Osmanlılarda vakıflar öyle inkişâf göstermiştir ki akıllara durgunluk verecek bir dereceye ulaşmıştır. Osmanlı toplumunda vakıflar sayesinde öyle bir yaşantı oluştu ki bunun ikinci bir örneğinin dünyada gösterebilmek mümkün değildir.
Vakıflar sayesinde bir adam vakıf evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı. Padişahların herbiri vâkıf adamlarıdır. Kaynaklarda geçen ifadeler ve yaptıkları işler bunun ispatıdır. İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade’ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri, “…yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.” Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği birikimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. Aşıkpaşazade servetin anlamını ve değerini, “Mal odur ki hayra sarf oluna,” diye anlatıyordu. Ahmedî’nin ifadesine göre, Orhan Gazi, “mescid-ü mihrab bünyad eylemiş, bunca dâr-ı hayr-âbâd eylemiştir,” yani hayır evi kurmuştur. Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rastladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad-ı Hüdavendigâr, pek çok hayır yeri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir padişahtır. Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren padişahlara “Ebû’l-Hayrat, hayrat babası” lakâbı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han’dır. Osmanlı padişahlarından zamanı ve durumu müsait olup da hayra yönelmemiş padişah yok gibidir. Onlar sahibü’l-hayrat ve hasenâtın ta kendileri idiler. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Osmanlı Gerçekleri, s.212-214)