
kettir. (İmâm Birgivî, Tarikât-ı Muhammediye, s.120, 121
İmâm Gazâli, İhyâu Ulumi’d-din, c. 3, Bölüm 8)
İSLAM GÜNEŞİ DOĞDUKTAN SONRA
FETRET DEVRİ YOKTUR
“Ey Ehl-i kitap, peygamberlerin arkası kesildikten
sonra size, (hakikatleri) söyleyip duran elçimiz gelmiş-
tir. Ta ki, “Bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap
habercisi gelmedi” demiyesiniz diye… İşte size rahmet
müjdecisi de, azap habercisi de geldi artık… Allah, her
şeye hakkıyla kadirdir” (Maide s. 19)
Bu âyet hakkında İbn Abbas (r.a), “Cenâb-ı Allah, bu-
nunla peygamberlerin gelmesinin kesintiye uğramasından
sonra gelen dönemi kasdetmiştir demiştir. Rivâyete göre
Hz. Îsâ (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.v) arasında, aşağı yu-
karı altıyüz yıllık bir zaman geçmiştir.
Peygamberlerin kesintiye uğradığı bir esnada Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in gönderilmesindeki fayda şudur: Çok
eskiden gönderilmiş oldukları ve üzerlerinden epeyce bir
zaman geçmiş olduğu için, önceki şeriatlar değiştirilmiş ve
tahrif edilmişti. Bu sebeple, hak, bâtıla; doğru, yanlışa ka-
rışmıştı. Bu durum ise, insanların ibâdetten uzaklaşmaları
için apaçık bir mazeret halini almıştı. Çünkü insanlar, “Ey
Rabbimiz, biliyoruz ki sana ibâdet etmemiz gerekiyor. Fa-
kat sana nasıl ibâdet edeceğimizi bilemiyoruz” diyorlardı.
Bundan dolayı, Hak Teâlâ bu mazereti izâle etmek için,
o esnada Hz. Muhammed (s.a.v)’i göndermişti. Bu husus
âyette “Bize ne bir rahmet müjdecisi, ne de bir azap haber-
cisi gelmedi” demeyesiniz diye” ifadesiyle anlatılmaktadır.
Yani, “Biz, bu fetret döneminde o peygamberi size, “Bu va-
kitte bize ne bir rahmet müjdecisi, ne de bir azap habercisi
gelmedi” demeyesiniz diye gönderdik” demektir.
Sonra yüce Allah, “İşte size rahmet müjdecisi de, azap
habercisi de geldi artık” buyurmuştur, ki bu sebeple bu
manîleriniz ortadan kalktı ve mazeret kapısı kapandı, de-
mektir.
(Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. 6, s. 429-432)
İSLÂM’IN İNSANA VERDİĞİ DEĞER
Hristiyanlıkta herkes kilisenin sultası altında idi. Kilise-
nin tasvib etmediği hiç bir ilmi faaliyet yapılamazdı. Aksi
takdirde engizisyon mahkemesinde hesap vermek mecbu-
riyetinde kalırdı. Din adamları aracı olmadan tevbe etmek
ve Allah’tan bağışlanmak isteğinde bulunmak imkansız idi.
Kilise bu ve buna benzer sapık inanç ve icraatıyla, dev-
let üstünde bir devlet idi. İslâm’dan evvelki ilim adamları,
din adına insanları beşeri ve medeni haklardan mahrum
ediyor, ister istemez herkesi kilise görüşüne ve iradesine
uymaya mecbur tutuyordu. İslâmiyetin gelişiyle, Ademoğlu
kaybettiği insanlığını buldu, haklarına kavuştu ve gerçek
manada hür oldu.
Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle açıklıyor:
‘‘Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir
de Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa ki, hep-
si ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı ki,
O’ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koş-
tukları herşeyden münezzehtir’’. (Tevbe s. 31)
Adiy İbni Hatem’den rivâyet edildiğine göre Adiy diyor
ki: Bir gün Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin yanına gittim,
baktım ki, Tevbe suresinin 31. âyetini okuyorlardı. Dedim
ki: Ya Resûlullah , onlar alimlerine ve rahiblerine ibâdet et-
miyorlardı. Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: Onlar Allah’ın
helal ettiğini haram etmiyorlar mıydı, halkı da onlara
uyarak o helali haram bilmiyor muydu? Evet, Öyledir
ya Resûlullah, dedim. Buyurdular ki: Bu yaptıkları, onlara
ibâdettir.
Allah’ın helal ettiği şeyi haram ve haram ettiği şeyi de
helal etmek, Yüce Allah’ın ve Resûlü (s.a.v.)’in emir ve ya-
saklarını kenara iterek, hatta onlara çağdışı diyerek be-
ğenmemek ve gayri müslimlerin görüş ve inançlarını tercih
ederek sarılmak din, îman ve İslâm’la bağdaşabilir mi?
(Mehmet Çağlayan, İslâm Hukuk Doktrini, s.300)
MEDİNE-İ MÜNEVVERE’NİN FAZÎLETİ
Mekke’den sonra Medine’den daha üstün bir belde yoktur.
Medine’de yapılan ibâdetler de kat kat olarak kabul olunur.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim bu mescidimde bir namaz, Mescid-i Haram
hâriç, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha ef-
daldir.” (Müslim ve Buhâri, Ebû Hüreyre’den)
İşte böylece Medine’de yapılan her hayırlı iş başka yerler-
de yapılan bin hayırlı işe bedeldir, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
Medine’sinden sonra fazîlet bakımından Kudüs-i Şerîf gelir.
Kudüs-i Şerifte kılınan bir namaz, Mescid-i Haram ve Medine
hâriç, diğer yerlerde kılınan beşyüz namaza bedeldir. Diğer
amellerde de durum böyledir.
İbn Abbas (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şu hadîsi
rivâyet etmektedir:
“Medine mescidinde kılınan bir namaz, onbin namaza,
Mescid-i Aksâ’da kılınan bir namaz bin namaza, Mescid-i
Haram’da kılınan bir namaz da yüzbin namaza bedeldir.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) başka hadis-i şeriflerde şöyle bu –
yurmuştur: “Medine’nin şiddetine ve sıkıntısına tahammül
eden bir kimse için, ben kıyâmet gününde şefaatçı olu-
rum.” (Müslim, Ebû Hüreyre, İbn Ömer ve Ebû Said’den)
“Medine’de ölmeye gücü yeten (yani ikamet etmek
isteyen) Medine’de ölsün. Çünkü Medine’de ölen herkes
için kıyâmet gününde ben şefaatçiyim.” (Tirmizî ve İbn Mâce,
İbn Ömer’den)
Bu üç bölgeden başka bütün yeryüzü ikamet için eşittir.
Ancak İslâm devletinin sınırlarında ikamet etmek, bu hükmün
dışında kalır. Hududları beklemek için, sınırlarda ikamet et-
mekte de büyük bir fazîlet vardır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hükmü belirtmek gaye-
siyle şöyle buyurmaktadır:
“Ziyâret amacıyla ancak üç mescide kafileler tertib
edilebilir: 1) Mescid-i Haram, 2) Şu (Medine’deki) mesci-
dim, 3) Mescid-i Aksâ.” (Müslim ve Buhâri, Ebû Hüreyre ve Ebû
Said’den)
(İmâm Gazâli, İhyâ-i Ulumi’d-din, c.1, s.694-696)
SİZDEN HİÇBİRİNİZ İŞLEDİĞİ SALİH
AMELLERİ İLE CENNETE GİREMEZ
Resûlullah (s.a.v.), “Sizden hiçbiriniz işlediği salih amel-
leri ile cennete giremez. Ancak Allah (c.c) rahmeti ile onu
örtecektir.” buyurdu. Dediler ki: ”Sende mi ya Resûlallah?”
Resûlullah (s.a.v.): “Evet! Ben de”, buyurdu. (Tirmizi)
Hadisi şerifte ifade edilenler gerçek ise niçin hesaba çeki-
liyoruz? Eğer insan işlediği amelleri ile cenneti hak etmiyorsa
cennete girmek için neden ameli salih şart koşulmuştur? Man-
tıklı olanı Allah’ın engin rahmeti ile dilediğini cennete koyması
değil midir?
Hakikat şu ki insanların işledikleri salih ameller Allah (C.C.)
katında onun mülküne herhangi bir katkı sağlamaz. Sâlih amel-
ler ne kadar çok yapılırsa yapılsın, Allah’ın yarattığı nimetlere
denk olamaz.
İnsanın dünyada iken işlediği salih ameller Allah’ın ona ver-
diği göz nimetini bile karşılamaz.
Gerçek şu ki Allah’ın kanunlarına tabi olan insanın Allah’a
bir yararı dokunmaz. Aksine Allah’ın kanunları insanların kendi
yararları içindir.
Bizim hangimizin Allah’ın kudretine ihtiyacı yoktur ki! İnsa-
nın hayatında öyle zor anlar olur ki onu Allah’tan başka kurta-
racak hiçbir sebep ve güç kalmaz. İşte o zor anlarda hiç bile-
mediğin ve idrak edemediğin biçimde kurtuluş kapıları açılır ve
Allah’ın yardımı yetişir.
Allah’ın bir takım yasalar koyarak bizim onlara uymamızı
istemesi kendisine bir yararı dokunacağından değildir. Örne-
ğin insan namaz kıldığında, bu namazın Allah’a hiçbir yararı
dokunmaz. Fakat kılınan namazın yararı yine kulun kendisine
döner. Kul ibâdetlerini yerine getirdiği zaman Allah (C.C.) onu
asla yalnız bırakmaz, güçlükte, darlıkta ve zor anlarında daima
yardımcısı olur.
Öyleyse Allah’ın yasaları insanların kendi yararları içindir
diyoruz. Kıyâmet günü bu yasalara uyanları ödüllendirmesi ise
Allah’ın kullarına olan fazlındandır.
(Muhammed Mütevelli Şa’râvi, Kur’ân’da Kıyâmet Sahneleri, s.123)
DİNDE ORTA YOLDAN AYRILMAMALIYIZ
Bazı müslümanlar kendi mensubu bulundukları guru-
bun dışındakilerini hoş görmez ve daima her konuda kendi
güzellikleri ve doğruluktan ile övünürler. Bunlardan bazıları
cübbeli gezmeyenlere veya onun gibi giyinmeyenlere hor
ve başka bir nazarla bakarlarken kimileri de kravat takma-
mayı eleştirirler. Kimileri ise sakal bırakmanın bugün fitne-
ye sebep olabileceğini ileri sürerek delilsiz şahsi yorumları
ile bu sünneti tamamen terkederler. Bununla birlikte sakal-
lıları tenkid ederler.
Ayrıca bazıları şeyhine mürid olmayan veya grubuna
mensup bulunmayan müslümanları dalâlet içinde gör-
mekte, İslâm’a hizmet eden bir alimi veya takva sahibi bir
mü’min kardeşini sevmemekte ve yabancı gözüyle gör-
mektedirler. Kitab okumak istediği zaman kişilerin sadece
kendi üstadlarının veya gruplarının eserleri ile tanışmasını,
başka kitap veya eserleri okumalarına izin verilmemesini
veya okutulmak istenmemesini sağlarlar. Diğer değerli ilmi
eserlere karşı bir ilgisizliğe sebebiyet verirler. Şeyhlerinin,
üstadlarının veya efendilerinin o konudaki görüşü tercih
edilmediği ve zayıf görüldüğü halde Ehl-i Sünnet ulemanın
tercih ve fetvalarını bir kenara iterek zayıf ve yanlış fetva-
larla amel etmekte ısrarlı davranırlar. Oysa ki bu ısrar ha-
tanın en büyüğüdür. Hatta bazı müslümanlar, kendi yapa-
madıkları sünnetler başkaları tarafından yapıldığında sanki
yapılan sünnet değil de bir bidat imiş gibi kınama ve tenkid
yağmuruna tutarlar.
Peygamberlerden başka hiç bir kimsenin masum olma-
dığı, Ehl-i Sünnet inancından olduğu halde, bazı safdil
müslümanlar şeyhlerini masum sanmakta, cahil olmasına
rağmen, onun hiç bir zaman yanılmayacağına inanmakta
veya öyle sanmaktadırlar.
Halbuki fıkıh kitaplarındaki fetva verilen görüşlerin dışı-
na çıkmamak gerekir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, s.17-18)
İSLAM’DA KADININ VAZİFELERİ
İslâm’da kadının başlıca vazifeleri şunlardır: Kulluk vazife-
leri yâni ibâdetlerini yerine getirmek. Kişisel vazifeleri, namus
ve iffetine leke getirecek şeylerden sakınmaktır. Ailevi vazifele-
ri; kocasının meşru’ isteklerine itaat etmek, çocuklarını terbiye
etmek, kocasının malını korumak.
Allâhu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Erkekler, kadınlar üze-
rinde kaimdirler (onların işlerini görürler, yöneticidirler).
Bu, Allah’ın, bazısını üstün kılmış olması ve erkeklerin,
mallarından infak eder olmaları sebebiyledir. Bu durumda
sâliha kadınlar, itaatkâr olup Allah’ın korumasını emrettiği,
kocasının bulunmadığı zamanda da koruyanlardır.” (Nisâ s.
34) Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Hangi kadın, ko-
casının izni olmaksızın, kocasının evinden çıkarsa; evine
dönünceye veya kocası ondan razı oluncaya kadar Allâhu
Teâlâ’nın gazâbındadır.” (Hatip, Muhtarul, s. 50.)
Resûlullah (s.a.v.), bir hadîsinde kadının vazifelerini sayar-
ken şöyle buyuruyor: “Bunlardan biri; kocasının evinden
onun izni olmadan çıkmamasıdır. Eğer böyle yaparsa Al-
lah (c.c.) ve gazâb melekleri ona, tövbe edinceye veya geri
dönünceye kadar la’net eder.” (Tayalisî Müh. Ehadis, s. 67.)
Şu hadîs-i şerîfte genel olarak kadının mes’uliyetini beyan
etmektedir: “Kadın; beş vakit namâzını kıldığı, Ramazan
orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat
ettiği vakit ona, ‘cennetin hangi kapısından istersen gir.’
denilir.” (Feyzü’l-kadir c.1, s.392)
Allah (c.c.) herkese yaratılışta hakkını vermiştir. Allâhu
Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yaratan hiç bilmez olur mu?” (Mülk
kındaki hükmüne râzı olmuş demektir. Allâhu Teâlâ; kadın ve
erkek her iki cinse de kapasitelerine ve kudretlerine göre fark-
lı sorumluluklar vermiştir. Herkes, kendine çizilen sınıra razı
olsa, sosyal düzen de kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Her iki
cins, kendi fıtrî özelliklerini koruyacak ve bu sayede; işsizlik,
maaşların yeterli olamaması gibi problemler de ortadan kalka-
cak veya en aza inecektir.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetlerinden derlenmiştir.)
CUMA NAMAZININ ÖNEMİ VE TÜRKİYE’DE
CUMA NAMAZI MESELESİ
Cuma namazının şartlarının bir kısmının olmadığı gerek-
çesiyle ‘Türkiye’de Cuma namazı kılınamaz’ düşüncesi yayıl-
maya çalışılmaktadır.
Hadis-i şerîfte “Her kim hayâtımda veya benden sonra,
gerek âdil ve gerek zâlim bir imâmı bulunduğu halde ha-
fife alarak, yâhud inkâr ederek Cuma’yı terk ederse Allâh
onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiç bir işini mü-
barek kılmasın…” buyurulmuştur.
Cuma namazı, hür, akıllı, baliğ, mukim, erkek olan ve has-
ta olmayan her Müslümana farzdır.
Hanefi mezhebine göre ise Müslümanların başındaki ida –
reci Müslüman ise cuma namazını kılabilmek için onun izni
şart koşulmuştur. Şâyet idareci Müslüman olmazsa veya Müs-
lüman olduğu halde izin vermezse imkan olursa yine kılına-
caktır. Şöyle ki;
Birincisi: Sultanın izninin şart olması, delîl yönünden,
muhkem bir farz olan Cuma namazının farz oluşunu düşüre-
cek kuvvette asla değildir. Bu sebeple farziyyetini inkâr eden
kâfirdir. Halbuki sultanın izni şartı, zan ifâde eden ve manası
kesin olmayan haber-i vâhidle sabittir. İzn-i sultanî hatırına
Cuma namazını feda etmek uygun olmaz.
İkincisi, aslında Cuma günü bütün mahalle mescidlerini
kapatıp, Cuma namazını merkezî bir veya iki câmide edâ et-
mek gerekir ki geçmişteki uygulamalar böyledir. Bu durumda
namazı kimin kıldıracağı hususunda halk arasında kavga,
tartışma çıkabilir. Çünkü böyle kalabalık cemaatler huzurunda
hutbe okuyup namaz kıldırmaya çok kimseler tâlip olabilir.
Şurası kesin bilinmelidir ki; şer’î bir özür olmaksızın
Cuma’yı terk etmek, neticesi münafıklığa varacak olan büyük
bir hüsrandır. Buna işaretle Allâh (c.c.); Cuma sûresinden
sonra gelen Münâfikûn sûresinde şöyle buyurmuştur: “Ey
İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğra-
yanlardır.” (Munâfikûn s. 9)
(Misvak Neşriyat, Hakk Dînin Bâtıl Yorumlarına Cevaplar, s. 283-285)
KOMŞU HAKKININ ÖNEMİ
Komşu hakkı o kadar büyüktür ki, neredeyse komşu
komşuya vâris olacak derecededir. Ana, baba ve akraba
hakkı gibidir. Yalnız veraset yoktur. Bir hadîs-i şerifde Efen-
dimiz (s.a.v.) “Cebrail aleyhisselam, komşu hakkının
öneminden o kadar bahsetti ki, komşuyu komşuya mi-
rascı kılacak zannettim.” (Buhâri) buyruldu.
Kokulu yemek pişirince bir miktarını komşularına ver-
melidir. Çarşıdan meyve ve yiyecek şeyler alınca, komşula-
rına ve komşu çocuklarına vermelidir. Eğer vermeyecekler
ise, gizli götürüp, kendi çocuklarına verip evden dışarı çı-
karmamalıdır. Komşuları fakir ise, ara sıra sadaka ve zekât
vermekle ve hediye ile onlara ikramda bulunmalıdır. Fakir-
dir diye kıymet vermemezlik etmemelidir. Arada bir evine
davet edip, hatırlarını sormalı, sofraya çağırıp beraber ye-
mek yemelidir. Hasta olurlarsa evlerine gidip hâl ve hatır-
larını sormalıdır. Vefat ederlerse, cenazesini kaldırmalıdır.
Mümkün olduğu kadar ihtiyaçlarını görmelidir. Bir zarara
uğrarlarsa yardım etmeli ve bir iyilik gelirse tebrik etmelidir.
Borç para isterlerse esirgememelidir. “Sadakanın sevabı
bir kat, borcun sevabı onsekiz kattır” diye hadîs-i şerifte
bildirilmiştir. Komşusundan izinsiz onun evine karşı yüksek
bina yapmamalıdır. Onun bir taşına zarar vermemelidir.
Gizli şeylerini yaymamalıdır. Gıybet etmemelidir. Haremleri
tarafına bakmamalıdır.
Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Sâlihleri çok sev-
melidir. Fâsıklara, fâcirlere ve zalimlere nasihat ve va’z
etmelidir. Dinden çıkanlarla dostluk etmemelidir. Kusurları
mümkün mertebe affetmelidir. Elden geldiğince emr-i mâruf
ve nehy-i münker etmelidir. Zira Efendimiz (s.a.v.) ümme-
tinin diğer ümmetlerden üstünlüğü, emr-i mâruf ve nehy-i
münker etmek sebebiyledir. Bunu yerine getirenlere Allâhu
Teâlâ yüksek dereceler verecektir.
(Kadızâde Ahmed, Birgivî Vasiyetnamesi Kadızâde Şerhi, s. 228-229)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Peygamberimiz (s.a.v), “Besmele her kitabın anah-
tarıdır. Besmele ile başlanmayan her meşrû iş kesik
(bereketsiz)dir” buyurdular. Yine buyurdular ki: “Ceb-
rail (a.s.) bana vahiy getirdiğinde ilk indirdiği şey
Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.”
Hazreti Adem (a.s.)’a ilk olarak Besmele nazil olunca,
“Zürriyetim, Besmeleyi okumaya devam ettiği sürece azap-
tan emin olur” dedi. Besmele Hazreti Adem’den sonra kal-
dırıldı. Hazreti İbrahim (a.s.)’a Hamd sûresinde tekrar na-
zil oldu. İbrahim (a.s.), Nemrut kendisini ateşe atmak için
mancınığa koyduğunda Besmele okudu. Allah (c.c.) ateşi
İbrahim (a.s)’a soğuk ve selâmet eyledi. Besmele İbrahim
(a.s.)’dan sonra tekrar kaldırıldı. Sonra Mûsâ (a.s.)’a indi-
rildi. Hazreti Mûsâ, Firavun’a ve sihirbazlarına Besmele ile
galip geldi. Ondan sonra Besmele tekrar kaldırıldı. Sonra
Süleyman (a.s)’a indirildi. Melekler ona, “Ey Süleyman!
Bugün mülk ve saltanatın tamamlandı” dediler. Hazreti
Süleyman Besmeleyi neye okusa emrine girerdi. Besme-
le ile diğer milletlere galip geldi. Besmele tekrar kaldırıldı.
Sonra İsâ (a.s.)’a indirildi. Hazreti İsâ ve havariler Bes-
mele okuyarak feraha erdiler. Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“Ey Îsâ! Sana hangi âyetin indirildiğini biliyor musun?
Bismillâhirrahmânirrahîm emniyet âyetidir. Her durum-
da onu çok oku. Okumanın ve namazının başı Besmele
olsun. Kim namazdan ve bir şey okumadan önce onu
okumaya devam ederse, ölümü kolay olur. Kabirde
Münker ve Nekir onu korkutmaz. Kabir onu sıkmaz. O
kimse rahmetime kavuşur. Kabri nurlanır. Kabrinden
onu vücudu ve yüzü beyaz olarak haşrederim. Mîzânı
ağır gelir. Sırat üzerinde onun nurunu tamamlarım.
Böylece cennete girer. Kendisine, saadete ve mağfire-
te kavuştun diye müjde verilir.” Hazreti İsâ, “Yâ Rabbi!
Bu sadece bana mı mahsustur?” diye sordu. Allah (c.c.),
“Sana, sana uyanlara ve senden sonra Ahmed (s.a.v.)’e
ve onun ümmetine mahsustur” buyurdu.
(Muhammed Alaaddin b. İbni Âbidin, Üç Boyutuyla İslâm s. 11-13)
ANA BABANIN EVLAT ÜZERİNDEKİ HAKLARI
Anne ve babaya riâyet etmeli, yüksek sesle konuşmama-
lıdır. Bazı işlerine incinip öf! dememelidir. Âyet-i kerîmede,
“Anne ve babaya öf! deme” (İsra s. 23) buyuruldu. Bir başka
âyet-i kerimede, “Onlara acıyarak tevazu kanadını (yerlere
kadar) indir ve: Yarab! Onlar beni çocukken nasıl terbiye
ettilerse sen de kendilerini (öylece) esirge, de.” (İsra s. 24)
buyuruldu. Bir kimse anasına ve babasına alçak gönüllü olarak
Ana babasına şefkat ve merhametle baksa, Allâhu Teâlâ ona
çok sevablar ihsân eder ve ona rahmet nazarı ile bakar.
Günah olmayan emirlerini yapmalıdır. Zira, “Allâhu Teâlâ’nın
indinde günah olan şeylerde, insanlara itaat olunmaz.”, kaide-
sine göre günah olan şeyde kimseye itaat caiz değildir. Bir
kimsenin anası ve babası kâfir bile olsa, nafakalarını vermek
ve hizmetlerini yapmak evlâdına vâcibdir. Küfür tarafına çek-
mezlerse, arada bir evlerine gitmek caizdir. Eğer küfür olan
şeylerden birine davet etmesinden ve tedricen küfre çekmesin-
den korkulursa, evlerine ve yanlarına gitmesi caiz değildir. Bu
vaziyet karşısında dostluğu kesmek vâcibdir. Nafakalarını bir
kimse ile gönderir. Anası babası Ehl-i sünnetten değil ise, yine
böyledir. Kiliseye ve meyhâneye götürmek caiz değildir. Çirkin
bid’atlerin işlendiği yerlere götürmek de böyledir. Böyle yerler-
den alıp, evine götürmek caizdir. Dövmesine ve bağırmasına
sabretmelidir. Karşılık vermemelidir.
Yemenli bir zât, cihada gitmek için Peygamberimiz
(s.a.v.)’den izin istemişti. Peygamberimiz (s.a.v.) ona, “Anan
baban sana izin verdi mi?” buyurdu. O zât, “Hayır” dedi. Pey-
gamberimiz (s.a.v.) ona: “O halde onların yanına dön ve on-
lardan izin al. İzin verirlerse bizimle cihada katılırsın. Ver-
mezlerse onların yanlarında kal ve elinden geldiği kadar
onlara hizmet ve iyilikte bulun. Çünkü ana babaya hizmet
etmek, tevhidden (inanmaktan) sonra insanı Allah’a yak-
laştıracak şeylerin en üstünüdür.”
Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular:
“Ana babaya iyilik ve itaat etmek, (nâfile olan) namaz
oruç, hac, umre ve cihattan üstündür.”
(Kadızâde Ahmet Efendi, Birgivî Vasiyetnamesi Kadızâde Şerhi, s. 228)
ALLAH İÇİN KARDEŞ OLMAK
“İnsanlardan ancak, kendisiyle birlikte bulunduğu sü-
rece iyiliğini artırdığın, kötü hâlini azalttığın, ona karşı bir
kusur işlediğinde seni bağışlayan, kendisine bir kötülük
ettiğinde senden özür dileyen, sana yük olmayan ve se-
nin sıkıntılarını gidermede sana yeten kimse ile arkadaş
ol.”
Gerçekten bu sıfat ve ahlâklar, en az bulunan şeyler-
dendir. Adamın birisi, Cüneyd-i Bağdadî’ye: “Bu zaman-
da Allah için kardeş bulmak çok zor!” dedi. Hazret sustu,
adam sözünü tekrar etti. O zaman Cüneyd-i Bağdadî
şöyle dedi: “Allah için kardeş edinmek istediğinde, senin
yükünü çeken ve eziyetine tahammül eden kimse ara.
Vallahi bu sıfatta insan çok azdır. Eğer Allah için kardeş
istiyorsan, sen onun yükünü çek, sıkıntısına sabret. Be-
nim yanımda böyle bir grup insan var; eğer istersen seni
onlara gönderebilirim.”
Bir kimse, kardeşinden yükünü çekmesini istediği
zaman, o, Yüce Allah için kardeşini seven değil; aslında
nefsini seven birisidir. Karşı tarafa eziyet etmemek, kar-
deşlik değildir; gerçek kardeşlik Allah için sevdiği kimse-
nin eziyetine sabretmektir.
Seleften birisi, oğluna şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Yavrum! İnsanlar içinde ancak şu kimselerle arkadaş
ol: Sen fakir olunca, sana yaklaşır; zengin olduğunda
sendeki mala tamah etmez, mertebesi ve makamı yük-
seldikçe, sana üstünlük taslamaz, onun için tevazu gös-
terdiğinde senin şerefini korur, ona muhtaç olduğunda
ihtiyacını giderir, kendisiyle birlikte olduğunda seni ede-
biyle süsler. Eğer böyle bir kimseyi bulamazsan başka
kimseyle arkadaş olma!”
Bir adam, haberi yokken, bir kardeşinin evine gelir-
di; ailesine: “Ununuz var mı? Zeytinyağınız bulunur mu?
Şuna ihtiyacınız var mı? diyerek sorardı; eğer: “Yok!” der-
lerse, lazım olan şeylerini satın alıp getirirdi.
(Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l Kutub, s.359-367)
İSLAM CEZA HUKUKUNUN ESASLARI
İslâm şeriatı suçlar için hem bu dünyada hem de âhirette
cezaların var olduğunu açıklamıştır. Ahirette verilecek cezalar
Allah’a ait olup kıyamet günü Allah, günahkarları cezalandıra-
caktır. Bazı sahabîler âhiret azâbından kurtulmak için dünyada
devlet tarafından cezalandırılmak üzere suçlarını itiraf etmiş-
lerdir. Bu nedenledir ki Resûlullah (s.a.v.)’e gelen Ğamidiye’li
kadın: “Ey Allah Rasülü! Beni temizle” diyordu. Nitekim
Resûlullah (s.a.v.) zamanında birçok kişi işledikleri suçları itiraf
ederek âhiret azâbından kurtulmak için dünyada cezalandırıl-
mayı kabul etmişler, dünyada çekecekleri acıya ve kısasa razı
olmuşlardır. Çünkü dünyadaki azap, âhiretteki azaptan çok
daha hafif ve kolaydır. Özetle cezalar, engellemeler ve zorla –
malardan ibarettir.
Devlet tarafından suçlara ve günahlara uygulanacak olan
bu cezalar, Allah’ın emir ve yasaklarını uygulayabilmenin tek
yoludur. Yüce Allah birtakım yasaklayıcı hükümler koyduğu gibi
bunların ihlali durumunda uygulanması için de cezai hükümler
koymuştur. Allah (c.c.) malın korunmasını emretmiştir. Bu hu-
susta Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kendi gönül
rızası ile olmadıkça müslüman bir kimsenin malı kardeşine
helal değildir.” (Ahmed b. Hanbel) “Şüphesiz ki mallarınız ve
canlarınız birbirinize haramdır.” (Buhâri, Hacc)
Allah’ın bu emrinin uygulanması için hırsızlık yapanın elinin
kesilmesini gerektiren hükümler konulmuştur. İnsanların zina
yapmaları yasaklanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Zinaya yaklaşmayınız. Doğrusu bu (zina) kötü bir şeydir.”
(İsra.32) Allah’ın bu emrini uygulamak üzere celd (sopa) ve recm
(taşlama) hükümleri getirilmiştir. İşte temel metot, tüm emredici
ve yasaklayıcı hükümlerin aksine davranılması halinde devlet
tarafından cezalandırılmaktır. Bu nedenledir ki şer’î hükümlerin
uygulanma metodu aykırı davranışlarda bulunanların cezalan-
dırılmasıdır. Bu cezaların nasslarla belirlenmiş ya da izin veri-
len hususlarda yöneticinin takdiri ile belirlenmiş cezalar olması
arasında fark yoktur.
(Abdurrahman Maliki, İslâm Hukukunda Ceza, 2002)
ÇOCUKLARIN ANA BABA ÜZERİNDEKİ HAKLARI
Birisi Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip: “Kime iyilik ede-
yim?” diye sordu. Peygamberimiz “Ana-babaya” dedi.
Adam: “Anam-babam ölmüştür” dedi. Peygamberimiz
(s.a.v.): “Çocuklara” buyurdu. Zira ana-babanın hakkı
olduğu gibi, çocuğun da hakkı vardır. Çocuğun hakların-
dan biri, çocuğa isyân edecek kadar kötü davranmamaktır.
Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Çocuğunu söz dinleyecek şekilde yetiştirmeyen
ana-babaya Allah acısın…”
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor; Resûlullah (s.a.v.) buyuruyor
ki:
“Çocuğunuz yedi günlük olunca akika kurbanı ke-
sin ve ismini koyun. Altı yaşına gelince nezaket, terbiye
ve utanmayı öğretin. Sekiz yaşına gelince namaz kıldı-
rın. Dokuz yaşına gelince güzel elbise giydirmeye son
verin. On üç yaşına gelince, namaz kılmazsa döverek
kıldırın. On altı yaşına gelince evlendirin. Elini tutup:
Seni büyüttüm, terbiye ettim, ilim öğrettim ve evlen-
dirdim. Dünyada senden gelecek zarardan ve âhirette
senden gelecek azaptan Allah’a sığınırım, deyin.”
Çocuklara bir şey verirken , severken veya iyilik yapar-
ken eşit davranmak gerekir. Küçük çocuğu öpüp sevmek
Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetidir. Zira Peygamberimiz
(s.a.v.) Hz. Hasan (r.a.)’ı öperdi. Akra İbni Habis : “On oğ-
lum var, hiçbirini öpmedim.” deyince Efendimiz (s.a.v.) şöy-
le buyurdu: “Çocuğuna merhamet etmeyene merhamet
edilmez.”
Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) namaz kılıyordu. Secde-
ye gittiğinde küçük olan Hz. Hüseyin (r.a.) omuzuna bindi.
Peygamberimiz (s.a.v.) secdesini o kadar uzâttı ki ashab
vahiy geldiği için secdesini uzâtmak mecburiyetinde kaldı-
ğını zannettiler. Selam verdiği zaman “vahiy mi geldi?” de-
diler. Peygamberimiz (s.a.v.), “Hayır, Hüseyin omuzuma
çıktı, onu düşürmek istemedim.” buyurdu.
(İmâm Gazâli, Kimyay-ı Saadet, s.289)
AMELLERİN ÖNCELİK SIRASI
Büyüklerden biri şöyle der: “Faziletleri işlemeye farzları
işlemekten daha fazla önem veren kişi aldanmıştır. Kendi
nefsini bırakıp başkalarının kusurlarını araştıran kişi kendi
kendine tuzak kurmuştur.”
Sahâbe-i Kiramdan biri nâfile namaz kılmaktaydı.
Resûlullah (s.a.v.) onu çağırdı. Fakat o sahabi namazı bı-
rakıp Resûlullah’ın (s.a.v.) çağrısına icabet etmedi. O saha-
bi, Allâhu Teâla’nın huzurunda ibâdet etmenin Resûlullah’ın
(s.a.v.) davetine icabet etmekten daha fazîletli olduğunu
düşündü. Namazını bitirip selam verdikten sonra gelince,
Resûlullah (s.a.v.), kendisine: “Seni çağırdığım anda ya-
nıma gelmene engel olan ne idi?” diye sordular; Sahabî:
“Namaz kılıyordum!” diye cevap verdi. Bunun üzerine
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Sen Allâhu Teâla’nın “Ey îman
edenleri Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman,
Allah ve Rasulüne uyun. Bilin ki, Allah kişi ile onun
kalbi arasına girer. Siz mutlaka onun huzurunda top-
lanacaksınız” (Enfal: 24) buyurduğunu işitmedin mi?”
buyurdular. (Buhâri)
O sahabinin Resûlullah’a (s.a.v.) icabet etmesi daha
fazîletliydi; çünkü kıldığı namaz nâfileyken, Resûlullah’a
(s.a.v.) icabet etmesi bir farzdı.
Kul, bilgisinin eriştiği ve gücünün yettiği kadarıyla ön-
celikle haramlardan kaçındıktan sonra, üzerine farz olan
amelleri yerine getirmekle işe başlar. Farzları sağlam ve
mükemmel bir şekilde yerine getirmeden fazîletlerle meş-
gul olmaz; çünkü fazîletler, sermaye üzerine gelen kâr gibi-
dir ve sermaye olmadan kâr da olmaz. Her fazîletin mutlaka
âfetleri de vardır. Ancak o âfetlerden kurtulanlar, fazîletin
kârını elde edebilirler. Her güzel amelin bir sıkıntısı ve zor-
luğu vardır; bunlara katlananlar o güzellikleri elde ederler.
Bu fazîletlerin âfetlerinden kurtulmayı başaramayanlar, o
büyük fazîletleri elde edemezler. Bunlar için gerekli sabır
ve tahammülü gösteremeyenler, fazîletlerin sağladığı yüce
makamlara çıkamazlar.
(Ebû Tâlib El-Mekki, Kûtu’l-Kulub, c.4, s.88-91)
DİNDE OLMAYAN İBÂDET(!) ŞEKİLLERİ
VE SAHTE ŞEYHLER HAKKINDA BİR FETVA
Kurtubî hazretleri, Tartûşî (r.h.) hazretlerinden nakleder:
Kendisine soruldu:
Sual: -“Bir kavim (bir topluluk), bir yerde toplanıyorlar.
Kur’ân-ı kerimden bir şeyler okuyorlar. Sonra da, onların
söyleyeni kendilerine şiir (ilâhî, kasîde, naat ve benzeri)
şeyler söylüyor. Raks ediyorlar. Coşuyorlar, Def çalıyorlar
ve (yollarının büyüklerini) methediyorlar… (Ney ve kaval
gibi aletleri üflüyorlar). Böyle bir toplulukla hazır olmak ve
onlarla beraber olmak helal mi değil mi?”
Cevap: “Böyle yapan (sevap ve ibâdet niyetiyle def ça-
lan, methiyeler okuyan ve coşan) kişilerin yolu,
1- Betâlet (boş şeylerle meşgûl olmak),
2- Cehâlet ve Dalâlettir. (Yani sapıklıktır)
İslâm dini, Allâh’ın kitabı (Kur’ân-ı kerim) ve Resûlüllah
(s.a.v.) hazretlerinin sünnetinden başka bir şey değil-
dir. Raksetmek ve kendinden geçmeyi (ve coşmayı), ilk
ihdâs eden (dünya tarihinde ilk uyduran) kişi Sâmirî ve
arkadaşlarıdır. Sâmirî’nin yapmış olduğu buzağıya tapan
Yahudîlerdir… Samiri ve Yahudîler, buzağı sesi gibi böğür-
mesi olan buzağı heykelinden bir ceset edindikleri zaman;
ayağa kalktılar ve onun çevresinde raksetmeye başladılar.
Ve kendilerinden geçtiler. İşte bu (raksetmek ve kendinden
geçip coşmak) kâfirlerin dinidir. Buzağıya tapan müşrik
Yahudîlerin dinidir. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri ve ashâbı
ise (hâşâ raksetmek, kendinden geçmek ve coşmak şöy-
le dursun) başlarında uçacak kuş varmışçasına vakar ve
sükûnetle otururlardı.
Sultan ve sultanın naibine (idârecilere) gereken vazife,
(din adına def çalarak raks eden, oynayan, coşan ve ken-
disinden geçenlerin) mescidlerde ve başka yerlerde top-
lanmalarına mâni olmaktır. Allâh’a ve âhiret gününe îman
eden bir kişiye, onların meclisinde hazır olmak helâl değil-
dir. Onların bâtıl işlerinde onlara yardım etmesi kesinlikle
helâl değildir…
(Demirî, Hayâtü’l-Hayevânü’l-Kübrâ c.1, s. 458)
KİŞİ ARKADAŞININ DİNİ ÜZEREDİR
Yüce Allah’ın salih kullarını, takva sahibi ilim adam-
larını tanımak, onlarla dostluk kurmak, hayatta olan-
larının kendilerini, irtihal etmiş olanların da kabirlerini
ziyaret etmek de, Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’i sev-
menin alâmetlerindendir. Ehl-i sünnetin selef ve halef
uleması bunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnete muha-
lif, başta Vehhabilerin iddiaları tamamen delil ve mes-
netten yoksundur. Hatta Vehhabiler Kainatın Efendisi
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin mübarek kabri şeriflerini
ziyaret etmeyi de şirk ve irtidat olarak kabul etmektedir.
Bu konudaKur’ân-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Sa-
bah ve akşam Allah’ın rızasını dileyerek Rableri-
ne duâeden kimselerle beraber nefsini sabırlı tut.
Dünya hayatının süsünü arzu edip de gözlerini
onlardan “o Rablerine duâedenlerden” başkasına
çevirme. Bizi anmak hususunda kalbine gaflet ver –
diğimiz kimseye itaat etme ki, o, keyfinin ardına
düşmüş ve işi de haddini aşmak olmuştur.” (Kehf. 28)
Bu âyeti kerime ile yüce Allah (c.c.), Resûlüne şöyle em-
rediyor: Ey Habibim, temiz nefsini devamlı olarak Allah’ın
rızasına nail olmak için, ona duâeden mü’minlerle be-
raber tut, dünyaya düşkün ve şehvetlerinin peşine düş-
müş, Allah’ın zikrinden gafil olanlarla beraber olma.
“Ebû Musa El Eş’ari (r.a.) Resûlullah Efendimizden
(s.a.v.) şöyle rivâyet eder: “İyi insanlarla ve kötü kimse-
lerle oturanların misali şöyledir: Güzel koku satan ile
körük çeken kimse ile beraber oturmaya benzer. Gü-
zel koku satan ile beraber olan onun güzel kokusun-
dan istifade eder veya alırsın, körük çekenle beraber
olduğun zaman da, ya kıvılcım elbiseni yakar veya
onun kokusundan rahatsız olursun.” (Buhâri, Bey’ı kitabın-
(Mehmet Çağlayan, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.193-195)
BESMELE-Yİ ŞERÎF
Cenâb-ı Hakk, her hayırlı işe Besmele ile başlanma-
sını emir buyurmuşlardır.
Bu husûs çeşitli âyet-i celîlelerde beyân olunmuştur.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de:
“Herhangi bir hayırlı işe eğer Besmele ile başlan-
mazsa o iş ebter (hayırsız) olur.” yani “Sonu hayır ile
tamâmlanmaz ve bereketli olmaz.” buyurmuşlardır.
Rûhü’l-Beyân tefsîrinde naklolunur ki:
“Fir‘avn henüz ulûhiyet (ilâhlık) da‘vâsında bulunma-
dan önce sarayının kapısına “Bismikellâhümme” yaz-
dırmıştı.
Mûsâ aleyhisselâma îmân etmediği için Mûsâ (a.s.),
Cenâb-ı Hakk’a: “Ya Rabbi ben onu da’vet ediyorum;
ama onda bir hayır görmüyorum.” diye ilticâ ettiğinde
Cenâb-ı Hakk:
“Her halde sen onun helâk edilmesini istiyorsun.
Ve sâdece onun küfrünü görüyorsun, ben ise onun
kapısına yazdırdığı yazıyı da görüyorum.” buyurdu.
Besmele: Ben, dünyâda dostlarına, düşmanlarına
ve yarattığı bütün canlı mahlûkâta rızık verici, âhiret-
te de ancak mü’min kullarına cennet ve cemâl ni‘met-
leriyle in‘âm ve ihsân edici Allâh’ın ismiyle (bu işe)
başlıyorum, demektir. (Kenzü’l-İrfân, 78. s.)
Kim Besmele-yi şerîfi süveydâ-yı kalbine bir ömür bo-
yu dilinden düşürmemek üzere nakşederse rahmete lâ-
yık olur.
Cenâb-ı Hakk, Fir‘avn’a, Fir’avn olduğu halde sarayı-
nın kapısına bir Besmele yazdırdığı için bu kadar mühlet
veriyor. Onu kalbine yazan bir mü’minin ne kadar âtıfet-i
İlâhiyye’ye mazhâr olacağı bedîhidir (besbellidir). Duâsı-
na da muhakkak sûrette icâbet (duâsı kabûl) olunur.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Musâhabe, 2.c. 10.s.)
ŞEYTAN VE ZÜRRİYETİ
“Onu ve zürriyetini dost mu ediniyorsunuz?”
Âyet-i Celîlesi’nin tefsîrinde Mücâhid’in anlattığına göre;
İblis’in beş evlâdı vardır. Her birini bir işe ayırmıştır.
Bunlar Sebür, Aver, Mebsût veya Misvat, Dasim ve
Zelenbur’dur.
Sebür, musîbetlerin sâhibidir. Musîbet ânında, helâk
oldum, mahvoldum, diye feryâd ü figân etmek ve yaka
paça yırtmağa, yüz-göz yaralamağa, câhiliyet âdet ve
an‘anelerine teşvik eder. A‘ver, zinâ işleri ile uğraşır, in-
sanları zinâya teşvik eder ve zinâyı süsler. Mebsût, ya-
lancılığı teşvîk eder. Dasim, insanlarla evlerine girer,
onların kusurlarını ortaya koyar ve âile reîsini kızdırır,
aralarında kavga çıkartır. Zelenbur, çarşı ve pazarlarda
bulunur. Onun teşvîkiyle esnâf hâllerinden şikâyet eder
durur.
Ayrıca Hunzub adında nâmaz şeytânı ve Velhan
adında abdest şeytânları vardır. Şeytânlar çok olduğu
gibi melekler de çoktur.
Ebû Umâme el-Bâhilî, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den
şöyle rivâyet ediyor:
“Her Müslümâna yüz altmış melek müvekkeldir.
Onlar, insanın güç yetiremediği şeyleri ondan uzak-
laştırırlar. Bu cümleden olarak yalnız göze müvek-
kel yedi melek vardır. Sıcak günde bala hücûm eden
sinekleri kovaladıkları gibi, o melekler de göze hü-
cûm eden şeytanları kovarlar. Eğer onları görebilse-
niz, dağlarda ve ovalarda nasıl hazır vaziyette bek-
lediklerini ve ağızlarını açmış hücûm vaziyetinde ol-
duklarını görürdünüz. Eğer insan bir ân için kendi
başına terk edilseydi şeytanlar onu kaparlardı.” (İbn
Ebi’d Dünyâ)
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.), İhyâ u ‘Ulûmiddîn, 3.c., 88.s.)
ALLÂH (C.C.)’NUN RAHMETİNDEN
ÜMÎD KESİLMEZ
Hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: “Cenâb-ı Allâh’dan ri-
câ edip yalvaran fâcir, Cenâb-ı Allâh’dan ümîd kesen
âbidden Allâhü Te‘âlâ’ya ma‘nen daha yakındır.”
Bir adam öldü, Allâhü Te‘âlâ Mûsâ (a.s.)’a vahy buyur-
du ki: Evliyâmdan bir velî öldü, onu gaslet… Mûsâ (a.s.)
geldi ve gördü ki, halk günâhından (fıskından) dolayı O’nu
mezbeleye atmış…
– Ya Rabbi, dedi, sen halkın O’nun hakkındaki kelâmını
işitirsin… Allâhü Te‘âlâ buyurdu:
– O üç şey ile ölümü ânında benden, şefaat diledi ki,
bütün günâhkârlar bunun gibi benden dileseler mağfi-
ret ederim.
Birincisi: Dedi ki, Yârabbi, sen benim bu kötülükleri
şeytanın fiili ile işlediğimi bilirsin, arkadaşlarım da kötü idi.
Fakat bunları kalbim kötü gördü.
İkincisi: Ehl-i fısk ile irtikâb-ı meâsîde beraberdim ama
sâlihler ile oturmayı onlardan daha çok severdim.
Üçüncüsü de: Bir fâcir ve sâlih ile karşılaştığımda sâ-
lih kimseyi, fâcir üzerine tercîh ve takdîm ederdim.
Vehb bin Münebbih şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi eğer afve-
dersen enbiyân ve evliyân ferahlanır, düşmanın şeytan
mahzun olur. Eğer muazzeb kılar isen durum aksine olur.
Şüphe yok ki, evliyânın ferahı senin indinde düşmanların fe-
rahından daha sevgilidir. Beni mağfiret eyle..”
Allâhü Te‘âlâ buyurdu ki: Ben Ğafûr ve Rahîmim, affet-
tim ve rahmetimi ihsân buyurdum. Hassaten kim ki,
günâhını itiraf ile tevbe ederse..
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ancak kâfirler ye’s ile
ümîdlerini keserler. Akıllıya gerektir ki “Rabbinin rahme-
tinden ümîd kesmeyiniz.” (Zümer s. 53) Zîrâ Hakk Te‘âlâ
dünyâda ve âhirette şedâidini kullarından açar ve onları afv
buyurur.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Hz. Yûsuf (a.s.), 107.s.)
BEŞ BÜYÜK ÂFET VE SEBEBLERİ
Abdullâh b. Ömer (r.a.)’dan rivâyete göre, Resûlullâh
(s.a.v.) şöyle buyurdu. “Ey muhâcirler topluluğu! Benim
sizlerin mübtela olmanızdan Allâh’a sığındığım beş şey
vardır ki, onları işlediğiniz zaman büyük âfetlere uğraya-
caksınız.
(Birincisi) Bir millet fuhuş ve ahlâksızlığı âşikâre işler-
se, daha önce hiç duyulmamış yeni hastalıklar meydana
gelir.
(İkincisi) Eksik ölçen ve tartan millet üzerine kıtlık, me-
şakkat ve zâlim idâreciler musallat olacaktır.
(Üçüncüsü) Bir millet zekât vermekten kaçınırsa onlar
üzerine yağmur yağdırılmayacaktır. Eğer diğer canlılar ol-
masaydı, bir damla bile düşmezdi. (Ancak hayvanlar
Allâh’ın günâhsız yaratıklarıdır. Ondan dolayı zaman zaman
biraz yağmur yağacaktır.)
(Dördüncüsü) Verdiği sözde durmayan kavimlere baş-
ka kavimler musallat olacak, onların mallarını ve eşyâla-
rını yağma edeceklerdir.
(Beşincisi) Allâh’ın kanunlarına karşı kanun koyanlar
arasında, iç savaş ve karışıklık olacaktır.” (İbn Mâce, et-Terğîb
ve’t Terhîb)
İbni Ebi’d-Dünyâ’dan rivâyete göre, bir kişi, Hz. Âişe (r.an-
hâ)’dan zelzelenin sebeblerini sorunca, şöyle dedi: İnsanlar
mubah işler gibi hiç çekinmeden zinâ yapar, içki içer ve çalgı
çalarlar da Allâh (c.c.) gayrete gelerek yeryüzüne: “Onları sal-
layıver” diye emreder.
Ömer b. Abdülazîz (r.a.) bütün vilâyetlere şöyle bir ferman
gönderdi: “Allâh (c.c.)’ya hamd ve O’nun sevgili Resûlüne sa-
lâtü selâmdan sonra beyân olunur ki bu zelzele, yeryüzünde
ilâhî azâbın alâmetidir. Ben bütün vilâyetlere yazdım ki, falan
târihte meydanlara çıkarak duâ edip yalvarsınlar. Mal sahible-
ri de hayır hasenât yapsınlar. Çünkü Allâh (c.c.) buyurdu ki
“Muhakkak kurtulmuştur, (ma‘siyetten) temizlenen ve
Rabb’inin ismini anıp da namaz kılan.” (A‘lâ s. 14-15)
(Eşref Alî et-Tehanevî, Amellerin Karşılığı, 19-20.s.)
KÂİNÂT RASTGELE OLUŞMAMIŞTIR
Nature isimli bilim dergisinde yayımlanan araştırma-
ya göre, Namib çölünde yaşayan Stenocara böceğinin
sırtında âdetâ bir mîmârî plan bulunuyor. Bilim adamla-
rı su damlasını etkileyen faktörler arasında matematik-
sel bir denklem bulunduğunu ortaya çıkardılar. Buna
göre rüzgârın hızı, su damlacığının ideal büyüklüğü ve
böceğin sırtındaki tepenin eğimindeki açı arasında özel
bir denge kurulu. Yani tepelerin açısı biraz daha farklı
olsa veya balmumuyla kaplı yüzey biraz daha dar olsa
su böceğin ağzına akmadan buharlaşacaktı. Elbette
böyle bir durumda böcek bu su toplama sisteminden
mahrum kalacaktı.
Bu böcekteki kompleks tasarımın özel olarak yaratıl-
dığı apaçık ortada. Hiçbir böcek çölde yürürken sırtında
özel tepecikler çıkaramaz, bunları özel malzemelerle
kaplayamaz, tepe eğiminin uygun matematiksel açısını
belirleyemez. Bir bilim adamının tasarladığından iki kat
daha etkili bir su toplama ünitesi tasarlayamaz. Yüce Al-
lâh yaşadığı sıcak ortamda böceğe böyle etkili bir su
toplama sistemi bahşetmiştir. Bilimin doğadaki tasarımı
taklit etmeye başlaması O’nun yaratışının kusursuzlu-
ğunu göstermektedir.
Bu sistem şimdi dünyânın kurak bölgelerinde yaşa-
yan insanlara su sağlama projelerine ilham kaynağı olu-
yor.
Allâhü Te‘âlâ’nın varlığını iliklerimize kadar hisset-
mek için öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok. Dünyâ-
nın binbir türlü rengini farketmenize ve bu satırları oku-
manıza vesîle olan gözünüz de, O’nun yüceliğini içiniz-
de hissetmenizi sağlayan kalbiniz de O’nun varlığına
işârettir.
(National Geographic’te Yayınlanan bir belgeselden alınmıştır.)
CENNET İÇİN TÂAT ELZEMDİR
Süfyân bin Uyeyne’den: Mü’min, hasenatından hem
dünyâda hem de âhirette sevâba nail olur. Fakat fâcirin
hayrı ta’cilen (erkenden) dünyâda verilir, ama âhirette
ona nasîb yoktur. Hakîkî ihsân ehli ve mü’minin kemâli
odur ki: Allâh’tan gayri şeylerin hepsinden yüz çevirip te-
veccüh-ü tâm ile Allâhü Te‘âlâ Azze ve Celle Hazretlerine
yönelerek kalbinde ve lisânında Hakk’tan gayri bir şey
bulunmaz. Bazı ârifler dediler ki: Fânî dünyâ hep altın ol-
sa; âhirette topraktan çanak çömlek olsa elbette âhiret
dünyâdan daha hayırlı olur. Şu halde dünyâ fâni toprak,
âhirette baki altın olunca dünyânın hâli, değeri ne halde
kalır? Ebû Hüreyre (r.a.):
– Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Cennet neden halkolundu?
diye sorduk.
– Sudan, buyurdular.
– Bize O’nun binâsından haber verir misiniz? dedik.
– Bir kerpici gümüşten, bir kerpici altından, sıvası
da ezfer miskinden, toprağı za‘ferândan, çakıl taşları
da lü’lü ve yakuttan. Kim ki cennete girerse ebedî
mütene’im (nimete mazhar) olur. O’na ölüm yoktur.
Elbisesi kirlenmez, gençliği son bulmaz, dünyâda ya-
şadıkça ihtiyarlığı arttığı gibi hüsnü cemâli her gün
artar. Cennet için taat elzemdir. Zîrâ tâat cennet ücre-
tinin ve derecelerinin tohumudur… buyurdular.
Allâhım hidâyet yolunda ayağımızın kaymasından bi-
zi koru. Nefs ve hevâya tâbi olmaktan da bizi koru. Bizi
seni tanıyan ve (hidâyet yolunda) emirlerinin hudûdunda
duran, (tam teveccühle) sana teveccüh edip, senden
gayriye muhabbet ve alâkasını terk edenlerden kıl.
Akıllıya gereken: Kopmak bilmeyen sağlam ipe
(Kur’ân’a) yapışmakdır. Bu takdirde övgüye değer bir âki-
bet onun içindir.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Hz. Yûsuf (a.s.), 83-84.s.)
DÜNYÂ BOLLUĞUNDAN KAYGILANMAK
Ukbe b. Amir (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.v.) sekiz
sene sonra Uhud şehîdlerini ziyârete çıktı. Dirilere ve ölüle-
re veda eder gibi onların üzerine namaz kıldı. Sonra minbe-
re çıktı ve:
“Ben sizin önünüzde faratım (Kevser havuzuna ilk
erişeniniz olacağım). Sizin bana mülâki olacağınız yeri-
niz havuzdur. Ben şimdi şu bulunduğum yerden oraya
bakıyorum. Ben sizin (bundan sonra) şirk koşacağınız-
dan endişe etmiyorum. Lakin sizin dünyâ için nefsani-
yetle didişmenizden endişe ediyorum,” buyurdu.
Bu görüşüm, Resûlullâh (s.a.v.)’i (minber üzerinde) son
görüşüm oldu”
Amr b. Avf el-Ensarî (r.a.) anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.),
Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı cizye tahsili için Bahreyn’e gönder-
mişti. Ebû Ubeyde cizye mallarını alarak Medîne’ye döndü.
Ensâr onun geldiğini duyunca sabah namazını Resûlullâh
(s.a.v.) ile birlikte kılmak için (Mescid-i saâdette) toplandılar.
Allâh Resûlü (s.a.v.) namazı kıldırınca (gideceği yere git-
mek için) döndü. Hemen Ensâr -bu sabah namazın- da he-
pimizin burada niçin toplandığımızı biliyorsun dercesine –
Resûlullâh (s.a.v.)’in önünde durdular.
Efendimiz onları böyle görünce gülümsedi ve :
– Öyle sanıyorum ki siz Ebû Ubeyde’nin Bah-
reyn’den birçok şeyle döndüğünü işittiniz? buyurdu.
– Evet, ya Resûlallâh! dediler. Allâh Resûlü (s.a.v.):
– Sevinin ve sizi sevindirecek nimetleri (bundan böy-
ğinden korkmam. Fakat benim endişem, sizden önceki
ümmetlerin önüne yayıldığı gibi dünyâ nimetlerinin si-
zin önünüze de yayılması, onların (bu yüzden) birbirle-
rini kıskanmaları gibi sizlerin de birbirlerinizi kıskanma-
nız ve bunun, onları helak ettiği gibi sizleri de helak et-
mesidir!” buyurdu. (Buhari)
(M.Yûsuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, 2.c., 302-303.s.)
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’NİN ŞEREFİ
Abdülkâdir Geylânî (k.s.), Peygamber (s.a.v.)’i ziyâret
için yolculuk yapmayı, tâatların en güzellerinden, yapılan
işlerin en ileride olanlarından gördüğünü ifâde etmektedir.
Bunun böyle olması, Gavs-ı A‘zam’ın mezhebinin ve sün-
neti seniyyeye uygun bulunan inancının böyle olmasından
ileri gelmektedir. Zîrâ o, ehl-i sünnet mezhebinin fıkıh ve
hadîs âlimlerinden ve sofilerindendir.
Bunların hepsi, İbn-i Teymiyye ve Sehhâbi fırkasınca
yasaklanmış sayılan işlerdendir. Onlar bu bid‘atleri ile,
Ümmet-i Muhammed’in icmâını da tahrif etmiş oldular.
Onların bid‘atleri, müslümanlar ve İslâm dîni üzerine bir
belâ, hem de nasıl belâ olmuştur. Hanbelî imâmlarından
bir çoğu, onlara ve önderleri İbn-i Teymiyye’nin mezmum
bid‘atlerine karşı reddiye olmak üzere bir çok kitaplar telif
ettiler.
İmâm-ı Nevevî’nin sözleri:
Hacc ve umre yapanlar, Mekke’den döndüklerinde
(s.a.v.)’in türbesini ziyâret için Resûlullâh (s.a.v.)’in Medi-
ne’sine yönelsinler. Zîrâ bu ziyâret, yakınlıkların en mü-
himlerinden ve çalışmaların zafere ulaştıranlarındandır.
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim kabrimi ziyâret ederse şefaatim ona
vâcib olur.”
Bu ziyâretin yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.)’e
salâtü selâmı çok okumak müstehâbdır. Gözü Medîne’nin
ağaçlıklarına, haremine eriştiğinde Efendimiz (s.a.v.)’e sa-
lâtü selâmı daha da çoğaltır. Allâhü Te‘âlâdan bu ziyâretle
kendisini faydalandırmasını ve ziyâretinin kabûlünü diler.
Medîne’ye girmezden önce boy abdesti alması ve en
temiz elbisesini giymesi müstehâbdır.
Medîne’nin şerefini düşünür. Zîrâ orası, bâzı âlimler ka-
tında, Mekke’den sonra fazîletçe dünyânın en üstün yeri-
dir. (Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 86.s.)
ALLÂH’IN NUSRETİ
lyaz eI-Eş‘arî anlatıyor: “Ebû Bekir (r.a.)’in hilâfeti döne-
minde meydana gelen Yermük savaşında bulunmuştum. İs-
lâm birliklerinin başında beş komutan vardı. Bunlar: Ebû
Ubeyde, Yezîd b. Süfyan, Şurahbîl b. Hasene, Hâlid b. Velid
ve lyâz (b. Ganm el-Fihrî) (r.a.e). Hz. Ebû Bekir (r.a.) bize:
“Savaş başgösterdiğinde baş komutanınız Ebû Ubeyde’dir”
demişti.
Savaş başladıktan sonra Ebû Bekir (r.a.)’e: “Ölüm üzerimi-
ze coştu” diyerek kendisinden yardım istedik. Bize şu cevâbı
gönderdi:
“Mektubunuzu aldım, benden yardım istiyorsunuz.
Ben size en büyük yardımı yapacak ve hemen askerler
gönderecek birini gösteriyorum: Allâh’ı! O’ndan yardım
isteyin. Muhammed (s.a.v.) Bedir savaşında sayıca sizden
az bir kuvvetle zafer kazanmıştı.”
Düşmanla savaşıp yendik, cesetlerini dört fersahlık alan
üzerine serdik, pek çok ganimet elde ettik.
Ömer b. Hattab (r.a.)’in zamanında, Mısır’ın fethi gecikin-
ce, Ömer (r.a.), Amr b. As (r.a.)’e şu mektubu gönderdi;
“Mısır’ın fethini geciktirmenize şaşıyorum. Senelerdir
onlarla çarpıştığınız halde bir sonuca varamadınız! Bunun
yegâne sebebi düşmanlarınızın sevdiği dünyâyı sizin de
sevmiş olmaya başlamanızdır. Hiç şübhe yok ki Allâh bir
cemaata niyetlerinin doğruluğu nisbetinde yardım eder.
Ben, sana dört kişi göndermiş ve o dört zattan her birinin
-bildiğim kadarıyla- bin kişiye muâdil olduklarını bildir-
miştim. Meğer ki başkalarını bozan şey (dünyâ sevgisi)
onları da bozmuş ola.
Bu mektubumu aldığında halka konuşma yap, onları
düşmanlarıyla savaşmaya, sabırlı ve samîmî olmaya teş-
vîk et. O dört kişiyi halkın (askerlerin) başına getir, ordu-
ya yekvücûd olmalarını fermân eyle. Bunları Cuma günü
zevâl vaktinde yap. Zîrâ o an ilâhî rahmetin indiği, duâla-
rın kabûl gördüğü bir demdir. Halk yüksek sesle AIlah’a
yalvarsın, düşmanlarına karşı O’ndan yardımı dilesinler.”
(M. Yûsuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, 3.c., 368-369.s.)
ALLÂH (C.C.) NÛRUNU TAMAMLAYACAKTIR
Uzun zamandan beri İslâmî eğitim ve öğretim ya tamâmen
terkedilmiş veya yetersiz olmuştur. Hattâ halkı müslüman olan
bir çok ülkelerde dine karşı cepheler alınmış, ortaçağ düzeni-
dir, afyondur, uyuşturucudur denilmiş veya din ilâhî olma özel-
liğinden uzaklaştırılıp yeni yeni eklemelerle devletsiz, idâresiz
ve uysal bir inanç manzumesi hâline getirilmiştir. Kezâ Ehl-i
Sünnet ve akidesine karşı savaş açılmış, küfür düzeni ve ka-
firler övülmüş, din ile dindârlar yerilmiştir. Ehl-i Sünnet’in selef
ve haleflerinin yetiştirdikleri din alimleri yok olmuş, gerçek
alimlerden boş kalan meydanlara cahil fakat kurnaz tilkiler va-
li olmuştur. Allâhü Te‘âlânın mukaddes kitâbı ve Resûlullâh
(s.a.v.)’in mübârek sünneti bu yetersiz ve samimiyetsiz kimse-
lerin fetva, tefsir ve yorumlarına kalmıştır. Gerçek âlimler çeşit-
li hile ve baskılarla susturulmuş, İslâm aleminin hayranlığını
kazanan, hatta bıraktıkları ölmez eserleriyle ve yaptıkları unu-
tulmaz hizmetleriyle gayri müslimlerin bile takdîrini ve tebcilini
alan bu müstesnâ insanları küçük düşürmeye ve hizmetlerini
herhangi bir batı kafirine mâl edilmeye çalışmışlardır. Tüm bu
çabalarla müslümanların kafalarında ve vicdanlarında büyük
yer alan Ehl-i Sünnet ve itikâdını silmeye ve yok etmeye gay-
ret gösterilmiş ve hâlâ da yapılmaktadır.
Bu saldırıların altında ya Ehl-i Sünnet düşmanlığı yatmak-
ta, ya Ehl-i Sünnet yeterince tanımamakta veya Ehl-i Sünnet
düşmanlığı ile İslâm’a dolaylı yollarından saldırılar düzenlen-
mektedir. Bu yüzden öncelikle günümüzde Ehl-i Sünnet üze-
rinde değişik yorumlar, açıklamalar ve düşünceler ileri sürül-
mektedir…
Müslümanlar üzülmesin, kâfirler de sevinmesinler çünkü
yüce İslâm dini hiçbir zaman yok olmayacaktır. Şer kuvvetleri
ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar kendileri gibi üç beş rûh has-
tasından başka hiç kimsenin îmânını alamayacak ve çalama-
yacaklardır. Kıyâmete kadar bu böyle devam edecektir. Onlar
Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat kâ-
firler istemeseler de Allâh muhakkak nûrunu tamamlaya-
caktır.
(Mehmet Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, 10-11-35.s.)
HAFTANIN GÜNLERİNDEKİ HİKMETLER
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimize pazar günü hakkında so-
ruldu; cevâben buyurdular ki: Ağaç dikip, îmâr işlerini ted-
vir etme günüdür. Çünkü Cenâb-ı Hâlik Te‘âlâ dünyâyı
yaratmağa ve îmâr etmeğe pazar günü başlamışdır.
Pazartesi günü, sefer ve ticâret günüdür, çünkü Şu-
‘ayb (a.s.) pazartesi günü sefer etti de ticâretinde ka-
zancı bol oldu, buyurdular.
Salı günü, kan günüdür, çünkü o gün Havva vâlidem-
iz hayz getirdi, Âdem (a.s.)’ın oğlu kardeşini o gün öl-
dürdü. Yine o gün Cercis, Zekeriyyâ (a.s.), Yahyâ (a.s.)
ve oğlu, Fir‘avn’un karısı Âsiye bint-i Müzâhim ve Benî
İsrâîl’in bakarası katlolundu. Resûlullâh (s.a.v.) salı günü
hacamat yaptırmaktan şiddetle nehyetmişlerdir. Çünkü o
günde öyle bir saat vardır ki, kişi hacamat yaptırırsa kanı
durmaz ve ekseri hallerde insan kanı durdukdan sonra ölür.
Yine salı günü İblis yeryüzüne indi, yine o gün cehennem
yaratıldı ve yine o gün Eyyûb (a.s.) derde tutuldu.
Çarşamba günü, Meşakkat ve azâb günüdür. Çünkü o
gün Firavun ve kavmi boğuldular, yine o gün Ad, Se-
mûd ve Sâlih (a.s.)’ın kavmi helâk oldular ve o gün tır-
nak kesmek nehyolundu. Çünkü çarşamba günü tırnak
kesmek abraslık îrâs eder (alatenlilik yapar). Bazıları çar-
şamba günü hasta ziyâretini mekruh gördüler.
Perşembe günü, hâcetlerin yerine getirildiği gündür.
-Gerektiğinde- sultânların huzûruna da perşembe günü
çıkılır. Çünkü İbrâhîm (a.s.), Mısır melîkinin huzûruna
perşembe günü çıktı, hâcetini gördü ve Mısır melîki ona
Hâcer’i hediye eyledi.
Cuma günü, nikâh günüdür, Âdem (a.s.), Havva ile,
Yûsuf (a.s.), Züleyhâ ile Mûsâ (a.s.), Şu‘ayb (a.s.)’ın kı-
zıyla, Süleyman (a.s.) Belkıs ile, ve Resûlullâh (s.a.v.)
de Hâdice ve Âişe (r.anhümâ) ile cuma günü nikahlan-
dılar” buyurdu.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.), Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, 8.s.)
BELÂ AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE BAĞLIDIR
Rivâyet olunur ki: “Ya‘kûb (a.s.) rü’yâda gördü ki, da-
ğın başında Yûsuf sahrada iken on kurt Yûsuf’a hücum
etti. Yûsuf aralarında kayboldu. O’nun için Ya‘kûb (a.s.)
O’nu kurt yemesinden korkarım dedi ve bu rü’yâyı gör-
mekle beraber Yûsuf’u kardeşlerine verdi. Kazâ takdir
ile geldiğinde bâsiret görmez olur. Sahâbînin bâzısı de-
di ki: Kişinin hasmına huccet, ipucu telkini muvâfık (uy-
gun) değildir. Hazreti Yûsuf (a.s.)’ın kardeşleri kurdun
insanı yemesini bilmiyorlardı. Fakat Ya‘kûb (a.s.) kurt
yemesinden korkarım diye hatırlarına getirip oğullarına
ipucu telkin etmiş oldu.
Hadîs-i şerîfte “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır.”
(Keşfü’l-Hafâ) buyurulmuştur.
Hikâye olunur ki: Lügat imâmlarından İbnü’s-Sekît,
Halîfe ile otururken Mütevekkil’in iki oğlu Mu’tez ile Mü-
eyyed gelince Mütevekkil O’na dedi ki:
– Benim iki oğlumu mu seviyorsun, yoksa Hasan ile
Hüseyin’i mi? Bunu işitince İmâm dedi ki:
– Vallâhi, muhakkak Hz. Alî (r.a.)’in hizmetçisi Kanber
benim nazarımda senden de iki oğlundan da daha ha-
yırlıdır. Bunun üzerine Mütevekkil adamlarına:
– Dilini kafasından kesip ayırın, dedi. İbnü’s-Sekît’in
dilini kestiler ve o gece öldü.
Te‘accüb olunacak hâl şu ki:
Hoca İbnü-s-Sekît’in bu hâl başına gelmezden evvel
Mütevekkil’in oğlu Mu’tez ile Müeyyede aşağıdaki beyti
ta‘lim edip öğretmek istemiş:
“İnsan dilinin sürçmesinden dolayı uğrayabilece-
ği musîbete ayağının sürçmesi ile uğramaz. Zîrâ in-
sânın sözü başını götürebilir. Hâlbuki ayağının
sürçmesinden hâsıl olan yarası zamanla iyi olur.”
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Hz. Yûsuf (a.s.), 33-34.s.)
DÜNYÂ VE ÂHİRET İLİMLERİNİ BİRARAYA TOPLAMAK HERKESE NASÎB OLMAZ
Aklî ilimler de dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye
ayrılır. Dünyevî ilimler; tıb, riyâziye, cebir, geometri,
hey’et [astronomi] ve diğer teknik ilimlerdir. Uhrevî ilim-
ler; kalbin hâllerini, amellerin âfetlerini, Allâhü Te‘âlâ’nın
Zât ve Sıfatını bilmek gibi ilimlerdir. Bu iki ilim birbirine
münâfidir, yani birisiyle fazla meşgûl olup derinliklerine
inen kimse, ekseriya diğerini ihmâl etmiş olur. Bu sebeb-
den Hz. Alî (r.a.), dünyâ ve âhiret için üç misâl vermiş ve
demiştir ki: Onlar terâzinin iki gözü, şark ve garb ve iki
kuma gibidirler; yani bir tarafa kuvvet verirsen öbür taraf
yeğnikleşir. Bir tarafta bulunursan, öbür taraftan uzakla-
şırsın. Birinin gönlünü yaparken öbürünü darıltırsın. Akıl
kuvveti, çok kere her ikisini bir araya toplamak için kâfi
gelmez. Birisi, diğerinde kemâle mânidir. Bunun için Re-
sûl-i Ekrem (s.a.v.): “Cennet ehlinin çoğu ahmaklar-
dır, yani dünyâ işlerini anlamayanlardır.” (Bezzar) bu-
yurmuştur.
Hasan-ı Basrî bir konuşmasında, sahâbîyi kasdede-
rek: “Biz öyle adamlara yetiştik ki, siz onları görse-
niz, bunlar delidir, derdiniz. Onlar da sizi görseler,
bunlar şeytandır derlerdi.” demiştir.
Bakarsın ki, diğer ilimlerde ihtisâsı olan kimseler, dîn
husûsunda duydukları garîb bir hükmü inkâra kalkışır ve
“tenâkuz var” gibi sözler sarfederler. Onların bu inkârına
aldanma. Zîra doğuda yürüyen bir kimsenin batıda bulu-
nan bir şey’i bilmesine imkân yoktur. İşte dünyâ ve âhi-
ret işleri de aynen böyledir. Bunun için Allâhü Te‘âlâ: “Yâ
Habîbim, bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünyâ ha-
yâtından başka bir şey istemeyenlere aldırma. Onla-
rın ilimden erecekleri gâye ancak odur.” (Necm s. 29-30)
buyurdu. (İbn-i Âbidîn, 3.c., 39-40.s.)
MEDÎNELİ YAHUDÎLERE İSLÂMIN TEBLÎĞİ
Abdullâh bin Selâm (r.a.) der ki: “Resûlullâh (s.a.v.) ismimi
sordu. Ben “Husayn bin Selâm” dedim. “Hayır, Abdullâh bin
Selâm” buyurdu. Ben de “Evet, Abdullâh bin Selâm, Seni hak
ile gönderen Zât’a yemîn ederim, bugünden sonra başka bir is-
mimin olmasını istemem” dedim. Sonra devâm ederek: “Yâ Re-
sûlallâh (s.a.v.)! Yahûdîler, insanı hayrete düşürecek kadar
yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftirâlar eden, zâlim bir mil-
lettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup
öğrenmeden önce, onlar benim Müslüman olduğumu du-
yup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gel-
meyen iftirâda bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!”
dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup
yahudî ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnâda Resûlullâh (s.a.v.) ya-
hudîlere “Aranızdaki Husayn bin Selâm nasıl bir adamdır?”
diye sordu. Yahudîler de “O bizim en yüksek âlimimiz ve en bü-
yük âlimimizin de oğludur! İbn Selâm bizim en hayırlımız ve en
hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine Resûlullâh
(s.a.v.) yahudîlere: “Eğer o müslüman olduysa siz buna ne
dersiniz?” diye sordu; yahudîler: Allâh onu böyle bir şeyden ko-
rusun! diye karşılık verdiler. O sırada Abdullâh bin Selâm (r.a.)
saklandığı yerden çıkıp: “Ey yahûdî topluluğu Allâh’tan kor-
kunuz! Size geleni kabûl ediniz. Allâh’a yemîn ederim siz de
bilirsiniz ki O, elinizdeki Tevrat’ta isminin ve sıfatlarının ya-
zılı olduğunu gördüğünüz Allâh’ın Resûlü budur. Ben şahâ-
det ederim ki Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yine şahâdet ede-
rim ki, Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve Resûlüdür.” diye-
rek onu tasdîk etti. Bunun üzerine yahûdîler: “O bizim en kötü-
müzdür ve en kötümüzün de oğludur! diyerek çeşitli kusurlar ve
iftirâlarda bulunarak, Abdullâh bin Selâm (r.a.)’i kötülediler. Ab-
dullâh (r.a.): “Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallâh (s.a.v.)! Ben
onların zâlim, yalancı, kötülük yapan, iftirâcı bir millet olduğunu
size haber vermemiş miydim? İşte dediğim ortaya çıktı!” dedi.
Resûlullâh (s.a.v.) yahûdîlere “Birinci şahâdetiniz bize kâfidir,
ikincisi ise lüzumsuzdur.” buyurdu. Abdullâh (r.a.) hemen evi-
ne döndü. Âilesini ve akrabalarını İslâmiyet’e da‘vet etti. Halası
da dâhil hepsi Müslüman oldular. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 1.c.)
BEYTÜLMÂL’DE HAKLARI OLANLAR
Eslem anlatıyor: “Ömer (r.a.)’den duymuştum, (arkadaşla-
rına): “Şu malın başına toplanın, kimlere verilecekse söyleyin”
diyordu. Hz. Ömer (r.a.) (birkaç gün sonra): “Size şu malın ba-
şına toplanıp kimlere verileceğine dâir görüş beyân etmenizi
emreylemiştim” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
Ben Allâh’ın kitâbından şu âyetleri okudum: “Allâh’ın fet-
hedilen memleketler halkının mallarından peygamberine
verdikleri, Allâh, peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar
ve yolda kalmışlar içindir. Tâ ki içinizdeki zenginler ara-
sında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber
size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan
geri durun. Allâh’dan sakının, doğrusu Allâh’ın cezâlan-
dırması çetindir. Allâh’ın verdiği bu ganîmet malları bil-
hassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Al-
lâh’dan bir lûtuf ve rızâ dileyen, Allâh’ın dînine ve Pey-
gamberi’ne yardım eden Muhâcir fakirlerindir. İşte bun-
lar doğru olanların tâ kendileridir.” (Haşr s. 7-8) Ama Vallâhi
bu mallar sadece bu âyetlerde zikredilenlere mahsûs değil.
Çünkü Allâh daha sonraki âyette şöyle buyuruyor: “Daha
önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmân yer-
leşmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir çeke-
memezlik hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsa-
lar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin ta-
mahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saâde-
te erenlerdir” (Haşr s. 9) Allâh’a yemîn ederim ki bu mallar
yalnız bunların da hakkı değil, zîrâ Rabbimiz aynı sûrenin
onuncu âyetinde şöyle buyuruyor: “Onlardan sonra gelen-
ler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeş-
lerimizi bağışla, kalbimizde mü’minlere karşı kin bırak-
derler.” (Haşr s. 10) O halde bu malda, verilsin veya verilme-
sin Aden’deki çobana varıncaya kadar her Müslümanın hak-
kı vardır.
(M.Yûsuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, 2.c., 271-272.s.)
ASIL ÂFİYET, GÜNÂHLARI TERKETMEKTEDİR
Rivâyete göre Allâhü Te‘âlâ: “Yoksulluk benim cezâ
evimdir. Rahatlık ise kelepçemdir. Kullarımdan sevdi-
ğimi kelepçeye vurur ve hapishâneme atarım” buyur-
muştur.
Hastalık, azgınlık ve isyandan men etmek olduğuna
göre, bundan daha hayırlı ne olabilir. İyileştiği vakit isya-
na dalacağından korkan, daha bunun tedâvîsi cihetine gi-
der mi? Asıl âfiyet, günâhları terketmektedir. Âriflerden
birisi adamın birine: Görüşmeyeli ne hâldesin? diye so-
rar. Adam da âfiyetteyim, der. Ârif: Allâh (c.c.)’ya isyân et-
medinse hakîkaten âfiyettesin, fakat günâh işledinse,
bundan daha büyük hastalık olur mu? İsyân eden âfiyet-
te değildir, dedi. Hz. Alî (k.v.) bir bayram günü Irak fellâh-
larının süslenip püslenmelerini görünce, bunun sebebini
sorar. Onlar da: Bunlar bayram günüdür, derler. Hz. Alî
(k.v.) de: Bizim bayramımız, Allâh (c.c.)’ya isyân etmedi-
ğimiz günümüzdür, dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de: “Lez-
zetleri yok eden ölümü çok anın” buyurmuştur. Denildi
ki; sıtma, ölümün öncüsüdür, onu hatırlatır ve iyilikleri
sonra yaparım fikrini önler. Allâhü Te‘âlâ da: “Görmüyor-
lar mı ki onlar her yıl ya bir, ya da iki kere çeşitli be-
lâlara çarpılıyorlar da yine tevbe etmiyorlar ve onlar
ibretde almıyorlar” (Tevbe s. 126) buyurmuştur. Bu âyetin
tefsîrinde çeşitli hastalıklarla mübtelâ olur ve onlarla de-
nenirler, demektir, dediler. Denildi ki; bir kul iki def‘a has-
talanıp da tevbe etmediği vakit, ölüm meleği ona: Ey gâ-
fil, sana benden elçi üzerine elçi geldi, neden icâbet et-
medin? Bunun için bir yıl içinde sıhhat veya servette her-
hangi bir musîbete uğramayan selef, bunu hoş karşıla-
maz ve bir mü’min kırk günde bir def‘a sıkıntısız olamaz,
derlerdi. Hattâ rivâyete göre Ammâr b. Yâsir (r.a.), evlen-
diği kadını, hiç hasta olmadığı için boşamıştır.
(İmâm-ı Gazâlî (k.s.), İhyâ-u Ulûmuddîn, 4.c., 522-523.s.)
ÜZERLERİNE KORKU OLMAYANLAR
Hadîs-i şerîfte vârid olmuştur ki :
“Allâh bir kulunu sevdiği zaman onun üzerine
belâlarını döker de döker.”
Cenâb-ı Hakk’ın enbiyâ ve evliyâya verdiği ibtilâlar,
mihnetler ve belâlar onlara cezâ olarak değil, hediye
olarak verilmiştir.
Hadîs-i kudsîde buyuruluyor ki:
“Evliyâî tahte kılâbî lâ ya‘rifühüm ğayrî, Benim velî-
lerim (dostlarım) kubbelerim altındadır. Onları ben-
den başka kimse bilmez.”
Ebû Bekir el-Kettânî demiştir ki:
Hızır (a.s.)’dan naklen:
“Ben San‘a mescidinde iken, cemâat de Abdürrezzâk
(Vehb b. Münebbih)’den hadîs dinliyorlardı. San‘â
civârından gelmiş bir delikanlı bana:
– Niye Abdürrezzâk’ın kelâmını dinlemezsin? dedi.
– Ben Abdürrezzâk’ın ağzından çıkan kelâmı dinliyo-
rum, sen benim Abdürrezzâk’ı dinlememi söylüyorsun,
dedim. Delikanlının benimle fazla meşgûl olmasına dar-
lanarak:
– Eğer sâdık birisi isen benim kim olduğumu söyle
bakalım! dedim.
– Sen Hızırsın, dedi.”
İşte Cenâb-ı Allâh’ın öyle kulları vardır ki, bu hayât-ı
fânîlerini geçib hayat-ı bâkîye ile tebdîl eylemişlerdir. Bu,
her şeylerini Hakk yolunda sarf ve infâk sa‘yesinde
onlara Hakk’ın lûtfuyle müyesser olmuştur. Vücûdlarını,
hakîkî varlığı kazanmak yolunda ifnâ eylemişler, her
işlerini mahzâ Allâh için ve Allâh uğrunda yapmışlar,
dünya ve âhiret sevdâsından kurtulmuşlar, kâinatların
hakîkatine vâsıl olmuşlar, da‘vâlardan kurtulmuşlar,
ma‘nâyı bulmuşlar. (Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.),
Hazret-i Yûsuf (a.s.), 87-89.s.)
FETVÂ; MÜCTEHİD VE MÜFTÜNÜN VASIFLARI
Fetvâ, lûgatte: Sorulan bir müşkil hakkındaki cevâbdır, hal
ve beyandır. Böyle bir suâle cevâb vermeğe de iftâ denir, is-
tifta da bir müşkil şeyin hal ve îzâh edilmesini dilemektir. Istı-
lahta fetvâ, sorulan dînî bir mes’eleye dâir fakih bir zâtın ver-
diği cevâbdan, dermeyan ettiği hükümden ibârettir. Fetvânın
çoğulu fetâvâ’dır. Müşkil mes’eleyi cevâblandıran ve bir çıkış
yolu gösteren zâta müftî denilir. Usûlü fıkıh ıstılâhınca müftî
demek, esâsen müctehid demektir. Müctehid olmayıp mu-
kallid sayılan bir fakihe müftî denilmesi ise mecâzîdîr. Halkın
müftüye müftü demesi de müctehidlerin fetvâlarını nakil ve hi-
kâye etmeleri sebebiyledir.
Usûlü fıkıhta, fıkha dâir yazılmış tafsilâtlı kitâblarda
müctehidin fetvalarını nakleden zatın aslâ fetvâ vereme-
yeceği yazılıdır. Yani bu zât fetvâ veremez; Kitabullâh’tan,
Sünnet-i nebeviyye’den vesâir şer‘î delillerden şer‘î hükümle-
ri istinbat ederek dînî hâdiselerin hükümlerini ta‘yine muktedir
olamaz. Bu husûsta pek çok ilim lâzımdır. Evet; bir müctehid
için dünyâ kadar ilim ister, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinden, Re-
sûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hadîslerinden dînî hükümleri istihrâca
kudret ister, dînî ilimlerin ictimaî hâdiselerin, örf ve âdetin, hal-
kın mes’elelerinin künhüne, gelişme tarzına vukûf ister. Bu
kudreti hâiz olan zâtlar ise zamânı nebeviyyeye yakın olan en
feyizli çağlarda bile pek nâdir yetişmiştir. Bunun içindir ki bir
çok âlim, fevkalâde insaf sâhibi oldukları için ictihâda cür’et
göstermemiş dînî ilimlerdeki pek ziyâde ihâtalarına rağmen
kendi nâmlarına fetvâ vermekten çekinmiş, Müslümanlar ara-
sında âmmenin kabûlüne mazhar olmuş bir mezheb sâhibi-
nin, mes’elâ İmâm-ı A‘zam (r.a.) veya İmâm-ı Mâlik Hazretle-
rinin ictihâdı gereğince amel etmiş, sorulan mes’eleler hak-
kında bu gibi büyük müctehidlerden birinden delillendirilmiş
cevâblar dâiresinde fetvâ vermiş ve fetvâsında bu kaynağı
göstermişlerdir. Tahrice muktedir olmayan her müftünün
vazîfesi tabi olduğu müctehidin fetvalarını nakletmekten
ibârettir. (Ömer Nasuhi Bilmen (r.h.), Hukuk-ı İslâmiyye ve
Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 1.c., 246-247.s.)
ŞEYTAN ŞERLERİ HAYIR GİBİ GÖSTERİR
“Ey insan oğulları, ben size, şeytâna tapmayın, o
sizin için apaçık bir düşmandır, diye bildirmedim
mi?” (Yâsîn s. 60)
Şeytânın hîlelerinden biri de, şerri hayır gibi göster-
mektir. Bunu ayırabilmek zordur. Şeytân bu gibileri açık
bir kötülüğe da‘vet etmeğe güç yetiremez de kötülüğü iyi-
likmiş gibi göstermeğe çalışır. Mes’elâ, halka va‘z eden
bir âlime, nasihat yollu “Şu insanlara baksana, bunlar
gafletten helâk olmuş, cehâletleri kendilerini öldürmüştür.
Cehennem’e yönelmiş vaziyettedirler. Allâh’ın şu kulları-
na acımaz mısın? Va‘z ve nasîhatla bunları yola getirse-
ne? Allâhü Te‘âlâ sana in‘âm etti, basîretli kalb, tatlı dil ve
sevimli lehçe vermiştir. Nasıl olur da ilmi yaymaktan sus-
mak sûretiyle küfrân-ı ni‘met eder ve doğru yola da‘vet
etmemekle Allâh’ın gazabına uğrarsın?” iddiâyı nefsinde
yerleştirir ve çeşitli hîlelerle onu insanlara va‘z etmeğe
teşvîk eder. Sonra da insanlara karşı süslenmesini ve gü-
zel konuşmasını, iyi hayırlı bir insan olarak gözükmesini
öğüt verir ve der ki: Kendine böyle çeki düzen vermez-
sen, sözün cemâate te’sîr etmez ve hakkı kabûl etmemiş
olurlar. Bunu iyice adamın kafasına yerleştirir. Adamda
böylece riyâ kokusu, halk tarafından kabul görme hevesi,
mevki arzûsu, cemâat ve ilminin çokluğu ile büyüklenme,
başkalarını hakîr görme duygusu kendisinde uyanır ve
nasîhat edeceğim diye helâke gider. Va‘z u nasîhat eder-
ken hayır yapıyorum zanneder.
Hâlbuki maksadı mevkî sâhibi olmak ve hüsn-i kabûl-
dür. İşte bu sebebden helâke gider de hâlâ kendisinin Al-
lâh katında bir mevkî sâhibi olduğunu sanır. Bu gibiler
hakkında Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Allâhü Te‘âlâ bu dîni,
âhiretten nasîbi olmayan kimselerle de kuvvetlendi-
rir.” (Nesâî) buyurmuştur.
(Huccetü’l İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.), İhyâ u ‘Ulûmiddîn, 3.c., 66.s.)
MEKKE VE MEDÎNE’NİN FAZÎLETİ
Mekke’de mücâvir olarak kalmak İmâm-ı A‘zam (r.a.)’e göre
mekrûhtur, İmâmeyn buna muhâliftir. Allâh’dan korkan ihtiyatlı
âlimler İmâm-ı A‘zam (r.a.)’in kavli ile amel etmektedir. Nitekim
İhyâ-u Ulûmiddîn’de de beyân edilmiştir. “Zannedilmesin ki ora-
da kalmanın kerih görülmesi o yerin fazîleti ile çelişir. Zîrâ bu ke-
râhetin illeti halkın âcizliği ve o yerin hakkını vermekte kusûr et-
meleridir.” Fetih sâhibi diyor ki: “Bu îzâha göre Medîne-i Münev-
vere’de mücâvir kalmak da öyledir. Yani İmâm-ı A‘zam (r.a.)’e
göre mekrûhtur. Çünkü Medîne’de günâhların katlanması veya
büyütülmesi yoksa da, tekfir ve iclal vazîfesini bozmaya vardıra-
cak bıkkınlık, edep ve terbiye noksanlığı gibi şeyler olabilir.
Seyyid Fâsî Şifâü’l-Garâm adlı kitâbında şöyle diyor: “İbn Zü-
beyr hadîsinin muhtelif tarîklerinden üç rivâyet vardır: Birincisi:
Mescid-i Haram’da kılınan namaz Medîne’nin mescidinde kılı-
nan namazdan yüz kat daha fazladır. İkincisi; bin kat daha faz-
ladır. Üçüncüsü; yüzbin kat daha fazladır. Nitekim Tayâlîsî’nin
Müsned’i ile İbn Asâkir’in İthâf’ında beyân edilmiştir. Üçüncüsü-
ne göre müseffir Nakkaş Mescid-i Haram’da kılınan bir namazı
hesâb etmiş: İkiyüzelli sene altı ay yirmi günlük namaza mu‘âdil
çıkmıştır. Beş vakit namaz ise ikiyüzyetmişyedi sene dokuz ay
on güne bedeldir. Seyyid diyor ki: “Üstâdımız İbn Sâhib el-Mıs-
rî’nin bir eserinde gördüm: Mescid-i Haram’da yalnız başına kılı-
nan namaz yüz bin; cemaatle kılınan namaz iki milyon yediyüz-
bin; beş vakit namaz ise onüç milyon beşyüzbin namaza bedel-
dir. Bir kimsenin vatanında bu iki mu‘azzam mescidden ayrı ola-
rak yalnız başına kıldığı namazlardan her yüz güneş senesi yüz
seksenbin namaza; ve her bin senenin namazı bir milyon sekiz-
yüzbin namaza çarpılacaktır. Bundan şu çıkar ki; “Mescid-i Ha-
ram’da cemaatle kılınan bir namazın sevâbı, memleketinde yal-
nız başına kılan kimsenin namazından aşağı yukarı iki Nuh (a.s.)
ömrü kadar fazladır.” Seyyid bundan sonra ulemânın, bu fazîlet
farz ve nâfileye şâmil midir, yoksa yalnız farza mı mahsûstur
mes’elesindeki ihtilâfından bahsetmiştir. Mezhebimizin meşhûr
kavlinin muktezâsı budur. Yani biz Mâlikîlerle Hanefî mezhebine
göre bu fazîlet yalnız farza mahsûstur. Şâfiî mezhebine göre
umûmîdir (Hem farza, hem de nâfileye şâmildir.)
(İbn-i Âbidîn, 5.c., 23.s.)
ÇOCUK TERBİYESİ -1
Ebeveyn, çocuğuna toplantılarda oturma âdâbını öğret-
meli, mes’elâ oturduğu meclisde sümkürüp tükürmekten sa-
kınmalı, başkasının ağzına doğru esnememeli, meclisde kim-
senin önüne geçip onu arkada bırakmamalı, ayaklarını birbiri-
nin üstüne atıp lâubâlilik yapmamalı, elini çenesine dayama-
malı, başını bir yere yaslamamalıdır. Bütün bunların tenbellik
alâmeti olduğu çocuğa öğretilmeli, en güzel şekilde oturması
gerektiği anlatılmalıdır. Oturduğu meclisde çok konuşmaması,
bunun ahmaklıktan sayıldığı, başkalarına da söz hakkı tanı-
mak gerektiği kendisine bildirilmelidir. İster yalan, ister doğru
olsun, durup dururken yemîn etmemeli ve buna daha çocuk-
lukta alışmamalıdır. Bulunduğu meclisde ilk sözü kendisi al-
mamalı, daha çok soruları cevâblandıracak şekilde konuşma-
lı, başkası konuşurken onu dinlemeli, büyüklere kıyâm edib
onlara yer vermeli ve onların karşısında hürmetle oturmalıdır.
Çirkin ve lüzûmsuz sözlerden, tel‘în ve sövüp saymak gibi
fenâ lâflardan, bu gibi sözleri konuşanlarla düşüp kalkmaktan
sakındırılmalıdır. Çünkü kötülerle düşüp kalkmak, onlar gibi
olmak demektir. Esâsen küçük çocuğu terbiye etmenin usûlü,
onu kötülerle düşüp kalkmaktan uzaklaştırmaktır.
Muallimi kendisini dövdüğü zaman, muallim ile mücâdele
etmeyeceği gibi, fazla ağlayıp durmamalı ve bir şefaatçi de
aramaması için, kendisine sabır tavsiye edilmelidir. Yiğit ve
cesur çocukların hâli budur. Onlar âh u feryâd etmezler diye
kendisine telkinde bulunmalı ve ağıtın köle, kadın işi olduğu
anlatılmalıdır.
Dersden sonra bir miktar güzel şekilde oyun oynamak için
kendisine müsâade edilmelidir. Çünkü bu oyun sa‘yesinde
mekteb yorgunluğunu gidermiş olur. Fakat oyun, fazla yorucu
olmamalıdır. Şâyet çocuk tamâmen oyundan men edilir ve
yalnız derse bağlanırsa, basîreti ölür, zekâsı kaybolur, dâima
dertli ve sıkıntılı bulunur. Hattâ bu esâretten kurtulmak için hî-
le yollarına başvurur. Anne-babasına, hocasına ve terbiye
edicisine itaat kendisine öğretilmelidir.
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c. 168.s.)
ÇOCUK TERBİYESİ -2
Çocuklar, altı-yedi yaşlarına geldiği zaman tahâret ve na-
maz ile emredilmeli, vaziyeti müsâid olduğu sırada alışması
için, Ramazanın bâzı günlerinde oruç tutmakla emredilmelidir.
İpek ve altun kullanmaktan uzaklaştırılmalı, dînî hükümlerden
bilmesi gerekli olan şeyler kendisine öğretilmelidir. Hırsızlık
yapmak ve haram yemenin kötülükleri, hıyânet, yalan, açık fâ-
hiş ve çirkin sözlerle buna benzer her türlü çirkin hareketlerin
zararları kendisine öğretilmelidir.
Bülûğ [erginlik] çağına yaklaştığı zaman, bütün bunların ya-
sak edilmesinin sebebleri kendisine anlatılmalı, mes’elâ, ye-
meğin bir gıda olduğu, yemekten maksadın Allâhü Te‘âlâ’ya
kulluk edebilmek olduğu, dünyânın, aslı olmayan boş bir şey
olduğu, zîrâ devam ve bekâsı olmadığı, ölüm ile bütün dünya-
lığın sona erdiği, dünyanın durulacak bir yer olmayıp yolculuk
yeri olduğu, devamlı ve asıl makâmın âhiret olduğu, ölümün
her ân gelebileceği, akıllı insanın, dünyadan âhiret azığını
te’mîn eden kimse olduğu ve bu sa‘yede Cennet’in bol ni‘met-
lerine kavuşup Allâh katında mevkî sâhibi olabileceği kendisi-
ne anlatılmalıdır.
Çocuk bu yaşa gelinceye kadar güzel terbiye edilmişse, er-
genlik ânında bu sözler kendisine te’sîr eder. Oyma yazının
taşta iz bıraktığı gibi, bu sözler de çocuğun kalbine yerleşir ve
orada iz bırakırlar. Fakat daha önceki yaşlarda çocuk güzel ter-
biye edilmez, kötü söz ve kötü işlere alışır, gününü oyun ve eğ-
lence ile geçirir, istediğini yer içer, istediğini giyer, har vurur
harman savurursa, duvarın kuru toprağı kabûl etmemesi gibi,
bu çocuk da bu hakîkatleri kabûl etmez. Asıl mühim olan, daha
ilk ânlarında çocuğu ele alıp yaşına ve başına göre terbiyesiy-
le meşgûl olmaktır. Çünkü onun bir sâfî cevher olarak yaratılan
kalbi hayrı da şerri de kabûle elverişlidir. Ancak anne-babası
onu istedikleri tarafa çevirirler.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
“Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Sonra anne-babası onu
(Mûsevî ise) yahudî, (Îsevî ise) hıristiyan, (ateşperest ise)
mecûsî yaparlar” (Buhârî) buyurmuştur.
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), İhyâ u Ulûmiddîn, 3.c. 169.s.)
BEL‘ÂM BİN BAURÂ
Mûsâ (a.s.) irtihâl ederken yerine Yûşâ bin Nûn (a.s.)’ı halî-
fe bıraktı. Allâhü Te‘âlâ, Yûşâ (a.s.)’ı da İsrâîloğullarına pey-
gamber olarak vazîfelendirdi. Yûşâ (a.s.), İsrâîloğullarının ba-
şında olduğu halde Arz-ı mev‘ud denilen bölgeye gidip, Eriha
ve İlya (Eyliyâ) şehirlerini fethettikten sonra, Belka şehrini ku-
şattı. Belka şehrinin Belak ismindeki zâlîm hükümdârı ve ahâli-
si Yûşâ (a.s.)’a karşı âciz kalıp, İsm-i A‘zam duâsını bilen, her
duâsı kabul olan, ilim ve ibâdette yüksek, sözlerini yazıp istifâ-
de etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bu-
lunan ve İbrahim (a.s.)’ın dînine inanan Bel‘am bin Bau-
râ’dan,Yûşâ (a.s.)’a ve ordusuna karşı bedduâ etmesini istedi.
Bel‘am, Allâhü Te‘âlânın peygamberine karşı bedduâ ede-
meyeceğini bildirdiyse de, azgın ve îmânsız Belka şehri ahalisi
bedduâda bulunması için Bel‘am bin Baurâ’ya hediyeler getirip
birçok dünyâlık va‘d ettiler. Karısı da; “Eğer bu kavmin toprak-
larımızdan gitmesi için duâ etmezsen senden ayrılacağım!” di-
ye tehdîdde bulundu. Zâlim hükümdâr da bedduâ etmediği tak-
dîrde onu îdâm edeceğini söyleyerek îdâm sehpâsı kurdurdu.
Bel‘am bin Baurâ’nın gönlünde dünyâ malına ve servetine
karşı meyl belirdi. Duâ etmeye râzı olarak şehrin dışındaki Hus-
ban Dağının tepesine ulaşıp, ellerini duâ için kaldırdığı zaman,
dilinden Belka şehri ahâlisi aleyhine, Yûşâ (a.s.)’ı ve İsrâîloğul-
ları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka
şehri ahâlisi; “Ey Bel‘am! Ne yapıyorsun? Onlara duâ, bize
bedduâ ediyorsun!” dediler.
Bel‘am onlara; “Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allâh ta-
rafından böyle konuşturuluyorum!” dedi. Bu sırada Allâhü Te‘â-
lânın hikmetiyle dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allâhü
Te‘âlânın kendisine ihsân ettiği ni‘metlerin kıymetini bilmeyen,
irâde-i cüz’iyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrul-
tusunda kullanan Bel‘am bin Baurâ, nefsin ve şeytanın saptır-
masıyla, dünyâ malına ve kadına meylederek îmânsız öldü.
Kur’ân-ı Kerîmde A‘raf sûresinin 175. ve 176. âyet-i kerîmele-
rinde soluyan köpeğe benzetildi. “Onun gibiler köpek gibidir”
sözü, dillerde darb-ı mesel kaldı.
(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 3.c., 324-325.s.)
ŞEHİDLER İÇİN YEDİ HASLET VARDIR
Peygamberimiz (s.a.v.) şehidler için yedi haslet, fazilet vardır, buyurmuştur.
1) İlk kanın aktığında mağfiret olunur.
2) Cennette makamını görür.
3) Cennette hûr-i îyden yetmişikisini tezevvüç eder.
4) Kabir azabından halâs olur.
5) Mahşerin pek korkunç en büyük ağıt, feryad gününde emin olur.
6) Başına yakuttan vekar tâcı konulur.
7) Ehl-i beytinden yetmiş kişiye şefaat eder.
(Râmuz’ul Ehâdis)
Saff-ı Harbde şehid olan kişi öldürüldüğünde ölüm acısını duymaz. Ancak sizden birisinin âzâsını parmak ile sıkılırken ne kadar zahmet görürse şehid olan da o kadar zahmet hisseder.
Resûlullah (s.a.v.) Uhud Harbi’nde şehid olan şûhedanın ortasında durur da Ashâb’ına hitâben:
– “Ben Kıyâmet gününde bu mübarek şehidlerin Allah (c.c.) yolunda bezl-i hayat ettiklerine şehâdet edeceğim. Bunları kanları ile sarıp defin ediniz. Harb meydanında her yaralanan şehid Mahşer gününde kalkarken kanları aka aka kalkacaktır. Rengi kan rengidir. Fakat kokusu misk kokusu gibidir?”
İşte şehidler Hak divanına vardığında onların nişanları, iftihar madalyaları bu olacaktır.
(Uhud Gazvesi, Hz. R.M.Sâmi (k.s.), Sh. 52)
ZEMZEM KUYUSUNUN BAZI ÖZELLİKLERİ:
İbn-i Abbas’dan rivayet edildiğine göre: “Zemzem suyu, içildiği şey içindir:
Onu, şifa bulmak için içersen, Allah, sana şifa verir.
Onu, korunma isteklisi olarak içersen, Allah seni korur.
Onu, susuzluğunu kesmek için içersen, Allah, senin susuzluğunu keser.
Eğer Onu, karnını doyurmak için içersen, Allah seni doyurur. O Cebrail (a.s.)’in ökçesi ile vurup yerden çıkardığı ve İsmail Aleyhisselam’ı suladığı sudur.
Zemzem, yalnız suya kandırıcı değil, aynı zamanda doyurucudur da.
Peygamberimizin islamiyeti yaymaya çalıştığı ilk sıralarda peygamberimizle görüşmek için Mekke’ye gelip, geceli gündüzlü otuz gün, susadıkça ve acıktıkça zemzem suyu içmekle iktifa ettiğini ve hiç de, zayıflamadığını ve aksine semizlediğini söyleyen Ebûzerrül Gıfârî’ye Peygamberimizin “O, gerçekten mübârek gerçekten doyurucu yemektir!” buyurmuştur.
Peygamberimizin, Mekke’de oturan Kureyş eşrafından Süheyl b. Amr’e bir yazı yazarak “Bu yazım sana gece gelirse sabahlama! Gündüz gelirse, geceleme! Bana, zemzem suyu göndermedikçe!” buyurup Medine’ye zemzem getirttiği rivayet edilir.
(İslam Tarihi, M.Asım Köksal, C: 1, Sh: 126-127)
Mekke’de yapılan bir iz muayene ve mukayesesi sahih bir hadiste bildirildiğine göre, Mekke’ye bir Kâhine gelmişti.
Kureyşîler ona: Bize, haber ver bakalım hangimizin ayak izi Makam-ı İbrahim’dekine en çok benziyordur?” dediler.
Kadın “Eğer siz şu ince milli üzerine bir örtü gerer, sonra da, onun üzerinden yürür, geçerseniz, size haber veririm” dedi.
Kureyşîler oraya hemen bir örtü gerdiler ve örtünün üzerinden birer birer yürümeğe başladılar.
Kadın Peygamberimizin ayak izini görünce “Ayak izlerinizden (Makam-ı İbrahim)dekine en çok benzeyeniniz, bu, iz!” dedi.
Bu hadise üzerinden 20 yıl veya 20 yıla yakın veya Allah’ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra Peygamber -Aleyhisselâm- Peygamber gönderildi.
Kur’ân-ı Kerîm’de (Makam-ı İbrâhîm) hakkında şöyle buyrulur:
“Orada (Beytullah’da) açık alâmetler ve (Makam-ı İbrahim) vardır.”
Makam-ı İbrahim, İbrahim Aleyhisselâm’ın Kâ’be’nin duvarlarını yükseltirken, iskele yerine kullandığı, sonra da, onun üzerinden seslenerek insanları, Hacca davet ettiği, üzerinde iki ayağının izi bulunan mübarek bir taş olup İbrahim Aleyhisselam, onu, Kâ’be’nin kapısına, kıbleye yerleştirmiş, namazını, ona doğru yönelerek kılmıştı.
İbrahim Aleyhisselâmdan sonra, oğlu İsmail Aleyhisselâm’da böyle yapmıştı.
(İslam Tarihi, M.Asım Köksal, C: 2, Sh: 138)
ALİMLERİN DEVLET ADAMLARIYLA MÜNASEBETLERİ
Allah kendilerinden razı olsun alimler, dini bir zaruret veya ma’ruf ile emretmek gibi bir maslahat olmadığı halde devlet kapılarını aşındıran kardeşlerine yakınlık göstermezler idi. Bu husustaki mesnetleri şu hadis-i şeriftir:
“Cehennemde “Hephep” denilen bir vâdi vardır. Allah bu vadiyi, zâlimler ve zâlim hükümdarların meclisine gidipde onlara kavuk sallayan alimler için yaratmıştır.”
Bir gün Basra valisi, Malik bin Dinar (r.a.) Hazretlerine der ki:
– “Ey Malik, bize karşı bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesaret veren ve bize mukabele etmekten âciz bırakan şey nedir, biliyor musun? Dünyaya metelik vermemen ve bizden bir beklediğin olmamasıdır.”
İbnü’s Semmak diyor ki: “Bir gün Basra valisinin yanına gittim. Vâli bana dedi ki: “Ey Semmakoğlu bana biraz nasihatte bulun.” Kendisine şunları söyledim: Sana ve seni vâli olarak ta’yin edenlere yazıklar olsun! Çiğnenen bunca kul haklarının hesabını nerede vereceksiniz.” Siz kendinize ancak birkaç köprünün yapılmasını iş edinmişsiniz.”
Fudayl bin Iyaz (r.a.) da şöyle derdi: “Yemin ederim ki, vaktin halifesi Hârun’ür Reşîd beni ziyarete gelsede izin talebinde bulunsa, kendisine izin vermem. Elimde olmayarak çekip girerse o başka. Bu sûfilerin bazıları, nasıl oluyor da kendiliklerinden hükümdarların kapısına gidiyorlar, şaşıyorum.
Anlatıldığına göre bir gün Muaviye (r.a.)’nin yanında birşeyler konuşulmuş. Orada bulman Ahnef bin Kays (r.a.) hep sükût ediyormuş. Muaviye ona, neden hiç konuşmadığını sormuş. Ahnef de demiş ki: “Yalan söylesem Allah’tan korkuyorum. Eğer hakikatı söylesem, senden korkuyorum. Bu sebepten sükûtu tercih ediyorum.” Böylece hakikatı söylemekten âciz bir durumda hükümdarların yanında bulunmak, insanı ancak vebal altında bırakır.”
(İslam Büyüklerinin Örnek Ahlakı, İ.Şa’rânî, Sh: 44-45-46)
İNSANIN NİYYETİ
İnsanın niyyeti dört vasıftan hâlî olmaz:
1- Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey dünyâ ise bu kimse niyyeti ve ameli kötü kimsedir.
2- Dilinden düşmeyen şey ahiret, gönlünden çıkmayan şey dünyâ ise bu kimse de niyyeti ve ameli kötü kimsedir.
3- Dilinden ve gönlünden eksik olmayan şey ahiret ise o kimse niyyeti ve ameli güzel kimsedir.
4- Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey Allah Teâlâ’nın rızası ise bu kimse de niyyeti ve ameli en güzel olan kimsedir.
Bunlardan birincisi kâfirlerin hali, ikincisi münafıkların üçüncüsü ebrârın, dördüncüsü de mukarrebinin halidir.
Hak Sübhanehu ve Teâlâ mukarrebinin ahvaline ibâreten, diğerlerinin hallerine de işareten buyuruyor ki:
“Biz yeryüzünde olan mevcudâtı yeryüzü için ziynet kıldık, onların hangisinin amelinin güzel, en güzel olacağını imtihan edelim diye.
Bundan sonra biz onun üzerinde olan şeyleri elbette kupkuru bir toz-toprak haline getireceğiz.”(1)
(Kehf Sûresi: 7-3, Ruhu’l-Beyân, 2/67)
(Yunus-Hud Sûresi, Sh: 78)
ÜÇÜNCÜ NEVİ: İnsan âleminin göklere benzemesini bildirir.
Ey aziz! Mârifet sahipleri demişlerdir ki, insan bedeninin göklere benzemesinin bir örneği şudur ki, semâda oniki burç olduğu gibi, bedenin de dıştan içe oniki yolu vardır: İki kulak, iki göz, iki burun deliği, ağız, iki meme, göbek, küçük ve büyük abdest yolları. Bir benzerliği de şöyledir: Gökte yedi gezegen olduğu gibi; insanın içinde de yedi çok kıymetli organ vardır: Akciğer Ay’a, mide Utarid’e, böbrek Zühre’ye, yürek Güneş’e, safra Merih’e, karaciğer Müşteri’ye, dalak Zühâl’e benzer bulunmuştur. Gökte çok sayıda sâbit yıldızlar olduğu gibi, bedende de, çok sayıda sinirler vardır. Felekte yirmisekiz menzil meşhur olduğu gibi, bedende de, yirmisekiz his ve kuvvetler vardır. Gök dairesinde üçyüz altmış derece olduğu gibi, bedende de, beyan olunan üçyüz altmış kan damarı vardır. Göklerin külli ve cüz’isinin, sâbit yıldızların ve gezegenlerin çeşit çeşit tabiî ve kasrî [mecburî] hareketleri olduğu gibi, bedenin de aynı şekilde, çeşit çeşit ihtiyâri [istekli] ve ıztırârî [mecburî] hareketleri vardır. Gökler dört unsuru [hava, su, toprak, ateş] ihâta ettiği gibi, beden de şu dört unsuru içine almıştır. Kan hava gibi, safra atey gibi, balgam su gibi ve sevdâ toprak gibidir. Bu unsurlardan üç mevâlid doğduğu gibi, bedende de dört karışımdan uzuvlar meydana gelmiştir. G
Gündüze misal, insanın neş’e ve sürûrudur. Geceye misal, hüznüdür. Açık havaya misal, ferahlığıdır. Buluta misal, sıkıntısıdır.
BEDENİN AY VE YILA BENZEMESİ
Gök gürlemesine misal, sesidir. Şimşeğe örnek gülmesi, yağmura örnek ağlaması, rüzgâra misal, nefes alıp vermesi, olma ve bozulmaya misal konuşmasıdır. Gök kuşağına örnek, yay gibi kaşdır. Hilâle örnek kulağı, Ay’a örnek yuvarlar yüzü, gece karanlığına örnek, siyah saçıdır. Sabahın nûruna, açılmasına örnek, alnıdır. İnsan âleminin dış âleme bu beyan olunan benzerliklerinden başka benzerlikleri çoktur. Lâkin ârife işaret yetiştiği için, uzatmaya gerek yoktur.
ALLAH (C.C.)’IN VELİLERİ
Bazı büyükler demişlerdi ki:
Velilerin alâmeti, onların bütün arzularının ancak Allah (c.c.) ile berâber olmak bulunduğunun görülmesi, meşguliyetlerinin Allah (c.c.) ile olması, firarlarının ancak Allah(c.c.)’a olmasıdır. Mâliklerini müşâhede de bekalarıyla bu hallerinde fâni olmuşlardır. Envâr-ı ilahiyye onları kuşatmış, kendi kendilerinden bile habersiz hâle gelmişlerdir. Allah (c.c.)’dan gayri kimse ile kararları yoktur. Onlar birbirlerine ancak Allah (c.c.) için muhabbet eden kimselerdir.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: Allah (c.c.)’ın öyle kulları vardır ki, kendileri enbiyâ ve şühedâdan olmadıkları halde kıyamet gününde nebîler ve şehidler onların Allah (c.c.) indindeki şereflerini gördüklerinde gıbta ederler. Denildi ki:
— Onlar kimlerdi ya Resûlullah? Ve amelleri nelerdir? Resûlullah (s.a.v.) cevaben:
— Onlar akrabaları olmayan kimselerle ancak Allah (c.c.) için sevişirler ve kırşılıklı menfaat beklemezler. Onların yüzleri nurdur, onlar nurdan minberler üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar mahzun olduları zamnan mahzun olmazlar.»
(Hz. M. Sâmi (k.s.), Yûnus ve Hûd Süreleri)
MELEKLER
Melekler, vazife mahalleri itibârile
1- Yerde vazifeliler, 2- Göklerde vazifeliler,3- Arş’ta vazifeliler, 4- Cennette vazifeliler, 5- Cehennemde vazifeliler… diye gruplara ayrıldıkları gibi,
Vazifelerinin mâhiyeti itibârile de:
1- İlliyyûn, Mukarrebûn (her an Allâh (c.c.)’ı tesbih, tahmîd ile meşgul melekler) 2- Yerlerin, göklerin işlerini tedbir edici, yönetici melekler, 3- Elçi melekler, 4- Hafaza melekleri (amelleri yazıcı melekler), 5- Ölüm meleği, 6- Münker, nekir (kabirde sorgu melekleri)… gibi gruplara da, ayrılırlar.
Cebrâil, Mîkâil, ve İsrâfil ve Azrâil (aleyhisselâmlar), meleklerin ulularıdırlar.
Kur’ân-ı Kerîm’i, Allah(c.c.) tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)’e Cebrail (a.s.) indirmiştir.
Cebrâil (a.s.), Allâh (c.c.) ile peygamberler arasında elçiliğe, Mîkâil (a.s.) rızıklara, Azrail (a.s.) canları almaya, İsrâfil (a.s.) da Kıyâmet günü Sûr’u üflemeye memurdur.
Arş etrafında dönüp dolaşan melekler, mü’minler için mağfiret dilerler. Allah (c.c.) katında şefâatte bulunurlar.
(M.Asım Köksal Sohbetler)
İHTİYARLIK
İhtiyarlık, mizacın ve tabiatın değişmesi ile vücuda ânz olan bir hastalık değildir. Ancak, diğer hastalıklarda olduğu gibi, insanı ölüme doğru götürdüğünden dolayı hastalık denilmiş veya hastalığa benzetilmiştir. Aslında ihtiyarlık, yaşlılıktan meydana gelen zayıflık ve kudretsizliktir.
Nitekim Sahâbe’den Üsâmetü’ bnü Şerit(r.a.) demiştir ki: “Peygamber Aleyhisselamın yanına varmıştım. Ashâbı ise, sanki başları üzerine kuş konmuş gibi sessizce oturuyorlardı. Selam verdim, sonra oturdum. Derken şuradan buradan bedeviler geldiler de: “ Ey Allah’ın Resûlû! Tedavi olalım mı? “ diye sordular. Peygamber Aleyhis-selâmda:”Ey Allâh’ın kulları! Evet, tedavi olunuz! Çünkü yüce Allâh bir hastalıktan başka şifasını vermediği hiçbir dert yaratmamıştır.”buyurdu. Bunun üzerine oradakiler: “Ey Allâhın Resûlu! Şifası olmayan o hastalık nedir? diye sordular. Peygamber Aleyhis-selâm:”İhtiyarlıktır”buyurdu. Yine Peygamber Aleyhis-selâm:
“Allâhım! Ben âcizlikten, tenbellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan, son derece yaşlanıp ne söylediğini bilmez hâle gelmekten ve cimrilikten… sana sığınırım”buyurmuştur. İhtiyarlığın belirtileri saçların ağarması, kemiklerin zayıflaması, sağlığın yavaş yavaş kaybolması, unutkanlık başlaması vs gibi şeylerdir. Kur’an-ı Kerim’de ise: “O Allâh ki, sizi (babanız Âdem’i) topraktan yarattı. Sonra bir nutfe (sperm)den, sonra bir kan pıhtısından yaratıp, sonra bebek olarak yaratan, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa (ergenlik çağına) erişmeniz, sonra da ihtiyar olmanız için yaşatandır. İçinizden kimi de daha evvel (yaşlanmadan önce) öldürülmektedir. Allâh yaşatmayı belli bir zamana kadar ulaşmanız ve olur ki aklınızı kullanmanız için yapar “ buyrulmaktadır. Bu ayetle yaşlılığın insanlar için bir düşünme ve doğru yola yaklaşma vesilesi olduğu görülüyor. Nitekim başka bir ayette “Eğer biz dileseydik oldukları yerde onların bünyelerini, şekillerin değiştirirdik, böylece ne ileriye gitmeye güçleri yeterdi ne de geri gelmeye. Her kime de uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, belli bükük bir hâle getiriniz. Onlar bunu hiç düşünmezler mi? “ buyurulmaktadır.
Tıbbı Nebevi, C:1, S.351
İNSANA MELEK NASIL VAZİFELENDİRİLİR?
Yüce Allâh (c.c.)’ın insana, daha döl yatağında nufte halinde iken bir meleği nasıl vazifelendirdiğini de, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle açıklar:
“Nutfe, döl yatağında kırk gün veya kırk gece eğleşince, yüce Allâh, ona bir melek gönderir.”
Meleği; “Yâ Râb! Onun rızkı nedir?” diye sorar.
Meleğe Allah tarafından onun rızkı söylenir.
Meleği; “Yâ Râb! Onun eceli nedir?”diye sorar.
Meleğe; Allah tarafından onun eceli de söylenir.
Melek; “Yâ Râb! o erkek mi, yoksa dişi mi olacak?” diye sorar.
Meleğe; onun ne olacağı da bildirilir.
“Arşı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na iman ederler. Mü’minlerin de yarlığanmasını isterler: “Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyub gidenleri yarlığa, onları cehennem azabından koru.” (Mü’min:7)
(M. Asım Köksal, Sohbetler)
ESNEMEK
* Esnemek düzensiz bir hayatın belirtileridir. Kişinin yemesi, içmesi, uyuması ibadeti, çalışması ve dinlenmesi düzenli olduğu zaman, hemen hemen esnemek mümkün değildir, denebilir.
* Esnemek vücut ağırlığından, utanç ve tembellikten, fazlaca yeyip mideyi tıka-basa doldurmaktan meydana geldiği için, iyi bir hal değildir. Elden geldiği kadar bunu engellemeye çalışmak lazımdır. İnsana tembellik, gevşeklik ve zihin durgunluğu getirdiği için hoş karşılanmamıştır. Nitekim Peygamber Aleyhü-selâm’ın yemesi, içmesi, ibadeti ve dinlenmesi hep düzenli olduğundan dolayı, denebilir ki, o hiç esnemezdi. esnediğini gören de olmazdı. Ruhun daki yücelik, kalbindeki aydınlık dimağındakı parlaklık onu uyanık ve dinç tutmuştur.
* Peygamber Aleyhis-selâm da: “Sizden biriniz esneyeceği zaman gücü yettiği kadar yutkunsun geri çevirmeye çalışsın!”
* “Sizden biriniz esneyeceği zaman, elini ağzına koysun! Zira zararlı şeyler ağzına girer.”
* “Yüce Allah aksırmayı sever, esnemeyi sevmez. Sizden biriniz esneyeceği zaman elinden geldiği kadar onu geri çevirmeye (yutkunmaya) çalışsın, esneyipte hâh-hâh demesin! Çünkü böyle yapmanız şeytandandır., o bundan hoşlanır” buyurmuştur.
* Aksırmak; bedenin hafifliği, hareketin kolaylığı, kıllar sebebiyle vücuttaki gözeneklerin genişlemesi gibi sebeplerden ve nezle gibi hastalıktan meydana gelir. Bunun sebebi ise hafif gıdalar almak, az yemek ve az şeyle fazlaca doldurulmasından bedenin ağırlaşmasından dolaylı uykunun galip gelmesinden ve tembellikten meydana gelmektedir. Buna göre aksırmak güzel birşey; esnemek ise kötü bir şeydir.”
VERİLEN SELAMLARA, ŞEHİDLERİN
MUKABELE ETMELERİ
Fatımâtül- Huzâiyye der ki: “Meşhed’de iken güneş batmıştı. Yanımızda kız kardeşim bulunuyordu.
Kız kardeşime: (Gel de Hamza’nın kabrine selâm verip dönelim) dedim.
(Olur) dedi.
Birlikte varıp Hamza’nın kabri üzerine durduk.
(Esselâmu aleyke = selâm olsun Sana! Ey Resulullah’ın Amcası!) dedik.
(Ve aleykümesselam ve rahmetullâh!= Allâh’ın selamı ve rahmeti size de olsun!”) diye selamımıza karşılık verildiğini işittik!”
O zaman, iki kız kardeş, hayretle birbirlerine: “Yakınımızda da, insanlardan hiç biri yok!?” dediler.
Başka bir rivayete göre: Attaf’ın halası: “Hamza’nın kabri yanında hayvanımdan indim. Orada, Allâh’ın benim için dilediği kadar namaz kıldım. Vâdide, hayvanımın başını tutup duran uşağımdan başka ne bir seslenici, ne de ona cevap verici kabre işaret ederek (Esselâmu aleyküm!), dedim.
Yerin altından gelen bir sesin, Selamıma karşılık verdiğini işittim.
Yüce Allâh’ın, beni yarattığını, geceyi, gündüzü nasıl şüphesiz biliyorsam, bunu da, öyle biliyorum!
Selâmıma karşılık verildiği zaman, bütün tüylerin ürperdi” demiştir.
(İ. Tarihi – C. 10 – Sh. 226)
RÜ’YÂ VE ÇEŞİTLERİ
Uyuyanın, uykusunda bazı şeyler görmesine rü’ya ve hulüm (düş) denir. Fakat, rü’yâda, görülen şeyle, daha çok, hayr ve güzel şeyler üzerine olur. Hulümde ise, görülen şeyler, daha çok, şer ve çirkin şeyler üzerine olur.
İbn. Esîra-Nihâye c.1, s.434
Peygamberimiz (s.a.v.) rü’yâ ve hulüm hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Sâlih rü’yâ: Allâh’dan, hulüm ise, şeydandandır.” Zamanın sonu) yaklaşınc, müslümanların rü’yâsı, hemen hemen yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rü’yâ göreniniz, en doğru söyleyeninizdir!
Rü’yâ, üç çeşittir:
1- Yüce Allâh tarafından (Kuluna) müjde olan Sâlih rü’yâ.
2- Şeytan tarafından korku, üzüntü veren rü’yâ.
3- Kişinin, kendi nefsinden telkin mâhiyetinde vâkı olan rü’yâ.
Şeytan, Adem oğullarına karşı beslediği şiddetli düşmanlık sebebiyle, her zaman, onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her yolla onların işlerini bozmak ister. Gördükleri rü’yâlarını da, ya içlerine yanlışlar karıştırmak, ya da onlardan gaflete düşürmek suretiyle örtüp belirsiz ve yararsız hale getirirdir.
Mübaşşirat ve Sâlih Rü’yâ:
Peygamberimiz (s.a.v.) “Risâlet de, Nübüvvet de, munkatı olmuş, sona ermiştir. Benden sonra (gelecek) ne Resûl vardır, ne de Nebî buyurmuş, bu Eshaba, çok ağır gelmişti. Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.) “Peygamberlikten bir şey kalmamıştır. Ammâ Mübeşşirat vardır!” buyurdu.
(Buhârî-Sahih c. 8, s. 69)
“Ya Resûlallâh! Mübeşşirât nedir?” diye sordular.
Peygamberimiz “Müslüman kişinin rü’yâsıdır” “Sâlih rü’yâdır!” “Sâlih rü’yâ, peygamberlik işinin parçalarından bir parçadır.” “Sâlih kişinin gördüğü rü’yâ, peygamberlik işinin kırkaltı parçasından bir parçadır!” buyurdu.
(M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.3-4, s. 23)
İNSANIN BEDENİNDEKİ ORGANLARIN FONKSİYONU
İnsanın bedeninde binlerce damar, sinir ve kemik vardır. Herbirinin şekli ve sıfatı başkadır. Herbirinin vazifesi ayrıdır. Senin ise onlardan haberin yoktur. Senin bildiğin şu kadardır: El ve ayak, tutmak ve yürümek içindir. Dil, konuşmak içindir. Ama gözün on ayrı kısımdan yapıldığını, bunlardan biri vazifesini yapamazsa görme işi olmayacağını bilmezsin ve yine bu kısımların herbirinin ne yaptıklarını ve hangi sebeble görmeye te’sir ettiklerini bilemezsin. Gözün madde olarak büyüklüğünü herkes bilir. Ona aid bilgiler ise cildlerle kitap-larda ancak anlatılmıştır. Bunu da bilmemene şaşmamak lâzım. Karaciğer, dalak, öd kesesi, böbrek ve buna benzer iç organların vazifelerini de bilemezsin. Karaciğerin vazifesi, mideden kendisine gelen çeşitli gıdaları kan renginde bir hâle getirmek ve yedi uzva yani bütün vücuda yayacak şekle sokmaktır. Kan ciğerde oluşunca üstünde sarı renkli bir köpük bulunur. Bir de tortu bırakır. Bu ise lenftir.Dalağın vazifesi bu safrayı, lenfi kandan almaktır. Sarı renkli köpük safradır. Öd kesesinin vazifesi bu safrayı emmek, toplamaktır. Kan ciğerden çıkınca, gayet ince ve suludur. Böbreğin vazifesi, kandan suyu almaktır. Ancak böylece kan, safrasız ve lenfsiz kendi renginde ve kıvamında damarlara ulaşır.
Safra kesesinde bir arıza olursa, safra kana karışır. Sarılık hastalığı meydana gelir. Safra ile alakalı diğer hastalıklarda baş gösterir. Dalak iyi çalışmazsa lenf kana karışır. Lenfevi hastalıklar meydana gelir. Böbrekler çalışmazsa su kana karışır, istiska (deri altı su toplama, ödem) hastalığı meydana gelir.
Bunun gibi, insanın dışındaki ve içindeki her parça bir iş için yaratılmıştır. Beden bunlarsız sağlam olamaz.
(Kimyâ-yı Saâdet)
ZEMZEM KUYUSUNUN BAZI ÖZELLİKLERİ:
İbn-i Abbâs (R.A.)’den rivâyet edildiğine göre: “Zemzem suyu, içildiği şey içindir”:
Onu, şifâ bulmak için içersen, Allâh, sana şifâ verir.
Onu, korunma isteklisi olarak içersen, Allâh, seni, korur.
Onu, susuzluğunu kesmek için içersen, Allâh, senin susuz-luğunu keser.
Eğer, O’nu karnını doyurmak için içersen, Allâh, seni doyurur. O, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ökçesi ile vurup yerden çıkardığı ve İsmâîl Aleyhisselâm’ı suladığı sudur.
Zemzem, yalnız suya kandırıcı değil, aynı zamanda, karnı doyurucudur da.
Bunun için, Câhiliyye Devri’nde Zemzem’e (Şubâ’a) denirdi.
Zemzem’in ismi olan (Şubâ’a) doyduktan sonra arta kalan yemek demektir.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in, İslâmiyet’i yaymaya çalıştığı ilk sıralarda Peygamberimiz’le görüşmek için Mekke’ye gelip, geceli gündüzlü otuz gün, susadıkça ve acıktıkça Zemzem suyu içmekle iktifâ ettiğini ve hiç de, zayıflamadığını ve aksine, semizlendiğini söyleyen Ebû Zerrü’l Gıfârî (R.A.)’e, Peygamberimiz: “O, gerçekten mübârek, gerçekten doyurucu yemektir!” buyurmuşlardır.
Hz. Abbâs (R.A.) de:
“Câhiliyye Devri’nde insanlar, Zemzem Kuyusu’ndan su içmekte birbirleri ile yarışırlar, çoluk çocuklu iseler, birlikte Zemzem Kuyusu’na gidip ondan içerler, bu, kendileri için, sabah içkisi olurdu. Biz Zemzem suyunu, çoluğumuza çocuğumuza bir yardım sayardık” demiştir.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in, Mekke’de oturan Kureyş eşrâfından Süheyl b. Amr (R.A.)’e bir yazı yazarak “Bu yazım sana gece gelirse sabahlama! Gündüz gelirse, geceleme! Bana, Zemzem suyu göndermedikçe!” buyurup Medîne’ye Zemzem getirttiği rivâyet edilir.
Peygamberimiz (S.A.V.), humma’nın, Zemzem suyu ile soğutulmasını tavsiye buyurduğu gibi, Zemzem suyundan kanasıya içmenin nifâktan kurtulmaya sebeb olacağını da, haber vermişlerdir. .
(M. Âsım Köksal, İ. Târihi, C. 1, S: 126-7)
A’ZÂLARIMIZIN GÖREVİ
Allâh Teâlâ, yarattığı insanın her a’zâsını, ne için yaratmışsa o yolda isti’mâl olunmasını irâde etmektedir. Kalbin mâ-hulikâleh’i ya’ni ne için yaratıldığı suâl edilirse, onun yaradılış sebebi: Ma’rifet ve tevhîdle meşgûl olmak, istihzâ ve benzeri mezmûm fiilleri terk etmektir.
Kim, her bir a’zâyı mâ-hulikâleh’ine isti’mâl etmek husûsunda ahd-i İlâhiye vefâ göstermezse Cenâb-ı Hakk’ın gazâbına ma’rûz kalır.Bazı vakitlerde, Ebû Cehîl (lâ’netullâhi aleyh), Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz’in arkasından yürür, ağızını burnunu oynatarak istihzâ ederdi, Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz bu hâle muttali oldukda:
Yapmakta olduğun gibi ol! buyurdular, mel’un kâfir ölünceye kadar aynı hâl içinde kaldı.
Utbe bin Ebî Muayt (La’netullâhi Aleyh) de Efendi- miz’in yüzüne tükürük attı. Attığı tükürüğü dönüp kendi yüzüne geldi, beras (Abraslık yâhûd abraşlık denilen hastalık) illetine tutuldu.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.),Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, S: 22-79)
ULEMÂ, ENBİYÂ’NIN VÂRİSİDİR
Hadîs-i Şerîf’te: “ Ulemâ, peygamberlerin varisidirler.” Bu Hadîs-i Şerîf’e iki surette ma’na verilebilir. Bir ma’naya göre: “Ulemâ, varis-i Nebidir.” Diğer ma’naya göre: “Kim ki varis-i Nebî ise, ancak âlim O’dur.”
Mutavvel’de, müsned ve müsnedün ileyh bahsinde bir kâide vardır: Müsned ile müsnedün ileyh ma’sife olursa; ister müsned’i, ister müsnedün ileyh’i tahsis câiz olur.
Bu Hadîs-i Şerîf’te mübteda ile haber ma’rife olduğundan iki sûretle ma’na verilmesi câizdir.
Bu i’tibârla bu Hadîs-i Şerîf’e ikinci ma’nayı vermek tevâfuk ediyor. (uygun düşüyor.) Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen, tanımayan, Cenâb-ı Hakk’tan korkmayıp ma’siyeti işleyen kimseye hakîkî âlim ıtlâkı (isimlendirilmesi) câiz olamaz.
Âlim-i billâh olan, halkı, ivazsız garazsız (Hâlis olarak) ve ücretsiz bir menfaat mukâbilinde olmayarak livechillâh hak yoluna Şerîat-ı mutahhara’nın emirlerine da’vet eder.
“Ey ümmet-i Muhammed! Siz nâsa ihrâc olunan ümmetlerin hayırlısınız. Zîrâ siz, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker eder ve Allâh’a îmân edersiniz.” (Al-i İmran: 110)
Hiç bir Peygamberin ümmeti, vâris-i Enbiyâ rütbesine nâil olamamıştır. Yani her Peygamberin ümmetine, emr-i bi’l- marûf ve nehy-i ani’l-münker verilmemiştir. Ancak bu vazîfe ümmet-i Muhammed’e tevdi’ olunmuştur.
“Hayra ümmetin” (ümmetlerin hayırlısısınız)’dan murâd, ulemâ-yı zâhir değildir. Çünkü irs ta’biri, pederden evlâda intikâl eden şeye derler. Ulemâ-yı zâhirin ilmi ise, irsi değil, kisbidir. (mîrâs yoluyla intikâl etmemiş, sonradan kazanılmıştır.) Ve kisbî olan, vehbî olmayan (Allâh vergisi olmayan) bir ilme irs ta’biri sahîh olamaz.
Binâenaleyh, ulemâ-yı zâhire de vâris-i Enbiyâ demek, asla doğru olamaz.
“Allâh’ın kulları içinde Cenâb-ı Allâh’tan korkanlar, ancak Cenâb-ı Allâh’ın zatını ve kahr u gadâbını lâyıkıyla bilen âlimlerdir.” (Fâtır Sûresi, Âyet: 28)
Yoksa Cenâb-ı Allâh’ı lâyıkıyla bilmeyenler, Allâh’tan korkmazlar. Halbuki Allâh-ü Teala’dan layıkiyle korkmak lâzımdır.
(Hz. M. Sâmî Ramazânoğlu (K.S.), Musahabe/1, S: 74-75)
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ (TOPKAPI )
Osmanlı Sultanlarına ve devlet idaresine yüzyıllar boyu hizmet etmiş olan Topkapı Sarayı’nın önemli bölümlerinden birisi Hırka-i Saadet Dairesi’dir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1518 yılında yaptırılmıştır.Üstleri kubbu ile örtülü dört odadan müteşekkildir. Mısır Seferi’nden sonra, hilâfetle birlikte teslim alınan “Mukaddes Emânetler”in konulması için inşa edilmiştir.
Hırka-i Saadet, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hırkasıdır. Bir başka hırkası da İstanbul’da Hırka-i Şerif Camii’ndedir. Hırka-i Saadet, Mukaddes emânetlerin en değerlisi sayılmaktadır. Dairenin üçü bugün ziyarete açıktır. Hırka-i Saadet’in bulunduğu oda kapalıdır. İçi aydınlatılmış olan bu oda ancak dışarıdan, hacet penceresinden görülebilmektedir.
Hırka-i Saadet, altın yaldızlı bir gümüş şebekenin ortasında, som altından bir sandığın içindedir. Kırk kat bohçaya sarılarak sandığa konmuştur. Yanındaki sandıkta ise Pegamberimiz (s.a.v.)’in sancağı bulunmaktadır. Bu, sancak padişahlar tarafından seferlere götürülmüş, muhafaza ve bakımı için bir bölük hassa askeri görevlendirilmiştir. Mukaddes emânetler arasında ikisi Peygamberimiz (s.a.v.)’e ait 21 kılıç, Peygamberimiz (s.a.v.)’in yayı, Hz. Fâtıma (r.a.)’nın seccadesi, Hz. Ali (r.a.)’e ait Kur’an-ı Kerim, Ka’be’den getirilen tevbe kapısı bulunmaktadır. Eşyaların hemen hepsi zengin mücevherata boğulup özenle korunmaya çalışılmıştır. Dairenin her yanı da paha biçilmez mücevherat ve zengin çinilerle tezyin edilmiştir. Tavandaki kandiller som altındandır. Duvarda mücevher kakmalı Kelime-i Şehâdet levhası Sultan 3. ahmed’in eseridir.
Her sene Ramazanın 12. günü, keçi yününden yapılmış olan Hırka-i Saadet’in içinde bulunduğu sandık Revan Odası’na nakledilerek dairenin her tarafı süpürülür, duvarları gül suyu ile yıkanır ve misk ile kokulandırılırdı. Sandık yerine konduktan sonra 15 Ramazan, büyük bir merasimle padişah ve saray erkanı tarafından ziyaret edilirdi. Hırka-i Saadet Dairesi’nin hizmete açılışından halifeliğin kaldırıldığı 3 MART 1924 gününe kadar hiç ara verilmeksizin günün 24 saatinde Kur’an-ı Kerim okunmuştur.
(İ.A. Hırka-i Saadet mad. 5/I, S:450)
Dînin üstünlüğü, delîldeki kuvvetledir. Bütün Peygamberler (A.S.)’ın hüccet (delîl) ile gâlib gelmeleri, üstünlük ve iftihâr vesîlesidir. Şu kadar var ki bazı Peygamberler (A.S.) hüccet ile gâlibiyyete, kılıç ile gâlibiyyeti eklemişlerdir. Cenâb-ı Allâh, daha sonra “Allâh, dostlarına yardımda güç ve kuvvet sâhibidir, Azîz’dir ya’nî gâliblerdir. Cenâb-ı Allâh, daha sonra “Allâh, dostlarına yardımda güç ve kuvvet sâhibidir, Azîz’dir ya’nî gâlibdir, hiç kimse O’nu murâd ettiği şeyden çeviremez.” Çünkü O’nun dışındaki her şey, zâtı bakımından “mümkünü’l-vücûd”dur. Zât bakımından “Vâcibü’l-Vücûd” olan, zâtı bakımından “mümkinü’l-vücûd” olana gâlib gelir.” buyurmuştur.
(Fahrüddîn Er-Râzî (R.H.), Tefsîr-i Kebîr Tercemesi, C. 21, S. 390)
Mukâtil’den rivâyete göre: “Mü’minler, Allâh-ü Teâlâ, bize Mekke’nin, Tâif’in, Hayber’in ve etrâfındaki yerlerin fethini nasîb buyurursa, ümîd ederiz ki Fars ve Rûm üzerine de gâlib kılar, deyince Münâfıkların Reîsi Abdullâh İbn-i Selûl: “Siz Rûm ile Fars’ı, gâlib geldiğiniz bazı karyeler mi sanırsınız? Vallâhî onlar, aded ve kuvvet i’tibâriyle, zannettiğinizden daha çok ve kuvvetlidirler.” demiş ve bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuş.
(Ömer Nasûhî Bilmen (Rh.A.),
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsîri, C. 8, S. 3662)
ŞEHÎD-İ HÜKMÎ, ŞEHÎD-İ HAKÎKÎ
Şehîd: Allâh yolunda yapılan bir muhârebe esnâsında veya ehl-i bâgı (âsî, isyâncı) ile veyâ yol kesiciler ile mukâtele (kavga, savaş) sırasında haksız yere öldürülen ve bâliğ (bülûğa eren, reşîd) ve tâhir (temiz) bulunan herhangi bir müslümândır ki bu, hem dünya, hem de âhiret ahkâmı i’tibâriyle “şehîd” olduğundan kendisine “ŞEHÎD-İ HÜKMΔ denir.
Bir de “ŞEHÎD-İ HAKÎKÎ ” vardır ki bu da garîk (suda boğulmuş), harîk (yangında yanarak ölmüş) veyâ garîb (gurbette yalnız, kimsesiz) olarak ölen veyâ tahsil yolunda veyâ zâtülcenb (akciğer zarında meydana gelen iltihâblı yaralara denir ki bazen içeriye akıntı yapar, bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalıktır.) gibi bir hastalık neticesinde terk-i hayât eden (ölen) herhangi bir müslümândır. Bunlar “şehîd” sevâbına nâil olacakları cihetle yalnız âhiret ahkâmınca “şehîd” sayılırlar. Fakat dünyâ ahkâmınca “şehîd” olmadıklarından gasledilmeksizin defnolunmazlar.
Şehîd ta’bîri, huzûr ma’nâsına olan şühûd’dan veyâ şehâdet’ten me’hûzdur (çıkarılmıştır.). Hakk Teâlâ Hazretleri’nin ma’nevî huzûruna nâil olacağı veyâ o mücâhidin şu şanlı ölümünde melâike-i kirâm hâzır bulunacağı cihetle kendisine “şehîd” unvânı verilmiştir.
Cihâd: İslâm Dîni’nde “cihâd” bir farîzadır. (Farzdır.) Bunun meşrûiyyeti “KİTÂBULLÂH” ile “SÜNNET-İ NEBEVİYYE” (S.A.V.) ile “ÜMMET’İN İCMÂİ” ile sâbittir. Bu husûsta birçok dînî delîller vardır.
Harb: Düşman ile savaşta bulunmak, muhârebe ve mukâtele (kavga) meydanına atılmaktır.
Cihâd’da “Allâh-ü Teâlâ’nın Dîni yolunda vukû’ bulacak muhârebelerde gerek nefsle ve gerek mal ve lisân ile ve gerek sâir vasıtalarla çalışarak elden gelen gayreti sarf etmektir.
Bu ta’rîfe nazaran bir müslim için Hakk Yolu’nda bir harbe bil fiil iştirâk etmek, bir “cihâd” olacağı gibi gâzîlere mal ile veyâ re’y (görüş, fikir) ile muâvenet etmek (yardım etmek), onların yiyeceklerini, içeceklerini hazırlamak, yaralıların tedâvîsine bakmak, İslâm ordusunun sevâdını (kalabalığını) artırmak da bir “cihâd”dır.
(Ömer Nasûhî Bilmen (Rh.A.),
Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, C. 3, S. 351-355)
ZEMZEM KUYUSUNUN BAZI ÖZELLİKLERİ
Hacer Validemiz yedi kere Merve’den Safa’ya Safa’dan Merve’ye gidip duâ ederdi. Yedinci defa Merve’ye vardığı zaman İsmail (Aleyhisselâm)’ın ağlaması ve sesi durdu. Hacer (R.A.) kendi kendine;
-Hararetten öldü… diyerek, ağlaya ağlaya Merve’den inip oğluna doğru geldi. Yakınına geldiği zaman gördü ki: Hacetleri bitiren duâları kabul eden Yüce Zat, kudreti ile İsmail (A.S.)’in ayağının altından lûtuf ve keremi ile su ihsan eyemiş. Hacer (R.A.) kendi kendine: Ben varıncaya kadar gider sanıp suya:
– Zem zem. Dedi. Yani
-Yerinde dur akma. Allah’ın emri ile su dahi akmadı; göllenip durdu. Onun için adına:
-Bir-i Zemzem (Zemzem Kuyusu) denildi.
İbn-i Abbas (R.A.)’dan rivâyet edildiğine göre: “Zemzem suyu, içildiği şey içindir”:
Onu, şifâ bulmak için içersen, Allah, sana şifâ verir. Onu, korunma isteklisi olarak içersen, Allah, seni, korur. Onu, susuzluğunu kesmek için içersen, Allah, senin susuzluğunu keser. Eğer, O’nu karnını doyurmak için içersen, Allah seni doyurur. O, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ökçesi ile vurup yerden çıkardığı ve İsmail (aleyhisselam)’ı suladığı sudur.
Zemzem, yalnız suya kandırıcı değil, aynı zamanda, karnı doyurucudur da. Bunun için, cahiliyye devrinde Zemzem’e (Şubâ’a) denirdi. Zemzem’in ismi olan (Şubâ’a) doyduktan sonra arta kalan yemek demektir.
Peygamberimizin (S.A.V.), İslâmiyet’i yaymaya çalıştığı ilk sıralarda Peygamberimizle görüşmek için Mekke’ye gelip, geceli gündüzlü otuz gün, susadıkça ve acıktıkça Zemzem suyu içmekle iktifa ettiğini ve hiç de, zayıflamadığını ve aksine, semizlendiğini söyleyen Ebû Zerr’ül Gıfâri (R.A.)’e, Peygamberimiz (S.A.V.) “O, gerçekten mübârek, gerçekten doyurucu yemektir!” buyurmuştur.
Peygamberimiz (S.A.V.), Humma’nın, Zemzem suyu ile soğutulmasını tavsiye buyurduğu gibi, Zemzem suyundan kanasıya içmenin nifaktan kurtulmaya sebeb olacağını da, haber vermiştir.
(M. Asım Köksal, İ. Tarihi, C. 1, S: 126-7)
BİSMİLLÂHİRRÂHMÂNİRRAHÎM
HâdTs-i Şerîf’te buyrulmuştur ki: “Meşru işlerin hangisi
olursa olsun, Besmele-i Şerife ile başlanmazsa hayrına
ve tamâmına nail olunamaz; (o iş) bereketsiz kalır.” (Ebû
Davûd, Edeb, 18)
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz Besmele’yi okuduklarında,
Besmele’nin Allâh-ü Te’âlâ’nın isimlerinden bir isim olduğunu,
bu isimle ism-i A’zâm arasında, gözün siyahı ile beyazı ara-
sındaki kadar yakınlık bulunduğunu buyurmuşlardır.
Resûlullâh (sav): “Bir kimse, üzerinde Besmele ya-
zılmış bulunan bir kâğıdı yerde basılmasın diye, Allâhü
Te’âlâ’ya ta’zim ederek yerden kaldırsa, o kimse Allâhü
Te’âlâ katında Sıddfklardan yazılır. Annesi babası; müşrik
olsalar da, azâbları hafifler” buyurmuşlardır.
Bâzı büyüklerin ifâdesine göre iblis Huzur-u ilâhîden
kovulup ümîdsizliğe düşmesinin te’sîriyle üç defa feryâd
eylediği gibi, hiç feryâd ve figân etmemiştir. Birincisi, la’net
edilip, kovulup göklerin melekûtundan çıkarıldığı zaman; ikin-
cisi, Resûlullâh (s.a.v.) dünyayı teşrîf ettiği zaman; üçüncüsü
de, kendisinde Besmele bulunan Fâtihâ Sûresi indirildiği
zamandır.
Hz. AIT(r.a.), Besmele indiği zaman Resûlullâh (s.a.v.)’in:
“Bu Âyet-i Kerîme en önce Âdem (a.s.)’a indi. O anda
Âdem (a.s.) ‘Benim ümmetim bunu okumaya devam et-
tikleri müddetçe azâbdan emindirler’ dedi. Sonra Besme-
le Âyeti kaldırılıp ibrahim (a.s.)’a indirildi, ibrahim (a.s.)
mancınıkta iken onu okuduğundan Allâh-ü Te’âlâ ateşi
ona soğuk ve selâmet üzere kıldı. Sonra yine kaldırılıp
Süleyman (a.s.)’a indirildiğinde, melekler: Ey Allâh-ü
Te’âlâ’nın Peygamberi! Allâh-ü Te’âlâ’ya yemin ederiz ki,
işte şimdi mülk ve saltanat tamam ve mükemmel oldu”
dediler. Sonra yine kaldırılıp, şu anda Allâh-ü Te’âlâ
(Besmele’yi) bana indirdi. Kıyamet gününde ümmetim
gelir. Onlar Besmele’yi okur bulunurlar. Amelleri teraziye
konulduğu zaman sevâb ve iyilikleri günahlarından ağır
gelir” buyurulduklarını bildirmiştir. Resûlullâh (s.a.v): “Siz
Besmele’yi kitâblarınıza yazınız, onu yazdığınız zaman dil
ile de söyleyiniz” buyurmuşlardır.
(Gavs-ı A’zâm Abdülkâdir Gsylânî (k.s.a.), Gunyetü’t-Tâlibîn, 165.s)
GECESİ DE GÜNDÜZÜ GİBİ APAYDINLIK BİR DÎ NİN MENSUBUYUZ
Hadîs-i Şerif de: “Size gecesi gündüzü gibi parlak olan
bir yol bırakıldı. Başka tarafa sapan helak olur”
buyu-ruldu. ibn-i Mes’ûd (r.a.) buyuruyor ki: Resûlullâh
(s.a.v.)’in bu dünyâdan ayrılma zamanı yaklaşmıştı. Âişe
(r.anhâ) Vâlidemiz’in evinde toplandık. Bize bakıp gözleri
yaşardı: “Allâhü Te’âlâ size iyilikler versin, ömürler versin,
rahmet etsin. Size Allâhü Te’âlâ’dan sakınmayı ve ona
itaat etmeyi vasiyet ediyorum. Ayrılık yaklaştı. Allâhü
Te’âlâ’ya, Sidretü’l-müntehâ’ya, Cennetü’l-me’vâ’ya
kavuşacağım. Ehl-i beytimin erkekleri beni yıkasın. Bu
üzerimdeki elbisemle kefenlesinler veya isterlerse hulle-i
yemânf ile kefenlesinler. Yıkayıp kefenledikten sonra beni
bu divanımın üzerine koyunuz. Bu yatağımın olduğu yere
gömersiniz. Sonra beni bir müddet yalnız bırakarak dışarı
çıkarsınız. Benim namazımı önce habfbim Cebrail, sonra
Mfkâil, sonra İsrafil, sonra Melekü’l-mevt (ölüm meleği)
askerleri ile beraber gelip kılarlar. Sonra bölük bölük
girip namazımı kılınız” buyurdular. Firak, ayrılık sesini işiten
Ashâb-ı Kiram (r.a.e.) sesli olarak ağladılar. Yâ Resûlâllâh
(s.a.v.)! Sen Rab-bimizin Resûlü’sün, aramızda ışık,
işlerimizde sultansın. Eğer bizi bırakıp gidersen ne
yapacağımızı kime sorar, kime mü-racaat ederiz dediler.
Resul (s.a.v.): “Size gecesi gündüzü gibi olan geniş bir yol
bıraktım. Biri konuşan, öteki susan iki vaiz bıraktım.
Konuşanı Kur’ân-ı Kerîm, susanı ölümdür. İşlerinizde bir
müşkiliniz olursa Kur’ân ve Sünnet’e başvurursunuz.
Kalbleriniz karardığında ölüm hâllerini hatırlayıp ibret
alırsınız” buyurdular.
(Ssyyîd Alizâds (r.h.), Şir’atü’l islâm, 29-30.S.)
Safer ayı ibâdetleri ile ilgili uyarı: Safer ayının ilk
Çarşamba gecesi, (bugünü yarına bağlayan gece) kılınacak
namazın tarifi ve ilk Çarşamba günü (yarın) okunacak dualar
27 -28 Aralık tarihli yapraklardadır.
LÂZIM OLAN İLMİ ÖĞRENMEK FARZDIR
Kuşluk vakti Müslüman olan veya buluğa eren birisinin
bütün ilimleri öğrenmesi farz değildir. O anda farz olan
sâdece “Lâ ilahe illallah Muhammedü’n Resûlullâh” (Allah
birdir, Muhammed (s.a.v.) de O’nun elçisidir) kelimesinin
anlamını yani, Ehl-i Sünnet’in inancını bilmesidir. Yüce
Allah’ ın sıfatlarını, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin
sıfat-larını, âhireti, cenneti, cehennemi, hasrı ve neşri
bilmesi ve inanması gerekir. Anlar ki çeşitli sıfatlara sâhib
olan Yüce Rabbi ve bu Rabbinin peygamberlerin dili ile
söy-lenen emir ve yasakları vardır. Eğer dünyada iken
Allah (c.c.)’ya ve Peygamber (s.a.v.)’e itaat ederse,
öldükten sonra mutluluğa kavuşur, emirleri dinlemeyip,
isyan eder-se, âsî olur ve güç durumlara düşer.
Kuşluk vakti Müslüman olanın, öğle vakti geldiğinde
abdest ve namazın farzlarını öğrenmesi farzdır. Sünnet-leri
öğrenmesi ise Sünnettir, farz değildir. Zamanı gelme-den
bir şey farz olmaz. Aynı şekilde Ramazan ayı gelin-ce, oruç
için niyet etmek gerektiğini ve sabahtan akşama kadar
yemenin içmenin, cinsi münasebette bulunmanın haram
olduğunu öğrenmesi farz olur.
Bunlar gibi, her işin ancak yapma zamanı geldikten
sonra o işi bilmek farz olur. Evlenmeyi düşünmeden önce
evliliğe âid bilgiler farz olmaz. Ancak evlenmek istedik-ten
sonra, kadının kocasının üzerindeki hakları, hayız
zamanında ve hayızdan sonra yıkanıncaya kadar cinsî
birleşmede bulunmanın caiz olmadığını ve bunlar gibi
ev-lilerin bilmesi gereken bilgileri öğrenmesi farz olur.
Bunun içindir ki, Hz. Ömer (r.a.) bir gün çarşıda alışveriş
yapanları kamçılayıp öğrenmeğe gönderdi ve bu-yurdular
ki: “Alışverişe âid bilgileri bilmeyenin çarşıda durması
doğru olmaz. Zîrâ haram ve faiz yerler de ha-berleri bile
olmaz”.
(Hüccet’l-İslâm İmâm-ı Gâzâli (k.s.a.), Kimyâ-y, Saadet, 101-102.s)
NEBİ (S.A.V.)’İN İBLİSİ SORGUYA ÇEKMESİ I
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular:
– “Ümmetime saadet ihsan eden; seni de belli bir
vakte kadar şakî (âsî) kılan Allah’a hamd olsun.”
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in bu cümlesini duyan
la’netli iblis şöyle dedi: – Heyhat, heyhat. Ümmetin saadeti
nerede? Ben, o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmetin
için nasıl ferahlık duyarsın? Ben, onların kan mecralarına
girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu hâlimi gö-
remez ve bilemezler, beni yaratan ve dirilme gününe kadar
bana mühlet veren Allah’a yemîn ederim ki onların hepsini
azdırırım. Câhillerini ve âlimlerini, ümmîlerini ve okumuşla-
rını, fâcirlerini ve âbidlerini… Hâsılı (sonuç olarak), bunların
hiçbiri elimden kurtulamaz. Fakat Allah’ın hâlis kullarını
azdıramam.
Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz sordular:
– “Sana göre ihlâs sahibi olan muhlis kullar kimlerdir?”
– Bilmez misin yâ Muhammed (s.a.v.), bir kimse ki,
dirhemini ve dinarını sever… O, Allah için bir ihlâsa sâhib
değildir. Bir kimseyi görürsem ki; dirhemini ve dinarını sev
mez; övülmekten, medh edilmekten hoşlanmaz. Bilirim ki
o, ihlâs sahibidir. Hemen onu bırakır kaçarım. Bir kul, malı
ve övülmeyi sevdiği sürece, kalbi de dünya arzularına bağlı
kaldığı müddetçe, o size vasfını yaptığım kimseler arasın
da bana en çok itaat edendir. Bilmez misin ki mal sevgisi,
büyük günâhların en büyüğüdür. Bilmez misin ki ya Mu
hammed (s.a.v.), baş olma sevgisi yine büyük günâhların
en büyükleri arasındadır. Not: Şeytanın Hileleri serisinin bir
sonraki yazısı 16 Temmuz’dadır.
(Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi (k.s.) , Şeytânın Hileleri, 11-14.S.)
Hadîs-i Şerîf: “Kul: ‘Eûzü billâhissemî’il âlimi
mine’ş-şeytânir-racim. Ve eûzü billahi en yehdurûn.
İnnallâhe hüve’s-semî’u’l ‘alîm.’ deyince şeytân onun
kalbinden hortumunu çeker.”
(Hz. Mahmûd Sami Ramazânoğlu (k.s.), Dualar ve Zikirler, 62.s)
LÂZIM OLAN İLMİ ÖĞRENMEK FARZDIR
Kuşluk vakti Müslüman olan veya buluğa eren birisinin
bütün ilimleri öğrenmesi farz değildir. O anda farz olan
sâdece “Lâ ilahe illallah Muhammedü’n Resûlullâh” (Allah
birdir, Muhammed (s.a.v.) de O’nun elçisidir) kelimesinin
anlamını yani, Ehl-i Sünnet’in inancını bilmesidir. Yüce
Allah’ ın sıfatlarını, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin
sıfat-larını, âhireti, cenneti, cehennemi, hasrı ve neşri
bilmesi ve inanması gerekir. Anlar ki çeşitli sıfatlara sâhib
olan Yüce Rabbi ve bu Rabbinin peygamberlerin dili ile
söy-lenen emir ve yasakları vardır. Eğer dünyada iken
Allah (c.c.)’ya ve Peygamber (s.a.v.)’e itaat ederse,
öldükten sonra mutluluğa kavuşur, emirleri dinlemeyip,
isyan eder-se, âsî olur ve güç durumlara düşer.
Kuşluk vakti Müslüman olanın, öğle vakti geldiğinde
abdest ve namazın farzlarını öğrenmesi farzdır. Sünnet-leri
öğrenmesi ise Sünnettir, farz değildir. Zamanı gelme-den
bir şey farz olmaz. Aynı şekilde Ramazan ayı gelin-ce, oruç
için niyet etmek gerektiğini ve sabahtan akşama kadar
yemenin içmenin, cinsi münasebette bulunmanın haram
olduğunu öğrenmesi farz olur.
Bunlar gibi, her işin ancak yapma zamanı geldikten
sonra o işi bilmek farz olur. Evlenmeyi düşünmeden önce
evliliğe âid bilgiler farz olmaz. Ancak evlenmek istedik-ten
sonra, kadının kocasının üzerindeki hakları, hayız
zamanında ve hayızdan sonra yıkanıncaya kadar cinsî
birleşmede bulunmanın caiz olmadığını ve bunlar gibi
ev-lilerin bilmesi gereken bilgileri öğrenmesi farz olur.
Bunun içindir ki, Hz. Ömer (r.a.) bir gün çarşıda alışveriş
yapanları kamçılayıp öğrenmeğe gönderdi ve bu-yurdular
ki: “Alışverişe âid bilgileri bilmeyenin çarşıda durması
doğru olmaz. Zîrâ haram ve faiz yerler de ha-berleri bile
olmaz”.
(Hüccet’l-İslâm İmâm-ı Gâzâli (k.s.a.), Kimyâ-y, Saadet, 101-102.s)
HAYIRLI AMELİ YAPMAKTA ACELE ETMELİYİZ
ilim öğrenmeyi mühim göstererek amelde noksanlık
veya gecikme olmas ı şeytânın aldatması ve hîlesidir.
Selef-i Sâlihîn öğrendiklerini hemen tatbîk eder, tahsilin bit-
mesini beklemezlerdi. Çünkü çok kere ecel, ilmin tamâmını
öğrenmeden gelip çatar da, kul öğrendiği ile amel etme
imkânını bulamaz. Böylece hüsrana uğrayanlardan, ame-
linde noksan olanlardan olup cehenneme gider.
imâm-ı Gazâlî (k.s.) dedi ki: Cehennem ehlinin çoğunun
ağlaması, ibâdetlerini, dîn işlerini geciktirdikleri için
olacaktır. Yarın yaparım diyen zavallı, bugünün dün için
yarın olduğunu düşünememededir. Günler birbirini ta’kîp
edip zaman geçtikçe gücü, kuvveti de azalmaktadır. Dün-
yanın ihtiyaç ve arzuları bitmez. Amelleri geciktirmenin
esâs sebebi, dünyâyı sevmekten, ona çok sarılmaktan ileri
gelmektedir. Gafletin de ma’nâsı budur. Şurası bir gerçektir
ki dünyayı ne kadar severse sevsin, mutlaka bir gün ondan
ayrılacaktır. Hadîs-i Şerifte: “Sevdiğini sev, zî râ ondan
ayrılacaksın” buyuruldu. ilmin aslı, Allâhü Te’âlâ’yı
tanımakdır.
Bir köylü Resûlullâh (s.a.v.)’in huzuruna geldi: “Yâ
Resûlullâh! Bana ilmin garipliğini öğret” dedi. Resûlullâh
(s.a.v) ona: “İlmin başını ne yaptın?” buyurdular. Köylü,
“ilmin başı nedir?” dedi. Resûlullâh (s.a.v): “Allâhü
Te’âlâ’yı hakkıyla tanımaktır. Bu daO’nun misli, benze-
ri, zıddı, dengi, eşi olmadığını, vâhid, evvel, âhir, zahir,
bâtın olduğunu bilmektir” buyurdular.
Selef-i Sâlihîn ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanırlar,
lüzumlu bilgileri öğrenirlerdi. Allâhü Te’âlâ, kullarına fazla
mallarından soracağı gibi, fazla ilminden de soracağını
düşünürlerdi. Malını nereden kazandın, nereye sarf ettin
diye sorulacaktır. Fazla kelimesinden anlaşıldığına göre
Kıyamet günü, Allâhü Te’âlâ, her şeyden değil de, gelmiş
olan bâzı haberlerin de delil olduğu gibi zarurî miktardan
fazla olan işlerden soracaktır. Not: Salih Ameller serisinin bir
sonraki yazısı 27 Mart tarihindedir.
(Seyytd Altzâde (r.h.), Şlr-atiTI-lslâm, 44-45.5)
RIZKI ARTIRAN VESİLELER
“Ey insanlar! Sizi cennete yakınlaşt ıracak, cehen-nemden
uzaklaşt ıracak hiçbir şey yoktur ki ben onu size emretmiş
olmayayım ve sizi cehenneme yaklaşt ıracak, cennetten
uzaklaşt ıracak hiçbir şey yoktur ki onu sizden nehyetmeyeyim.
Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl (a.s.)), rızk ıma tam olarak kavuşmadıkça
nefsimin ölmeyeceğini kalbimesok-tu. Allah’tan korkun ve r ızk
aramayı güzel yapın. Onun gecikmesi birtakım günahlarla sizi
Allah’a isyana şevket-in es in. Çünkü Allah kat ındakilere ancak O’na
itaatle ulaşılabilir.” (Bey haki)
“Kadınları nikahlayın. Şübhesiz onlar size mal getire-cektir.”
(Deylemî)
“İktisad eden fakîrleşmez.” (Tâberâni)
“Geçimde tutumluluk bir kısım ticaretten daha hayırlıdır.”
(Dârekutnî)
“Yolculuk yapın, sıhhat bulun ve zengînleşin.” (Beyhâki)
“Misafir, rızk ıyla gelir, kavmin günahıyla gider ve onla-rın
günahlarını azaltır.” (Deylemî)
“Allah kime bir nimet verirse çokça el-hamdü lillâh deyip Allah’a
hamdetsin. Kimin günahı çoğalırca (bazı rivayetlerde kaygısı, gamı
artarsa) ‘estağfirullâh’ deyip Allah’tan bağışlanmayı dilesin. Kimin
de rızk ı geciktirilirse çokça ‘La havle velâ kuvvete illâ billâh’ desin”
(Tâberâni)
“Bir kimse istiğfara devam ederse Allah ona her dar-lıktan bir
çıkış yolu verir, her kayg ıdan âzâd eder ve onu ummadığı yerden
rızıklandırır.” (Timizi)
“Vakıa sûresi zengînlik süresidir. Onu okuyun ve çocuklarınıza
Öğretin.” (i. Merduyye)
“Kadınlarınıza Vak ıa sûresini öğretiniz. Şübhesiz o, zengînlik
süresidir.” (Deyiemi)
Ümmü Seleme (r.anha)’nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.v.) sabah namazından sonra şöyle duâ ederdi: “Allâhım
senden temiz rızık, faydalı ilim ve makbul amel Ulerim.” (Ahmedb.Hanbel)
İSİM SEÇİMİ GÜZEL YAPILMALI
Ana ve baban ın evlâdı üzerinde hakkı olduğu gibi,
evlâdın da ana ve baba üzerinde birtakım hakları vardır. Bu
haklardan bir tanesi de çocuğa güzel bir isim vermektir.
Muhammed ve Ahmed isimleri, Allah katında bütün
isim-lerden daha sevimlidir. Cenâb-ı Hakk, Peygamberi
(s.a.v.) için ancak en sevimli olan ismi seçmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki: “Bir kişiye
Cenâb-ı Hakk bir erkek çocuk verir o da ona Muham-
med ismini verirse, o kişi de onun çocuğu da cennette
olurlar.”
Bundan sonra en fazîletli isimler “Abdullah,
Abdurrah-man” gibi kullukifâde eden isimlerdir. Anne ve baba;
Cenâb-ı Hakkın ibâdet lafzıyla kendisiyle
alâkalandırmadığı, Pey-gamberi (s.a.v.)’in zikretmediği,
Müslümanların kullanma-dığı bir ismi evlâdına
vermemelidir.
Rivayet ediliyor ki: “Herhangi birinizin bir çocuğu
dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce onu
defnetmesin.” Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir.
(Kız ise kız.)
Allah’ ın Resulü (s.a.v.) çirkin ismi güzel isimle
değiştirir-di. Meselâ Esrem (kırıkdişli) adlı bir kişi Resûlullâh
(s.a.v.)’e geldi. Ona Zür’a ismini verdi. Hz. Ömer (r.a.)’in
Âsiye adın-da bir kızı vardı. Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.)
onun ismini Cemile ile değiştirdi.
Çocukların ana baba üzerindeki diğer hakları ve bu
konuda ana babanın görevleri ise; onları beslemek, islâm
ahlâkına göre terbiye etmek, onları bir kazanç yoluna
koy-mak, çocuklar arasında âdil davranmak, dokuz yaşına
gir-diklerinde yataklarını ayırmak, on üç yaşına
girdiklerinde namaz kılmıyorlarsa hafifçe dövmek, zamanı
geldiğinde de bir engel yoksa onları evlendirmektir.
Not: Haklar ve Vazifeler serisinin bir sonraki yazısı 30Nisan’dadir.
(Âbidin (r.h.), Reddü’/ZlfaMâr, 15.c525-526.s)
40 HADİS-İ ŞERİF (1-20)
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetime kim dini ile
alâkalı kırk Hadîs ezberletirse, Allah (c.c.) onu k ıyamet gününde
fakîhler ve âlimler zümresine dahil eder.”
1.”Bütünsemavî kitâbların anahtarı, Besmele-i Şeriftir.”
(Câmiüssağîr)
2.”Cenâb-ı Hakk’ın ni’metlerine şükür, o ni’metin zevaline
emandır (elden gitmesine güvencedir).” (Deylemî)
3.”Sizden bana en yak ın olan kimse, bana çokça salevât
getirendir.” (Câmiüssağîr)
4.”Cenâb-ı Allah amelsiz îmânı ve îmânsız ameli kabul
buyurmaz.” (Menâvî)
5.”Ameller niyetlere göredir.” (Menâvî)
6.”Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buharı, Müslim)
7.”Ahiret saadeti için çalışanlara Cenâb-ı Hakk dünya saadetini
de ihsan buyururlar.” (Deylemî)
8.”Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için beslenen güzel niyet,
sahibini cennete dâhil eder.” (Deylemî)
9.- ibadetm, riya, garaz ve ivazdan hâlis et. Bu hâlde az bir amel
senin için kâfidir.” (Menâvî)
10.”Lisân ile kalb bir olmadıkça hiçbir kul, Mü’min-i kâmil olmaz”
(Kenzü’l irfan)
11.”Temizliğe itinâ ve devaml ılık, insanı tam bir îmâna davet
eder.” (Tâberânî)
12.”Sizden birisi abdestli bulunmak niyetiyle abdest alırsa,
abdesti bozulmadıkça namazda bulunmuş gibi ecir ahr.” (Menâvî)
13.”İlmi kitabetle; yani yazarak bağlayın.” (Tirmiz,)
14.”Kim bir hayra delâlet ederse onu işleyen gibi ecir ahr.”
(Beyhakî)
15.”Deveni bağla, ondan sonra Allâh”a tevekkül et” (Tirmızi)
16.”Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere peygamber ba’s
olundum (peygamber olarak gönderildim).” (Buhârî)
17.”Zenginlik arazi ve mal çokluğundan ibaret değildir. Asıl
zengînlik kalb zengînliği yani kanaattir.” (Müslim)
18.”işlerin hayırlısı ortalarıdır. Yani ifrat ve tefrîtten âzâde
(aşırılıklardan uzak), mu’tedil olandır.” (Beyhâkî)
19.”Canının her istediğini yemek de israf cümlesinden-dir.” (Ebû
Dâvûd)
20.”Sizden herhangi biriniz Cuma namazına gideceği
zaman gusletsin.” (Buhârî, Müslim)
ÜMMETİMİN FİTNESİ DÜNYA MALIDIR
Ebû Ümâme (r.a.)’den rivayetle Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
buyurdular ki: “Sizden sonra öyle insanlar gelecek ki türlü,
zevkli yemekler yiyecekler, renkli ve rahat bineklere
binecek, rengârenk ve güzel kadınlar ile evlenecek, güzel
ve kıymetli kumaşlardan elbiseler giyecekler; onların
mideleri az ile doymaz, onlar çoğa da kanâat etmez,
dünyaya bağlanmışlardır, sabah akşam düşündükleri ve
taptıkları dünyalıktır; yani Allah (c.c.)’den başka İlâh ve
Rabb kabul ederler, bütün gayretleri dünya içindir. Yalnız
hevâ-yı heveslerinin peşinde koşarlar. Abdullah’ın oğlu
Muhammed (s.a.v.)’in kat’î sözü şudur ki: Sizden sonra
gelenler, o güne yetişenler, onlara selâm vermesin,
hastalarını ziyaret etmesin, cenazelerine gitmesin ve
büyüklerine hürmet etmesinler. Zîrâ bunları yapanlar
İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş Olurlar.” (Taberanı)
Ka’b b. iyâz (r.a.)’den rivayete göre, Resûlullâh (s.a.v.):
“Her ümmetin bir fitnesi vardır, benim ümmetimin fitnesi ise
maldır.” buyurmuşlardır, (ibn Mace. Fiten 18)
ibn Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullâh (s.a.v.), om-
zumdan tutarak şöyle buyurdular: “Dünyada bir garib gibi
yabancı gibi hattâ bir yolcu gibi ol! Kendini kabir halkından
biri gibi kabul et.” ibn Ömer (r.a.) şöyle derdi: “Sabaha
çıktığında akşama çıkacağından söz etme, hastalığından
önce sağlığından, ölümünden önce hayâtından istifâde
ederek hazırlık yap. Ey Abdullah yarın isminin mutlu mu,
bedbaht mı olacağını bilemezsin.” (Buhârî, Rikak 37)
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdular:
“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şübhesiz ki Allah,
dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza,
ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyadan
sakının ve kadınlardan korunun.” (Müslim, Zikr 99)
KALBLERİ ÖLDÜREN SEKİZ HASTALIK
ibrâhîm b. Edhem (k.s.)’a şöyle denildi: “Neden biz
Allah’a duâ ediyoruz da Allah bizim duamızı kabul etmiyor.
Oysa Allâhü Te’âlâ ‘Bana duâ ediniz! Sizin duanızı kabul
edeyim’ buyurmuştur” (BakaraS.186) ibrâhîm b. Edhem (k.s.)
cevâb olarak ‘Çünkü sizin kalbleriniz ölüdür de ondan’ dedi,
Acaba kalblerimizi öldüren nedir?’ diye soruldu. O da şöyle
cevâb verdi: ‘Kalblerinizi öldüren sekiz haslettir:
1- Siz Allah (c.c.)’nun hakkını biliyorsunuz, fakat yerine
getirmiyorsunuz.
2- Kur’ân’ı okuyorsunuz; fakat onun emirlerini tatbîk et-
miyorsunuz.
3- ‘Biz Hz. Peygamber (s.a.v.)’i seviyoruz’ diyorsunuz;
fakat Sünnetine göre amel etmiyorsunuz.
4- ‘Ölümden korkarız’ diyorsunuz; fakat ölüm için hazır-
lık yapmıyorsunuz.
5-Allâhü Te’âlâ ‘Muhakkak şeytân sizin için düşmandır,
Bu bakımdan siz de onu düşman edinin’ (Fât.rs. 6) buyur-
muşlardır. Siz ise günahlar hususunda şeytâna uyuyorsu-
nuz.
6- ‘Biz ateşten korkuyoruz’ diyorsunuz; oysa bedenleri-
nizi ateşte helak ediyorsunuz.
7- ‘Biz cenneti seviyoruz’ diyorsunuz; oysa cennet için
hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.
8-Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtını-
zın arkasına atıyorsunuz. Halk ın ayıplarını getirip önünüze
seriyorsunuz. Böylece Rabbinizi gazaba getiriyorsunuz!
Acaba durum böyle iken Rabbiniz sizin duanızı nasıl kabul
edecektir?
(Hüccefül-İslâm İmâm-ı GazâlT (k.s.), ihya; Ulumiddin, 4.c.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:
“Demir paslandığı gibi, kalbler de günahla paslanır.
Kalblerin cilâsı ölümü çok hatırlamak ve Kur’ân-ı kerim
[okumaktır.” (Beyhâkr, )
İLMİN FAZİLETİ
ilmin fazîleti ile ilgili Âyet-i Kerîme’lerve Hadîs-i Şerîf’ler:
“Allah da sizden inananları kendilerine ilim verilenleri derecelerle
yükseltsin.” (Mücâdele s. 11)
“Âlimlerle câhiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sâhibleri
düşünürler.” (ZUmer s. 9)
“Allah’tan tam mâ’nâsıyla ancak âlimler korkar.” (Fâtırs. 28)
“Eğer aldıkları malûmatı peygambere, emir sâhiblerine (âlimlere)
bildirseydiler, onlar vakıaları tedkik ve tahkik ederek, bunların
açıklamaya veya gizlemeye lâyık olup olmadıklarını bilirlerdi.” (Nisa s. 81)
Allah’ ın Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allah bir kulu için hayrı
murad ettiğinde, onu dinde Allah’tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini
doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir.”
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” Peygamberlik derecesinden
daha üstün bir mertebenin bulunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu
mertebeye vâris olmak, şereflerin en büyüğüdür.
“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehîdlerin kanıyla tartılır.”
“Ümmetime ulaştırmak üzere kırk Hadîs ezberleyen kimseye kıyamet
gününde hem şefaatçi, hem de şâhid olurum.”
“Kıyamet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir: Peygamberler,
âlimler, şehîdler.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Muaz (r.a.)’i Yemen’e gönderirken kendisine
şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki Allah’ın senin vasıtanla bir kişiyi
doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bulunanların
tümünden daha hayırlıdır.” (imâm Ahmed, Müsned) “Öğrenip amel eden ve
öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir.”
(Deylemt)
“Allah’ın rahmeti benim halîfelerimin üzerine olsun!” Senin halîfelerin
kimlerdir yâ Resûlullâh?’ diye sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a.v.)şöyle
cevâb vermiştir: “Benim Sünnetimi ihya eden ve Sünnetimi Allah’ın
kullarına öğreten kimselerdir’.” (ibn AbdUlberr)”islâm dinini ihya etmek
maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında,
cennette sâdece bir derecelik fark vardır.” (Ebû Nuaym)
Not:ilim serisinin bir sonraki yazısı 16Eylül’dedir.
(Hüccet’ül-İslâm İmâm-, Gazâlî, Ihya-u Ulumiddin d .13-22)
FÂTİHÂ SÛRESİ
Cenâb-ı Hakk Hadîs-i KudsTde buyurmuştur ki:
‘- Namazı kendimle kulum arasında ikiye taksim ettim.
Kuluma da istediğini vereceğim.” Kul:
“-Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsûstur.” dediği
zaman, Allah:
“- Kulum bana hamdetti.” buyurur. Kul: “O Allah ki
Rahmân’dır, Rahîm’dir.” dediği zaman, Allah:
“- Kulum beni sena etti (övdü).” buyururlar. Kul:
“- O Dî n Günü’nün Mâliki’dir.” dediği zaman, Allah:
“- Kulum beni teme id etti. (Büyüklüğümü bildi)” bu-
yururlar. Kul: ‘-Ancak sana ibâdet ederiz, ancak senden yardım
dileriz.” dediği zaman, Allah:
“- Kulum bana istiğfar etti. Bu benimle kulum arasındadır
ve kulum için istediği vardır.” buyururlar. Kul:
“- Bizi sırât-ı müstakîm’e, kendilerine ni’met verdiklerinin
yoluna ulaştır, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin
yollarına değil.” dediği zaman, Allah:
“- Burası kulum içindir, kulum için de istediği vardır.”
buyururlar.’
Âmî n: “Ey Rabbimiz, duamıza icabet et, duamızı kabul et!”
demektir.” Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayetle Resûlullâh (sav.)
Efendimiz: “Âmî n” dediği zaman “Âmî n” deyiniz. “Âmî n deyişi
melâikenin (meleklerin) amî nine tevâfuk edenin (denk gelenin)
geçmiş günâhları mağfiret olunur.” buyurmuşlardır.
Rivayet olunur ki Şam’dan Ebû Cehil’in yedi kervanı büyük bir
mal ile yedi bölük halinde gelince Resûlullâh (s.a.v.) ve Ashâb’ı
(r.a.e.) onu gördüler. Sahâbe’nin çoğunluğu aç ve çaresiz idiler.
Nebî-yi Ekrem (s.a.v.), Ashâb-ı (r.a.e.)’in hâline de bakmakla gönlü
bir parça meşgul oldu. Hemen:
“Muhakkak ki sana Seb’al Mesânî’yi (tekrarlanan yedi
Âyet’i, Fâtiha’yı) ve Kur’ân-ı Azîm’i verdik.” (Hicr s. 87a.) Âyet-i
Celîlesi nazil oluverdi. Ya’ni Ebû Cehîl’in yedi kafilesinden çok daha
hayırlı olan Seb’al MesânTyi ve Kur’ân-ı Azîm’i verdik, buyuruldu.
Not:Kur’ân-ı Kerîm serisinin birsonraki yazısı 8 Ağustos’tadır.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Fatiha Sûresi Tefsiri, 50.s.)
ALLAH (C.C.)’NÜN RAHMETİ SONSUZDUR
NebT (sav.) “Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret sonu
cehennemden kurtuluştur.” buyurmuşlardır. (et-Terğîp ve’t-terhîb)
rivayet edilmiştir ki: Resûlullâh (s.a.v.) Mîraca çıktıklarında Allah
(c.c.) ona, şöyle buyururlar: “Ey Habîbim! Her sevgili, sevgilisinin
yanına geldiğinde hediyeler getirir; Sen bana ne getirdin?”
NebT (s.a.v), Allâhü Te’âlâya cevaben şöyle der: Yâ Râbbi! Senin
hazînelerinde olmayan iki şey getirdim Allâhü Te’âlâ: (Bildiği
hâlde) Nedir onlar ey Habîbim? Resûl-i Zîşân ( sav): Onların
biri ibâdetlerin noksanlığı, ikincisi Ümmetimin isyanıdır. Hakk
Te’âlâ şöyle buyururlar: Yâ Habîbim, mademki katıma acizliği
î’tiraf ile geldin. O hâlde Sana ecir ve mükâfaatımı kat kat
vereceğim. Ümmetinin noksan ve isyanını gufrana
çevireceğim. Sonra Allâhü Te’âlâ, Nebî (s.a.v.)’e şöyle buyururlar:
Ey Habî bim sağına bak! Hz. Peygamber (s.a.v.) sağ taraf ına
baktıklarında, çok dalgalı büyük bir deniz görür. Denizin içinde bir
ada, adanın içinde bir ağaç, ağacın üstünde bir kuş, kuşun
gagasında az bir çamur danesi görürler. Allâhü Te’âlâ şöyle
buyurur: Ey Resulüm! Bu büyük deniz, benim rahmet
deryâmdır. Şu küçük ada dünyadır. Üzerindeki ağaç dünyanın
ni’metidir. Ağacın üstündeki kuş insanlardır. Kuşun
gagasındaki bir damla çamur insanların günâhıdır. Bu bir
damla çamur, mümkün müdür benim bu büyük Rahmet
Denizimi bulandırsın? Eğer Rahmet deryası bir dalgalanacak
olursa o küçük zerre yok olur, gider. Sen Şefîu’l-Müznibî n’sin
(Günahkâr ümmetinin şefâatçisisin), Ben Erhamu’r-Râhîmî nim
(Merhamet edicilerin en merhametliyim).
Allah (c.c.)’nün rahmeti o kadar sonsuzdur ki; îmân eden kâfirin,
kâfir iken yapt ığı iyilikler boşa gitmediği gibi, (îmân ettiği takdirde)
yapt ığı bütün günâhları afvolur, hattâ sevaba çevrilir. Kur’ân-ı
Kerîm’de meâlen buyuruluyor ki: “Allâhü Te’âlâ, kâfirken tevbe
edip îmân eden ve sâlih amel işleyenlerin seyyiâtını hasenata
[günâhlarını sevablara] çevirir. Allah çok afvedici ve çok
merhamet sahibidir.” (Furkân s. 70)
(Hz Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s), Hz. Ebubekir S,dd,k (r.a.), 81 -82.sj)
OLDUM DEMEK ÖLDÜM DEMEKTİR
Bir gün imâm Ebû Yûsuf (r.h.) hasta oldu. imâm-ı A’zâm (r.a.)
defalarca ziyaretine gitti. Bir gün vardığında hastalığının arttığını
gördü, imâm-ı A’zâm (r.a.): “Benden sonra Müslümanlar için buna
ümfd bağlamışt ım. Şâyed vefat ederse bununla ilmin çoğu ölür
dedi. imâm Ebû Yûsuf bu hastalıktan sıhhat bulunca nefsine
enâniyet geldi. Büyük bir meclis oluşturdu, imâm-ı A’zâm (r.a.)’e
Ebû Yûsuf’un meclis kurduğu haberi ulaşınca birini imâm Ebû
Yûsuf’a gönderip şu mes’eleyi Ebû Yûsuf’a sor, dedi. Mes’elâ, “Biri,
elbise temizleyicisine bir elbise verse sahibi elbisesini isteyince
temizleyici ald ığını inkâr etse sonra elbiseyi temizlenmiş olarak
sahibine getirse ve elbise sahibinden ücret talep etse. Ücret vermek
lâzım mı, değil mi? Ücret vermek vâcib olur derse hatâ ettin de.
Eğer ücret vermek caiz değildir diye cevâb verirse “Yine hatâ ettin
de” dedi. O kişi imâm Ebû Yûsuf’a varıp söylenen mes’eleyi sordu,
imâm Ebû Yûsuf ne cevâb vereceğini bilemedi şaşırıp kaldı. Bunun
üzerine hemen kalk ıp imâm-ı A’zâm (r.a.)’ın huzuruna vardı, imâm-ı
A’zâm (r.a.), “Seni buraya temizleyiciye dâir olan suâlden başkası
getirmemiştir dedi. Ve dedi ki: “Sübhânallâh, biri meclis kurup din
ilmini öğretsin; ama ücretlerle ilgili bir mes’eleye cevâb vermeye
kadir olamasın.” Ebû Yûsuf, ey imâm, bana temizleyicinin ücreti ile
ilgili suâlin cevâbını öğret, dedi. imâm-ı A’zâm (r.a.) dedi ki:
Temizlemeden inkâr ettiyse inkârdan sonra kendisi için temizlemiş
olur, ücret gerekmez. Temizledikten sonra inkâr ettiyse ücret
gerekir; çünkü sahibi için temizlemiş olur. Sonra imâm-ı A’zâm (r.a.)
dedi ki: “Her kim ben ilim öğrenmeyi tamamladım zannederse işte o
kişi kendisi için ağlasın.”
Not:imâm-ı A’zâm serisinin bir sonraki yazısı 8 Eylül’dedir.
(Muhammed el-Kerderî, imâm; A’zâm (r.a.yin Menkibeleri,1.c.,175- 176 s.)
imâm-ı Şâfif (r.h.’ ın imâm-ı A’zâm (r.a.)’a yazdığı beyitler:
Numân’ı tekrar tekrar anlat
Ki sen anlattıkça misk saçarcasına kokular yayılır.
Büyük sofralar kurarlar büyükler, ziyafet onlarındır
1 Bize onların artıkları ve bir hoş tat kal ır…
(Molla Câmî, Şerh’ül Kâfiye)
İLİM ÖĞRENMENİN FAZİLETİ
ilim öğrenmeye dâir Âyetler; “Her kabileden bir cemâatin dî ni
iyice öğrenmeleri gerekmez miydi?” (Tevbe s. 122)
“Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz!” (Nahl s. 43)
Hadîs-i Şerîfler de ise ilim öğrenmek ile ilgi şöyle
buyurul-muştur; “İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen
kimseye Allâhü Te’âlâ cennete giden yolu gösterir.” (Ebû
Dâvûd,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibbân, Ebû Derdâ ve Ebû Hüreyre
(r.a.e.)’den)
“Melekler ilim yolcusunun hâlinden razı oldukları için
kanatlarını onun ayakları altına sererler.” (Ahmed b. Hanbel,
Saffan b. Assai (r.a.)’den)
“İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek’at namaz kılmandan
daha hayırlıdır.” (ibn Abdülberr, EbûZer(r.a.)’den)
“Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve
dünyadakilerin hepsinden daha hayırlıdır.” (ibn Abdilberr,
Hasan (r.a.)’den)
“İlim Çin’de de olsa bulup öğrenin!” (ibn Adiy ve Beyhakî
Enes (r.a.)’den)
“İlim öğrenmek her Müslümâna farzdır.” Beyhakî Enes
(r.a.)’den)
“İlim hazî nedir. Bu hazî nenin anahtarı soru sormaktır.
Sormaktan çekinmeyin; zîrâ ilmin sorulmasından dört kişi
birden mükâfaat kazanır: Soran, cevâb veren, onları dinleyen,
onları seven!” (Ebû Nuaym, Hz. AİT (r.a.)’den)
“Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini
susmak suretiyle saklamasın!” (Taberânî, ibn Merduveyh
(r.a.)’den)
“Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsî l etmek
veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek’at namaz kıl
maktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze nama
zında hazır bulunmaktan daha fazî letlidir!” Hz. Peygamber
(s.a.v.) bu sözleri söylediklerinde, Ashâb (r.a.e.) kendisine şöy-
le sordular: ‘Ey Allah’ın Resulü! Âlimin meclisinde bulunmak,
tek başına Kur’ân okumaktan da mı üstündür? Hz. Peygam-
ber (sav.) “Hiç ilimsiz Kur’ân okumak insana fayda sağlar
mı?” diye karşılık verdiler. (Ebû Nuaym)
(Hüccetü’l İslâm İmâm-ı Gazali (k.s.), Ihyâ-u Ulûmiddîn o1.26-28.s)
MÜ’MİNLER ALLAH (C.C.)’NUN DOSTUDUR
Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Allâh (c.c.)
şöyle buyurmuşlardır: Kim benim bir dostuma (söz
veya fiille) bir ezâ (sıkıntı) verirse ona harp açarım. Ku-
lumun bana, kendisine farz kıldığım şeyler sayesinde
yaklaşmasının sevimli geldiği gibi hiçbir şeyle yaklaş-
ması, sevimli gelmez. Kulum bana nafile ibâdetlerle
yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onu severim. Ben
onu sevdiğim zaman da işiten kulağı, gören gözü, tutan
eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey istese
(istediğini) mutlaka ona veririm. Bana sığınırsa onu
(her türlü tehlikelerden) mutlaka korurum.” Efen-dimiz
(s.a.v.)’in Rabbimizden naklederek söylediği
Hadîs-Kudsî’de dosttan maksad Mü’mindir. Allah (c.c):
“Benim dostlarım îmân edenlerdir” buyuruyor. Kim bir
Mü’mine sıkıntı verirse mutlaka Allah (c.c.)’da onu sıkıntılara
sokar. Allah (c.c), onu kendisine harb ilan etmiş olarak
kabul eder. Allah (c.c.) bir kişiye harb îlan ederse onu
perişan eder. Şu hâlde kişi, bir Müslümâna cephe almaktan
şid-detle kaçınmalıdır. Bu Hadîs- Şerîfte ayrıca, farz olan
şeyleri yapmanın nafilelerin en fazîletlilerini yapmaktan bile
daha fazîletli olduğuna delîl vardır. Bir Hadîs- Şerîfte: “Farz
ibâdetlerin sevabı nafile ibâdetlerin sevabından yetmiş
kere daha üstündür.” buyurulur. Farzlarla birlikte nafile
ibâdet yapan da Allah (c.c)’ya daha sevimli olur. O kulu
sevince, kul Onun zikri ile meşgul olur, Ona itaat eder. Allah
(c.c.) o kulu şeytândan korur. Azalarını Allah (c.c.)’a itaat
yolunda kullandırır. O Kur’ân ve zikir dinlemeyi sevdi-rir ve
haklarında Allah (cc)’nun, “Boş şeyler dinleyince ondan
yüzçevirirler.” dediği kimselerden olur. Allah (c.c), onların
gözlerini haramdan korur ve bakmaları kendilerine haram
olan şeylere bakmazlar. Bakışları ibret ve tefekkür bakışı
olur. Kâinatta gördüğü her şeyde mutlaka yaratanı-na delîl
olacak şeyi görür. Allah (c.c.) hepimize o bahtiyar
kullarından olmayı nasîb eylesin.
(Buhârt, Rîkak, 38)
İNSAN İÇİN ANCAK ÇALIŞTIĞININ KARŞILIĞI VARDIR
Dünya imtihan dünyasıdır. Kimi zengînliğiyle imtihana tâbi
tutulurken kimi fakîrliğiyle imtihana tâbi tutulmaktadır. Kimi
malı mülkü, evlâdlarının çokluğuyla yani varlığıyla imtihan
geçirirken kimi ise yoklukla imtihan geçirmektedir. Bu sebeble
bize verilmeyenler için ah etmek veya bizden başkasına bize
verilenlerden daha çok verilmesinden dolayı hased etmek ye-
rine imtihan olarak bize verilenlerle yetinmeye çalışmak bize
fayda verecektir. Dünyada çekilen sıkıntılar için âhiret mutlu-
luğu var ise ne güzel, dünyada elde edilen nimetler çok ve bu
nimetlerden dolayı âhiret hayâtımızı mahvetmişsek ne acı.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadîslerinde şöyle bu-
yurmaktadırlar: “Cehennemliklerden olup, dünyada pek
müreffeh hayât yaşayan bir kişi kıyamet gününde getirilip
cehenneme bir kere daldırılır. Sonra:
– Ey âdemoğlu! Sen hayırlı bir gün gördün mü? Her-
hangi bir nimete nail oldun mu? denilir. O kişi:
– Hayır, vallahi Rabbim! Öyle bir şey görmedim, der.
Cennetliklerden olup dünyada insanların en yoksul olanı
getirilir cennete bir kere daldırılır. Ona da:
– Ey âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı
gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi? denilir. O kişi
de:
-Hayır, vallahi Rabbim! Hiçbiryoksulluk vesıkıntı gör-
medim, zorluk ve darlık çekmedim, der.” (Riyazü’s-sâiihîn,
Hadîs No: 463)
Müslüman hayâtı boyunca çalışmakla mükelleftir ve Yüce
Rabbimizin insanlara bildirmiş olduğu vaadiyle “İnsan için an-
cak çalıştığının karşılığı vardır.”(Necm s. 39) Âyet’ine mazhar
olmak için bütün gayretini ortaya koymalıdır. Böyle bir çaba
gösterildikten sonra kazanılan bütün nimetler ve başa gelenler
için tevekkül etmek ise amellerinin en güzeli olacaktır. Ama
hem çalışma meydâna getirmemek hem de çalışanların elde
ettiklerini kıskanmak, hased etmek ise Müslüman’a yakışma-
yacak huylardandır.
ASR SÛRESİ
Bu Sûrenin başında Allâhü Te’âlâ mutlak olarak zamana yemîn
etmiştir. Çünkü zaman hayret verici işleri içerir. Bir de insanlar
zararları ve musîbetleri zamana bağlarlar, mutsuzluğu ve zararı ona
yüklerler, işte bu anlayışı da gidermek için Rabbimiz zamana yemîn
etmiştir. Çünkü bir şey adına yemîn etmek onu tazimdir. Resûlullâh
(s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Zamana (dehre) sövmeyiniz.
Şübhesiz, Allah zamandır.” yâni zamanı yaratand ır.
Allâhü Te’âlâ “Şübhesiz insan ziyandadır.” şeklinde devam
eder. Burada geçen ‘insan’ kelimesi, bütün insan cinsine âiddir.
‘Ziyandadır’ kelimesi ise eksilmek ve sermayenin tükenmesi
anlamındadır. Çünkü insanlar ticarethanelerinde ve ömürlerini
lezzet aldıkları yerlerde sarf etmelerinde, asl ını Allah (c.c.)’den
başka hiç kimsenin bilemeyeceği ölçüde çok büyük bir zarar
içerisindedirler.
Sûre “Ancak îmân edenler, sâlih amel işleyenler, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve sabr ı tavsiye edenler müstesna.” şeklinde
sonlanmaktadır. Burada ‘îmân edenlerden’ maksad, gerçekte Allah
(c.c.)’den başka bir yaratıcının olmadığını bilenler anlamındadır.
‘Sâlih amel işleyenler’ ise kalıcı hayırları ve fazîletleri işleyenler, fâni
olan değersiz dünyayı verip değerli olan ebedî âlemi alanlar için
kullanılmıştır. ‘Birbirlerine hakkı tavsiye edenler’ iki cihanda
silinmeyen, inkârına imkân olmayan sabit şeyi tavsiye edenler
anlamındadır. Bu hak, tamâmı hayır olan Allah’a inanmak, her akid
ve amelde kitâblarına ve peygamberlerine uymaktır. ‘Ve sabrı
tavsiye edenler müstesna’ şeklinde Sûre sonlandırılırmış ve sabra
atıf yap ılmışt ır. Çünkü sabırdan murad yapmakta veya
yapmamakta istek duyduğu şeylerden menetmek değildir. Aksine o,
Allah (c.c.)’den gelen şeyleri açıkta ve gizlide güzellikle ve r ızâ ile
karşılamaktır.
imâm-ı Şafiî (r.h.)’dan bu sûre ile ilgili olarak: “O öyle bir sûre ki
eğer insanlara başka bir sûre inmeseydi o yeterdi” dediği rivayet
edilmiştir. Not: Kur’ân-ı Kerfm ile ilgili yazılar serisinin birsonraki
yazısı 14 Aralık’tadır.
(İsmail Hakkı Bursevî (ks.), Rûhü’l-Beyân Tefsiri, 10.c, 167-169*.)
ŞEYTAN’IN DİLİNDEN HAKİKATLER
Şeytân bir gün Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in meclisine Allah
(c.c.) tarafından doğruları söylemek üzere gönderildi ve namaz
hakkında şunları söyledi; O her ne zaman ki namaza kalkmak ister;
tutarım. O’na vesvese veririm. Derim ki: Henüz vakit var. Sen de
meşgulsün. Hele şimdilik işine bak. Sonra kılarsın. Böylece o
vaktinin d ışında namaz kılar. Ve bu sebeb-ten k ıldığı namaz yüzüne
atılır. Şâyed o kimse beni mağlup ederse.vaktinde namaz kılmaktan
alıkoymak için ona insan şeytânlarından birini yollarım. Bunda da
beni mağlup ederse namaz içinde, sağa sola bakmasını, çabuk
namaz kılmasını, başını imâmdan evvel secdeden ve rükûdan
kaldırmasını ve imâmdan evvel secde ve rükû yapmas ını söylerim.
Bunlarda da yenilirsem namazda parmaklarını çıtlatmas ını
emrederim. Sonra namaz içinde iken burnuna üflerim ve esnemeye
baş-latırım. Şâyed bu esneme esnas ında elini ağzına kapamazsa
içine küçük bir şeytân girer, dünya hırsını ve dünyevi bağlarını
çoğaltır.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz iblis’e aşağıdaki şekilde kısa k ısa
bazı sorular sordu. O da bunlara cevâb verdi;
-Ya lain, senin oturma arkadaşın kim? – Faiz yiyen.
-Dostun kim?-Zina eden.
-Yatak arkadaşın kim? – Sarhoş.
– Misafirin kim? – Hırsız.
– Elçin kim? – Sihirbazlar.
– Gözünün nuru nedir? – Karı boşamak.
– Sevgilin kim? -Cuma namazını bırakanlar.
– Ya lain senin kalbini ne kırar? – Allah yolunda cihâda koşan
atların kişnemesi.
– Peki, senin cismini ne eritir? – Tevbe edenlerin tevbesi.
– Peki ciğerini ne parçalar, ne çürütür? – Gece ve gündüz
Allah’a yap ılan bol istiğfar.
– Peki yüzünü ne buruşturur? – Gizli sadaka.
– Peki, gözlerini kör eden nedir? – Gece namazı.
– Peki başını eğdiren nedir? – Çokça kılınan cemâatle
na-maz…
(Muhyiddin-i Arabî (k.s.), Şeytânın Hileleri, 18-22.S.)
Huzeyfet’ül – Adevî der ki: — Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir günde, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince sanki kıtal,
Silâhımı attım elimden; su yüklenip derhâl,
Mücahidin arasından açıldım imdada,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâd’a.
Ne ma’rekeydi ki, çepçevre göğsü kandı yerin!.
Huda’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîd’i çoksa da, Gâzî’si hiç mi yok? Derken,
Derin bir inleme duydum… fakat bu ses nerden?..
Sırayla okşadığım sineler bütün bîrûh…
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim: «Biraz su getirdim, içer misin versem!»
Göziyle «ver! demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı Baktım: nigâh-ı merhameti,
«Götür!» devip bana imâda, ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu anladım ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
Su istiyordu garibin dönüp duran nazarı,
İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa «ah!»
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nâgâh!
Hişâm’ı gör ki. o hâlinde kaşlariyle bana,
«Ben istemem hadi git ver! diyordu, haykırana.»
Epey zamân aradım âh eden o muhtazarı…
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı…
Hişâm’ı bari bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, Ûmîd…
Koşup hizasına geldim: o kahraman da Şehîd.
Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli
Yâ Rabb! Ne olunmaz yaradır şimdiki hâli.
MEHMET AKİF’İN GAYESİ
Mevzularına pencereden bakmayıp sokağa çıkan Akif, eserlerini en çok yırtan sanatkârdı. Yazarken memnun, eserleri basılınca pişmandı. «Ah diyordu, yazdıklarımın hepsine topyekûn bir çizgi çekebilsem.» Şehinşahlara boyun eğmiyor, her faniye nasip olmayacak temiz bir hayat sürüp bu fani âlemden ayrılan bu aralan tabiatlı şair imanının kuvvetini ipekli babanın kanından, millî kültür kaynaklarına dayanan, ilhamlarını da Türkistanlı anasının ak sütünden alıyordu. Kapitalist batı dünyasının yalnız tekniğinin alınmasını, sermayeci toplumunun ahlâk ve adetlerinin yurda sokulmamasını istiyordu. Bunun içindir ki medeniyet modeli olarak alman Batı Burjuvazisine has yasayış şekillerini kökten reddediyordu. Akif omuzunda kumaş satarak nafaka çıkarmağa çalışan devlet reisini arıyor, devesine kölesi ile münavebeli binen, halkın acısını paylaşan, adaleti ile dünyaya örnek olan Hz. Ömer’in yaşayışını arzuluyordu. Onun özlediği ideal toplum yetimlerin şefkatle okşanıp, yaşlıların atlas elbise giydiği toplumdu. Öyle bir toplum ki, orada kahvehane ve meyhane ebediyyen mühürlenecek, kapılar açık ve sandıklar kilitsiz olduğu halde ortada hırsız denilen insan tipinden hiçbir iz bulunmayacaktı. Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız.
***
“Kim yalan olduğuna tahmin ettiği halde benden bir hadis anlatırsa iki yalancıdan biri kendisidir.” (Tirmizi)
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
Osmanlı Sultanlarına ve devlet ve idaresine asırlarca hizmet etmiş olan Topkapı Sarayı’nın önemli bölümlerinden biri olan Hırka-i Sa’adet Dairesi Mukaddes Emanetlerin korunması için üstleri kubbeli dört oda şeklinde 1518’de Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır.
Hırka-ı Sââdet, Peygamberimiz (S.A.V.)’in hırkasıdır. Bir diğeri de Hırka-i Şerif Câmii’ndedir. Dairenin üçü bugün ziyârete açıktır.
Hırka-i Sa’âdet’in bulunduğu oda dışarıdan hacet penceresinden görülebilmektedir. Hırka-i Sa’âdet altın yaldızlı bir gümüş şebekenin ortasında kırk kat bohçaya sarılmış olarak som altından sandığın içindedir. Diğer sandıkta ise Peygamberimiz (S.A.V.)’in sancağı bulunmaktadır. Bu sancak padişahlar tarafından seferlere götürülmüş ve bir bölük hassa askeri tarafından bakımı sağlanmıştır. Mukaddes Emanetler; ikisi Peygamberimiz (S.A.V.)’e aid 21 kılıç, Peygamberimiz (S.A.V.)’in yayı, Hz. Fâtıma (R.A.)’nın secca’desi, Hz. Ali (R.A.)’in Kur’ân-ı Kerîm’i ve Kâ’be’den getirilen tevbe kapısıdır. Bunların hepsi değerli mücevherat ile donatılmış, tavandaki kandil som altındandır. Her sene Ramazanın 12 günü bu sandık Revan Odası’na nakledilir. Daire süpürülür, duvarlar gül suyu ile yıkanılır ve misk ile kokulandırıldıktan sonra sandık yeri yerine yerleştirilir. 15. gün ise Padişah ve devlet erkânı ziyaret ederlerdi. Halifeliğin kaldırılışına (3 MART 1924) kadar Hırka-ı Da’âdet Dâiresi’nde 24 saat Kur’ân okunurdu.
(İ. A. Hırka-i Saadet Mad. V/F, S. 450)
ÂYETLERLE Mİ’RAC-I NEBÎ
«Kulunu (Muhammed s.a.v.) bir gece Mescîd-i Haram’dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresin.) mübarek kıldığımız Mescîd-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî’dir, Bâsîr’dir..» (İsrâ Sûresi, Âyet- 1)
NECM SURESİ
1 — Battığı dem yıldıza and olsun ki, 2 — Sahibiniz (doğru yoldan) sapmadı. Batılda inanmadı. 3 — O kendi (re’y-ü) nevasından söylemez. 4 — O, kendisine (Allah’dan) ilka edile gelen bir vahiyden başkası değildir. 5 — Onu müthiş kuvvetlere malik olan öğretti. 6 — (Ki o) akıl ve re’yinde kamil (bir melek) dir. Hemen doğruldu. 7 — O, en yüksek ufukta idi. 8 — Sonra (Cebrail, ona) yaklaştı. Derken sarktı. 9 — (Bu suretle o, peygambere iki yay kadar, yahud daha yakın oldu. 10 — (Allah’ın) kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti. 11 — Onun gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı, 12 — Şimdi siz onun bu görüsüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz? 13, 14 — And olsun ki onu diğer bir defa da sidre-tül müntehanın yanında gördü o, 15 — Ki Cennet-ül me’va onun yanındadır. 16 — O zaman sidreyi buruyordu. Onu bürünmekte olan. 17 — (Peygamberin) gözü, (gördüğünden) şaşmadı, (onu) aşmadı da. 18 — Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını görmüştür.
NÜBÜVVET, NEBÎ VE RESÛL
NÜBÜVVET: Akıl sahibi kulların, üzerlerindeki dünya ve Âhiret işleri hakkında, Allah (c.c.) ile kulları arasında, yapılan Elçilik demektir.
NEBİ: Kendisine, Melek tarafından vahy veya kalbine ilham olunan, ya da, Salih rü’yâ ile uyarılan zât demektir.
RESÛL ise, RESÛL olması haysiyetile, Nübüvvet Vahy’inin fevkinde özel bir Vahiy ile üstün kılınmış olan ve kendisine Cebrail (a.s.)’in, Allah (c.c.) tarafından özel olarak indirdiği Kitab ile Vahy etmiş olduğu, Yüce Allah (c.c.)’ın hükümlerini, halka, tebliğ etmek üzere gönderdiği Kâmil insan, demektir.
Bunun için «Her Resul, Nebi’dir; fakat, her Nebi Resul değildir.» denilmiştir.
ÂDEM (A.S.)’İN İLK NEBÎ (PEYGAMBER) OLUŞU
İnsanlara gönderilen Peygamberlerin ilki, Âdem (a.s.) ‘dır. Eshab-ı Kiramdan Ebu Zerr’ül Gıfâri (ra.) der ki: «Nebî (a.s.)’a (Yâ Resûlullah (s.a.v.)! Nebilerin evveli, ilki hangisidir?) diye sordum. «Âdem’dir!» diye buyurdu. «O, Nebi mi idi?» diye sordum. «Evet! Mükellem (Allah (c.c.)’la konuşan) bir Nebî idi.» buyurdu.»
Adem (a.s.), çocuklarına, Peygamber olarak gönderildi ve Kendisine, yirmi bir Sahife indirildi Cebrail (a.s.), Âdem (a.s.)’a yazı yazmayı öğrettiği için, Âdem (a.s.), inen sahifeleri kendi el yazısı ile yazdı. Yüce Allah (c.c.)’ın, Adem (a.s.)’a indirdiği hükümler arasında ölü hayvan eti, kan ve domuz eti de, haram kılınmıştı.
(Peygamberler Tarihi, M.A. Köksal, Sh.: 55-57)
İSLAMIN CİHAN-ŞÛMUL FEYZİ
İslamiyet, müslümanları, herhangi bir millet veya memlekete karşı dinen olduğu kadar, ilmen de, müstağni kılmıştır. İslamın bu feyzini, Müslümanların bu husustaki gayr-i müslimlerden inkar etmeyenler vardır.
Ezcümle, Fransız müsteşrıklerinden Gaston Kar 1913 senesinde Figaro gazetesinde neşrettiği makalesinde şöyle der:
“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün saliklerine göre dünyanın kıvamı olan bir din’dir. Bu makul dinin menbaı ve düstüru olan Kur’ân, cihan medeniyetinin dayandığı temelleri taşımaktadır. O kadar ki bu medeniyetin, İslamiyet tarafından neşrolunan esasların kaynaşmasından meydana geldiğini söyleyebiliriz.
Filhakika bu yüksek din, Avrupa’ya, dünyanın imar edici inkışafı için lazım olan en esaslı kaynakları sağlamıştır.
İslamiyetin bu üstünlüğünü teslim ederek ona borçlu olduğumuz şükranı tanımıyorsak da hakikatın bu merkezde olduğunda şüphe yoktur. (M.Asım Köksal, İslam Tarihi, C: 7, Sh: 35)
MEŞHUR ALTI HADİS KİTABI
Umum telakkiye göre hadis tasnifatı Buhâri’de derece-i kemale vasıl olmuştur.
Muhammed b. İsmail Buhari (194-256) kendisine baliğ olan hadislerin içinden birinci dereceden itimada şayan olanların bir kısmını diğerlerinden ayırıp el-Camiüs Sahih’ini vücuda getirmiştir.
Buhari’yi takiben Müslim b. Haccac Kuşeyri (204-261) de üstadı Buhari’ye uyarak meşhur Sahih’ini tasnif etmiştir ki Sahiheyn denilince İmam Buhari’nin Sahih’i ile Müslim’in Sahih’i anlaşılır.
Bunlardan başka Ebû Dav’ûd Sicistani (204-275); Ebu İsa Muhammed b. İsa Tirmizî (209-279); Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb Nesei (216-304); Ebu Abdulillah b. Mace (209-273) meşhur Sünen ve Sıhahlarını vücudan getirmişlerdir ki başta Buhari ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere Kütüb-ü Sitte, Sıhhah-ı Sitte diye öteden beri anıla gelen hadis kitapları bunlardır. (İslam Tarihi, C: 7, Sh: 41-42)
ALLAH (C.C.) BAŞKA BİR KAVİM GETİRİR
«Ey o bütün iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse duysun! Allah (c.c.) onun yerine öyle bir kavim getirecek ki Allah (c.c.) onları sever onlar Allah (c.c.)’ı severler, mü’minlere karşı başları aşağıda, kâfirlere karşı başları yukarıdadır. Allah (c.c.) yolunda mücâhede ederler, dil uzatanların levminden korkmazlar. İşte o Allah (c.c.)’ın fazlıdır. Onu dilediğine verir ve Allah (c.c.) vâsidir, alimdir. Ve herkim Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)’ne yâr olursa şüphe yok ki o Allah (c.c.) hizbi (taraftarı) dir. Ancak galip olanlar onlardır.»
(Mâide/54)
Binaenaleyh, hiçbiriniz ümitsizliğe düşmeyiniz, düşüp de fakirler peşinden koşmayınız. Allah (c.c.)’dan bu vasıflara sahip bir kavim olmayı dileyiniz. Fakat bunu cebren alınır bir istihkak da zannetmeyiniz.
Bu şereflere, bu hürriyete bu izzetü istiklâle ermek isteyenler başkalarının değil ancak Allah (c.c.)’ın velayetine koşmalı, Allah (c.c.)’in peygamberlerine, mü’minlere baş tutmamalı muhabbet ve nusret etmelidir.
Buna da yalnız irtidadı itikadı değil, irtidadı amelîde mevzu bahistir.
Türkler de yukarıda geçen Âyetin tebşirine dahil olmuşlardır. Demek ki onlarda bu ni’metin kadr ü kıyametini bilmez, küfrü küfrana doğru giderlerse mevkilerini Allah (c.c.)’in göndereceği başka bir kavme terk etmeğe mecbur olacaktır. (Hak Dini Kur’ân Dili, C. 3, Sh. 1719)
EHL-İ MEDÎNE’Yİ KORKUTMAKTAN
VE ONLARA EZÂ VERMEKTEN SAKINMAK
Müslim (R.H.)’ın rivâyetinde şöyledir: “Medîne halkına kötülük yapmak isteyen herhangi bir kimseyi mutlaka Allâh-ü Teâlâ, ateşte kurşunun eridiği gibi veyâ tuzun suda eridiği gibi eritir.” (Bu Hadîs, Hadîs ve diğer sahîh kitâblarda bir bölük Sahâbî (R.A.) tarafından rivâyet edilmiştir.)
Ahmed ibn-i Hanbel (R.A.)’ın rivâyetine göre Câbir bin Abdullâh (R.A.)’den şöyle rivâyet edildi: “Fitne çıkartan elebaşlardan biri, Medîne’ye geldi. Câbir (R.A.)’ın gözleri görmez olmuştu. Kendisine: “Bu elebaşından keşke uzak olsaydın.” denilince; O, iki oğluna dayanıp yürüyerek (dışarı) çıktı. Bu arada ayağı kayıp yüzüstü yere düşünce: “Resûlullâh (S.A.V.)’i korkutan helâk olsun!” diye bedduâ etti. Oğulları (veyâ onlardan biri): “Ey babacığım, Resûlullâh (S.A.V.) irtihâl buyurmuştur, onu nasıl korkutabilir?” deyince:
“Resûlullâh (S.A.V.)’in: Kim Medîne halkını, korkutursa, bana eziyyet vermiş olur.” diye buyurduklarını işittim, dedi.”
Taberânî (R.H.), Evsat ve Kebir’inde “ceyyid isnâdla Ubâde bin Sâmit (R.A.)’den Nesâî ve Taberânî, şöyle buyurduklarını rivâyet ettiler: “Yâ Rabb! Medîne halkına zulmedip onları korkutanı korkut. Allâh’ın, meleklerin ve bütün insânların la’neti (Medîne halkını) korkutanın üzerine olsun, Onun tevbesi ve fidyesi kabûl edilmez.”
Yine Taberânî (R.H.), Kebîr’inde Abdullâh bin Amr (R.A.)’den Resûlullâh (S.A.V.)’in:
“Medîne halkına eziyyet edene, Allâh eziyyet etsin. Allâh’ın, meleklerin ve bütün insânların la’netî onun üzerine olsun. Onun tevbesi, ve fidyesi kabûl edilmez.” diye buyurmuşlardır. (İmâm Hâfız el-Münzirî (R.H.), Et-Terğîb ve’t-Terhîb Tercümesi C. 3, S. 84-87)
EMÂNETİN AHİRETTE KEFFÂRETİ ZORDUR
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
etrafında bulunan Ashâbı (r.a.e.)’e şöyle buyurdu: “Altı şeye
kefil olun, ben de sizin cennete girmenize kefil olayım.”
Râvi diyor ki: Ben: “Onlar nedir, ya Resûlullâh?” dedim.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Namâz, zekât, emânet, iffet, mide
ve dildir.” buyurdu. (et Tergib ve’t Terhib, 4.c., 3.s.)
İbn Mesûd (r.a.)’den gelen sâhih bir rivâyet şöyledir:
“Allâh (c.c.) yolunda öldürülmek, emânetten başka bütün
günâhlara keffâret olur. Kul kıyâmet günü (Allâh (c.c.)’un hu-
zuruna) gelir. Allâh (c.c.) yolunda öldürülmüş olsa bile kendi-
sine: “Emânetini öde,” denir. O: “Ey Râbbim, nasıl ödeyeyim?
Dünya geçti (onlar dünyada kaldı)” der. Bunun üzerine: “Bunu
Hâviye cehennemine götürün” denir ve Hâviye’ye götürülür.
Orada emânetler, kendisine verildiği günkü hâline çevrilir. On-
ları görür görmez hemen tanır. Onlara yetişmek için peşlerin-
den koşar, yetişir ve onları omuzlarına alır. Tam oradan çıka-
cağını sandığı zamân, ayağı kayar tekrar Hâviye’ye düşer ve
böylece batar gider.” Sonra İbn Mesûd (r.a.) şöyle demiştir:
“Namâz emânettir, abdest emânettir, ölçü emânettir, tartı
emânettir” dedi ve daha pek çok şeyler saydıktan sonra, “Bun-
ların en önemlisi, emânet olarak verilen eşyalardır” dedi.
Emânete hıyanetin büyük günâhlardan olduğu âyet ve ha-
dislerden de açıkça anlaşılmaktadır.
Ebû Hüreyre (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şöyle
rivâyet etmiştir: “Sana emânet bırakanın emânetini geri
ver. Sana ihânet edene ihânet etme.” (Ebû Dâvud)
İnsanın vücudu da kendisinin değildir. Emanet olarak ve-
rilmiştir. Bunu şundan anlıyoruz; insan dünyaya gelirken ken-
di isteği ile gelmemiştir. Vücûdu da tamamen kendi kontrolün-
de değildir. Mesela insan sadece suyu içer veya yemeği yer.
Hâlbuki yediği içtiği şeyler vücudunun değişik yerlerine gider.
Orada hücre oluşur. Bu işlere insanın müdahalesi yoktur. Yine
kalbimiz ve kaslarımız bizim irademizin dışında çalışır.
(İbn Hacer el-Heytemi, İslâm’da Helâller ve Haramlar, 1.c., 790-794.s.)
ŞEHİTLERİN HASLETLERİ
Eshab’dan Mıkdam b. Mâ’dikerib’in rivayetine göre: Peygamberimiz (s.a.v.): «Şehid için altı haslet vardır :
Kanının dökülen ilk damlasiyle şehidin bütün günahları bağışlanır.
Şehid, Cennet’teki makamını görür.
Kabir azabından kurtulması için kendisine imdad ve yardım olunur.
Kıyametin en büyük korkusundan emniyet ve selamette kalır.
Şehidin başına, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlı ve değerli olan Yakuttan Vakar Tac’ı konur.
Şehidin yakınlarından yetmiş kişiye şefâatına müsâade olunur.» buyurmuştur.
***
SULTAN MUSTAFA’NIN ADALET ANLAYIŞI
Bizzat padişah adalete itaat ederdi. Bunun binlerce misâli vardır. III. Mustafa (1757-1774) Beylerbeyi sarayını genişletmek istemişti. Bunun için, civardaki dul bir kadının arsasını almak lâzımdı. Kadın arsasını satmak istemeyince padişah kızdı. Fakat arsayı zorla almayı düşünmedi. Kızgınlığından dolayı garip bir şey yaptı; zaten eskimiş olan sarayı yıktırdı ve arsasını, halka mahsus bir bahçe haline getirdi.
Padişahın adalete itaati, örnek olmak içindi.
MÜ’MİN KULUN ÖLÜMÜ
Resûlullâh (s.a.v.) anlatıyor:
“Mü’min kul dünyâ hayatından kesilip, âhirete yöneldiği sırada; kendisine melekler gelir. Onların yüzleri beyaz, güneş gibi parlaktır. Yanlarında cennet kefeni vardır. Ayrıca cennetin ölüye saçılacak kokuları da vardır. Gözün görebileceği yere kadar otururlar. Bundan sonra, ölüm meleği gelir; hastanın baş ucuna oturur; şöyle der:
– Ey hakîkata ermiş nefis Allâh’ın mağfiretine, rızâsına çık. O nefis çıkar; hem de sakanın kabından akan su gibi.
Onun rûhu çıktıktan sonra yerde ve gökte olanların hepsi, namâzını kılar. Fakat ins ve cin tâifesi hâriç.
Nefisten çıkan o rûhu, bir an bile ellerinde durdurmadan, getirdikleri cennet kefenine sararlar. Kokular serperler.
Ondan öyle güzel koku çıkar ki, yeryüzünde bulunan miskten daha güzeldir. O güzel rûhu böylece alıp yükselirler.
Dünyâ semâsı kapısının açılmasını isterler. Onlara kapı açılır. Güzelce karşılanırlar. Sonra onu uğurlarlar. Bu karşılama ve uğurlama ile yedinci semâya kadar giderler. Orada, Allâhü Te‘âlâ’nın şu fermânı gelir:
– Onun sicilini ılliyyûn arasında tutunuz. (Ya‘ni cennetlikler arasında.) Ve onu yeryüzüne götürünüz. Çünkü, biz onları yerden yarattık; yine oraya iâde edeceğiz ve oradan tekrar çıkaracağız.
Bundan sonra o rûh cesedine iâde edilir. Daha sonra, ona iki melek gelir; aralarında sorulu cevâblı şöyle bir konuşma olur:
– Rabbin kimdir? – Rabbim Allâh’tır. – Dînin nedir? – Dînim İslâm’dır. Bundan sonra, Resûlullâh (s.a.v.)’den sorarlar:
– Aranızda zuhur eden şu zât için ne dersin?
-OAllâh’ın Resûlüdür.
– Nereden biliyorsun?
-Allâh’ın kitâbını okudum. Ona inandım ve onu tasdîk ettim. Bundan sonra şu nidâ gelir:
– Kulum doğru söyledi. Ona cennet yataklarından bir yatak verin. Cennet elbiselerinden bir elbise giydirin; ona cennetten bir kapı açın ki, oranın güzel rüzgârı ve kokusu gelsin.
O kulun kabri, göz alımı kadar genişler; ve büyür.”
(Ebû Leys Semerkandî, Tenbîhü’l Gâfilîn
Bostânü’l-Ârifîn, 34-35.s.)
HIRKA-İ SAADET ALAYI
Hırka-i Saadet’in Ramazan’ın onbeşinde ziyareti sebebiyle yapılan alay hakkında kullanılan bir tabirdir. Bir yazarımız, zamanında yapılan bir olayı şöyle anlatıyor:
«Ben onun maiyetinde birinci defa olarak Hırka-î Saadet ziyaretinde, içeriden, şahit oldum. Bu hakikaten pek ruhani, pek vecd ve huşu ile yapılan bir merasim idi ve insanın revabıt-ı dîniyyesi gevşemiş olsa bile asırlardan beri milyonlarca ümmetin üzerinde saltanat ve serveti hükümran olan, her müslim diyarında, her caminin minaresinde azameti selâmlanan Azîmüşşan bir Peygamberin hırkasına, velev uzaktan, velev örtüleri arasından yüz sürebilmek, ruhu vacîdanî istiğraklar içinde bırakan bir mestî idi. Dikkat etmiştim, kürsüsünü üzerinde hırkanın bohçasına sürdükten sonra Hünkar, üstünde güzel bir kıt’a yazılmış tülbent mendiller dağıtırken, önünden takım takım geçen vezîr. rical arasında tek bir simaya tesadüf edilmezdi ki, manevî bir heyecan ile ihtizaza gelmiş olmasın.»
İNSAN NANKÖRDÜR
«Andolsun o harıl harıl koşan (at)lara, o (tırnaklarıyla) ateş çıkaranlara, sabahleyin baskın yapanlara, derken orada (ayaklarıyla) toz koparanlara. Bununla bir topluluğun ta ortasına girenlere ki, muhakkak insan Rabbına karşı çok nankördür.» (Adiyat: 1-6)
SULTANIM BENİM
(Dünden Devam)
Sâhib-î cûd û atâ, ahde vefâ, sadr’e şifâ,
Menme-î aşk û muhabbet, ehl-i ihsân’ım benim.
Her hayâl etdikçe gördüm, güllenen ruhsârını,
Bülbül-ü şeydâya döndüm, ey gülistân’ım benim.
Âfitâb-î ruh u cân’ım, refnümâ-yî vuslatım,
Nevbahâr-î mülk-ü ömrüm, ebr u bârân’ım benim.
Ey melek-haslet bu âlem, kaldı hayran hüsnün’e,
Gül yüzün gördüm, hezârâr Hakk’a şükran’ım benim.
Zî hayâ, hüsn-û likâ, necm-î hafâ, bedr-î münîr,
Hazret-î Mahmûd Sâmî; lutf-ü Subhân’ım benim.
Kırmadın hiç kimseyi, incitmedin, incinmedin,
Kutbumuzdun, gavsimizdin, tamdır îkân’ım benim..
Zühd, Vera’, İhsan’, Tevazu, İttikâ, İsâr, Kerem
Rıfk u Şefkat, İlm ü Hikmet ehli, Zî Şânım benim.
Vasfedip öğmek ne mümkin, zât-i âli kadrini,
Hüsn-ü ahlâk umdesî, her medh’e şâyân’ım benim.
Dest-gir ol bizlere Sen, biz gedâ, üftâdeyiz.
Kıl şefâat, ey mürüvvet kânı, Sultân’ım benim.
Rahmet et Mevlâm O’na, Cennet’de dûr etme bizi,
Gamla doldum, sızlıyor hep, gönl-ü biryân’ım benim.
Bir teselli buldu gönlüm; der Habîb-î Kibriya;
«Hep beraberdir sevenler.» vardır îmân’ım benim.
(Nuri Baş, 10-Nisan 1984)
ESMÂ’ÜL HÜSNÂ’DAN
EL-KÂBIZ (C.C.), EL-BÂSİD (C.C.)
Ölüm anında varlıkların rûhunu kabzeden, hayat vere-
ceği zaman onlara rûhları veren, zenginlerden sadakaları
(zekâtları) alan, fakirlere rızkı veren, zenginlere bolca ihsân-
da bulunan, fakirlerden rızkı kısıp onları darda bırakan, kalp-
leri kabz edip onları cemâlinden mahrûm bırakan, yahut kalp-
lere inşirâh verip lütf u ihsânına boğan hep O (c.c.)’dur!
el-Bâsid (c.c.), yayan, genişleten anlamındadır. O (c.c.),
kulları arasında lütûf ve ihsânını yayar. Dilediği kimsele-
re bol rızık verir, onu ferâhlık ve genişliğe kavuşturur. Ona
ihtiyâcından daha fazlasını vererek başka kullarından üstün
tutar, ona karşı son derece cömert davranır. El-Kâbız (c.c.)
ise, lütûf ve ihsânını dilediği kulundan kısar, rızkını daraltır,
onu muhtaç eder, rahat yaşamdan mahrûm bırakır ve yok-
sullaştırır.” el-Kâbız (c.c.) ve el-Bâsid (c.c.) İsm-i şerîflerini
beraber okumak edebe uygundur.
El-Kâbız (c.c.) İsm-i şerîfini dört gün 903 kere vird olarak
söyleyen, düşmanından emin olur ve selâmet bulur. 40 lokma
ekmek üzere yazıp 40 gün yese, açlıktan korunur.
El-Bâsid (c.c.) İsm-i şerîfini kuşluk namazından sonra on
kere zikredenin rızkı, ilmi ve şerefi artar ve ellerini göğe doğru
kaldırıp 71 defa zikrederek yüzüne süren fakir olmaz, zen-
ginleşir.
(Kurtûbî, Esmâü’l Hüsnâ, 46.s.) (İmâm-ı Gazâlî (k.s.), Esmâü’l Hüsnâ, 98.s.)
NEBÎ (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN DİLİNDEN DUALAR-1
Helâya Girerken:
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Nebî (s.a.v.) ihtiyaç gidermek için
helâya gittiğinde, şu duâyı okurdu: “Allâhümme innî e‘ûzü
bike mine’l-hubsi ve’l-habâis.” = “Allâh’ım! Pislikten ve
(cin ve şeytân gibi) kötü yaratıklardan sana sığınırım.”
Helâdan Çıkınca:
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: Resûlullâh (s.a.v.) helâdan
çıkınca “Ğufrânek” = “Affını talep ediyorum” derdi.
(Misvâk Neşriyat, İbâdet Takvimi ve Duâlar, 129.s.)
MEDİNE’NİN TEMİZİ ALIKOYUP KİRİ PASI DIŞARI ATMASI
Araplardan bir cemâat, Medine’de Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelip, müslüman oldular. Bir müddet sonra Medine vebasına tutuldular. Geldiklerine pişman olarak Medine’den çıkıp gittiler. Eshab-ı Kiram’dan bazıları onları karşılayarak: «Siz, ne diye dönüyorsunuz?» dediler. «Medine Vebasına tutulduk, Medine’den nefret ettik!» dediler. Onlara: «Resûlullah (s.a.v.) size güzel bir örnek değil mi?» diye sordular. Bazıları münafıklık ettiler. Medine’den çıkıp gidenler hakkında Hz, Peygamberimiz (s.a.v.): «Medine, demirci körüğü gibidir, temizi kor, kiri pası dışan atar!» buyurdu.
***
Bir gün bir Arabi, Hz. Peygamberimize (s.a.v.) gelip İslâmiyet üzerine bey’at etmişti. Ertesi günü bu adam Hummaya tutulmuş olarak geldi ve: “Ya Muhammed (s.a.v.). Beni, Bedevilik hâline döndür!» dedi. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) onun isteğini yerine getirmeye yanaşmadı. Arabi bu isteğini üç sefer gelip tekrarladı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Onun bu isteğini kabule yanaşmadı. Arabi çıkıp gidince Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz: «Medine, demirci körüğü gibidir, temizi alıkor, kiri pası dışarı atar!» buyurdu. (İslâm Tarihi. C. l, Sh. 139)
***
Hz. Ömer (r.a.): «Yâ Rab! Beni, yolunda şehidlikle nasiplendir! Ruhumu da Resulünün beldesinde al!» diye dua ediyordu.
DARGINLAR!
Ebû Eyyûb el-Ensarî’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«— Bir müslümana üç günden ziyâde kardeşi ile dariıp konuşmaması helâl olmaz; karşılaşırlar da biri öteye döner biri beriye döner. Bunların hayırlısı, selâm ile ilk söze başlayandır.»
İLK YARDIM:
Birden ölüm
Solunum ve dolaşımın birdenbire ve beklenmedik bir şekilde durmasına birden ölüm denir. Yapılabilecek çalışmalar iki döneme ayrılabilir: İlki sun’i solunum ve kalb masajı’nı ihtiva eden acil önlemler dönemi, onu izleyen ikinci dönem ise daha çok bir hastanede yapılabilecek olan (ilâç, elektrik cihazları) dönemdir, ilk yapılacak şey üst solunum yollarını açık tutmaya çalışmaktır. Bunun için sırtüstü yatan hastanın bası, gidebildiği kadar arkaya çekilir. Bir el ense altına sokularak boynu yukarı kaldırırken, öbür elle alın arkaya doğru itilir.
Solunum yine başlamazsa, hastanın başı yana döndürülerek ağız ve boğazındaki, hava yollarını kapayan şeyler parmakla temizlenir ve hastanın başı tekrar öne çevrilir ve ağız ağıza sun’i solunuma başlanır.
HEM ŞAM’IN ŞEKERİ HEM ARAB’IN YÜZÜ
Selmân-ı Fârisî (r.a.) anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.) bana:
“Bana buğzetme, dî nini terketmiş olursun!” buyurdular.
Ben:
“Ey Allah’ın Resulü, ben size nasıl buğzederim? Allah hidâyeti
bana sizin elinizden ulaşt ırdı” dedim.
“Arab’a buğzedersin, böylece bana buğzetmiş olursun”
buyurdular.” (Tirmizî, Menâkıb)
Osman ibn-i Affân (r.a.) anlatıyor: Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular
ki:
“Kim Arab’ı aldatırsa şefaatime giremez ve sevgim de
ona Ulaşmaz.” (Tirmizî, Menâkıb)
Bu iki Hadîs, Arab milletine karşı kötü his beslemenin teh-
likesine dikkat çekmektedir. Müslümanlar kardeştirler, birbirlerini
sevecekler, aralarında buğz ve düşmanlığa yer vermeyecekler,
birbirlerini aldatmayacaklar. Müslümanlar arasında bunlar haram
olmakla birlikte, Arablara karşı yap ılması daha büyük bir günâhı
gerektirmektedir. Zîra Resûlullâh da Arab’dır. Şu hâlde meşû bir
sebeb olmadan Arab’a karşı alınan tavır islâm’a karşı alınmış bir
tav ırdır, ikinci Hadîs böyle bir durumda kişinin kalbinde Resul
(s.a.v.) sevgisinin hâsıl olmayacağını, dolayısıyla da Resûlullâh
(s.a.v.)’in kendisini sevmeyeceğini haber vermektedir. Bunlar bir
Mü’min için felâkettir.
Dilimizde Arab düşmanlığı kokan sözlerin varl ığı, pürüzsüz bir
tende kanserli bir ur gibi durmaktad ır. Meselâ, “Ne Şam’ın şekeri ne
Arab’ ın yüzü!”, “Arab saçına dönmek!”, hele kimi yörelerimizde
siyah köpeklere “Arab!” isminin verilmesi hiç kabul edilir bir durum
değildir. Milletimizin şuuraltına Arab’ın; pis, pejmürde, kara yüzlü,
çirkin, işe yaramaz olduğunu yerleştirerek, Müslümanları bölmeye
çalışmışlardı. Muhtelif kitablarda ingilizlerin yalanlarına inanıp da
ihanet eden Şerîf Hüseyin ve yanındaki 2000 civarında adamından
yola çıkarak, bütün Arab-ların hâin olduğu fikrini uyandıran bilgiler
yazılıdır. Bu açıdan yahûdîlerin uydurduğu ve Müslüman halkları
birbirine düşman etmeyi, onları zayıflat ıp köleleştirmeyi amaçlayan
sözlere asla itibar etmemeliyiz. Onlara inâd Şam’ın dünyaca
meşhur şekerini de Arab kardeşlerimizi de seviyoruz!
(Sezai Karakoç)