Şerî’at ile hakîkati toplayanlardan birisi olan Bişr ibn Hâris (r.âleyh), Süfyan-ı Sevrî (r.a.)’den naklettiği rivâyetinde “Huşû ile kılmıyan kimsenin namazı fâsiddir” demiş ve Hasan-ı Basri (r.a.)’den “Huzûrsuz kılınan namazın, sevâbtan daha ziyâde ukubete (cezaya) sebeb olur” dediğini rivâyet etmiştir.
Muaz İbn Cebel (r.a.): “Kılarken sağında ve solunda olanları bilmeye çalışan kimsenin namazı namaz değildir” diye rivayet etmiştir. Yine müsned olarak Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den: “Çok kimseler var ki kıldığı namazın altıda, hattâ onda biri de kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek huzûr ile kıldığı kısmı yazılır.” buyurduğu rivayet olunmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd (r.âleyh): “Kul için ancak bilerek huzûr ile kıldığı namazın sevâbı olacağında ulemâ ittifak etti” diyerek bu hükmü, icmâ hâline getirmiştir. Yesar (r.âleyh), içinde namaz kıldığı câminin bir köşesi yıkıldığından haberi bile olmamıştır. Hattâ bâzıları o derece huzûr içinde kılarlardı ki, cemaate devâm ettikleri hâlde sağ ve solundakilerin kimler olduğunu bilmezlerdi.
Hülâsa; huzûr-u kalb, namazın rûhudur. Bu rûhun en az derecesi de tekbîr ânındaki huzûrdur. Artık bundan noksanı olursa helâk demektir. Ne kadar çoğalırsa o nisbette namazın cüzleri arasına rûh yayılır, nice hareketsiz diriler var ki onlar ölü hükmündedir. Yalnız iftitah tekbirinde huzûr olup, diğer kısımları gaflet ile geçen namaz da son nefeslerini yaşayan hasta gibidir. Bunun içindir ki Hz. Âişe (r.anhâ): “Resûlullâh (s.a.v.) bizim ile konuşur, gülerdi. Fakat namaz vakti gelince sanki ne o bizi tanır ve ne de biz onu tanırdık” buyurmuştur.
(İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh), İhyâu Ulûmi’d-dîn, c.1, s.439-440)