Yaratılmış hiçbir varlık yoktur ki bir gayesi olmasın. Kâinattaki bütün varlıklar insan için, insan da âlemlerin Rabbi olan Allâh (c.c.)’ü tanımak ve O (c.c.)’a ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsanların bu yaratılış gayesinin gereklerini yerine getirebilmeleri için, onlara yol gösterici olarak da, Cenâb-ı Hâkk, peygamberler (a.s.e.)’i göndermiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, Allâh (c.c.)’ü tanıyıp, O (c.c.)’a ibâdetin, en mükemmel şekliyle nasıl olabileceğini bizzat, tatbikî olarak bizlere tâlim buyurmuşlardır. Allâh (c.c.)’a ittibânın tek yolunun ancak, Cenâb-ı Hâkk’ın “Kendiliğinden hiçbir şey yapmadığı, her söz ve fiilinin vahye muntazır olduğunu” beyan ettiği, Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e uymak olduğu âşikârdır. Bunu bilen ve günümüzde de hayli çoğalan sapık itikât sahiplerinin gayesi, Resûlullâh (s.a.v.)’i (hâşâ) aradan çıkarıp Allâh (c.c.)’a giden yolu böylece kesmektir. O hâlde yapılacak yegâne iş, Kur’an’ın tefsiri olan Resûlullâh (s.a.v.)’in hayatını, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)’in tatbikatıyla beraber başta akâid olmak üzere en ince teferruatına kadar öğrenmek ve yaşamak gayretini sürdürmektir. Bunun ilk adımı fıkıh ilmini öğrenmektir. Çünkü Kur’an ve sünnetin manalarını derinlemesine ve bütüncül olarak bize aktaran ilim fıkıhtır. Fıkıh ilminin kurucusu, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (r.a.)’i tanımak, fıkha daha iyi sarılmamıza neden olacaktır. Din büyüklerinin, özellikle Imâm-ı Azam hazretlerinin hayatını okumakla, kişinin öncelikle İslâm’a karşı duyduğu muhabbet ve ihlâsı artar. Dindar akıllı kişilerin, Allâh (c.c.)’un velîlerine sevgi ve saygı göstermeleri boyunlarının borcudur. Dîn âlimlerinin menâkıbı ile meşgul olanlar, dünyada güzel ahlâk ve âdâbın neden ibaret olduğunu, dünyaya gelmekten esas amacın ne olduğunu anlar. Buna vâkıf olanların ne yolda bulunduğunu gereği gibi idrâk ederek onlara güzelce uyup dinî hayatını ikmâl eder. (Yusuf el Heytemî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.) Hayatından Rabbânî Esintiler, s.10-11)