“Eğer o münâfıklar, (Habîb-i Edîbim) senin itâatinden çıkmakla nefislerine zulmettikleri zamân tevbe ve nedâmet edici oldukları hâlde sana gelmiş olsalardı ve Allâh ta‘âlâya istiğfâr etseler ve Resûlleri de onlar için istiğfâr etmiş olsaydı, Allâh ta‘âlâyı onlar, tevbelerini kabûl ve merhamet eder bulurlardı.” (Nisâ s. 64.â.)
Enbiyâ (a.s.)’ın hükmüne râzı olmayan, her ne kadar îmân izhâr etmiş olsa (açığa çıkarsa) dahî katli vâcib ve kâfir olduğuna bazı ulemâ bu âyet-i celîle ile istidlâl etmişlerdir (delîl göstermişlerdir.). Çünkü Beyzâvî (r.h.)’ın beyânı vechile Enbiyâ (a.s.)’ın gönderilmesinden maksad, ancak ümmetinin itâati olunca hükmüne râzı olmayıp itâat etmeyen kimse, peygamberliğini kabûl etmediğinden kâfir olmak lâzım gelir.
Âyet-i celîledeki “velev ennehüm iz-zalemû enfüsehüm câûke.” demek “Onlar nefislerine zulmettikleri zamân sana gelseler, istiğfâr etselerdi, Allâh ta‘âlâ tevbelerini kabûl ederdi.” demektir. “Nefsine zulmedenlerden murâd münâfıklardır. “Zulümleri”yle murâd “Tâğûta muhâkemeye gitmek ve Resûlullâh (s.a.v.)’in muhâkemesinden firâr etmektir.”
Münâfıklar, Tâğût’a muhâkemeye gitmek istediklerinde Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin mübârek kalblerini mahzûn ettiklerinden “Allâh ta‘âlâya istiğfâr ve tevbe etmeleri lâzım olduğu gibi Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin de istiğfâr etmelerini istirhâm etmeleri dahî tevbelerinin kabûlünde şart kılındı ki mahzûn olan kalb-i Nebevîleri (s.a.v.) onlar hakkında râzı olmayınca tevbelerinin kabûl olmayacağı”na işâret olunmuştur.
(Hulâsatü’l-Beyân Fî Tefsîri’l-Kur’ân, 3.c., 964-965.s.)