Ebû Hasan Alî ibn Ahmed el-Fârisî (k.s.) şöyle der: Hz. İmâm (r.a.) duâsında: “İlâhî, sana ibâdet yönünden benim amellerim çok küçüktür; ama senin rahmetin yanında ümîdim çoktur. İlâhî, rahmetinden niçin mahrum olurum ki; zîrâ zannederim ki sen lûtuf ve kereminden beni rahmetinden mahrûm etmezsin. İlâhî, nefsimi îmânınla azîz kıldın (yücelttin). Beni cehennem ateşinde nasıl zelîl edersin. İlâhî, Kur’ân-ı azîminde “şedîdü’l ‘ıkâbı” okuyunca korkarız; “gafûru’r-rahîmi” okuyunca ferahlarız. İki emrin arasında kalmışız. Kur’ân, zâhirde bizi emîn eylemez ve rahmetinden ümidimizi kesmez. Eğer bize mağfiret eylersen bu Senin fazlındandır; eğer azâb edersen bu da Senin adlindendir. İlâhî rahmetinden ümitvâr olmaya lâyık değilsem günahkârlara fazlın ile rahmet etmeye Sen lâyıksın. İlâhî, dünyada günâhlarımı setreyledin (örttün), mahşer gününde de günahlarımı setretmene daha çok ihtiyâcım vardır. Beni halk arasında rezil rüsva eyleme. İlâhî, bana tevbe-i nasûhu* müyesser eyle (kolaylaştır) ki; o tevbenin lezzeti kalbime ulaştığı zaman dünyada bir garib olayım ve yalnız Sana muhabbet eyleyeyim. Hattâ dünyada kalbim hüzünlü; gözüm yaşlı ve duâm pek çok olsun. İlâhî, ben Senden başkasından isteyemem. Yâ Rabbi, bütün ihtiyâcımı Sen karşıla ve beni rahmetinle ebrârdan (iyilerden) eyle” derdi.
*Tahrim s.8: “Ey îmân edenler Allâh’a nasuh (samîmî) bir tevbe ile dönün.” Alî Râmitenî (k.s.), Bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir buyurmuşlardır: “Bu âyet-i kerîmede hem işaret hem de müjde vardır: Tevbeden dönseniz de tevbe ediniz diye buyrulması işarettir. Müjde ise tevbenin kabûlüdür. Çünkü Allâhü Te‘âlâ tevbeyi kabûl etmeyecek olsaydı bunu emretmezdi. Emretmesi de kabûl etmesini göstermektedir. Ancak tevbe dilden değil; gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.”
(Hâfızuddîn Muhammed b. Muhammed el-Kerderî,
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe (r.a) Menkîbeleri, c.2, s.61)