Bir kaza-i ilâhî, bir de kader-i ilâhî vardır.
Kaza-i ilâhî demek, her şey hakkında Cenab-ı Hakk’ın kendi hükmü demektir.
Kader-i ilâhî demek, Vacib Te’âlâ Hazretlerinin her şey hakkında bir miktar, vuku ve zuhur (oluş ve ortaya çıkış) zamanını tayin buyurması demektir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın kazasına (hükmüne) ve takdir buyurmasına kulun razı olması, itiraz ve muhalefet etmemesi, kendisini Allâh’ın hüküm ve takdirine teslim etmesi bir farz-ı ilâhîdir.
Kaza ve kaderden bahs ve münakaşa da caiz değildir.
Meselâ bazı kimseler, bir kişinin yolculukta bir kedere uğraması halinde: “Eğeri bu yolculuğu yapmasaydı bu kedere uğramazdı,” derler ki, bu sözleri büyük bir hatadır. Nitekim Âl-i İmran sûresinin 154, 155, 156,157’inci âyet-i kerimelerinde özet olarak buyrulmaktadır ki: “ Uhud savaşından geri kalan bazı münafıklar, şehitler hakkında:
– Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi, dediler.
Bu sözlerine cevap olarak Vacib Te’âlâ Hazretleri buyurdu ki: – Evlerinizde bile olsaydınız katli yazılmış olan kimse çıkar, öldürüleceği yere giderdi. Allâh yolunda ölseniz de öldürülseniz de bağışlanma, esirgenme, onların topladıkları nimetten daha iyidir.”
Ebû Hureyre (r.a.) der ki: “Biz kader; meselesi hakkında münazaa etmekteyken ansızın Hazret-i Resul Efendimiz (s.a.v.) yanımıza geldi. Mübarek yüzünde kırmızılık eserleri zahir olacak kadar gazab edip buyurdular ki:
– Siz, bununla mı memursunuz? Yoksa ben bunun için mi size gönderildim? Sizden evvelkiler bu meselelerde münakaşa ettikleri zaman helak oldular. Sakın, sakın, bu mesele hakkında münazaa etmeyiniz.”
(Ahmed Kemâleddin Üstün, 54 Farz Şerhi, s.152)