Selef-i Sâlihîn (r.âleyh) sükût etmeyi ve dinlemeyi konuşmaktan üstün tutarlardı. İnsanlar arasında meşhur olmamayı, ismi ve resmi bilinmemeyi, ismi her yerde duyulmaktan, meşhur olmaktan şerefli sayarlardı. Birisinin sorusuna bir kardeşinin fetvâ vererek kâfi gelmesini temenni ederlerdi. Hz. Ömer (r.a.) çok kere Bedir ehlini toplar, onlarla meşveret eder, bir hâdise karşısında yalnız kendi görüşü ile hüküm vermezdi. Selefden hiçbiri, dinde önemli mes’eleler dışında fetvâ vermezdi. Kapalı, önemsiz konulara hiç dokunmazlardı. Fetvâ vermekle büyüklük, başkanlık, herkesin hürmetini kazânmak, kalblerine girmek, menfaat elde etmek, mevki kapmak gibi bir fikirleri yoktu. Onların bütün çalışmaları Allâhü Teâlâ’nın rızâsını kazânmak, kelimetullâhı yükseltmek, dînine yardım etmek ve gelecek nesillere emâneti iletmek idi. Her sınıf insan ile onların akıllarının erdiği, zihinlerinin idrâk ettiği şekilde konuşmak Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetidir. Nitekim, “İnsanlarla akılları miktarınca konuş” denilmiştir. Âlimin, hakîkati hakkıyle anlatması lâzımdır. Karşısındakinin anlıyacağı gibi anlatamazsa inatçı bunu hemen yalanlar, zekî olmayan da gevşeklik gösterir veya yanlış anlar. O zaman büyük bir fitne meydana gelmiş olur. Bu sebeble âlim karşısındakilere, onların akıllarında kalacak şekilde ve mühim şeyleri anlatmalıdır. A’raf sûresinde: “Habîbim, sen kolay yolu tut” buyurulmuştur. Dinî bilgileri, ahkâmı duyduğu şekilde arttırmadan ve azaltmadan bildirmelidir. Zîra bu dînî bilgiler Allâhü Teâlâ’dan indirilmiş vahiylerin naklidir. Bir kimsenin ilimdeki hiyâneti, maldaki hiyânetinden daha kötüdür. İyice bilmediği şeyleri de söylememelidir. Sahîh olup olmadığını iyice incelemeden hattâ tahmin ile, zan ile öğrenmediği duymadığı bilgiler üzerinde konuşan hesapsız Cehennem’e girer. (Seyyid Alizâde, Şir’atü’l İslâm)