Müctehid olmayan kimsenin, bir âyeti işittiği zaman ve müctehid alimlerin görüşlerini bilmeden, o âyeti kendine göre yorumlaması câiz olmaz. Çünkü, nâsih ile mensûhu, âm ile hâssı, mutlak ile mukayyedi, mücmel ile mübeyyeni, hakikât ile mecâzı bilmeden umum ve mutlakları ifade eden delille amel edilmez. Örneğin:
“Doğu ve Batı her yer Cenâb-ı Hakk’ındır. ‘Namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra’ hangi tarafa yönelirseniz, orası Allâh’ın ibâdet yönüdür.” (Bakara s. 115) Bu âyetin zâhirine göre insan, dilediği tarafa yönelerek namazını kılabilir, ister yolcu, ister yerli, ister farz namaz olsun, ister sünnet namaz olsun, kıble tarafını aramadan kılmak câizdir. Yapılan tercümeden anlaşılan budur. Oysa bu anlam yanlıştır. Çünkü
İbni Ömer (r.a.)’in rivâyetini bilen bir kimse bilir ki, bu âyet-i kerîme binek üzerinde sünnet namazlarını kılan yolcular hakkında nâzil olmuştur.
“Kim Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir ederse ateşten oturacağı yere hazırlansın.” (Ahmed b. Hanbel (r.h.), Kenzü’l Hakâyık)
Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız gerekmektedir. Çıkmaz yollara sapan kurda kuşa yem olmaya mahkumdur. Kur’an İslam’ın temel kitabıdır, anayasasıdır. Kur’ân’ı ancak Nebi (s.a.v.) açıklayabilir ve onun yolunda bulunan hakiki âlimler O (s.a.v.)’den naklettikleri doğrultusunda açıklayabilir.
İngiliz câsusu Hamper: “Alimleri âlimleri ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimlerini, mezheblerini hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, Peygamber sözleri hakkında, “sahihdi, değildi” diyerek şüpheler uyandıracağız. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız…” sözlerini, hatıralarına yazmıştır. (Dolayısıyla bu fikirleri savunanlar neye hizmet ettiklerini iyi bilmelidirler.)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, 172-175.s.)