Yahudi’nin biri dolu bir kab altınla bir yere oturup önünden geçen Müslümanlara, “Bu fakire yarım dinarlık bir yardımda bulunanlara bu fakir bir dinar verecektir” demiş olsa, oradan geçen Müslümanlar fazladan verilecek bu parayı almak için, Yahudiye istediği parayı vermek için başına üşüşmüş olmazlar mı?
Halbuki Hâkk Teâlâ, “Herhangi bir şeyi hayır için harcarsanız yerine Allâh başkasını verir. Allâh (c.c) rızk verenlerin hayırlısıdır” (Sebe s. 39) buyurmuşlardır.
Ve yine Hâkk Teâlâ diğer bir âyetinde, “Mallarını Allâh (c.c.) yolunda harcayanların durumu o dane gibidir ki, yedi başak verir, herbir başakta da yüz dane bulunur. Allâh dilediğine kat kat verir. Allâh (c.c.) ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir” (Bakara s. 261) buyurmaktadır.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, “Kişi sadaka vermekle malı hiçbir zaman eksilmez” buyurmuşlardır. Gerek yukarıda gösterilen âyetlerle, gerekse Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in açıklamaları ile kişi nefsini imtihan etsin ve eğer istenilen bir sadakayı veya verilecek bir zekâtı gönül arzusu ile verip, hatta elinde bulunanın bütününü istemiş olsa da, bunu verdiği takdirde, nefsinde bir burukluk hissetmeyen kimse, kâmil bir imana sahip olduğuna hükmetsin. Kişi, nefsinin bunu vermekten kaçındığını görürse, nefsinde imân eksikliğinin bulunduğuna hükmetmelidir.
Ancak gerçek mü’min zekâtını malı arttığı için değil, Allâh (c.c.)’un emri olduğu için vermelidir. Şunu bil ki, kul için yapılması vacib olan şey, kalbinde Allâh (c.c.) sevgisi taşıyorsa, dünya ve âhiret malından karşılığını beklemeden Allâh (c.c.)’ın emirlerini yerine getirmek gayesiyle infâkta bulunmasıdır. Verdiğinin yerine karşılığını alenen istemek, azametli olan Allâh (c.c.)’a karşı cehalet ve terbiyesizliktir.
(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.165-167)