Bir insanın iyi bir müslüman olması için öncelikle itikâdının
Kur’ân-ı Kerîm’e ve Resûlullâh (s.a.v.)’in sünnetine uygun
olması gerekir. Bir kimsenin itikâdı bunlara uygun olduktan
sonra âmelde, muâmelede ne kadar yanlışı olursa olsun
son nefesinde îmânla göç ettiği takdirde Cenâb-ı Hakk dilerse
onu affederek doğrudan cennete dâhil eder veya dilerse
önce cehenneme dâhil eder; cezâsı müddetince bir süre orada
kaldıktan sonra cehennemden çıkar, cennete dâhil olur.
O kimse için cehennemde ebedî kalış yoktur. Bir kimsenin
itikâdı bozuk ise ne kadar âmel işlerse işlesin, ne yaparsa
yapsın, isterse ömrünü secdede geçirsin, cehennemden çıkması
mümkün değildir. Ameldeki bozukluklar kişiyi günahkâr
yapar, itikâttaki bozukluklar ise kişiyi daire-i İslâm’ın dışına
çıkarır. Bu sebepledir ki itikâdın düzgün olması son derece
önemlidir. Onun için yapılması gereken en önemli iş itikâdı
düzgün olmak ve onu düzgün bir şekilde muhâfaza etmektir.
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz: “Kıyâmete yakın ümmetim
yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir tanesi
hidâyet üzere diğerleri ise delâlet üzere olacaktır” buyurmuşlardır.
Sahâbe (r.a.e.) efendilerimiz; “Ya Resûlullâh
(s.a.v.), hidâyet üzere olanlar kimlerdir?” diye sorunca Nebî
(s.a.v.) Efendimiz: “Benim ve Ashâbımın yolunda gidenlerdir.”
buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud, Sünnet: 1-4; Tirmizi, Îmân:
18) Bu yola Fırkâ-i Nâciye ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat denilmektedir.
Hadîs-i şerîfe göre bir kimsenin itikâdının düzgün
olabilmesi için Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’in inan dediği her
şeye onların emrettiği şekliyle inanması gerekir. Bu da ancak
verilen hükümlerin bir silsile hâlinde (alimlerin sağlam yollardan
birbirlerinden nakletmesiyle) Resûlullâh (s.a.v.)’e vâsıl
olmasıyla mümkündür. Yani bir konuda bir hüküm görüldüğü
zaman bunun delillerinin Resûlullâh (s.a.v.)’in bir sünnetine
dayanması gerekir. Bir kimsenin hem itikâdı hem de âmelleri
silsile hâlinde Resûlullâh (s.a.v.)’e ulaşıyorsa hiç kimsenin bir
itirâzı söz konusu olamaz.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, 2.c., 37-38.s.)