O (s.a.v.)’nun hayâtı, O (s.a.v.)’nun bütün ilâhi emirleri harfiyyen yerine getirdiğinin şahididir. O (s.a.v.), felâketlere, hezimet ve musibetlere sabreder; lütuf ve nimete erince de şükrederdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu iki vasfı eşit olarak hâizdi. Ashâb (r.a.)’ından biri bir gün en büyük musibetlere kimlerin hedef olduklarını sordu. Peygamberimiz (s.a.v.):
( «Her türlü musibete herkesten ziyâde peygamberler ma’rûz kalırlar. Diğer insanlar da ruhanî mertebelerine göre imtihana ve musibete uğrarlar.» (İbn-i Mâce) buyurdular.
Kur’ân da O (s.a.v.)’na sabretmeyi emretmektedir:
«Peygamberlerden şeriat sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret!» (Ahkâf. 35).
O (s.a.v) da bütün sıkıntılara, Allah (c.c.)’a dayanarak sabretmişlerdir.
Bütün bu sıkıntılara ancak Resûl-i Ekrem (sa.v.) gibi bir Peygamber-i Zişân sabredebilir.
Büyük işler başarmış dâhiler, kumandan ve fâtihler bu başarılarını kendi akıl basiret ve bilgilerine hamlederler. Fakat Allah (c.c.)’a yakın olanlar bu başarının kendilerine Allah (c.c.)’ın bir lütfu olduğunu bilir ve O’na hamdederler. Peygamberimiz (s.a.v.) de kendilerine bir nîmet, bir muzafferiyet nail olunca; derhal şükran secdesine kapanırlardı.