Şükrün evveli, bütün nimetlerin eşi ve benzeri olmayan, bu nimetlerde herhangi bir yardımcı ve ortağı bulunmayan Yüce Mevlâ’dan geldiğini bilmektir. Çünkü Allâhü Teâlâ zatına hiçbir ortak ve yardımcı olmadığını bildirmiştir. O (c.c) her şeyde ilktir ve tektir. Onunla beraber hiçbir kimse mevcut değildir.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i Kerime’de şöyle buyurmuştur: “Onların yerde ve gökte hiçbir ortaklığı yoktur. Ve Allâh’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” (Sebe s. 22)

Başka bir ayette ise şöyle buyurulmuştur: “Eğer Allâh seni bir zarara uğratırsa, onu O’ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse (buna da mani olacak yoktur). Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir.” (En’am s. 17)

Görülüyor ki, (bu nimetlerin bize ulaşması için vasıta yapılan ve) kabul etmek zorunda olduğumuz bütün sebep ve şartlar ancak Allâh’ın hükmüdür.

Bu durumda, nimette onu vereni müşahede etmek ve bir ihsân anında onu asıl vereni bilmek, kalbin şükrüdür. Çünkü şükür ehline göre şükür, kalbin nimeti vereni tanımasıdır.

Kalbin sıfatı ve nimet vereni tanıması, dilin sözle ifade edip geçmesi gibi değildir. Resûlullah (s.a.v.) şükürle yetinmeyi, onu ahirette bir sermaye edinmeyi ve dünya malıyla kanaat yerine şükrü tercih etmeyi emretmiştir.

Davud (a.s)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Benim sana şükretmem sana yeni bir şükrü gerektiren diğer bir nimettir. Bu durumda tam olarak sana şükürden aciz kalırım.” dediğinde, Allâhü Teâlâ ona: “Bunu dilediğin zaman bana şükretmiş olursun.” diye vahyetmiştir.

(Ebu Talib el-Mekkî, Kutu’l Kutub, c.2, s.278-280)