Ölüm acısı öylesine şiddetlidir ki, kulun önünde karşılayacağı zorluklar, güçlükler ve azapların hiçbiri olmasa bile, ölüm anındaki şiddet onun gecesini gündüzüne katıp düşünmeye ve ölüm için hazırlanmaya yeterli olurdu. Üstelik Ölüm, her an onunla karşı karşıyadır. Hayret edilecek durum şudur ki; bir insan kendisinin birisi tarafından biraz sonra dövüleceğini bilse, yiyeceği dayağın düşüncesi içinde hiçbir şeyden zevk almaz olur. Ölüm meleğinin her an kendisine ölüm pençelerini saplamak üzere olduğunu bildiği halde bundan dolayı herhangi bir korku ve üzüntüye düşmez. Bu gaflet içindeki şuursuzluğun tek nedeni, kuşkusuz cehalet ve aldanmadır. Muhakkak ki, ölüm acısının ne denli şiddetli olduğunu ancak onu tadan bilir. Ayağa bir diken batacak olsa, acısı sadece oradaki ruha sirayet eder. Can çıkmanın acısına gelince, bu doğrudan doğruya ruhun kendisine sirayet ettiği için, acısını hiçbir şeye benzemez. Ölüm anında, kulun bu acı karşısında feryad-ı figan etmemesinin nedeni, ölüm acısının onun her tarafını kaplamış olup kendisinde imdat isteyecek derman bırakmamasındandır.
Ölüm anında dehşetten dolayı aklı karışır, dili tutulur, azaları dermandan düşer. Bu yüzden inlemeyi, yardım dilemeyi çok istediği halde, bunu yapması imkansızdır. Eğer biraz dermanı varsa, o da canı çıkarken göğüs ve boğazında hırıltıya benzer sesler çıkarır.
Göz kapakları açık olduğu halde tavana dikilir. Dudaklar sarkar, dil içeri çekilir. Her tarafı mosmor kesilir. Can boğaza dayandığı zaman, iş te o zaman kul bütün dünyalıktan gözünü çeker, kimseye bakmaz olur. Artık tevbe kapısı da kapanmıştır. O anda kendisiyle sadece hasret ve pişmanlık kalır.
(İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, s.719)