Dünya dilleri içinde Türkçe, 20. Yüzyılda hiç uğramadığı bir kıyım ve kırıma uğradı. Bin yıllık, kendisiyle yüzbinlerce kitap yazılmış alfabesi saklandı. 1929 yılından itibaren Türkiye bürokrasisi kendi yazısını unuttu. Latin harfleri ile ifade-i merama mecbur kaldı. “Eski” alfabe ile yazılmış kitaplar dolaşımdan çıkarıldı, kütüphâneler kullanılamaz hale geldi. Dil devrimi operasyonu kaba bir milliyetçi ifade ile ortaya konuldu ve savunuldu: “Arap harfleri“ Türkçe’nin yazılmasına uygun değildi; yeni alfabeyse bu kusurlardan ve âri ve milliydi. (!) Millilik kılıfı altında Latin harfleri göklere çıkartılıyor. Yüzyıllardır kullandığımız Araplar, Farslar ve diğer Müslümanların alfabesi ise “Arap alfabesi” şeklinde öteleniyordu. Eğer bir alfabenin milli olması ölçüsü Türkler tarafından kullanılmasıysa İslâmi yazı da bu durumda bize aitti. Dil Devrimi geniş kitlelere bir “Türkçeleşme” veya “Öztürkçeleşme” faaliyeti olarak sunuldu. Halbuki bu uygulamalar kısa vadede Türkçenin fakirleşmesine, uzun vadede ise yabancı dillerin hâkimiyetine zemin hazırladı. Öztürkçenin sefaletini anlatmak için tercümelere bakmak yeterlidir. Mevcut kelimeler yabancı metinleri tercüme etmeye yetmediğinden tarif yoluna gidiliyor. Türkçe bu tercümanların elinde adeta ‘tarifi’ bir dil haline getirildi. Tercüme yapılırken bir anlamı karşılayan kelime veya kelimelik terkipler yetersiz gelince, tarif ve açıklama mahiyetindeki cümlelere ihtiyaç duyuldu. Bunu sadece tercüme işinin mübtedileri değil, çok sayıda kitabı ve tercümesi olan ustaları da yaptılar. Sonuçta kitabın aslının yarısı kadar hacmi genişlemiş metinler ortaya çıktı. Sonradan icad edilen sentetik Türkçe, zihin işleyişimizi sekteye uğratarak düşünme yeteneğimizi, akıl yürütme gücümüzü zayıflattı. Sonuçta derinliksiz, ifade imkanları fevkalede kısıtlı bir dile mahkum edildik. (Mehmet Doğan, Derin Tarih, 30. Sayı)