Mü’min, imanla amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu bilecek. Yapılan her amel, imanın bir tezahürü sayılamayacağı gibi, her ma’siyet de küfür addedilemez. Her peygamberin -diğer bir peygamberin sahip olmadığı-, kendine has bir şeriatı, bir yolu vardır. Bununla beraber, hiçbirinin imanı ötekinin imanından başka değildir. Binaenaleyh, Allah elçilerinin imanları bir, şeriatları değişik olunca; imanla amelin ayrı ayrı mütalaa edileceği de kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü, peygamberlerden birinin imanı çoktu, diğerininki azdı demek caiz görülmez. Nitekim (aklî) deliller de bu ayırımı açık şekilde göstermektedir: Bakınız, imanda süreklilik şart iken, amel için bu, bahis mevzuu değildir. Zira, kişinin, vakti girmeden kıldığı namaz, vakit namazının yerini tutamaz. Ramazan ayından önce oruç tutarsa orucu Ramazan orucundan sayılamaz. Bir kâfir, tüm hayır ve tâatleri yapsa mü’min olamaz, çünkü imân amelden önce gelir. (Demek ki) iman daimî, amel ise zamanla kayıtlıdır.
Bir başka yönden bakalım: Bir kâfir çöplüğün tepesinde îman etse, îmanı makbuldür. Fakat o mezbelelikte namaz kılsa namazı caiz olamaz. Amel imandan bir cüz olsaydı, necaset üzerinde bir bölümünün caiz bir bölümünün de gayr-i câiziyyeti düşünülemezdi.
Yine âdet görmekteki bir kadın yahut cünüp bir erkek iman etse, imanı caiz, lâkin bu durumda namaz kılmaları caiz olmaz.
Yine, amel yapmayan mü’minlerin de Cennete gireceklerini düşünmez misin? Hâsılı iman başka, amel başkadır.
(Sevad’ül Azam Sh. 54)