Peygamberimiz (s.a.v.), evine girişinden itibaren vaktini, Allah (c.c.)’a ibadete, ev halkının işlerine ve kendi şahsi islerine aid olmak üzere üçe ayırmıştı. Şahsına ayırdığı vakti de, kendisi ile insanlar arasında bölüştürmüştü.
O vakitte yanına, insanlardan ancak seçkin sahabiler girerdi. Halka dini meseleleri, onlar aracılığı ile tebliğ eder, halkı ilgilendiren hiç bir şeyi yanında tutmaz, biriktirmezdi. Peygamber (s.a.v.), ümmetine ait vakti, fazilet sahiplerine, dindeki üstünlük derecelerine göre bölüştürüp kendilerini ona göre huzuruna çağırmak âdeti idi. Onların dini hacetleri ile meşgul olur, sorularına gereken cevapları verir, sonra da «Bunları, burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Bana kendisi gelip hacetini arz edemeyen kimsenin hacetini siz bana arz ediniz. Muhakkak ki, sultana hacetini arz edemeyenin hacetini arz eden kimsenin ayaklarını, kıyamet gününde Allah (c.c.) sırat üzerinde sabit kılar.» buyururdu.
Peygamber (s.a.v.)’in yanında başka bir şey anılmaz, dile getirilmezdi. Zaten kendisi de, hiç kimseden bundan başkasını kabul etmezdi. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna girenler, talib olarak girerler, en büyük ilim zevkini tatmış ve onlara dalalet edici oldukları halde çıkarlardı.
(M.A. Köksal, İslâm Tarihi, C. 11)