Namazda kalbin huzuru, namazın caiz oluşunun şartı değil, kabulünün şartıdır. “Caiz” olmakdan kastımız, o namazın kazasının gerekmemesidir. “Kabul”den kastımız ise, namaz için mükafaatın tahakkuk etmesidir.
Bunun dünyadan bir örneği şudur: Birisi senden bir elbise ödünç alsa, sonra onu güzel bir şekilde geri verse, bu kimse sorumluluktan çıkmış ve övgüyü haketmiş olur. Fakat aynı adam o elbiseyi seni hafife alarak sana fırlatıp atsa, bu da sorumluluktan çıkmış olur.  Ama övgüyü değil kötülenmeyi haketmiş olur. Tıpkı bunun gibi, bir kimse ibadetini, ta’zim ile yerine getirse, hem farzı yerine getirmiş, hem mükâfaata hak kazanmış olmuş olur. Fakat ibadetlerini hafife alan kimse de, zahiren farzı yerine getirmiş olur, ama kötülenmeyi hakeder.
Fakihler’den Ebu’l-Leys (rh.a.) ise “Tenbîhu’l-Gâfilin” adlı eserinde şunu belirtir; “Namazdaki kıraatin tam oluşu, hatasız ve tefekkürle (manası düşünülerek) okunuşudur.” Bişrü’l-Hafi, “Kim namazda huşu içinde olmazsa, namazı fâsid olur” dediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî (r.a.)’ın de: “Kalbinin huzurlu ve hazır olmadığı her namaz, (mükafaata değil) cezaya doğru hızla gider” dediği rivayet edilmiştir. Mu’az b. Cebel (r.a.)’ın: “Kim namazda iken, şuurlu olarak etrafındakileri tanımaya çalışırsa, o namaz kılmıyor demektir” dediği rivayet edilmiştir. Yine Müsned bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söyle dediği rivayet edilmiştir: “Kul bâzen namaz kılar. Ama o namazının altıda biri, hatta onda birinin mükafatı kendisi için yazılmaz. O kul için namazından, sadece (namazda oluşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır.” Abdulvâhid b. Zeyd de şöyle der: “Alimler, kulun kıldığı namaz’dan, onun için sadece şuurlu olarak (gafil olmaksızın) kıldığı kısımların sevab temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir” demiş ve bu hususta bir icmâ bulunduğunu iddia etmiştir.
(Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu l-Gayb, 16/386-389)