Peygamberimiz (s.a.v)’in ve Allâh (c.c.)’ün yanında üstün dereceye ulaşmış kişilerin kıyâmet gününde, mahşerde günahkâr müminlerin affedilmesi ile îmânını kurtarmışların derecelerinin yükseltilmesi konusunda yüce Allâh’a duâ ve niyâzda bulunacaklardır. Allâh (c.c.) da bu duâları kabul buyuracaktır, işte buna şefâat denir.
“Yakın akrabalarını korkut.” (Şuara s. 214) âyeti kerîmesi nazil olunca, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz akrabalarını toplayarak onlara: “Ey Haşimoğulları, ey Muttaliboğulları, nefsinizi ateşten kurtarın. Ey Fâtıma, nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben Allâh (c.c.)’ün sahip olduğu hiçbir şeyinize mâlik değilim. Yalnız benim için imtihân olan akrabalıktan başka.”
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, peygamber olmasına rağmen, Allâhü Teala’dan korktuğunu, O (c.c.)’ün lütuf ve keremi olmadan hiçbir şey yapamayacağı ifade ediliyor. Onları Cenâb-ı Hakk’a daha fazla ibâdet ve itaat etmeleri için teşvik ediliyor. Ben size şefâat etmeyeceğim, şefâat denilen bir şey de yoktur demiyor. Kaldı ki şefââtin varlığını bildiren hadîsler mütevâtir (yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk tarafından rivâyet edilen) hadîslerdir ve inkârı da câiz değildir.
Kimileri Allâh (c.c.)’ün râhmeti ve Peygamber (s.a.v.) Efendimizin günahkâr mü’minlere olan şefâati, insanları Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’e isyâna teşvik etmekte, hâliyle mü’min günâh işleyip ibâdetlere karşı da sorumsuz olmasına sebep oluyor diyorlar.
Hiçbir kimse Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin kendisine şefâat edip etmeyeceğini bilemez. Hattâ mahşer gününde görüp görmemek nasîb olacak mı, olmayacak mı bu da meçhuldür. Bu nimete kavuşmak, tamamen Allâhü Te’âlâ’nın iradesine bağlı olmakla beraber, kişinin dünyada yaptığı amele de bağlıdır. Bu nedenledir ki şefâat, insanı özellikle mü’minleri daha fazla sâlih amel işlemeye, doğruluğa ve nihâyet Allâh (c.c.)’ün rızâsına uygun bir hayata sevkettiği gibi aynı zamânda da teşvik eder.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, s.259-260)