Devlet, bütün Türk devletlerinde saltanat hanedanının müşterek malı idi. Âl-i Selçuk’ta, Âl-i Cengiz’de, Âl-i Timur’da ve Anadolu Beyliklerinde hep böyle idi. Bunun çok zararlı neticeleri tarihen sabittir. Tuğrul, Alparslan ve Melikşah devrinde çok büyük ülkeleri elinde tutan Selçuk Devlet-i Muazzaması bu adet ve akide dolayısıyle merkezi otorite sarsılınca, hemen beş parçaya ayrılmıştır. Osmanoğulları Devleti de bu vartalardan geçmiştir. Yıldırım’in zamanında onun Çubuk Ovası’nda Timur’a mağlûbiyetinden sonra şehzâde mücâdelelerine girmiş, bir fetret devrine düşmüş; Çelebi Sultan Mehmed’in büyük gayretiyle bundan on senede kurtulmuş; ondan dolayı da kendisi bâzı târihçilerimizce “Bânî-i Sâni-i Devlet” unvanına lâyık görülmüştür. Fâtih, meşhur kaanunnâmelerinde devletin “büyük evlâda geçeceğini”; şehzadelerin “nizâm-ı âlem ve selâmet-i devlet için” katledilebileceklerini bildiren kanununu, o zamanki hukukçuların görüşleri ve ictihadlarıyle ortaya koymuş ve “Bu atam ve ecdadım kanunudur, benim dahi kanunumdur, benden sonra gelen nesiller, buna göre amel edeler” diye, istikbaldeki Osmanoğulları’na dahî emir vermiş idi. Bu, aslında çok takdir edilecek azâmetli bir karar idi. Osmanoğlu bununla milletin rahatı ve huzûru, âlemin nizâmı, devletin ve dînin selâmeti için, kendi ailesinden kan fedâkârlığı yapıyordu. Bunu göze alabilecek bir aile tasavvur dahi edilemez. Bu da onların devletle, dînle, milletle ne kadar haşır neşir olduklarını, bu mefhûmlarla nasıl yoğrulduklarını gösterir. Osmanoğulları Fâtih’le Türk devlet anlayışındaki “devletin hanedan ailesinin müşterek malı olması” kaidesini düzeltmiş ve bunu millet için en zararsız hâle getirmiştir. Bu, İslâm fakîhlerinin ve hukukçuların görüşleriyle ortaya çıkmış bir kanundur. Osmanlılar’ın devlet anlayışlarına hayat verdikleri terkîb, bununla da kalmamış; dünya çapında bir senteze kavuşmuş; mirasçısı bulundukları Roma âleminin görüşlerini de aşacak bir mertebeye ulaşmıştır. (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, s.127-128)