Kişilerin derece ve makâmlarını bilen Allâhü Teâlâ olduğu için mensup olduğu zatın makâmını tayin etmek ve tahmîini olarak falan zat kutb-u zamandır veya gâvsdır demek doğru değildir. Bir şey hakkında âyet, hadîs vârid olmamış ve icmâ-ı ümmet de yoksa onun hakkında hüküm yürütmek hele “falan zât her hâlimizi ve kalbimizden geçen her şeyi biliyor” demek asla câiz değildir. Bunun küfür olduğunu söyleyenler de vardır. Tasavvufta her şey izinle olur. Tasavvufta, postta oturmak, ancak ve ancak bir mürşid-i kâmilin izniyle olur. Yoksa müridler, asla mürşidleri tayin edemezler. Günümüzde birçok tasavvuf koluna baktığımızda, şeyhin ölümünden sonra ileri gelen bazı müridler toplanıyorlar, takvâ, ihlâs ve ehliyete bakmadan (bazı dünyevî mülâhazalar) ile içlerinde birini şeyh olarak tayin ediyorlar. Ve ona rabıta yapmaya başlıyorlar. Müridler, tarafından irşad makâmına oturtulan kişi de kendisinin bir dereceye yükseldiğini zannediyor. Kendisini mürşid-i kâmil olarak görüyor. Bir kişinin mürşid-i kâmil olması için, önce evliyâullah derecesine çıkmalı. Sonra mürşidinin terbiyesi ve hilâfetiyle irşâd makâmına oturmalıdır. Kerküklü Şeyh Abdurrahman (r.âleyh) Efendi hazretleri, vefâtından sonra şeyhliği kendi çocuklarına bırakmadı. Kendisine; “Efendim yerinize oğlunuzu tâyin etseniz” diyenlere şöyle cevap verdi: “Velâyet makâmını insanlara dağıtmak, istediğini evliyâ derecesine yükseltmek ve istediğini şeyh olarak tayin etmek benim elimde değildir. Ben şeyhliği babadam devir almadım; oğluma da bırakamam. O yüce makâma ehil olan kişiler yükselir.” Girdiğiniz yolun nurunun kesilip kesilmediğine ve o tarikatın başında bulunan zatın izinli olup olmadığına iyice bakın. İnkıtaya uğrayan ve nuru kesilen bir tarikâta girmek; izinli ve mürşid-i kâmil olmayan bir kişiyi şeyh kabul etmek, ondan feyiz almaya çalışmak; günlerce susuz kalan bir kişinin tuzlu deniz suyunu içmesi gibidir. (Ömer Faruk Hilmi, Kötü Alimler ve Sahte Şeyhler)