Selmân-i Fârisî (r.a.) Müslümân olmadan önce birçok râhibin hizmetinde bulunmuştu. Her biri ömrünün sonunda başka bir râhibin yanına gitmesini vasiyyet etmisti. Yanında bulundugu son râhibin de, vefâtı yaklaşınca, sizden sonra kimin yanına gideyim, diye sordu. O râhib dedi ki: “Şu ânda yeryüzünde sohbetinde bulunacağın ve sana hayır gelecek bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zamân Peygamberinin gönderilmesi yaklaştı! O Peygamber (s.a.v.) İbrâhîm (a.s.)’ın dîni üzere olur. O iki taşlık arâzî arasında ve hurma ağacının bol olduğu bir yerde bulunacaktır. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardır. Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez.”- Selmân-ı Fârisî (r.a.) o râhibin vasiyeti üzerine Arabistân’a gitmek üzere yola çıktı. Sonunda Medîne’ye ulaştı. Resûlullah (s.a.v.) Medîne’ye hicret ederken Kubâ’da konakladıkları sırada, Selmân-ı Fârisî (r.a.) yanına bir şeyler alıp, Resûlullah (s.a.v.)’ın huzûruna gitti. Götürdüğü şeyleri bunlar sadakadır diyerek takdîm etti. Resûlullah (s.a.v.), Ashâbı (r.a.e.)’e, “Siz yiyiniz” buyurdu ve kendisi yemedi. Selmân-ı Fârisî kendi kendine: “Alâmetin birisi ortaya çıktı” dedi. Bundan sonrasını kendisi söyle anlatmıştır: Resûlullah (s.a.v.) Kubâ’dan Medîne’ye gelince, yine yanıma bir şeyler alıp, huzûruna gittim. “Bunlar hediyedir” dedim. Resûlullah (s.a.v.) Ashâbı (r.a.e.)’i birlikte o hediyeden yediler. Kendi kendime “İkinci alâmet de tamâm” dedim. Sonra bir def’asında dahâ huzûruna vardım. Resûlullah (s.a.v.) Bakî kabristânında Ashâb (r.a.e.)’inden birinin cenâzesinde idi. Üzerinde biri ridâ, biri de izâr olmak üzere iki gömlek vardı. Ben nübüvvet mührünü göreyim diye yakın durdum. Resûlullah (s.a.v.) beni nübüvvet mührünü görsün diye mübârek omuzundan ridâsını indirdi. Nübüvvet mührünü gördüm. Tam râhibin bana ta’rîf ettiği gibiydi. Elimde olmayarak eğilip, nübüvvet mührünü öptüm ve ağladım. Resûlullah (s.a.v.) beni huzûruna çağırdı. Varıp oturdum. Başımdan geçen hâdiseleri birer birer anlattım. Hoşlarına gitti. Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)’in de bunları duymasını istedi. (Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (r.h.), Şevahiddün Nübüvve, s.130-131)