“Ney”, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, ALLAH-u teâlâ’nın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır.
“Ney”in üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep ALLAH-u Teâlâ’nın ilhâmı iledir.”
ALLAH-u Teâlâ’nın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi’nde, ney’in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. “Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düştüğünden, “ney”i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır.”
“Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî’nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakta ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.”
Ney çalmak, oynamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî’sinde;
“O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!” demektedir.
“Sonradan gelen, Mevlânâ’yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz Mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.”
(Midhat Bahârî BEYTUR, Mesnevî Gözüyle Mevlâna, s.103)