Tasavvuf, ilim ve âmelle Allâhü Te’âlâ’nın rızâsını ve O (c.c.)’un teveccühünü kazânmaya ve bu manâda O (c.c.)’a yaklaşmaya ve yakın olmaya çalışmaktır. Tasavvuf fıkhın bir şubesidir. Çünkü fıkıh, İmâm A’zam Ebû Hanife (r.a.)’in tarif ettiği gibi, “Nefsin yani insanın kendisinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, helâl ve haramları, sevâp ve günâhları bilmesidir.” Allâhü Te’âlâ’ya yakınlığı sağlayan ilim ve âmeli öğrenmek de bu tarifin kapsamına dahildir. Tasavvuf da budur. Hakikatte o fıkhın kendisidir. Fakih de yalnız hükümleri ve delilleri bilen kimse değil, ilim ve âmeli ile Allâhü Te’âlâ’ya yakın olmaya çalışan kimsedir. Allâh Resûlü (s.a.v.) de şunu söylemiştir: “Bir tek fakih, şeytana karşı koymada bin âbidden daha güçlüdür.” Çünkü bu gücü gösteren fakih, ilim ve fıkhıyla âmel eden, ilim ve âmeliyle Allâhü Te’âlâ’nın rızasına yakın olmaya çalışan kimsedir. Tasavvuf şer’i edeplerden ibarettir. Tasavvufa göre her vaktin kendine mahsus, her halin kendine özel ve her makâmın kendine layık edebi vardır. Bütün bu edeplere riâyet edenler hakiki sufî olmanın derecesine ulaşırlar. Bu edepleri zayî edenler ise, kendilerini yakın zannetseler de uzaktırlar, kabul gördüklerini zannetseler de reddedilmişlerdir. Ebû Muhammed el-Ceriri (r.âleyh)’e, “Tasavvuf nedir?” diye sorulunca, kendisi, “Tasavvuf, her türlü yüce ahlâkın içine girmek ve her türlü süflî (adi) ve aşağılık ahlâkın dışına çıkmaktır.” diye cevâp vermiştir. Özetle; tasavvuf, zahir ve batını mamur hale getirmektir. Zâhirin mamurluğu salih âmellerledir. Batının mamurluğu ise Allâhü Te’âlâ’yı zikretmek, O (c.c.)’dan başka bir şeye meyletmemek, beğenilen ve övülen ahlâki sıfatları kazânmak, kalp ve ruhu kötü ahlâk ve sıfatların pisliğinden temizlemektir.
(Eşref Ali et-Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı, c.20, s.289-291)