Ziyâret ma‘nevî yakınlık sebebi olunca, Medine-i Mü-nevvere’ye yolculuk da yakınlık vesîlesidir. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin, Bâki‘ ve Uhud’da bulunan ashâbın kabirlerini ziyâret ettiği, sahîh bir haber olarak bilinmektedir. Başkasının kabrini ziyâret için yolculuk yapmanın meşrûiyyeti sâbit olunca, Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyâret için yapılacak yolculuğun meşrû olması, evleviyyetle câizdir.
Bazı nasîbsizlerin, kabr-i şerîfi ziyâreti veyâ oraya yolculuğu engellemeyi, tevhîdi muhâfaza olarak düşünmesi ve kabir ziyâretinin şirke sebep olacağını iddiâya kalkması, bâtıl olup, iddiâ sâhibinin ahmaklığına delâlet eder. Zîrâ küfre götürecek hareket; kabirleri secdegâh edinmek, onların üzerinde ibâdet etmek, bir takım sûretler tasvir (edip oralara dikmek) tir. Ziyâret, selâm verme (ve onlara) duâ etmek ise, bunun aksi olan bir iştir. Her akıllı, bunların ikisi arasındaki farkı bilir. Bunların tamâmının yasak olduğunu söylemek, Allâh (c.c.)’e ve O’nun Resûlü (s.a.v.)’e karşı yalan isnâd etmek olur.
Bu bahisde iki husûs önemlidir: Biri, Peygamber (s.a.v.)’e ta‘zîmin vâcib olması ve onun derecesinin diğer insanların rütbesinden üstün bulunması; ikincisi ise, mübâ-rek ve yüce bulunan Rabbin; zâtı, sıfatları ve ef‘âli yönünden, bütün mahlûkattan ayrı olduğuna itikâd etmektir.
Artık kim bu şeylerden birinde, yaratılmışlardan birinin, noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allâh ile ortaklığı olduğuna inanırsa, bu itikâd şirk olur. Kim de Resûlullâh (s.a.v.)’i bir cihetten kusûrlu görürse, ya isyân etmiş veyâ küfre düşmüş olur. Kim Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin büyüklüğünü dile getirmekte mübâlağalı sözler kullanır ve söylediği, Allâhü Te‘âlâya mahsûs sıfatlara ulaşmaz ise, hakka isâbet etmiş; hem rubûbiyyet tarafını, hem de peygamberlik cihetini korumuş olur. Bu, ifrât ve tefrîti bulunmayan bir hükümdür.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 68.s.)