Evrendeki her şeyin müthiş bir düzen içerisinde seyir ettiğini görüyoruz. Güneş bir saniye dahi geç kalmaksızın doğuyor. Oksijen bütün yeryüzü tabakasını kapsıyor, yağmurlar, bitkiler, ağaçlar, kısaca her şey harika bir düzen içerisinde bizlere şunu ifade ediyor: Bütün bu varlıkları buyruğuyla bizim hizmetimize musahhar kılan Cenâb-ı Hâkk’tan başkası değildir. O halde evrende madde üzerinde düşünmemiz bizi şu soruyu sormaya yöneltiyor: Bu uçsuz bucaksız kainatın yaratıcısı kimdir? İşte dünya hayatında aklın görevi budur. İnsanı alıp imanın kapısına getirmesidir. Bu evreni yaratan, belli bir düzene koyan büyük bir kuvvetin var olduğu inancına ulaştırmasıdır. Ancak bundan sonra tekrar sorulması gereken sorular vardır. Bu büyük kuvvet nedir? Onun adı nedir? Bizlerden ne istemektedir? Bizi ve bu evreni niçin yaratmıştır? Bu soruları akıl yanıtlayamaz. Bundan sonrasını bizlere Kur’an’ı Kerim bildirmektedir: “Eğer onlara yerlerin ve göklerin yaratıcısının kim olduğunu soracak olsan, mutlaka Allâh diyecekler.” (Lokman s. 25) “And olsun ki eğer onlara yerleri ve gökleri yaratıp güneşi ve ayı buyruğu altına alan kimdir desen kuşkusuz Allâh diyeceklerdir.” (Ankebut s. 61) “And olsun ki onlara kendilerini kimin yarattığını soracak olsan şüphesiz Allâh diyecekler.” (Zuhruf s. 87) İman etmeyenler dahi yaratıcının Allâh (c.c.) olduğunu itiraf etmektedir. Niçin? Çünkü bu mesele, mahlukatın iddia edip savunabileceği bir mesele değildir. Hiç kimse güneşi, ayı veya yeryüzünü kendisinin yarattığını iddia edemez. Bu büyük bir iddia olur. Beşerin kudretinin üzerinde olduğu için de hiç kimse böyle bir iddiaya kalkışamaz. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran’da Kıyâmet Sahneleri, s.32-33)