Hz Ömer (R.A.) yeni bir ordu hazırlamıştı. Ve başkumandân olarak Hz. Sa’d Bin Ebî Vakkâs (R.A.) ta’yîn olundu. İslâm Ordusu, 120.000 kişi idi. Ordu Kâdisiyye’de karargâhını kurdu.
Muhârebe bütün gece devâm etti. Mücâhidler de yorgunluktan bîtâb kalmışlardı. Îran başkumandânı Rüstem üzerine hücûm edilince kaçmağa mecbûr kalmış, Hilâl (R.A.) nâmındaki bir mücâhid de, ırmağa atılıp kurtulmak isteyen Rüstem’i yakalayarak öldürmüştü. Hilâl (R.A.) Rüstem’in tahtına çıkarak Rüstem’i öldürdüğünü ilân edince Îranlılar kaçmağa başladılar. Müslümânlar tarafından şiddetle ta’kib edildiler. Bu muhârebede Îranlıların kumandânlarının kısm-ı a’zamı ölmüşlerdi. Îranlıların zâyiâtı hesabsızdı. Müslümânlar 6.000 Şehîd vermişlerdi.
Hz. Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs (R.A.) muzafferiyet hakkında Hz. Ömer (R.A.)’e muntazam haber gönderir, Hz. Ömer (R.A.) de her sabah Medîne hâricine çıkar, haber getiren adamı karşılardı.
Bir gün yine Hz. Ömer (R.A.) Medîne hâricine çıkmış bekliyorken bir hecin devesinin gelmekte olduğunu görünce ona doğru ilerlemiş, îzâhât istemiş, postacı da hecini durdurmadan Müslümânların muzaffer olduğunu söylemeğe başlamış, Hz. Ömer (R.A.) de arkadan yaya koşarak hecîn ile birlikte Medîne’ye kadar girmiş, Medîne’ye girince herkesin Hz. Ömer (R.A.)’e hürmet ettiğini hecin süvârisi görünce ve herkesin Emîrü’l Mü’minîn demeğe başladığını işitince korkup titremeğe başlamış, niçin kendisini tanıtmadığını korkarak kemâl-i mahcûbiyetle  istifsâr eylemişti. Hz. Ömer (R.A.) de sözü kesmemesini ve tafsîlât i’tâsına devâm etmesini ricâ etmiş ve bu sûretle cemâatle birlikte Hz. Ömer (R.A.)’in evine kadar gidilmişti. Hz. Ömer (R.A.) nutkunda:
– “Müslümânlar!.. Ben sizi kul köle edinen bir hükümdâr değilim. Ben de sizin gibi ALLAH (C.C.)’ın kuluyum. Aramızdaki fark, binim bir de riyâset yükünü taşımış olmaklığımdır. Sizi emn ü itmi’nân içinde yaşatacak sûrette hizmet edebilirsem ne mutlu… Sizi kapımın önünde bekletmek bir fâciâdır. Ben size akvâl ile değil, ef’al ile rehber olmak isterim.” demişti.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (K.S.),
Ashâb-ı Kirâm (R.A.), S. 345)