İmâm Ebû Hanîfe (r.a.), Vasiyyet’te diyor ki: Îmân, dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk etmektir. Yalnız ikrâr îmân olmaz. Çünkü eğer ikrâr îmân olmuş olsaydı, münâfıkların hepsinin îmân etmiş olmaları gerekirdi. Yalnız ma‘rifet de, ya‘ni sırf tasdîk de îmân olmaz. Çünkü eğer îmân olmuş olsaydı kitâb ehlinin hepsinin mü’min olmaları lâzım gelirdi. Allâhü Te‘âlâ münâfıklar hakkında şöyle buyuruyor:
– “(Ey Resûlüm), münâfıklar sana geldigi zaman şöy­le dediler: “Şahâdet ederiz (kalbimizdeki inancı beyân ederiz) ki, doğrusu sen, muhakkak Allâh’ın peygambe­risin. Allâh da biliyor ki, gerçekten sen, Onun şüphe götürmez peygamberisin. Bununla beraber Allâh şahâdet ediyor ki, münâfıklar tamâmen yalancıdırlar.”
Kitâb ehli hakkında da Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
“Kendilerine kitâb verdiklerimiz, Muhammedi, öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Hâl böyle iken içlerinden bir topluluk hak ve hakîkati bile bile gizlerler.”
Ya‘ni, kitâb ehlinin mücerred Allâh’ı ve O’nun Resûlü (s.a.v.)’i bilmeleri kendilerine fayda vermez. Çünkü onlar Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini ve O (s.a.v.)’in ken­dilerine ve bütün mahlûkâta gönderildiğini ikrâr etmezler. Onlar Muhammed (s.a.v.)’in yalnız Araplara gönderilmiş ol­duğunu iddiâ ediyorlardı. Bu yoldaki kararları hâlis olmaz.
Sonra İmâm-ı Azâm (r.a.)’in sözünde îmân edilenin zik-redilmemesi, icmâlî îmânın kâfî olduğunu bildirmek içindir. Gerçek olan şudur ki, îmân, Peygamber (s.a.v.)’in Allâh ta­rafından getirip teblîğ ettiği ve zarûrî olarak bilinen husûsla­rın hepsini kalb ile icmâlen tasdîk etmektir. Bunun tasdîk edilmemesi hâlinde, bu kadarı îmândan çıkmasına kâfîdir.
Sonra İcmâ-i ümmet, kalbi ile tasdîk edip, dili ile ikrâr et­meyi kasdeden ve fakat dilsiz olup konuşamayan veyâ ben­zeri gibi herhangi bir mâni, onu dili ile ikrâr etmekten men eden kimsenin îmân sâhibi olduğuna ittifâkla karar vermiştir.
(Aliyyül Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, 229-233.s.)