Karaların ve denizlerin hâkimi Kânuni Sultan Süleyman dindar bir padişahtı. O da âlimlere, Meşâyih-i Kirâm’a büyük bir muhabbet besliyordu. Bağdat Seferi esnasında padişah ilk önce Musa Kâzım Hazretlerinin türbesine giderek orada bulunan fakirlere pek çok sadaka dağıtıyor, İranlıların tahrip ettikleri Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) Hazretleri’nin mezarının üstüne bir türbe, ayrıca bir de imaret yaptırıyor. Kerbelâ ve Necef’e giderek Hz. Alî (k.v.)’nin ve Hz. Hüseyin (r.a.)’in türbelerini ziyaret ediyor.
Bu hizmetlerle yetinmeyen Kânuni Sultan Süleyman, manevi huzurunda saygıyla eğildiği İmâm-ı Âzam (r.a.) Hazretleri’nin türbesini de merak eder. Ancak İmâm-ı Âzam (r.a.)’in mübarek türbesi de Şiilerin tahribatından kurtulamamıştır. Padişah, İbrahim Paşa vasıtasıyla büyük imamın merkadini (kabir) araştırıyor. Türbenin temellerini bulunca da enkazını ve etrafındaki pislikleri bir güzel temizlettiriyor. Bu arada Taşkun adında bir adam, paşaya müracaat ederek mezarın bulunması için kendisine izin verilmesini rica ediyor. Paşa da ricasını kabul ediyor.
Aradan iki üç saat geçmeden Taşkun, paşaya gelerek “Paşam, garip bir hadise zuhûr etti. Adamın biri kazmasını yere vururken bir taşı yerinden oynattı. Orada bir yapı göründü. Bu yapının içinden gayet güzel bir koku yayıldı. Taşı yerinden oynatan adam kokunun etkisiyle düşüp öldü.” dedi. Paşa derhâl ölen adamın ve koku çıkan mezarın yanına geldi. Gerçekten de taşı kazmayla kaldıran adam ölmüştü. Fakat güzel koku hâlâ devam ediyordu. Paşa, taşı kendi eliyle eski yerine koydu. Koku epey devam etti. Kısacası, mezar bulundu ve üzerine bir türbe yapıldı. Oraya gelip gidenlere yemek yedirmek için de bir imarethane yapıldığı gibi buralara sarf edilmek üzere vakıf tahsisatı verildi.(Celâlzâde Mustafa,Tabakâtul-Memâlik ve Derecâvül-Mesâlik)