Size lâzım olan temel bilgileri öğrenmeden mutasavıf­lardan nakiller yaparak “falanca dedi ki, filanca buyurdu ki” gibi lakırdılar ediyorsunuz. Bu ne haldir?.. Sizler, bu sözler­den önce, “Şâfîi dedi ki, Ahmed b. Hanbel dedi ki, İmâm-ı A’zam dedi ki” gibi sözler söyleyiniz. Önce, kesin ve açık olan kulluk muâmelelerinizi sıhhate kavuşturunuz. Sonra da, diğer sözlerden faydalanmağa çalışınız. “Haris dedi Ebû Ye­zid dedi” gibi laflar ne noksanlık getirir ne de fazlalık. “Şâfîi buyurdu, Mâlik buyurdu” gibi (onların fetvalarını aktarmağa başlangıç olan bu sözleri) yolların en kolayı, mesleklerin (Allâh c.c.)’ya) en yaklaştırıcı olanıdır. Şerîatın sütunlarını, ilim ve amel ile güçlendiriniz. Sonra da, ilmi hükümlerin ve amellerdeki hikmetlerin derinliklerine himmetlerinizi yönelti­niz. İlim meclisi, bir adamın bilgisizce farz ibâdetlerden ayrı olarak yaptığı, yetmiş senelik nafile ibâdetinden daha üstün­dür. Âyette: “De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer s.9). Bir başka âyette de:
“De ki yahûd karanlıklarla nur bir olur mu?” (R’ad s.16) buyrulur.
Tarikat şeyhleri ve hakikat meydanlarının süvarileri sizle­re diyorlar ki: Bilgelerin (âlimlerin) eteklerine sarılınız. Size, felsefeye dalınız demiyorum. Derinliğine fıkhı öğreniniz, di­yorum. Hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuş:
“Allâh hayrını murad ettiği kimseyi, dîni mevzularda anlayışlı kılar.” (Buhârî ve Müslim)
Velî kullar hiçbir zaman cahil olmamıştır. Allâh, cahil dost edinmemiştir. Şâyet, cahili dost edinirse, onu (kudretiyle) bil­gi sahibi yapar. Ona öğretir.
Veli, dînini bilmek hususunda cahil olmaz. O, nasıl na­maz kılacağını, nasıl oruç tutacağını, nasıl zekat vereceğini, nasıl haccedeceğini, nasıl zikir yapacağını bilir. Allâh (c.c.) ile olan muâmele ilmine hakkıyla vakıftır. Böyle bir adam, ümmi de olsa âlim sayılır. Ona, ancak peşinden gidilecek hakikat ilmini bilmeyen cahil der!
(Ahmed er-Rufâî, Kurtarıcı Öğütler, s.120)