Hatemü’l-Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri, Mekke’den sekiz sene evvel hicret buyurarak nasıl çıktığını ve bugün Mekke’ye girerken büyük bir fütuhâtla ve nasıl bir ihtişamla girdiğini düşünerek, Cenâb-ı Hâkk’ın bu lütuf, kerem ve inâyetine karşı son derece ubûdiyetkârâne bir vaziyet alarak, başını devesi üzerine eğmişti. O derecede ki, mübârek re’s-i saâdeti, devenin boynunda secde eder gibi bir vaziyet almıştı. Hâlâ Zahr denilen Zîtuva mevkiinden itibaren böylece mütevazî ve Cenâb-ı Hâkk’a karşı mütezellil bir vaziyette tesbih, tehlil ederek, duâ ederek ve mübârek başında siyah imame (sarık) olduğu halde Mekke-i Mükerreme’ye girdiler ve doğru Kâbe-i Muazzama’ya azîmet buyurdular. Bu sırada bütün Kureyş, Mescid-i Haram’da toplanmış, saf bağlamış, haklarında ne muamele olunacağını dikkatle bekliyorlardı. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri, yalnız Kureyş’e ve Mekkelilere değil, bütün beşeriyete seslenen bir hutbe îrad buyurdular ve sonra: “Ey Kureyş cemaati! Şimdi size ne muamele edeceğimi sanırsınız?” diye sordu. O Fahrü’l Mürselîn (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin ne derece merhametli ve âlicenab olduğunu bilen Kureyş müşrikleri ve Mekkeliler, hep bir ağızdan: “Hayır umarız! Sen kerîm bir kardeş ve âlicenap bir kardeşin oğlusun” dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri de: “Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size, artık bugün geçmişten dolayı tevbih (azarlama) ve muahaze yoktur, derim. Haydi gidiniz! Azadsınız!” buyurdu.
Bu, bir afv-ı umûmî idi. Evvelce herbir fenalığı irtikâp eden herhangi zâlim bir kavmi de, afv ile beraber, bütün beşeriyete hitâben onları hakka, adalete, hürriyete, müsavaata (eşitliğe) davet etmiştir.(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.),Hz. Hâlid bin Velid (r.a.), s.74-78)