Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bizlere emir ve vasiyetlerinden biri, zengin, mal sahibi kardeşlerimizi bulundukları yerlerin fakirlerine yardım elini uzatmalarını, zekât ve bağışlarını bu yoksullara vermelerini teşvik etmemiz hakkındadır. Hâkk Teâlâ şöyle buyurur: “Şâyet onlar küfürden geri dönerler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını da verirlerse, artık sizin din kardeşleriniz sayılırlar.” (Tevbe s. 11) Bu âyetle Hâkk Teâlâ’nın hükmü açıkça anlaşılmıştır. Bunun hiçbir gizli yönü yoktur. Hâkk Teâlâ farz kıldığı bu zekât âmeli ile kullarını imtihân etmekte, onların imân yönünden kendisine ne derece bağlı olduklarını ölçmektedirler. Hâkk Teâlâ, “Herhangi bir şeyi hayır için harcarsanız, yerine Allâh başkasını verir, Allâh rızk verenlerin hayırlısıdır” (Sebe s. 39) buyurmuşlardır. Ve yine Hâkk Teâlâ diğer bir âyetinde, “Mallarını Allâh yolunda harcayanların durumu o tane gibidir ki, yedi başak verir, herbir başakta da yüz tane bulunur. Allâh dilediğine kat kat verir. Allâh ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir” (Bakara s. 231) buyurmaktadır. Efendimiz (s.a.v.), “Kişi sadaka vermekle malı hiçbir zaman eksilmez” buyurmuşlardır. Şu hadîs rivâyet edilmiştir: “Mallarınızı, zekât vermekle kale içerisine alınız, koruyunuz. Hastalarınızı da sadakalarla tedavi ediniz.” (Ebû Dâvud) Gerek yukarıda gösterilen âyetlerle, gerekse Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in açıklamaları, hadisleri ile kişi nefsini imtihân etsin, istenilen bir sadakayı veya verilecek bir zekâtı gönül arzusu ile veren, hatta elinde bulunanın bütününü istemiş olsa da, bunu verdiği takdirde, nefsinde bir burukluk hissetmeyen kimse, kâmil bir imâna sahip olduğuna hükmetsin. Kişi, nefsinin bunu vermekten kaçındığını görürse, nefsinde imân eksikliğinin bulunduğuna hükmetmelidir. (İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.164-167)