Süfyan es-Sevrî şöyle diyordu: «Tevazu göstermeyen zahit meyvesiz ağaca benzer, kendini küçük görmeyen başkaları katında yükselmez.» Abdullah b. Ömer (r.a.) sofrasından cüzzamlıları, abraşları ve dertlileri kovmaz, gerektiğinde onlarla birlikte yemek yer ve «Alçak gönüllülüğün başı, nefsânî hazza, desinler duygusuna kapılmadan meclislerin en düşüğünde bulunmaktır. Kişi bazen Allah’ın bildiği kibri içinde taşımasına rağmen sırf kendisine mütevazi denilsin diye meclislerde ayakkabıların çıkarıldığı bir yerde de oturabilir.» Yine o şöyle diyordu: «Mütevaziliğinin belirtisi halk arasında iyilik ve takva sahibi olarak anılmaktan hoşlanmamandır.» Tevâzunun hakikati, gördüğü herkesi, kendinden iyi zannetmektir. Eğer kendinde, insanların, iyidir, takva sahibidir dediği sıfatlar yoksa, bundan hoşlanmamalıdır. Yûsuf bin Esbât’a (r.a.) tevâzunun gayesi, nihâyeti nedir diye sorulduğunda: «Evinden çıktığında, rastladığın herkesin kendinden iyi olduğunu görmendir» buyurdu. Hasan-ı Basrî’nin (r.a.) şu sözü pek güzeldir: “Evinden çıktığında, rastladığın yaşça senden büyükse, bu benden büyüktür, Allâhu Teâlâ’ya benden önce ibâdet etmiştir de. Yaşça senden küçüğüne rastlarsan, bu benden iyidir, ben ondan önce günâh işlemeye başladım de. Akranına rastlarsan, bu benden daha iyidir, bende olanları ben bilirim, ama onda olanları bilmem de. Ebû Yezîd’e, insan ne zaman mütevazi olur denildiğinde: «Kendinde bir makam görmediği ve insanlar içinde kendinden kötü kimseyi görmediği zaman» cevâbını verdi. Hukemâdan birine, kıskanılmayan bir ni’met ve sahibine acındırmayan bir belâ biliyor musun? dediklerinde: «Evet, biliyorum. Kıskanılmayan ni’met tevazu, sahibine acındırmayan belâ ise, kibirdir» dedi.
(İmâm Şarani,Selef-i Sâlihînin Ahlâkı ve Hikmetli Sözleri, s.389, Muhammed b. Ebûbekir, Şiratü’l İslâm Tercümesi, s.379)