Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ‘Allah’ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları Allah’tan meşgul etmez. O halde, dünya onları Allah’tan nasıl meşgul edebilir?’ Mâruf-u Kerhî’ye, ihvanından biri sordu: – Ey Ebû Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibâdete daldıran nedir? Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki: – Ölümün hatırlanması mıdır? – Ölüm de ne imiş! – Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır? – Kabir de ne imiş! – Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir? – Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır. Bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O’nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer O’nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer. Ali b. Muvaffık’tan şöyle rivâyet ediliyor: ‘Rüya âleminde cennette olduğumu gördüm. Bir sofranın sağında oturan bir kişi vardı. İki melek onun sağında ve solunda oturuyordu. Ona güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyordu. Cennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret’ül Kuds’a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardım. Arşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, Allah Teâlâ’nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyordu. Bunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe ‘Bu kimdir?’ diye sordum. ‘Bu Mâruf-u Kerhî’dir. Allah’a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptı. Böylece, Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı.’ dedi.
(İmâm Gazâli, İhyâ-ı Ulûmid-din, c.4, s.558-559)