“Devletin idaresinde tek kişi hayat boyu söz sahibidir. Bu bakımdan mutlakiyete benzer. Bu tek kişi, iradesi dışında konulmuş hukukî esaslarla bağlıdır. Bu bakımdan da meşrutiyete benzer. Ancak hükümdarın uyması gereken prensipleri koyanlar halk ve aristokratlar değildir. Şûrâ prensibine verilen ehemmiyet bakımından da cumhuriyete benzer. Ancak halkın tamamının idareye iştiraki mevzubahis değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve halifeleri icraatlarında halkın tamamının reylerini (oylarını) almış ve çoğunluğun fikrine göre hareket etmiş değildir. İslâm hukukunda, başta kimin olduğu ve devletin nasıl idare edildiği değil; adaletin tatbiki mühimdir. Ekseriyetin görüşüne değil, hukukun ne dediğine bakılır. Devletin monarşi veya cumhuriyet olmasının bir önemi yoktur. Bununla beraber, İslâm devletinin meşrutî monarşiyi andırdığı söylenebilir.

İslâm devletiyle laikliğin bağdaşmaması gayet tabiîdir. İslam devletinde hükûmetler ve hukuk sistemi, meşruluğunu dinî esaslardan alır. İslâm dini, insanların inanç ve ibadetlerinden başka, evlenme, boşanma, miras, ehliyet, mülkiyet, alışveriş gibi dünyevî hayatlarını da düzenlemek durumundadır. Bunlara imkân tanımamak, dinî vecibelerin ifasına engel teşkil eder. Mamafih laiklik, demokrasi ile din ve vicdan hürriyetinin ön şartı değildir. Nitekim günümüzde laik olmadığı halde demokratik ve insan haklarına saygılı devletler bulunduğu gibi, laik, ama otoriter ve insan haklarının askıya alındığı devletler de çoktur. Şer’i hukuk, Müslümanlığı üstün tutan dini karakterine rağmen, Müslüman olmayanların din ve vicdan hürriyetlerini tam olarak teminat altına almış; hatta onlara kısmî bir hukukî ve adlî muhtariyet tanımıştır.”

(Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Hukukun Serüveni, s.319-320)