Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden,
doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine
“Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmiikincisidir.
İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği
olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî
Hazretlerinin hocasıdır.
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin şefkati ve merhameti
o kadar çok idi ki, bir defâsında Lâhor şehrinde
kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da,
Lâhor’da bulunuyordu. Hattâ birkaç gün yemek bile yemedi.
Her ne zaman huzûrlarına yemek getirseler; “İnsanlar,
sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa
sığmaz” derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı.
Lâhor’dan Delhi’ye giderken çok defâ, daha bir-iki
kilometre yol almadan, yaya yürüyen bir zavallıyı görür,
hayvandan inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ
tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek; “Kendisi yaya
gidiyor” demesin diye, tevâzu’undan sarığını başına iyice
geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşınca
hâllerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi.
Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çok idi ki, bir hediye
gelseydi, onu; “Biz hediyeyi geri çevirmeyiz” hadîs-i
şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsi işlerine de sarf
etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta
bildirildiği şekilde “Bu daha helâldir ve daha iyidir” hükmü
ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin
abdestli olmasını, hattâ huzûr ve safâ sahiplerinden olmasını,
yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini
iyice tenbîh ederdi. “Huzûr ve ihtiyât sâhibi
olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını
kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan
temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar” derdi.
(İslâm Alimleri Ansiklopedisi, 16.c., 66-67.s.)