Hâlık ile mahlûk arasında bir bağ olan, yalnız Hâlık ile mahlûk arasındaki hususları, cemiyet nizamı için en büyük fâideyi hâiz bulunan, namâzdan sonra İslâmî ibâdetlerin en mühimi ve ikinci rüknü, zekâttır.
Zekât, insanlar arasında dert ortaklığının ve birbirine yardımın ismidir. Bunun en mühim faidesi cemiyet nizamının ayakta tutunması için mâlî sermayeyi te‘min etmektir. Zekâtın ikinci ismi sadakadır. Bu ıtlakın sebebi her çeşit malî, cismanî, yardım ve iyiliktir. Ancak fıkıh ıstılahında zekât, yalnız malî yardıma denir ki bu, her müslümana, mâlî kudreti muayyen bir miktarı bulunca vâcip olur.
İslâm tâliminde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in sahife-i vahyinde zekât farizası namâzla birlikte bütün fârizalardan daha mühim olarak zikredilmiştir. Bu iki fârizanın birbirinin lâzım ve melzumu olmaları, birbirine bağlı bulunmaları şu hakikati ortaya çıkartmaktadır ki İslâmda Hukukullahın yani başında hukuk-ı ibad (kul hakkı) dahi aynı ölçüdedir.Kur’ân-ı Kerim’in neresinde namâzdan bahsedilmişse akabinde zekât da beyan edilmiştir.
Hicretin 9’uncu senesinde Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hazret-i Muaz (r.a.)’i İslâm davetçisi tâyin ederek Yemen’e gönderdikleri zaman, İslâm dîninin ferâizini şu sûretle tertib etmişlerdi: “İlk önce tevhide da‘vet edilecek, bu anlaşıldıktan sonra her gün beş vakit namâz farizasının edası üzerinde durulacak, bu da anlaşıldıktan sonra servet sahiplerinin fakirlere bir şey vermek üzere Hakk Te‘âlânın onların malları üzerinde zekâtı farz kıldığı bildirilecekti.” (Buhârî)
Hulâsa zekât, yahut başka tâbirle gariblerin hâline çare bulmak, fakirlere el uzâtmak, yolculara yardım etmek, yetimlerin halini sormak, dul kadınlara muavenet, köle ve esirlere yardım eli uzâtmak, namâzdan sonra İslâm ibâdetlerinin ikinci rüknü olduğunu, bu farîzanın niçin her şeyden ehemmiyyetli bulunduğunu da “Dinler Tarihi” kitablarında görürüz.
(Seyyid Süleyman Nedvi, Asrı Saadet, c.3., s.1071-1177)