Melekler, Allâhü Te‘âlâ’nın kullarıdır. Allâhü Te‘âlâ’nın emrinden hiç çıkmazlar. İsyan etmezler. İçlerinden bir kısmı,diğer meleklere ve insanların Peygamberlerine (a.s.) haber getirmek vazîfesiyle şereflenmişlerdir. Nitekim Allâhü Te‘âlâ,“Melekler, Allâhü Te‘âlânın sözünün önüne geçemezler (ya’nî, Cenâb-ı Hakk emretmedikçe, onlar hiçbir şey söyleyemezler), hep O’nun emriyle hareket ederler” buyurmaktadır. (En’âm s. 27) Melekler, erkek ve dişi değillerdir. Peygamberlere, kitapları ve sahifeleri onlar getirmişlerdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Putperestlerin, “Melekler, Allâhü Te‘âlâ’nın kızlarıdır” demeleri bâtıldır, yanlıştır. İblîs, meleklerden değil, cinnîlerdendir. Allâhü Teâlâ’ya ibâdet ederken sonradan Allâhü Te‘âlâ’nın emrinden çıktı. ve Cenâb-ı Hakk’ın huzurundan ebedî olarak kovuldu.  Meleklerin de peygamberleri vardır. İnsanların Peygamberleri (a.s.), meleklerin peygamberlerinden (a.s.) üstündür. Meleklerin Peygamberleri, insanların âvâmından üstündür.
İnsanların âvâmından olan sâlih kimseler, meleklerin âvâmından üstündür.Meleklerin bir kısmı da Arş’ı taşıyan meleklerdir. Bir kısımda meleklerin büyükleridir, onlar: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil’dir. Allâhü Te‘âlâ’nın dostlarına yardım ve düşmanlarını kahreden melekler, cennet melekleri, cehennem üzerinde memur melekler, insanoğlu üzerine memur kılınan melekler,ölülerin sorgusuna memur melekler, kâinatın halleriyle görevli melekler de diğer melek çeşitlerindendir.
Allâhü Te‘âlâ’dan başkası meleklerin sayısını bilemez.“Rabbinin ordularını da ancak kendisi bilir.” (Müddessir s. 31) Yeryüzünde oldukça değişik canlılar yaşamaktadırlar. Bunların hepsini görecek bir yaradılışa sahip olmayabiliriz. Kâinatta rûh, akıl, şuur, vicdân, elektrik kablosundan geçen akım gibi göremediğimiz şeyler vardır. Göremediğimiz tüm bu varlıkları da kabul ettiğimiz gibi meleklerin de varlığını kabul etmek zorundayız. Meleklerin niçin yaratıldığının, varlığının sırrı ise yalnız Allâhü Te‘âlâ’ya mahsûstur.(Taftazani, Şerh’ül Akâid; M. Çağlayan, Ehl-i Sünnet Âkâidi, 117-118.s.)