Peygamberimiz (s.a.v.), bir Pazartesi günü geldiği Küba’dan; Cuma günü, güneş doğup ortalığı aydınlattıktan sonra ayrıldı. Dostu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile iki taraflarını kuşatan islâm ehlinden yüz kişilik bir toplulukla Medîne’nin yolunu tuttu. Medîne’ye girerken, sol tarafa meylederek, Rânûna denilen vadinin üst tarafına indiler.
Peygamberimiz (s.a.v.), burada bulunan mescidde, Cuma namazının farz kılındığını teblîğ buyurup, çok etkileyici bir hutbe îrâd ederek, Mü’minlere ilk Cuma namazını kıldırdılar. Bu mescid, bundan böyle, “Cuma mescidi” diye anıldı. Resûlullâh (s.a.v), buradaki ilk Cuma hutbesinde şöyle hitab ettiler: “Ey insanlar!.. Sağlığınızda kendiniz için âhiret azığını hazırlayınız, tedârik görünüz ve onu, kendinizden önce gönderiniz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde kişinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacaktır.
Sonra Cenâb-ı Hakk, arada bir tercüman ve perdadâr bulunmadan, bizzat, ona; “Sana benim Peygamberim gelip de emirlerimi teblîğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsan ve lütuf-ta bulundum. Sen, bu ni’metlerden, kendin için âhirete ne ayırdın?” buyuracak. Sonra o kimse, sağına soluna bakacak, birşey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, ancak cehennemden başka birşey göremeyecek!. Öyle ise, kişi, yarım hurma ile de olsa, cehennemden kendisini kurtarabilecek ise, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, kelime-i tayyibe (güzel, hoş söz) ile, kendisini kurtarsın. Zîrâ onunla bir hayra; on mislinden, yedi yüz misline (katına) kadar sevâb verilir. Selâm, Allah (c.c.)’nun selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” Âmîn.