“De ki, siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allâh çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Âl-i İmran s. 31)
Resûlullâh (s.a.v.)’e uymak, hıristiyanların Hz. İsa (a.s.) hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allâh (c.c.) sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak değil, yalnız “Ben özümü Allâh’a teslim ettim” diye bütün sevgiyi sırf Allâh (c.c.)’de toplayıp, O’na teslim olduğunu sunmak ve itaatı yalnızca O’na yapmaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e de sırf Allâh (c.c.)’ün Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dînin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi olduğundan dolayı, yine sırf Allâh (c.c.) için uymak ve izinden gitmektir.
Bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Mesela bir devletin elçisini, memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek olduğu gibi, Allâh (c.c.)’ün elçisi demek olan Peygamber (s.a.v.)’i kabul etmeyip reddetmek de Allâh (c.c.)’e küfür ve saygısızlıktır. Bundan dolayı Allâh (c.c.)’ün elçisine itaat etmekten kaçınanlar, Allâh (c.c.)’e ibadet ve taatten kaçınan kafirlerdir. Allâh (c.c.) de kafirleri sevmez, küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz. Eğer Hıristiyanlar Allâh (c.c.)’ü sevselerdi, İsa (a.s.)’ı Allâh (c.c.)’ün bir peygamberi olarak tanırlar ve ona bir tanrı olarak ibadet değil, bir peygamber olarak itaat ederlerdi.
Açıkça peygamberliğe şahâdet edilmedikçe, Allâh’ın birliğine, Allâh (c.c.)’ün kendisinin şahâdeti gibi gerçek bir şahâdet yapılmamış olacağından İslam’da bu iki şahâdetin birleştirilmesinin şart olduğunu ve Allâh (c.c.)’e itaat ile Resûlü (s.a.v.)’e itaatın birbirini gerektirdiğini ve Allâh (c.c.)’ün rızasına, mağfiretine, rahmetine ermenin ancak bu suretle mümkün olacağını açıklamak üzere “De ki, Allâh’a ve Resûl’e itaat ediniz! Eğer onlar yüz çevirirlerse, şunu bil ki, Allâh kafirleri sevmez.” buyurulmuştur.
(Hak Dini Kur’an Dili, 2.c. 342.s.)