Adabı Muaşeret İnsan İlişkilerindeki Ölçü

Adabı Muaşeret İnsan İlişkilerindeki Ölçü. Dedikodu yapma. Yalan konuşma. Dilini muhafaza et. Fazla ihtiyaç gösterme. Düzgün konuşmaya dikkat et. 
Bir meclise gittiğin zamân önce selâm ver. Önündeki insânları çiğneyip ileri geçme, boş bulduğun yerde otur. Tevâzû’a uygun bulduğun yeri kabûl et. Husûsi mevki arama. Yollar üzerinde oturma. Oturmak zarûreti varsa, gözlerine sâhib ol. gelip geçenleri süzüp durma. Düşkünleri koru. Mazlûmların elinden tut. Şaşkınlara yol göster. Verilen selâmı al. lsteyiciye ver. Emr-i mârûf ve nehy-i münker eyle. Balgâmını atacak münâsib yer ara, kıbleye, önüne ve sağına atma hiç olmazsa ayağının altına al. Melikler ile düşüp kalkma. Şâyet sohbetlerinde bulunursan, kimsenin hakkında dedikodu yapma. Yalan konuşma. Dilini muhafaza et. Fazla ihtiyâç gösterme. Düzgün konuşmaya dikkat et. Şakayı azalt. Her ne kadar sana sevgi gösterseler de sen yine onlardan sakın. Karşılarında geğirme, yemekten sonra karşılarında dişlerini temizleyip durma. Bu hareketin nefret uyandırır. Buna mukâbil Melik’e de düşen vazifeler vardır. Saltânat ve harem işlerine müdâhaleden başka huzûrundakilerin bütün kusûrlarına tahammül etmektir. Ayak takımları ile düşüp kalkma. Şâyet meclislerinde bulunursan, onlann lüzûmsuz dedikodularına katılma. Boş sözlerine fazla kıymet verme, kötü sözlerini duymazlıktan gel. Zarûret ve ihtiyâç hâlleri hâricinde onlarla oturma. İster akıllı, ister ahmâk olsun, insânlarla fazla şakalaşma. Çünkü akıllılar sana kızar, ahmaklar da şaka esnâsında lûzûmsuz ve çirkin sözler söyleyip, izzet-i nefsini rencide ederler.
İstihzâ, insanın vekârını kaybettirir, yüzünden hayâyı kaldırır. Kin ve nefreti uyandırır, dostluğun tadını kaçırır, fakihin fıkhını lekeler. Büyükler nezdindeki değerini kaybettirir. Bunlar, ifrât derecedeki şakacılığın âfetleridir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Bir meclisde lüzumsuz sözler konuşan kimse kalkarken: “Sübhanekellâhümme ve bi hamdike eşhedü en lâilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyke” derse, oradaki hatâları bağışlanır” buyurmuştur.
(İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh), İhyâ u Ulûmi’d-dîn, c.2, s.474)