Cenâb-ı Hâkk Ayet-i Kerime’de “Mü’minler, Rabblerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar, kurtulmuşların ta kendileridirler.” (Bakara s. 5) buyurur. Bu ayette geçen Müminlerin hidayet üzere olduklarına dair sözün hakikâti, onların delilin gereğine sımsıkı sarılmalarıdır. Çünkü bir delile sımsıkı sarılan kimseye, buna devam etmesi ve bunu her türlü ta’n (başkaları tarafından ayıplanmak) ile şüpheden koruması gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hâkk, onları önce Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirilmiş olana imân etmeleri ile medhetmiş, sonra da onları, bunda sebat edip onu her türlü şüpheden korumaya devam etmiş olmakla övmüştür. Zaten mükellefin yapması gereken de budur. Çünkü mükellef kişi, dininde sebatlı, dikkatli ve titiz olursa, kendini ilminde ve amelinde mutlaka muhasebe edip bunlardaki durumunu iyice düşünmesi gerekir. Bu kimse kendisini dini ihlâl etmekten muhafaza ederse, işte o zaman bir hidayet ve hâkk (gerçek) üzerinde olmakla medh-ü senâ edilir. Kulun bütün fiillerinin kulun kendisinden olduğunu söyleyen kimse kaderciliğe; kulun, fiilinde her hangi bir rolü ve tesiri yoktur diyen kimse de cebre düşmüştür ki, bunlar doğruya götürmeyen iki yanlış yoldur. Sırât-ı müstakim ise her şeyin Allâh (c.c.)’un hükmü ile olduğuna inanarak fiilin kula ait olduğunu kabul etmektir. Kim şehevî işler hususunda aşırılığa düşerse ahlâksızlığa düşer. Şehevî işleri tamamen terkeden kimse ise donuklaşır ve hiçbir şeye arzu duymaz. Sırât-ı müstakîm ise, her ikisinin ortasıdır ki, bu da iffettir. Yine kızgınlıkta (gazabta) çok aşırı giden, hiddete düşer. Kızgınlık göstermemekte aşırı giden ise korkuya düşer. Sırât-ı müstakîm ise bu iki aşırılığın ortasıdır ki, o da şecaattir. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, c.1, s.261-469)