Bir zât Nebî (s.a.v.) Efendimiz’e: “Ya Resûlullâh (s.a.v.),
ben ne zaman kâmil bir mü’min olabilirim?” diye soruyor. Allâh
Resûlü (s.a.v.): “Allâhü Te‘âlâ’yı hakkıyla sevdiğin zaman”
buyuruyor. O zât da: “Ya Resûlullâh (s.a.v.), Allâhü Te‘âlâ’yı nasıl
hakkıyla sevebilirim?” diye sorunca Nebî (s.a.v.) Efendimiz:
“Allâh’ın Resûlü’ne tam olarak tâbî olursan, O’nun sünnetine
göre amel edersen, O’nun sevdiğini sever, buğzettiğine
buğzedersen, O’nun dostuna bakarak dost edinirsen,
düşmanına bakarak düşman edinirsen, o zaman istediğini
elde etmiş olursun.” buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfin devamında
Nebî (s.a.v.) Efendimiz: “İnsanlar îmân cihetinden değişik
dereceler alırlar. Onların bu dereceleri bana olan sevgiyle
ölçülür. Yine insanların kâfir olanları da küfürde değişik
durumdadırlar. Onların da küfürde şiddetli olanları ve diğerleri
bana karşı buğzlarıyla belli olur. Dikkat edin! O’na
(Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e) muhabbeti olmayanın
îmânı yoktur. Dikkat edin! O’na muhabbeti olmayanın îmânı
yoktur. Dikkat edin! O’na muhabbeti olmayanın îmânı yoktur”
buyurmuşlardır. Allâh Resûlü (s.a.v.) üç defa teyitle muhabbeti
vurgulamışlardır. Başka bir hadîs-i şerîflerinde: “Ben size
kendi öz nefsinizden, annenizden, babanızdan, çocuklarınızdan
ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe
îmânınız kemâle ermiş olmaz.” buyurmuşlardır.
Hz. Ömer (r.a.) birgün Nebî (s.a.v.) Efendimiz’e: “Ya
Resûlullâh (s.a.v.), ben seni kendi nefsim hariç her şeyden çok
severim” demiştir. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Ey Ömer,
nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sen beni
nefsinden de daha fazla sevmedikçe gerçek mânâda îmân
etmiş olamazsın.” buyurmuşlardır. O anda Hz. Ömer (r.a.):
“Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) vallâhi ben seni şimdi nefsimden
de daha çok seviyorum” deyince Resûlullâh (s.a.v.): “Şimdi
îmânının kemâle ermiştir ey Ömer” buyurmuşlardır. Dolayısıyla
Allâh (c.c.) ve Resûlullâh (s.a.v.), îmânımızın kemâle
ermesinin şartını Resûlullâh (s.a.v.)’e tâbiyete ve Resûlullâh
(s.a.v.)’i her şeyden daha fazla sevmeye bağlamışlardır.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s. 54-56)